Türkiye: Nereden Nereye?

by_ajan

New member
Türkiye: Nereden Nereye?

Fikret BAŞKAYA

Bugün Türkiye'de geçerli olan rejim, bütün veçheleri (ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel vs.) itibariyle yeniden kompradorlaşmış bir rejimdir. Kompradorlaşmanın derin kökleri çok gerilere kadar gitse de, bu günkü tablonun 24 Ocak-12 Eylül dönemecinin ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Fakat 24 Ocak-12 Eylül 1980 dönemeci Türkiye'yi yönetenlerin (veya yönettiği varsayılanların) sadece kendi tercihleri olarak gündeme gelmemişti. 24 Ocak-12 Eylül, Türkiye'nin emperyalist 'küresel püskürtme' stratejisine 'uyum sağlaması' anlamına geliyordu. Dolayısıyla, 1980'de başlayan süreci, emperyalist 'küresel püskürtme' stratejisi bütünlüğü çerçevesine yerleştirilmeden anlamak mümkün değildir .

Öyleyse, emperyalist küresel püskürtme stratejisi ne idi; neyi amaçlıyordu; söz konucu amaca ulaşmak için hangi araçlar gündeme getirilmişti gibi sorulara açıklık getirmeden, 1980 sonrasında Türkiye'de neler olup-bittiğini anlamak mümkün değildir. Zaten 'bütünü anlamadan parçaları anlamak da mümkün değildir' ve bu anlamda bütün dediğimiz şey, ekonomik, siyasal, sosyal, ideolojik, kültürel, etik veçhelerin diyalektik bütünlüğü olarak varolabiliyor... Bütün bu veçheler sürekli olarak birbirlerini belirler-biçimlendirir durumdadır ve bu belirleyicilik diyalektik bir karaktere sahiptir. Elbette her tarihsel dönemde veya toplumların ulaştıkları her aşamada bileşenlerin belirleyicilik katsayısı değişmektedir.

Kapitalist dünya sistemi 1970'li yılların ortasında yeniden bir 'yapısal krize' sürüklendi. Krizle birlikte İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçerli tüm temel stratejiler ve tercihler artık işe yaramaz duruma gelmişti. Sermayenin kısa vadeli çıkarları (zaten sermaye her zaman kısa vadeli çıkarlar peşinde koşar ve hesaplar da hep kısa vadelidir) emperyalist ülkelerdeki refah devleti modelinin ve Üçüncü Dünya'da geçerli ulusal kalkınmacı-popülist modelin tasfiyesini gerektiriyordu. Dünyanın bu iki bölgesinde geçerli iki modelin tasfiye edilmesi, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflar tarafından uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazanılmış sınırlı mevzileri de geri almak anlamına geliyordu. Asıl niyet bu idi; ama retorik farklıydı... Elbette bir politik tercihi dayatmak-kabullendirmek, ancak onu 'gerekçelendirmekle', 'meşrulaştırmakla' mümkündür. Yeni yönelişin gerekçesi 'piyasa ekonomisini restore etme' söylemine dayandırıldı. Bir kere krize bir neden bulmak gerekiyordu ve bulunan bu 'neden'in de 'gerçek neden'i gözden uzaklaştırması gerekiyordu. Sermayenin teorisyenleri ve akıl hocaları kapitalizmin krizinin piyasa ekonomisinden uzaklaşılmasından, devlet müdahalelerinden kaynaklandığını 'keşfettiler'... Hastalığın nedeni belli olduğuna göre tedavisine girişilebilirdi... Eğer sorunlar devletin ekonomiye 'aşırı' müdahalelerinden kaynaklanıyor ve bu müdahaleler de ekonominin sağlıklı işleyişini bozuyorduysa, o zaman devletin bu alandan olabildiğince çekilmesi halinde sorun çözülebilirdi... Bu amaca yönelik olarak da kendi kendini düzenleyen pazar efsanesi üretildi. Bununla söylenen veya söylenmek istenen şu idi: Kendi kendini düzenleyen bir pazar vardır; bu pazara müdahale edilmediği zaman sağlıklı bir işleyiş mümkündür; öyleyse kendi kendini düzenleyen pazara yapılan müdahaleler (düzenlemeler densin) ortadan kaldırılırsa, her şey yeniden yerli yerine oturur, işler yoluna girer...

