Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok

Camurbskni

Banned
Katılım
21 Ocak 2009
Mesajlar
162
Reaction score
0
Puanları
0
thumbnail.php

Necip HABLEMİTOĞLU​

Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok

Türkiye'deki sağ kesim, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine "Osmanlı ulusçuluğunu", Türk dili yerine "Osmanlıcayı", "Türk Edebiyatı" yerine "Divan Edebiyatını", Türk Kültürü yerine "Osmanlı Kültürünü" alternatif olarak ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği "Enderun"a Türkleri kabul etmeyen; "etrak-ı biidrak" (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri herşeyin değiştiği bir dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanısıra Türk ulusçuluğuna sahip çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.
Tarihe damgasını vurmuş olan İngiltere Fransa, Rusya gibi devletlere bakıldığında, "ulus-devlet" yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin, İngiltere için, yalnızca "İngiliz dili, İngiliz edebiyatı, İngiliz kültürü, üzerinde güneş batmayan İngiliz devleti ideali" esas kabul edilirken; İngiliz ulusçuluğunun temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarrda- ortaya çıkışının sözkonusu devletlere oranla çok geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti'nin üst kültür kimliği olarak "Türklük" yerine yapay bir kavram olan "Osmanlılık"ı kabul etmesi yüzündendir. Avrupa'daki imparatorlukların yanısıra, 1789 Fransız İhtilâlinden hemen sonra tüm Avrupa'yı ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözkonusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve Bursalı Tahir Beyin yanısıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü, Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkların aşırı milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları Arnavut, Polonyalı, Kürt, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için tüm mesailerini sarfetmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.
Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, İttihat ve Terakki döneminde sözkonusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peşpeşe çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi) gerçekleştiren İttihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden, turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa İttihat ve Terakki döneminde tanışmıştır.
Mondros Mütarekesi'nden sonra "Misak-ı Milli" ile ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, "kuvayı milliye" hareketi ile eyleme dönüşüp, "tam bağımsızlık", "ulusal egemenlik" gibi amaçlara yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi'nden sonra başlayan ilk siyasal devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini belirlemiştir. Böylece, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa'da varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.


ATATÜRK'E GÖRE TÜRK ULUSÇULUĞU

Atatürkçülüğün altı ilkesinden, bir başka ifadeyle Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin Programını oluşturan Altı Ok'tan biri olan ulusçuluk:
Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını TÜRK ULUSU olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde "Türkiye Halkları" kavramına asla yer vermez. Devletin resmi dili Türkçedir, dini yoktur, bir tek Başkent vardır, Cumhuriyetle yönetilir. Anayasada ifadesini bulmuş bu temel yapının değiştirilmesi bile önerilemez. Laik hukuk sistemi içinde dini, mezhebi, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun, ülkede yaşayan herkes Türktür. Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı içinde ifade edilen "Ne mutlu Türküm diyene!" sloganı, ulusu oluşturan bireylerin ille Türk soyu ve kökeninden gelmesi gerektiğini değil, genellikle Türk soyu ve kökeninden geldiklerine işaret eder. Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. Devletin bu bütüncül yaklaşımına rağmen, alt kültür ulusçuluğu güderek kendisini Türk kabul etmeyenlerin sorunu ise kendilerini ve bir de yasaları ilgilendirir. Türkiye'nin "yumuşak karın" bölgesi olarak nitelendirilen etnik ve mezhepsel farklılıklar, yaklaşık 200 yıldır "Şark Meselesi" adı altında Batılı emperyalist devletler ve Rusya tarafından sürekli gündemde tutulduğu ve sık sık kaşındığı için, Atatürk, Lozan Barış Antlaşması'nda kabul ettirdiği hükümlerle bu konuda duyarlılığını gösterir ve asla ödün vermez. Türk Devleti, Türklük bilincini esas alır; etnik ve dinsel ayrımcılığa dayalı çifte standartlı politikaları reddeder. Faşizm ya da ırkçılık boyutunda ulusçuluğu reddederken de, kendini Türk kabul etmeyenlerin; Türkçe dışında başka resmi dil kabul ettirmeye çalışanların; ülke toprakları içinde başka bir devlet tesis ederek başka başkent yaratmaya çalışanların; tüm bu ayrılıkçı-bölücü amaçlar doğrultusunda kamu düzenine karşı ayaklananların kısaca PKK örneğinde görüldüğü gibi Kürt faşizmini ve şovenizmini savunanların, Türk Devleti'ni parçalamada, Anayasal düzenini ortadan kaldırmada asla haklı ve özgür olamayacaklarını hukuk kuralları içinde öngörür.

Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, LAİKLİK, CUMHURİYETÇİLİK, DEVLETÇİLİK, DEVRİMCİLİK ve HALKÇILIK ilkeleri ile özdeştir, bir bütündür. Bu ilkelerin biri ya da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz. Örneğin, laiklik ilkesinin geçerli olmadığı bir düzende ulusçuluk kesinlikle olanaksızdır. Türk Toplumu için siyasal islâmcılığa hayat hakkı veren bir anlayışla ulusçuluk anlayışının birlikte telâffuzu düşünülemezken, "milliyetçi-muhafazakârlık" gibi ucube bir terminolojinin siyasal hayatımızda ve hem de en yaygın bir biçimde kullanılması garip bir çelişkidir. Ümmetten ulus aşamasına geçiş, sadece siyasal değil sosyolojik bir gereklilik ve gerçekliktir. Yeniden ümmet aşamasına dönmeyi istemek; siyasal otorite önünde birey olmaktan vazgeçerek kulluğu kabullenmek irticaın, gericiliğin ta kendisidir.. Dinin toplum için gerekliliği ayrı bir olgu ve tartışma konusudur. Ulusal birliğin, ulus-devlet olmanın en önemli koşullarından biri, hukukta birliğin sağlanmasıdır. Azınlıklara ilişkin hukukun yanısıra her mezhep için ayrı hukuk uygulamanın faturasını Türk Toplumu Osmanlı döneminde en ağır biçimde ödemiştir. Bu açıdan Atatürk, sadece sosyolojik gerekçeyle değil, hukuksal ve siyasal gerekçelerle de Türk ulusçuluğunu ön plana çıkarmıştır. Bunu yaparken de, Araplar arasında ortaya çıkmış ancak günümüzde anlam ve önemini yitirmiş ihtilâflara dayalı mezhep ayrılıklarını hiç ama hiç dikkate almamıştır. Kur'an-ı Kerim'i geri plana atarak İslamiyeti sahtekâr muhadislerin kaleme aldıkları sahte hadislere, Ortaçağın Arap gelenek ve göreneklerine, birtakım cahil ve yetersiz ilâhiyatçıların -belki o dönemin koşullarında değerlendirilebilecek- fetvalarına, içtihatlarına dayandıran; dini ekonomik ya da siyasal kendi çıkarlarına hizmet için kullanan din tüccarlarına kesinlikle ödün vermemiştir. Bir yandan sünni şeriatçılığın devlet mekanizmasından bütünüyle sökülüp atılması için devrimler gerçekleştiren Atatürk, diğer yandan bin küsur yıl önce bazı Arapların yine bazı Arapları vahşice öldürmesinin kinini ve hatta kan davasını sürdürmesinin Türklere düşmediğinin bilinci içinde aleviliğe yaklaşmıştır. Mezhepsel farklılıkların siyasallaştırılmasının Türk ulusculuğu önünde en önemli engellerden biri olarak kabul eden Atatürk, tıpkı etnik farklılıklar gibi mezhepsel farklılıkları da, üst kültür kimliği olan Türklük bilinci içinde kaynaştırmayı hedeflemiştir.

Aynı şekilde, DEVLETÇİLİK ilkesinin dikkate alınmadığı bir Türk ulusçuluğundan söz etmek, emperyalizme teslim olmakla, tam bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan katılımcı demokrasiyi, hakça bölüşümü, nimet ve fırsat eşitliğini öngören, sınıf kavgasını reddeden HALKÇILIK ilkesini içermeyen bir ulusçuluğu düşünülemez. Bir yandan ulusçuluğa karşı bir proleterya diktatörlüğünü savunup diğer yandan Atatürk ulusçuluğunu savunur görünmek nasıl bir ideolojik çelişki ya da popüler deyimle "takiyye" ise, CUMHURİYETİ savunur görünüp bir İslâm Cumhuriyeti önermek de bir başka çelişkidir. En yüzeysel tanımıyla Türk ulusçuluğu, "Türk ulusunu daha ileriye götürmekse", bu ancak DEVRİMCİ olmakla olanaklıdır. Her şeyin değişim halinde olduğunu kabullenmemek, bu değişime ayak uyduramamak, emperyalizme yem olmakla, bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Statükoculuğu, hatta daha da gerideki değerlerin günümüzde de aynen yaşatılmasını öngören muhafazakârlığın Türk ulusçuluğu ile birlikte anılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Devrimci olmayan bir ulusçuluğun Türk Toplumunu ileriye götürmeyeceği açık bir gerçektir.
Atatürk'e göre Türk ulusçuluğu, etnik kökene ya da dinsel inançlara dayandırılamaz. Bu açıdan O, Gobineau, Hitler ve Mussolini'nin ulusçuluk anlayışlarını kökten reddetmiştir. Üstün ırk teorisine bir paçavra kadar bile değer vermemiştir. Ancak, Türk ırkçılığını reddederken de, Türk üst kimliğini reddederek ülke topraklarının bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet kurma girişiminde bulunan ayrılıkçı ırkçılara da hoşgörü göstermemiştir. Milli Mücadele döneminde ve sonrasında çıkan bölücü ayaklanmalara karşı izlediği politika, O'nun bu alandaki kararlılığının ölçütüdür. Ulusçuluğun siyasallaştırılmasının en az dinin siyasallaştırılması kadar tehlikeli olacağını bildiği içindir ki, bir örnek oluşturmak üzere 1931 yılında Türk Ocakları'nı kapatmıştır. Ulusçuluk üzerine politika yapan, ekonomik ya da siyasal rant elde eden; turancılık söylemleriyle, bir başka ifadeyle boşboğazlık yaparak Türkiye'nin dışpolitikasını zora sokan bu kuruluş yerine, halk eğitimini tüm boyutları ile üstlenen; okuma-yazma ve beceri kursları açan; tarama dergilerine malzeme toplayan; etnografik anlamda çalışmalar yapan; halk müziği derleme çalışmalarını teşvik eden Halkevleri'ni kurdurmuştur. Türk ulusçuluğunun doğuş ve gelişimi aşamasında çok önemli tarihsel işlevi olan Türk Ocakları'nın bugün fethullahçıların güdümünde bulunması, Atatürk'ün ilerigörüşlülüğünün önemli bir tezahürü olsa gerekir.

http://www.hakimiyetimilliye.org/index.php?news=596
 
Geri
Üst