64general1
New member
- Katılım
- 14 Haz 2007
- Mesajlar
- 1,720
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Türk Dilinin Yabancı Boyunduruğundan Kurtarılması Sorunu
Fatih Özcan
Günümüzden 729 yıl önce, 13 Mayıs 1277 yılında, Arapça ve Farsçanın
büyük baskı ve saldırısı altındaki Türkçe'yi savunmak ve yabancı
dillerin boyunduruğundan kurtarmak için harekete geçen ve Yusuf Has
Haciplerin izinden giden Karamanoğlu Mehmet Bey şöyle bir bağımsızlık
fermanı çıkarır:
m"-BUGÜNDEN SONRA DİVANDA, DERGÂHTA, BAR-GÂHTA, MECLİSTE VE MEYDANDA
TÜRKÇE'DEN BAŞKA DİL KULLANILMAYACAKTIR."
Buradaki Türkçe duyarlılığının tarihsel kökleri ve dayanakları vardır.
Daha önceki yüzyıllarda Divanı Lügatit Türk'te olsun, Muhakemetül Hakayık'ta olsun Türkçe'nin Arapça ve Farsçaya üstünlüğü savunulan dilde bağımsızlık hareketi Osmanlı'nın son dönemlerinde Türkçülük akımından geçerek Kemalist Devrim'in dil atılımlarıyla harmanlanarak günümüze değin sürüp gelmiştir.
Geçmiş yüzyıllarda Türkçe, Arapça ve Farsçanın saldırılarına göğüs germiş, Arapça ve Farsça gibi bölgesel dillerin boyunduruğuna karşı bağımsızlığını korumaya çalışmıştır.
Türkiye'de dille ilgili iki özel gün vardır
Bunların ilki Karamanoğlu'nun Türkçe'den başka yabancı dillerin kullanımını yasaklamasının yıldönümüdür. Bu 13 Mayıs'a tekabül eder.
Diğeri de Atatürk'ün TDK'nu kurduğu tarihtir.
Bu da iki gün önceye, yani 26 Eylül'e denk gelir.
Her ikisi de tam bağımsızlık sorununun bir parçası olan dilde bağımsızlık sorunuyla doğrudan ilgilidir; her ikisi de tarihsel mirasımızdır, mücadelelerimizde manevi güç alacağımız...
Her ikisi de dilde bağımsızlık ve Türkçe'nin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması hareketinin düşünsel temellerinin bir parçasını oluşturur.
Bugün Daha Küresel Bir Saldırı Altındadır.
Ancak, "ağzımızdaki ana sütü tadı"ndaki dilimiz, günümüzde Arapça ve Farsçanın saldırılarının yanında daha küresel ve daha tehlikeli bir saldırı altındadır.
Bu kez bu lengüistik saldırı, yurt içinde emperyalizmin yoz kültürü olan kozmopolitizm eşliğinde ve onun yarattığı kokuşmuş insan ilişkileri ortamında cereyan etmekte ve daha kapsamlı ve büyük bir saldırı oluşturmaktadır.
Sözcük hazinemize İngilizce kökenli sözcükler ya bazı değişikliklere uğrayarak ya da
kendi yapısal özellikleriyle doluşmaktadır.
Eskiden Tanzimat Dönemi'nde, Batı hayranı aydınlar arasında "Fransızca parlatma" yaygın
bir görenekti.
Şimdilerde bunu taklitçi ve yeni-Tanzimatçı maymunlar "İngilizce parlatarak" yapıyorlar. Yaygın olarak İngiliz alfabesiyle heceleme alışkanlığı veba mikrobu gibi özellikle gençlerimizi sarmaktadır.
Çarşı pazarlarımızı yabancı kökenli, özellikle İngiliz dilinden sözcükler ve isimlerle levha ve afişler işgale uğratmıştır.
