PirAdam
Ayın Üyesi
30 yıl önce bu ay, solcu yayıncı İlhan Erdost Mamak Askeri Cezaevi’nde askerlerce dövülerek öldürüldü. Askeri rejim tarafından tutuklanmıştı. Suçu komünist teorisyen Friedrich Engels’in bir kitabını basmaktı. Erdost’ın dul eşi Gül Erdost, 30. yıldönümünde eşinin öldürülmesinden sorumlu olanlara, yani 1980 darbesini yapan generallere dava açmayı düşünüyor.
Gül Erdost orduya dava açma şansı bulmasından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan’a teşekkür etmeli. Ülke tarihinin en acımasız ve anti-demokratik döneminden 30 yıl sonra seçmenler anayasa değişikliği paketini onayladı. Bu değişiklikler darbeci askerleri yargılanmaktan kurtaran maddenin kaldırılmasını da içeriyor.
Fakat birçok Amerikalı analizci, bu değişikliklerin Erdoğan’ın demokrasiyi inşa değil, imha etmesi anlamına geldiğini öne sürüyor. Bu tenkitçiler (ya kasten ya da cahil oldukları için) Erdoğan’ın başardığı şeyi yanlış takdim ediyor. Erdoğan’ın hükümetini ülke geçmişinden hayra alamet olmayan bir kopuş olarak niteliyor, önceki hükümetler döneminde yapılan zulümleri görmezden geliyorlar.
Ben de yargılandım
Anayasal reformlar, Erdoğan hükümetinin insan haklarına saygıyı ve hukukun üstünlüğünü güçlendirme gayretinin sadece bir parçası. Başbakan AB üyeliği için gereken reformları başarıyla uyguluyor. Sınırlı da olsa, Kürt halkına daha fazla hak tanıyan değişiklikleri onaylıyor. Devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı. (1995’te Reuters muhabiriyken, Kürt köylerine askeri saldırıları ayrıntılarıyla anlatan bir yazıdan dolayı böyle bir mahkemede yargılanmıştım.)
Türklerin Erdoğan’ın çabalarından memnun olduğu belli. 2007’de AKP’yi ikinci kez iktidara getirdiler. Ve anayasal değişikliklere yönelik son referandumda yüzde 15’in üzerinde bir oranla ‘evet’ çıktı.
AKP karşıtı tenkitçiler ikna olmuyor. Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriter, köktendinci bir devlete dönüştürme niyetinde olan iktidara aç bir İslami radikal olarak sunuyorlar. Hükümetin silahlı kuvvetlerin ‘Ergenekon’ adıyla darbe planladığına dair ‘dikkatli hazırlanmış siyasi bir kurgu’ hazırladığını iddia ediyorlar. Onlara göre 60’tan fazla subay ve destekçinin tutuklanması, hükümetin muhalifleri sindirip ezme çabasından ibaret.
Bu yalan yanlış hikâyede insan hakları ihlallerinin şahlandığı ve mahkemelerin hükümetin baskıcı politikalarının esirine dönüştüğü söyleniyor. Ilımlı bir İslam devleti için yanıp tutuşan Amerikalı siyasi karar mercileri, bu analizcilere bakılırsa, Başbakan’ın gerçek gündemini umursamıyor. Fakat gerçekte Türkiye bugün hiç olmadığı kadar demokratik ve insan haklarına saygılı. İlerleme yavaş ve sorunlar var, fakat durum çok daha iyi.
1980 darbesinden sonra cunta sivil özgürlükleri askıya aldı ve yeni anayasayla ciddi şekilde budadı. Askeri yönetim döneminde 650 bin insan tutuklandı, birçoğu işkence gördü ve öldürüldü. En kötüsünü Kürtler yaşadı: Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklulara cop sokuldu, dışkılarını yemeye, sıçanlarla dolu hücrelerde kalmaya ve deterjanlı su içmeye zorlandılar.
1990’lar ortalama Türkler için biraz daha iyiydi, fakat Kürtler için değil. 1990-95 arasında 10’dan fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partilerinin en az 62 yetkilisi ve yüzlerce Kürt eylemci öldürüldü. Birçoğunun arkasında güvenlik güçlerinin veya ona bağlı grupların üyelerinin olduğuna dair çok güçlü kanıtlar var. Kürt meselesi veya genel olarak insan hakları ihlalleri hakkında yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı.