Başka türlü ifade etmek istersek, yukarıdaki yaklaşımla 'bundan önce yapılan hata idi' denmek isteniyordu! Öyleyse bu hata kimin eseriydi? Yanlışı kim yapmıştı? Şimdi devlet müdahalelerinden şikayet edenler o zaman neredeydiler? Sermayenin baronları devlet müdahalelerinden habersiz miydiler? Devlet müdahalelerine kim karar vermişti de işler sarpa sarmıştı? Eğer bilim görüntüyle gerçek arasına bir kalın çizgi çekebiliyorsa bilim adını hak eder. Oysa retorik, güzel ve tumturaklı sözlerle gerçeği gizlemek, üstünü örtmek içindir. Bu amaçla önce işe krizin gerçek nedenleri tahlilin dışına atılarak başlandı. Oysa kriz her zaman olduğu gibi talep yetersizliğinden, marksist kavramlarla ifade etmek gerekirse, realizasyoneksikliğinden kaynaklanmıştı. Elbette teşhis yanlış olunca, tedavinin 'doğru' olması mümkün değildir. Ama, sermaye sınıfının kısa vadede kâr oranlarını korumak dışında başka bir kaygı taşımadığı koşullarda, ancak kriz müzminleşebilirdi. Eğer toplumun yönetimi diğer toplumsal öznelerin etkin olmadığı bir çerçevede gerçekleşiyorsa, sadece sermayenin kısa vadeli çıkarları gerçekleşebilir ama bu da ancak bir kaos ortamı yaratmak pahasına gerçekleşebilir.

Gerçekte sermayenin realizasyonsorunuyla karşı karşıya gelmesi, kapitalist sömürü sonucu elde edilen kârların verimli bir şekilde yatırımlara kanalize edilememesinin sonucuydu. Başka ifade ile, artık üretim kapasitesini genişleten yatırımların yapılamaması... Öyleyse şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Bir tarafta mutlaka 'değerlendirilmesi' gereken devasa bir sermaye stoku var ama bu sermayeyi bilinen anlamda yeni yatırımlarda kullanmak (değerlendirmek densin) olanaksız, zira yeni yatırımlar sonucu üretilen malların alıcısı yok. Ya da aynı anlama gelmek üzere, talep yetersizliği söz konusu. Bir tarafta mutlaka değerlendirilmesi gereken bir sermaye stoku, diğer yanda bu sermayenin üretim kapasitesini genişletici tarzda (yeni yatırımlar) yapılmasına uygun olmayan bir ortam demek, sermayenin toptan değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesi demektir. İşte, kapitalizmin yeniden 'yapısal krize' girdiği 1974-75 sonrasının temel sorunu veya çelişkisi bu idi...

Sermaye, toptan değersizleşme riskine karşı 'durumu kurtarıcı' yöntem ve araçlara başvurarak kısa vadede değersizleşmeyi önleyebildi ama bu krizin müzminleşmesi pahasına mümkün oldu. Bu bakımdan, gündeme getirilen politikalar ve tercihler, birer "kriz yönetimi" aracı olmanın ötesine geçemedi. Oysa, krizi aşmaya yarayan politikalar ve önlemler, başta gelir dağılımı dengesizliği olmak üzere , tüketimi artıracak yeni yatırımları gündeme getirmeyi, sadece dar anlamda sermayenin kısa vadeli çıkarlarından başka kaygılara da cevap veren önlemleri gündeme getirmeyi gerektiriyordu. Başka türlü söylersek, başka aktörlerin de müdahil olduğu bir 'sosyal proje' olmadan krizi aşmak mümkün değildi. Zaten kapitalizmin 'yapısal krizi' demek, ekonomi dışı aktörlerin veya öznelerin ( politik kertenin) devreye girerek ekonomik gidişin rotasını değiştirilmesini gerektiren bir durumun ortaya çıkması demektir...