Her yanda ve reklâmlarda
"Ceppoint", "Türkcell", "Aycell" gibi Türkçe ve İngilizce sözcükler karışımı, anlamsız ve sadece sömürgelerde görülebilecek deyimler insanımızın beynini adeta bombardımana
uğratmaktadır.
Harfleri İngiliz alfabesine göre, Ce/De'yi "Si/Di", Te/ Ve'yi "Ti/Vi" vb şeklinde okumak aydın ve kültürlü olmayla eş tutulmaktadır.
Kamuoyundaki bu akım öylesine önüne geçilmez bir oluşum ki, veba mikrobu gibi insanımızın benliğini kuşatmaktadır. İnsanlarla ilişkilerde eğer konuşma sırasında "Ce/De" derseniz muhtemelen anlaşılmayacak, yüzünüze anlamsızca, bön bön bakılacak; ancak "Si/Di" derseniz derhal anlaşılacaktır.
Okullarda öğretmen arkadaşlar arasında bile "Ve/Ce/De" şeklinde okumanız alay konusu yapılmakta, eğer "Di/ Vi/ Di" şeklinde "İngilizce parlatmazsanız "Ve/Ce" ile
ilişkilendirilerek dalga geçilme küstahlığında bile bulunulmaktadır.
Bunu da bağımsızlıkçı, demokrat kişilerden tutun da muhafazakâr çevrelere kadar her kesimde yapmaktadırlar.
Öz Türkçe uydurmacılığı ne kadar tehlikeli, "ses bayrağımızı" doğal gelişim mecrasından saptıracak kadar tehlikeli bir akım ise başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerin boyunduruğu da, dilde bağımlılık da o kadar tehlikeli bir gelişmedir.
Devletin yanlış eğitim ve kültür politikaları dilde yozlaşmayı ağırlaştırmaktadır
Ve bu akımlar eğitim sistemimizin bilimsellikten, demokratik ve laik yapısından, bağımsız içeriğinden uzaklaşması oranında yükselmekte, bu konuda devletin yanlış eğitim politikaları etken olmaktadır.
Sayın Mümtaz Soysal'ın deyişiyle,
"...yabancı dilde öğretim yüzünden genç dimağlara yabancı bir düşünce tarzının, yerli özlemlere ters bir bakış açısının, özellikle sosyal bilimlerde başkalarının çıkarları için
oluşturulmuş kalkınma modellerinin aktarılmakta oluşu...",
"...gençliğin bir bölümünü dış kaynaklı beyin yıkayışlara kendi eliyle teslim eden
ve bunu hevesle yapan bir başka toplum yalnız eski sömürgelerde vardır
herhalde."
Bu bağlamda, Türkçe'nin en sağlam savunucusu ve geliştiricisi olması gereken, dil uzmanları ve bilim adamlarından oluşan TDK'nun yeni hazırladığı sözlükte bile, kapasitesi kitaplar tutacak kadar büyük "yöntem yanlışları" bulunmaktaymış.
Değerli dil bilimcimiz ve sözlükçümüz Ali PÜSKÜLLÜOĞLU'nun deyişiyle, yeni TDK
yönetiminin hazırlamış bulunduğu yeni "Türkçe Sözlük"teki yöntem
yanlışlarıyla sözlüğümüz "yeni bir kimlik" edinmektedir.
Tıpkı Atatürk'ün sağlığında başlattığı ve bir zaman sonra müdahale etmek
zorunda kaldığı, dilimizin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması ve bağımsızlığının sağlanarak geliştirilmesi çalışmalarının bir zaman sonra çığırından çıkarak "uydurukçuluk/ öz Türkçecilik" akımı haline gelmesinde olduğu gibi...
PÜSKÜLLÜOĞLU'nun eleştirisinin temel hatları şöyledir:
"Bence en önemli yöntem yanlışı, Batı kökenli sözcüklerin o dillerdeki yazımlarıyla ve madde başı olarak sözlüğe alınmasıdır.