Anaakım Türk medyası baskıyı açıkça desteklemese bile, genelde itaatkâr davrandı. Davam görülürken tanınmış köşe yazarı Oktay Ekşi hükümetin davanın devamına izin vermemesi gerektiğini, çünkü bu davanın beni meşhur ettiğini yazdı. Bazıları olası gizli niyetlerimden dem vurdu veya Kürt eylemciler tarafından kandırılmış olmam gerektiğini öne sürdü. Şanslıydım: Beraat ettim, fakat ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldım. Türk ve Kürt gazetecilerse çok daha kötüsünü yaşadı.
Fakat AKP karşıtı yorumcu dalgası geçmişe dönüp bakmaktan kaçınıyor, o yüzden de Türkiye’yi son derece yanlış sunuyorlar. PKK için faaliyet gösterdiği suçlamasıyla 152 Kürt siyasetçiye açılan toplu davayı, yanı sıra Ergenekon davasını ele alalım. Bu tür toplu davaların ‘norm haline geldiği’ ve bunun Türkiye’yi yavaş yavaş ele geçiren otoriterliğin bir başka işareti olduğu söyleniyor.
Fakat 1980 darbesinin ardından solculara, Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine açılan davaların yanında bunlar hafif kalır. Biri 1982’de, 700 kişi aleyhinde Dev-Yol hakkında açıldı. 18 yıl sonra hâlâ sürüyor. O zamandan beri, her biri yaklaşık 900 kişiyi kapsayan iki Dev-Yol davası sonuçlandı. DİSK’e karşı davada 1400 kişi yargılandı. Türk hukukunun toplu davalara imkân veriyor olması Erdoğan’la alakalı değil; mesele, cuntanın mevcut liderliğe bıraktığı kusurlu sistemin sonucu.
Bu tenkitçiler Ergenekon davasında gerçek payı olabileceğine inananlara şok olarak bakıyorlar. Asıl şaşırtıcı olansa, silahlı kuvvetlerin bazı mensuplarının darbe planlamış olma ihtimali değil, Erdoğan’ın orduya meydan okuyacak kadar cesur davranması. Neticede ordunun darbe planlayıp yapmak gibi bir alışkanlığı var. Yargılananların hepsinin suçlu olup olmadığını bilmek imkânsız. Fakat davanın ‘ülkedeki demokrasi açısından vahim bir geleceği’ işaret ettiğini öne sürmek, Türkiye tarihindeki en vahim demokrasi ihlallerinin bazılarından bizzat ordunun sorumlu olduğu gerçeğine gözünü kapatmak anlamına geliyor.
Kusurlu ama doğru yolda
Bazıları Türkiye’deki yargının ve siyasi yapıların kusurlu olmaya devam ettiğini görmek istiyor ve bunun sebepleri var. Erdoğan miras aldığı kusurlu ve kolay istismar edilir sistemleri tümüyle değiştirmiş değil. Ve Türkiye Batılı, liberal bir demokrasi sayılmaz. Fakat doğru yönde. Sekiz yıldır Türkiye sivil haklara yönelik güvenceleri geliştiriyor, serbest piyasa ekonomisini güçlendiriyor ve AB üyeliğinin gereklerini yerine getirme noktasına yaklaşıyor. Erdoğan ayrıca orduyu siyasi karar sürecinden uzaklaştırıyor ve Kürtlere yargısız infazlar gerçekleştiren askerleri soruşturması için yargıya baskı yapıyor. Bu olumlu değişiklikleri sözünü ettiğim AKP karşıtı yorumcuların yazdıklarından asla öğrenemezsiniz ve görünen o ki onlardan bazıları Türkiye’nin yeniden doğru yola sokulması için yeni bir askeri darbe gerektiğini düşünüyor.