Sermayenin toptan değersizlemesi riskine karşı hükümetler devreye girdiler. Kısa vadede ve yatırım dışı alanlarda sermayenin değerlenmesinin (kâr oranlarının korunması) koşullarını yarattılar. Reel ücretleri düşürmek üzere sendikaları etkisizleştirmek, fiyat serbestisi, kamu harcamalarının kısılması, özellikle de sosyal amaçlı olanların budanması, özelleştirmeler, korumaların kaldırılması, vb. politikalar devreye sokuldu. Bütün bunlara da ekonomiyi düzenlemelerden arındırma; ya da ekonominin devlet müdahalelerinden kurtarma (deregülasyon) denecekti. Oysa, söz konusu olan deregülasyon değil, regülasyon'un sermayenin yeni durumdaki ihtiyaçlarına cevap verir hale getirilmesiydi. Kendi kendini düzenleyen pazar efsanesine, o tezi ortaya atanların kendilerinin de inanması bizim için şaşırtıcı değildir... Aslında kendi kendini düzenleyen piyasa (veya pazar) sadece kendi ürettikleri efsaneye inanan, burjuva iktisatçılarının bir kuruntusudur.

Çünkü, gerçek dünyada düzenleme olmadan, devlet müdahalesi olmadan, siyasi kerte devreye girmeden pazar diye bir şey mümkün değildir. Öyleyse sorun düzenleme veya müdahalenin olup olmayacağı değil, düzenlemenin kimin çıkarını öncelikle gözeteceğiyle ilgilidir. Kendi kendini düzenleyen pazar bu dünyada sadece burjuva iktisatçıların kafasının içinde mevcuttur. Büyük sermayenin dar çıkarlarından başka hiçbir asgari kaygı taşımayan politika ve düzenlemelerin kendi kendini düzenleyen pazarın restorasyonu sayılması, akademinin gardiyanlarıyla onların rahle-i tedrisinden geçmiş politikacı ve köşe yazarlarının, velhasıl 'diplomalıların' bir kuruntusudur; ama birilerinin işine yarayan, kârlı bir kuruntu... Söylenen şu idi: Eğer devlet müdahalesi olmazsa, insanların inisiyatif alma, girişimlerde bulunma yeteneği harekete geçer; bu da ekonominin dinamizminin harekete geçmesi, yeniden büyüme, genişleme sürecine girmesi, başka bir ifade ile işlerin yoluna girmesi demektir... Devlet müdahalelerine karşı çıkışın bir gerekçesi de rekabet ortamının zaafa uğratıldığıdır. Oysa Karl Marx, J. M. Keynes, daha sonra Karl Polanyi, bu tür liberalleşmenin ekonomileri nasıl bir deflasyonist durgunluğa sürüklediğini çok önceden ortaya koymuşlardı...

Krizi aşmaya yaramasa da yaklaşık yirmi yıldır gündemde olan neo-liberalizmin kriz yönetimi politikaları: uluslararası sermaye transferlerinin liberalizasyonu, dalgalı kur uygulaması, yüksek faiz oranları, ABD'nin ödemeler dengesi açıkları, Üçüncü Dünya'nın dış borçları ve özelleştirmeler olarak tezahür ediyor.(1) Bütün bunlarla, 'uçan sermayeye' kısa vadede yüksek spekülatif kârlar sağlıyor ama, bu ekonomilerin üretici temelinin aşınması pahasına gerçekleşebiliyor. Dünya ekonomisinin nasıl bir 'üretimsizlik sarmalına' itildiğini şu iki rakam ortaya koymaya yeterlidir. Kısa vadede yüksek kâr peşinde koşan 'uçan sermayenin' büyüklüğü 80 ila 100.000 milyar dolarken, dünya ticaret hacmi 3.000 milyar dolar... Her an dünyanın bir ucundan öteki ucuna ışık hızıyla hareket eden 'uçan sermayenin' büyüklüğü, yıllık dünya ticaret hacminin yaklaşık 30 katı... İşte spekülatif amaçlı finans ve rantiye sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda yapılan düzenlemelere ve uygulanan politikaların Üçüncü Dünya'ya yansıyanına veya Üçüncü Dünya'yı ilgilendirenine de yapısal uyum programı deniyor. Oysa Üçüncü Dünya ülkelerine dayatılan yapısal uyum programlarının amacı, bu ülkelerin borçlarını düzenli ödemelerini sağlamak ve karşılıksız değer transferini derinleştirmektir. İşte Türkiye'de 1980'den bu yana uygulanan politikaları, emperyalist sermayenin bu temel tercihleri bütünlüğü içinde kavramak gerekiyor...