'Dilimize son zamanlarda girmekte olan Batı kökenli sözler özgün biçimleriyle eğik olarak yazılmış, burada tanım verilmeyerek Türkçe karşılıklarına
gönderme yapılmıştır'
denmiş.
Türkçe karşılıkları varsa ve tanımları oradaysa, özgün yazımlarıyla sözlüğe almayı neden gereksemişler? Almazsınız, isteyen onlar için yabancı dil sözlüklerine bakar.
Karşılıkları olsa da olmasa da, yabancı sözcükleri özgün yazımlarıyla 'Türkçe Sözlük' adını taşıyan bir sözlüğe almak, hiç doğru olamaz.
Hele kendisine Türkçeyi koruma ve kollama görevi verilmiş varsayılan bir kurumun bunu yapmasıysa hiç mi hiç doğru olamaz. Çarşı pazardaki yabancı dil maymunluğunu sözlüğe taşımaya, bunu Atatürk'ün kurumu olduğunu öne sürerek yapmaya yeni TDK'nin hakkı yoktur. Üstelik görevi de bu değildir. Bir yurttaş olarak bunu belirtmek zorundayım. Atatürk
ne demişti? "Geldikleri gibi giderler!"
O sözcükler de geldikleri gibi gidecektir, yeter ki yeni TDK onları sözlüğe taşımasın. Yazık ki
taşımaktan kaçınmamış.
Onları sözlüğün her harfinde çok sayıda buluyorsunuz. 'A' harfinden birkaç örnek:
'anchonnan', 'aria', 'au pair'!
Üstelik 'au pair'in 'bakıcı' gibi Türkçe karşılığı var, 'aria' da 'arya'
biçimiyle daha önce dile girmiş. 'Aria'yi bu biçimiyle alıp
kullanıcıyı 'arya'ya, 'au pair' için 'bakıcı'ya göndermenin Türk
diline bir katkı olduğu söylenebilir mi?
Yöntem yönünden ilke, ölçünlü (standart) dil sözlükle-rinde sık
kullanılan, artık çoğunlukça benimsenmiş sözcükler alınır.
Bu sözlük, kimsenin kullanmadığı öneri sözcükleri de bol bol almış."
Püsküllüoğlu, yeni sözlükte deyimlerin bozulmuş olduğunu belirtiyor.
"Türkçe, deyimi bol bir dildir. Deyimlerin özgül bir kalıbı vardır,
onu bozmamanız gerekir. Yeni sözlükte deyimler bozulmuş. Örneğin
'alışmış kudurmuştan beterdir.' 'kızmış kudurmuştan beterdir'
diyemezsiniz, deyim bozulur. Bu sözlük demiş.
'Halep orada ise arşın burada' deyiminin yerine
'Halebî orada ise arşın burada' demiş."
Sözlükçümüz, "Ana erki'nin böyle ayrı, 'anaerkil' ve 'anaerkillik'
sözcüklerinin birleşik yazılması gibi tutarsızlık"ların diz boyu
olduğunu belirtiyor.
"Bilindiği üzere 'asma' bir bitkidir, onun yaprağına 'asma yaprağı'
denir.
TDK'nin sözlüğü 'asma yaprağı'nı şöyle tanımlıyor:
'Zeytinyağlı ve etli sarma yapmakta kullanılan üzüm yaprağı.'
Peki, 'üzüm yaprağı' neymiş diye bakıyorsunuz, böyle bir madde yok. Doğaldır
ki 'üzüm yaprağı' olmadığı için yoktur, çünkü yine TDK'nin sözlüğünün
tanımına göre 'üzüm', 'asmanın taze ve kuru olarak yenilen ve salkım
durumunda bulunan meyvesi'dir. Halk 'üzüm yaprağı' dese de 'asma
yaprağı'na, sözlük diyemez.
TDK, sözlüğe, (...) sadece Dinar'ın bir köyünde kullanıldığı saptanan
(...) 'baskıda kalmak' sözünü almış. Onu şöyle tanımlıyor: 'Yağmur
yağdıktan sonra toprağın üst kısmı sertleşerek tohumlar fidelenip
toprak üstüne çıkmak.'