Elbette Türkiye’deki durum değişebilir. Reformlar tıkanabilir. Erdoğan iktidar sarhoşu haline gelebilir. Fakat tek bir şey kesin: Buradaki yegâne gerçek kurgu, Türkiye’nin AKP iktidara gelmeden önce daha özgür ve daha demokratik bir ülke olduğu iddiasıdır.
Alıza Marcus/Foreign Policy
KAYNAK
Gül Erdost orduya dava açma şansı bulmasından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan’a teşekkür etmeli. Ülke tarihinin en acımasız ve anti-demokratik döneminden 30 yıl sonra seçmenler anayasa değişikliği paketini onayladı. Bu değişiklikler darbeci askerleri yargılanmaktan kurtaran maddenin kaldırılmasını da içeriyor.
Fakat birçok Amerikalı analizci, bu değişikliklerin Erdoğan’ın demokrasiyi inşa değil, imha etmesi anlamına geldiğini öne sürüyor. Bu tenkitçiler (ya kasten ya da cahil oldukları için) Erdoğan’ın başardığı şeyi yanlış takdim ediyor. Erdoğan’ın hükümetini ülke geçmişinden hayra alamet olmayan bir kopuş olarak niteliyor, önceki hükümetler döneminde yapılan zulümleri görmezden geliyorlar.
Ben de yargılandım
Anayasal reformlar, Erdoğan hükümetinin insan haklarına saygıyı ve hukukun üstünlüğünü güçlendirme gayretinin sadece bir parçası. Başbakan AB üyeliği için gereken reformları başarıyla uyguluyor. Sınırlı da olsa, Kürt halkına daha fazla hak tanıyan değişiklikleri onaylıyor. Devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı. (1995’te Reuters muhabiriyken, Kürt köylerine askeri saldırıları ayrıntılarıyla anlatan bir yazıdan dolayı böyle bir mahkemede yargılanmıştım.)
Türklerin Erdoğan’ın çabalarından memnun olduğu belli. 2007’de AKP’yi ikinci kez iktidara getirdiler. Ve anayasal değişikliklere yönelik son referandumda yüzde 15’in üzerinde bir oranla ‘evet’ çıktı.
AKP karşıtı tenkitçiler ikna olmuyor. Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriter, köktendinci bir devlete dönüştürme niyetinde olan iktidara aç bir İslami radikal olarak sunuyorlar. Hükümetin silahlı kuvvetlerin ‘Ergenekon’ adıyla darbe planladığına dair ‘dikkatli hazırlanmış siyasi bir kurgu’ hazırladığını iddia ediyorlar. Onlara göre 60’tan fazla subay ve destekçinin tutuklanması, hükümetin muhalifleri sindirip ezme çabasından ibaret.
Bu yalan yanlış hikâyede insan hakları ihlallerinin şahlandığı ve mahkemelerin hükümetin baskıcı politikalarının esirine dönüştüğü söyleniyor. Ilımlı bir İslam devleti için yanıp tutuşan Amerikalı siyasi karar mercileri, bu analizcilere bakılırsa, Başbakan’ın gerçek gündemini umursamıyor. Fakat gerçekte Türkiye bugün hiç olmadığı kadar demokratik ve insan haklarına saygılı. İlerleme yavaş ve sorunlar var, fakat durum çok daha iyi.
1980 darbesinden sonra cunta sivil özgürlükleri askıya aldı ve yeni anayasayla ciddi şekilde budadı. Askeri yönetim döneminde 650 bin insan tutuklandı, birçoğu işkence gördü ve öldürüldü. En kötüsünü Kürtler yaşadı: Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklulara cop sokuldu, dışkılarını yemeye, sıçanlarla dolu hücrelerde kalmaya ve deterjanlı su içmeye zorlandılar.
1990’lar ortalama Türkler için biraz daha iyiydi, fakat Kürtler için değil. 1990-95 arasında 10’dan fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partilerinin en az 62 yetkilisi ve yüzlerce Kürt eylemci öldürüldü. Birçoğunun arkasında güvenlik güçlerinin veya ona bağlı grupların üyelerinin olduğuna dair çok güçlü kanıtlar var. Kürt meselesi veya genel olarak insan hakları ihlalleri hakkında yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı.