Fakat Türkiye'de kompradorlaşma programı sadece bu amaçla gündeme getirilmedi. Kompradorlaşmanın, büyük sermayenin kısa vadeli dar çıkarları dışında, stratejik önemi olan bir amacı daha vardı: Türkiye'yi (bu arada diğer Üçüncü Dünya ülkelerini) her türlü kalkınmacı hedeften uzaklaştırmak... Sermayenin baronları ve akıl hocaları emperyalist dünyanın mevcut ayrıcalıklı konumunu dünyanın geri kalan halklarını sofradan uzak tutmaya bağlı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Üçüncü Dünya Halkları dünyanın zenginliğine ortak olma, sofraya dahil olma, sanayileşme, kalkınma,vb. gibi gerekçelerle sahneye çıkmışlardı... Eğer, söz konusu ülkeler bu hedeflerden uzaklaştırılamaz ise, bunun iki sonuç doğurmasından korkuluyordu: Birincisi, Batılıların üretim ve tüketim modeli diğerleri tarafından taklit edilebilir bir model değildi. Dünyanın beşeri ve doğal kaynaklarını beş yüz yıldır yağmalayanlar, kendi modellerinin başkaları tarafından taklit edilemezliğini çok iyi biliyorlardı. Batının üretim ve tüketim modeli diğerleri tarafından taklit edildiği takdirde bunun sadece doğal kaynakların tükenmesiyle değil, ekolojik bir yıkımla da sonuçlanması kaçınılmazdır. İkincisi, başkalarının da sanayileşmesi, kalkınması, zenginler sofrasına dahil olması demek, Batı'nın ayrıcalıklı konumunun sonu demekti. Böyle bir şey, Batılılar'ın dünyanın efendisi olma konumlarının da sonu demekti...

Gerçek durum böyle olduğu halde insanlara anlatılan hikaye farklıydı... 12 Eylül askeri cuntasının gerisinde durduğu 24 Ocak kararları, ekonomiyi yeniden sağlıklı ve kalıcı bir büyüme sürecine sokacak kararlar olarak sunuldu. Yeniden kompradorlaşmanın araçları olan politikaların ve tercihlerin, dönemin siyasetçileri ve "bilim adamları" tarafından devrim olarak sunulduğunu da hatırlamak gerekir... Demek ki, herkesin bir 'devrim anlayışı' olabiliyor... Oysa, kavramların böyle yerli yersiz kullanılmasının yarattığı tahribat, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Bugün artık, gerçek ve 'görünen' amaçlar bakımından durumu değerlendirmeye elverişli bir tablo ortaya çıkmış bulunuyor. Türkiye ekonomisi, siyaseti, kültürü, velhasıl her şeyiyle kompradorlaşmış bulunuyor. Dolayısıyla, 24 Ocak-12 Eylül'de gündeme getirilen Türkiye'yi her türlü ulusal kalkınmacı kaygılardan uzaklaştırma hedefi gerçekleşmiş durumda...

Türkiye'yi yönettiği varsayılanlar artık bu ülkenin insanlarının temel sorunlarıyla söylem düzeyinde olsun, bir retorik olarak bile ilgili değiller... Onların yegane kaygısı, emperyalizmin dayattığı yapısal uyuma 'uyum sağlamaktan' ibarettir... Başka bir ifade ile neo-liberalizmin, küreselleşmenin gereğini yapmaktır. Ekonominin yönetimi bütünüyle dışarıdakilerin işi haline gelmiş durumda. Zaten kompradorlaşmış bir rejim demek, o rejime ilişkin temel kararların kendi dışında, başkaları tarafından alınması demektir. Bu vesileyle akla takılma ihtimali yüksek bir soruya da kısaca değinmek gerekir. Türkiye'de 1980 yılından başlayarak uygulanan politikalar kompradorlaştırıcı politikalardı; ama bu politikalar emperyalist odaklar tarafından silah zoruyla dayatılmadı. Emperyalizm ile çıkar ortaklığı olan 'yerli' sınıfların da tercihi olduğu için kolaylıkla uygulanabildi... Türkiye'nin egemen sınıfları emperyalizm tarafından önerilen ekonomik-sosyal politikaları büyük bir şevkle uygulamaya koyarken, kendi çıkarlarının ancak emperyalizmin istekleri doğrultusunda davranmakla gerçekleşeceğinin bilincindeydiler. Zira Türk Hür Teşebbüsü denilen son analizde emperyalist sermayenin (çokuluslu şirketlerin) yetkili satıcısından başka bir şey değildir...Durum böyle olduğu halde, bir de mistifikasyon yaratılıyor. İşçi ücretleri, memur maaşları, tarımsal taban fiyatları düşük tutulduğunda, emekçi çoğunluğu ilgilendiren sosyal harcamalar budandığında, sanki bunun yegane sorumlusu dış odaklarmış (İMF,vb.) gibi bir izlenim yaratılabiliyor...

Komprador rejim, gerçek dünyada varolmayan bir kendi kendini düzenleyen pazar ekonomisi söylemiyle toplumun temel sorunlarına dair her türlü asgari sorumluluk ve kaygıdan uzaklaşmış bulunuyor. Bir kere, ekonominin temeli aşınmış durumda ve bu süreç derinleşiyor. Artık ekonominin temel özelliği üretimsizliktir. Sanayi kuruluşları sanayi kuruluşundan çok birer rantiye durumuna geldiler. Ülkenin tüm kaynaklarının (zenginliğinin) yerli ve yabancı rantiyeler tarafından hoyratça yağmalanması, piyasa ekonomisinin bir gereği olarak sunuluyor. Üstelik buna inanan ahmakların sayısı da az değil... 1998 yılında Türkiye'nin en büyük 500 sanayi kuruluşu kârlarının %87.7'sini faaliyet dışı alandan, yani faiz gelirinden sağladılar. Sağladığı kârın %87.7'sini asıl faaliyet alanı dışında gerçekleştiren bir sanayi kuruluşu ne demektir? Varı-yoğu iç ve dış rantiyeler tarafından hoyratça yağmalanan, üretmek değil, parayla para kazanmanın kural haline geldiği bir ekonominin, sadece işsizlik, yoksulluk, sefalet, ahlâkî çürüme, manevi aşağılanma değil, aynı zamanda kaos üretmesi kaçınılmazdır. Mevcut süreç ve geçerli eğilimler yol almaya devam ettiği sürece, kaçınılmaz olarak kendini dayatacak olan bir diğer şey ise, Türkiye’nin yönetilemez bir kaotik zatiyet(2) haline gelmesidir. Artık kimsenin bir şey üretmek gibi bir kaygısı da yok... Zaten geçerli yapı da üretimi teşvik eden değil, cezalandıran bir yapıdır. Yeni üretim üniteleri kurmanın kârlı olmadığı bir ortamda özelleştirmelerin neden gündeme geldiğini anlamak da zor değildir... Özelleştirmeler rantiye-mafya ikilisinin KİT denilen kuruluşları yağmalamaları demek olduğu halde, özelleştirmeler piyasa ekonomisini restore etmenin etkin bir aracı olarak sunuldu... Ancak bu konuda ortaya konan somut tablo nedeniyle şimdilerde bu yalana inanan insan sayısı çok değil... Zira insanlar, özelleştirmenin ne demeye geldiğini 'yaşayarak öğreniyorlar'...

Bunun yanı sıra 2000 yılı bütçe tahminleri zaten Türkiye'deki rejiminin kompradorlaşma yolunda nereye geldiğini hiç bir tereddüde yer olmayacak şekilde ortaya koyuyor... Tahmin edilen vergi gelirleri 24 katrilyon TL. (Bu bir tahmindir, gerçekleşme her zaman tahmin edilenin altındadır). Buna karşılık ödenmesi gereken iç borç 21 katrilyon 133 trilyon TL. Bu rakam diğer transfer harcamalarıyla birlikte 27 katrilyon 136 trilyon TL... Öyle bir komprador rejim ki, emekçi halk çoğunluğu için tam bir talana dönüşen vergilerin toplamı sadece iç borç ve transfer harcamalarına yetmiyor. Buna bir de şimdilerde 100 milyon dolar sınırını çoktan aşmış olan dış borcun faiz ve anapara ödemeleri eklendiğinde, bizim ısrarla kompradorlaşma dediğimizin, ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır. Varı yoğu bir avuç iç ve dış rantiye ve mafya tarafından hortumlanan, işsizlik oranının resmi rakamların ilan ettiğinin yaklaşık üç katına yükseldiği, gelir dağılımı dengesizliğinin insan havsalasını zorlar duruma geldiği, yoksulluğun, sefaletin ve ahlaki çürümenin derinleştiği bir toplum ne demektir? Ekseri gözden kaçan birşey de rantiyeler için hazırlanmış 2000 yılı bütçesi tahminlerinin ilan edildiği günlerde gazetelerde" "Bütçe sevindirdi", "Borsa, İMF'ye bütçe gazıyla 6000'e dayandı..." gibi haberlerin yayınlanmış olmasıdır... Böyle bir bütçe kimi neden sevindiriyor? Burjuva toplumunda herkes için aynı anlama gelen bir ekonomik politika ve bütçe mümkün olmadığına göre, sevinenler de aslında sadece belli bir sınıftır ve burjuva medyası, bu komprador burjuvasinin beğeni ve taktirlerini toplumun genelinin takdiri gibi sunmaktadır. Oysa, bu tablo karşısında eğer ayrıcalıklı bir sınıf seviniyorsa, geriye kalanın yoksulluğa itilmesi sayesindedir. Bir tarafta insanlar böylesi bir tabloya mahkum edilirken, diğer yanda Türkiye'nin parlak geleceği nutukları atılması ne anlama geliyor?