Anaakım Türk medyası baskıyı açıkça desteklemese bile, genelde itaatkâr davrandı. Davam görülürken tanınmış köşe yazarı Oktay Ekşi hükümetin davanın devamına izin vermemesi gerektiğini, çünkü bu davanın beni meşhur ettiğini yazdı. Bazıları olası gizli niyetlerimden dem vurdu veya Kürt eylemciler tarafından kandırılmış olmam gerektiğini öne sürdü. Şanslıydım: Beraat ettim, fakat ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldım. Türk ve Kürt gazetecilerse çok daha kötüsünü yaşadı.
Fakat AKP karşıtı yorumcu dalgası geçmişe dönüp bakmaktan kaçınıyor, o yüzden de Türkiye’yi son derece yanlış sunuyorlar. PKK için faaliyet gösterdiği suçlamasıyla 152 Kürt siyasetçiye açılan toplu davayı, yanı sıra Ergenekon davasını ele alalım. Bu tür toplu davaların ‘norm haline geldiği’ ve bunun Türkiye’yi yavaş yavaş ele geçiren otoriterliğin bir başka işareti olduğu söyleniyor.
Fakat 1980 darbesinin ardından solculara, Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine açılan davaların yanında bunlar hafif kalır. Biri 1982’de, 700 kişi aleyhinde Dev-Yol hakkında açıldı. 18 yıl sonra hâlâ sürüyor. O zamandan beri, her biri yaklaşık 900 kişiyi kapsayan iki Dev-Yol davası sonuçlandı. DİSK’e karşı davada 1400 kişi yargılandı. Türk hukukunun toplu davalara imkân veriyor olması Erdoğan’la alakalı değil; mesele, cuntanın mevcut liderliğe bıraktığı kusurlu sistemin sonucu.
Bu tenkitçiler Ergenekon davasında gerçek payı olabileceğine inananlara şok olarak bakıyorlar. Asıl şaşırtıcı olansa, silahlı kuvvetlerin bazı mensuplarının darbe planlamış olma ihtimali değil, Erdoğan’ın orduya meydan okuyacak kadar cesur davranması. Neticede ordunun darbe planlayıp yapmak gibi bir alışkanlığı var. Yargılananların hepsinin suçlu olup olmadığını bilmek imkânsız. Fakat davanın ‘ülkedeki demokrasi açısından vahim bir geleceği’ işaret ettiğini öne sürmek, Türkiye tarihindeki en vahim demokrasi ihlallerinin bazılarından bizzat ordunun sorumlu olduğu gerçeğine gözünü kapatmak anlamına geliyor.
Kusurlu ama doğru yolda
Bazıları Türkiye’deki yargının ve siyasi yapıların kusurlu olmaya devam ettiğini görmek istiyor ve bunun sebepleri var. Erdoğan miras aldığı kusurlu ve kolay istismar edilir sistemleri tümüyle değiştirmiş değil. Ve Türkiye Batılı, liberal bir demokrasi sayılmaz. Fakat doğru yönde. Sekiz yıldır Türkiye sivil haklara yönelik güvenceleri geliştiriyor, serbest piyasa ekonomisini güçlendiriyor ve AB üyeliğinin gereklerini yerine getirme noktasına yaklaşıyor. Erdoğan ayrıca orduyu siyasi karar sürecinden uzaklaştırıyor ve Kürtlere yargısız infazlar gerçekleştiren askerleri soruşturması için yargıya baskı yapıyor. Bu olumlu değişiklikleri sözünü ettiğim AKP karşıtı yorumcuların yazdıklarından asla öğrenemezsiniz ve görünen o ki onlardan bazıları Türkiye’nin yeniden doğru yola sokulması için yeni bir askeri darbe gerektiğini düşünüyor.
Elbette Türkiye’deki durum değişebilir. Reformlar tıkanabilir. Erdoğan iktidar sarhoşu haline gelebilir. Fakat tek bir şey kesin: Buradaki yegâne gerçek kurgu, Türkiye’nin AKP iktidara gelmeden önce daha özgür ve daha demokratik bir ülke olduğu iddiasıdır.
Alıza Marcus/Foreign Policy
KAYNAK