Bu gün 'yapısal uyum', stand-by, küreselleşme, yeni dünya düzeni, liberal demokrasi, tarihin sonu vb. gibi söylemler, yeniden kompradorlaştırmanın ideolojik araçlarıdır. Öyle bir rejim ki, işsizliği işsizin, yoksulluğu yoksulun sorunu sayıyor. Sadece insana karşı değil doğal çevreye de saygısız bir rejim, kimin için ne anlama gelebilir? Yakın tarihlerde gazetelerde "ABD'nin en zengin 400 kişisinin serveti, 1,2 milyar Çinli'nin bir yıllık yerli üretimine (GSYİH) bedel !"; " ABD'li 400 zenginin serveti Türkiye'nin 5 katına ulaştı"...gibi haberler çıktı. 400 insanın servetinin 1,2 milyar insanın bir yıllık gelirine eşit olduğu bir dünyada düzen olabilir mi? Böyle bir düzene Yeni Dünya Düzeni denilebilir mi? Böyle bir dünyada demokrasiden söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Türkiye’nin kompradorlaşmış rejimi, işsizliği işsizin, yoksulluğu yoksulun sorunu sayarken ve rejim Oswaldo de Rivero'nun yönetilemez kaotik zatiyet olarak tanımladığı bir rejim görüntüsü alırken, ABD ve AB sözcüleri Türkiye'nin "önemli demokratik açılımlar yapmakta olduğundan" söz ediyorlar... Fakat hepsi bu kadar da değil. Türkiye'de de ister ABD, ister AB olsun emperyalizmin demokrasi, özgürlük, insan hakları diye bir sorunu olduğunu düşünen iflah olmaz budalaların sayısı az değil. Elbette entellektüel bilincin bu ölçüde azgelişmiş olduğu bir ülkede emperyalizmin ne olduğunu, her zaman neyi amaçladığını bilmeyenlerin bulunması şaşırtıcı değildir.

Asgari toplumsal sorumluluk almaktan dahi çoktan 'istifa etmiş' bir rejim ancak örtülü veya açık devlet terör rejimi olarak varolabilir ve kendini de o temelde yeniden üretebilir... Elbette belirli bir zaman için ve belirli bir eşiğe kadar... İşte ideolojinin işlevi böylesi zamanlarda kritik bir önem kazanıyor. Küreselleşme-YDD-Post modernizm, tarihin sonu vb., söylemi emperyalizmin yeni tercihlerini meşrulaştırmanın ideolojik araçlarıdır. Aslında post-modernizm denilen özü itibariyle pre-modernizmdir. Aynı pre-modern dönemin temel ideolojisi gibi, "insan tarihi yapamaz" demeye geliyor... Kadir Cangızbay, 'Terör' Kavramı Üzerine başlığını taşıyan ilginç yazısında şu tespiti yapıyor: " Yeni Dünya Düzeni'nin Nazi eskisi, ya CİA beslemesi ya da amerikan/Nato yetiştirmesi ideologlarının 'Tarihin Sonu', 'Yönteme Hayır' türünden alicengiz oyunları aracılığıyla egemen kılmak istedikleri özgür birey (!)/özgür dünya (!) konsepti çerçevesinde insana biçtikleri rol, aslında özne'lik payı sıfır, dolayısıyla da belirlenmişlik payı mutlak birer canlı nesne olarak hayvanların doğal düzenlilik karşısındaki konumları ne ise, insanın da Yeni Dünya Düzeni adını verdikleri, tarihin sonuna tekabül ettiğini, dolayısıyla da insanlığın ulaşabileceği nihaî düzen olduğunu iddia ettikleri global metalaşma furyası karşısında işte ona benzer bir konumu, üstelik de kendi özgür iradesiyle benimsemesidir:..."(3)

Cagızbay aynı yazıda şunları da yazıyor: " Burada artık şunu söyleyebiliriz ki, insanın ancak tarih üretmekle beşerî varlık anlamında insan haline geldiğini de dikkate alırsak ancak insanın tarihin öznesi olmaktan çıkması ölçüsünde inşa edilebilecek olan Yeni Dünya Düzeni, insanı kendi varoluş ilkesinin, yani 'yapmak'ın uzağına yerleştirme konusunda, yem'in (arpa, kemik vb.) hem çeşit, hem de miktar açısından bol ve cazip olduğu yerde hayvan-gibileşmeye teşvik etmeye ağırlık verirken, yemin kıt olduğu yerde de en kısa yolu, yani doğrudan doğruya 'insan'ı, bunun için de yapmak'ı yasak etmeyi, insanın yapmasını önlemeyi deneyecektir. Başka bir anlatımla, kapitalizmin metropol ülkelerinde insanlar çok çeşitli 'olmak'lar temelinde 'yapmak'ın uzağına çekilirken, periferideki insanlara 'yapmak' yasak edilecektir. Oysa insan daima bir iş yaparak insan olmuştur. Davranışları kendi belirlenmişliğinin ve/veya başkalarınca belirlenmiş bir işin işlevi durumunda bulunduğu ölçüde o insan artık bir iş yapmıyor demektir; sadece belirli bir işlevi yerine getirmekte; yani belirli bir işlevin yerine getirilmesinde, belirli bir mekanizmanın işletilmesinde, kendi dışından belirlenip kotarılmış belirli bir düzenliliğin yeniden üretilmesinde görev almış canlı bir enerji kaynağından başka hiç birşey değildir.

İnsanı yapmaz hale getirmenin en kesin yolu tabiî ki öldürmektir ama, bu arada devletlere millet, patronlara işçi, tüccarlara da müşteri/tüketici gerekmektedir; işte o yüzden de öldürmek şeklindeki nihaî çözüm, ancak insanların millî ekonomik ve ticarî açıdan taşıdıkları değerle ters orantılı bir sıklık ve yoğunlukta başvurulacak bir yol olarak kalacaktır. Yaşayan insanı 'yapmak'ın uzağında tutmanın en iktisadî yolu ise onu 'olmak'ına indirgemektir; ki, işte yine bu noktada marka, takım, star vb. pratikliğinden din, mezhep, tarikat, etni, yöre ya da cinsiyet/cinsel tercih vb. temelindeki şovenizmlere, her türlü irrasyonel tutkunluğu, bireyin bir değer olarak yükselmesi ve kendi özünü-ruhunu yeniden keşfedip onun dinamiği doğrultusunda özgürleşmesi şeklinde sunup yücelten post-modern yaklaşımların aslında ne denli Yeni Dünya Düzeni'yle organik bir bağlantı içinde ve ideolojik bir işlev taşımakta olduğu da bir kez daha açıklık kazanır".(4)

Emperyalizmin sözcüleri ve kompradorlaşmış 'yerli unsurlar' istedikleri kadar Yeni Dünya Düzeni'nden demokrasiden ve insan haklarından söz etsinler, Türkiye'ye ve benzer durumdaki ülkelere biçilen rol, bir devlet terör rejimi olmaktır. "Yeni Dünya Düzeni"nin, merkezden periferiye doğru gidildikçe artan bir oranda terör rejimlerine muhtaç olması bir tesadüf olmadığı gibi, bu terör rejimlerinin de kendi meşrûluklarını ağırlıklı bir biçimde terörle mücadele temelinde kurmaları da yine bir tesadüf değildir"(5) İşte terör rejiminin "demokratikleşme" söylemi, bu bütünlük içine yerleştirildiğinde gerçekte neyi ifade ettiği bilince çıkarılabilir...

Türkiye'nin emperyalist dünya sistemindeki bu günkü konumu, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı İmparatorluğu'nun durumunu çağrıştırıyor. Küreselleşme çağı ABD hegemonyası altında 'dünyanın yeniden biçimlendirilmekte olduğu' bir süreç anlamına geliyor. İşte bu süreçte Türkiye'nin kompradorlaşmış yöneticileri, Birinci Emperyalist Savaşta olduğu gibi 'mönüye dahil olmamak', bölüşülen tarafta değil bölüşenler safında olmak için çaba sarfediyor. Ama, aynı Birinci Emperyalistler arası savaşta olduğu gibi, mutfakta etkili olacak güçten yoksun... Bütünüyle kompradorlaşmış bir rejim, ancak emperyalist çıkarların bir 'aracı' işlevini yerine getirebilir... Nitekim 2000'li yıllar için "silahlanma programı" bu görüşü doğrular niteliktedir. Türkiye sadece 149 saldırı helikopteri için 4 milyar dolar harcayacak... 7 milyar dolarlık tank ithalatı da gündemde... 2000 yılının ilk 8 yılında 31 milyar dolarlık, otuz yılda da 150 milyar dolar değerinde silah satın alma çılgınlığı ne anlama geliyor. (6 ) Eğer rejim bütün veçheleri itibariyle kompradorlaşmamış olsaydı böyle bir çılgınlığa girişilebilir miydi? Türkiye sekiz yılda, otuz yılda, elli yılda sağlığa ne kadar harcama yapmayı programlıyor? Kişi başına sağlık harcamasıyla kişi başına silah harcamasını zahmet edip karşılaştıran ve bundan gerekli sonucu çıkaran var mı? Bu rejim, son olarak ABD'nin başta Ortadoğu olmak üzere Kafkaslar ve Orta Asya'daki çıkarlarını gerçekleştirmenin bir aracı olmaya hazırlanıyor. Zira, ABD'nin dünya hegemonyası için Türkiye gibi "alt-emperyalist" bölgesel odaklara ihtiyacı var... Elbette bütün bunların 'milli çıkarlar' için yapıldığı da söylenmeye devam edilecektir ve bunda şaşılacak birşey yoktur.

İster emperyalizmin isterse de onun yerli uzantısı olan 'milliyetçilerin' ipliğini pazara çıkarmak, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtmek elbette imkansız değildir. Bunun için insan olmayı başarmak, tarih yapan insan olduğumuzu kanıtlamak, bu amaçla gerekli iradeyi ortaya koymak yeterlidir. Aksi halde barbarlığın karanlığında boğulmaktan kurtulmamız mümkün değildir. Bu gün 'büyük insanlığa' yönelik bu kapsamlı saldırıyı geri püskürtmek, öncelikle emperyalizmin 'küresel püskürtme stratejisinin' ne anlama geldiğinin bilince çıkarılmasıyla ve bir karşı-duruşu vakitlice örgütlemekle mümkündür. Sorun haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyup koyamamakla ilgili görünüyor... Öyleyse gerici güçlerin, uygarlık ve insanlık düşmanlarının insan hakları, demokrasi söylemini teşhir ederek işe başlamak gerekmiyor mu? Velhasıl kendini ancak 'terörle mücadele' söylemiyle yeniden üretebilen Susurluk Cumhuriyeti'ni içimize sindirebilecek miyiz? İşte bütün mesele bu...

(1) Samir Amin, "Economic Globalism and Political Universalism: Conflicting issues?, Yazar›n bize gönderdi€i fotokopi

(2) Yönetilemez kaotik zatiyet kavram›yla ilgili olarak bkz. Oswaldo de Rivero, États en ruine, confltts san f›in Les entités chaotiques ingouvernables, Le Monde Diplomatique, Avril 1999.

(3) Kadir Cang›zbay, "Törör" Kavram› Üzerine, yazar›n bize verdi€i fototopi metni...

(4) Kadir Cang›zbay, ‹bid....

(5) ‹bidem..

(6) Türkiye'nin önümüzdeki 50 y›ll›k süreçteki silahlanma ç›lg›nl›€›yla ilgili olarak bkz, " Bask›n›n Silahland›r›lmas›, Clinton Yönetimi Döneminde ABD taraf›ndan Türkiye'ye Yap›lan Silah Sat›fllar›" , Serbesti, Ekim-Kas›m-Aral›k 1999
 

HTML

Üst