Bunun doğru tanımını eski TDK'nin Derleme Sözlüğü'nden aktaralım:
'Yağmur yağdıktan sonra toprağın üst kısmı sertleşerek tohumlar
filizlenip toprak üstüne çıkamamak.'
Görüldüğü gibi, aktarmayı bile doğru yapamamış sözlük. Türkçeye de,
kendisinde bile bulunmayan 'fidelenmek' diye bir sözcük katmış. Bundan
daha çarpıcı bir yanlışı da 'bağımsız bölüm' tanımında.
Şöyle demiş yeni TDK'nin Türkçe Sözlük'ü:
'Kat Mülkiyeti Kanunu'na göre, binada kat maliklerinin ortak kullanımına açık olan yerler.' Bu tanımın doğru olmadığını bir apartmanda konutu olan herkes bilir. Andıkları yasa,
'ana taşınmazın ayrı ayrı ve başlı başına kullanılmaya elverişli olup,
bu yasa hükümlerine göre bağımsız mülkiyete konu olan bölümlerine
bağımsız bölüm denir' diyor. Başka söze gerek var mı?"
Çılgın Türklerin dili de çılgındır
Buradan anlaşılıyor ki, "ses bayrağımız" her zamankinden daha fazla saldırı, bozulma, yozlaşma, anlaşılmaz hale gelme ile karşı karşıyadır.
Yukarıda bütün ömrünü dilimizin doğru kullanılması ve gelişmesine harcamış bir sözlükçümüzün eleştirilerinden de anlaşılmaktadır ki, halkın birbirini anlamasının önüne geçmek, milli duygunun en önemli zemini ve geliştiricisi olan dili kuşdiline
döndürmek amacını güdenler kervanına dilin asıl sahibi ve geliştiricisi olması gereken kurumlar da katılmış.
Ancak şurası bir gerçektir ki, Türklerin "ses bayrağı", "ağızlarındaki anne sütü" çok inatçı karakterde, baskı ve saldırılara karşı tıpkı kullanıcıları gibi çılgındır.
Hani türküde dendiği gibi, ölümlerden yeniden doğar o. Kör çıkmazlardan bir çıkış bulur.
Tarihi bunun kanıtıdır. 751 yılıyla birlikte başlayan, Göktürk, Uygur geleneği gibi doğal bir süreçten saptıran, üzerindeki yabancı dillerin baskı ve boyunduruk girişimleri dalgalar halinde günümüze kadar sürmüştür ama o, son Cumhuriyet Devrimi atılımıyla kendini bir kez daha kanıtlamış, dünyada önemli diller arasına girivermiştir.
Son söz olarak söylersek, Türk dilinin yabancı dilleri boyunduruğundan
kurtarılması sorunu doğrudan bağımsızlık mücadelesinin bir
parçasıdır.
Fatih Özcan
Günümüzden 729 yıl önce, 13 Mayıs 1277 yılında, Arapça ve Farsçanın
büyük baskı ve saldırısı altındaki Türkçe'yi savunmak ve yabancı
dillerin boyunduruğundan kurtarmak için harekete geçen ve Yusuf Has
Haciplerin izinden giden Karamanoğlu Mehmet Bey şöyle bir bağımsızlık
fermanı çıkarır:
m"-BUGÜNDEN SONRA DİVANDA, DERGÂHTA, BAR-GÂHTA, MECLİSTE VE MEYDANDA
TÜRKÇE'DEN BAŞKA DİL KULLANILMAYACAKTIR."
Buradaki Türkçe duyarlılığının tarihsel kökleri ve dayanakları vardır.
Daha önceki yüzyıllarda Divanı Lügatit Türk'te olsun, Muhakemetül Hakayık'ta olsun Türkçe'nin Arapça ve Farsçaya üstünlüğü savunulan dilde bağımsızlık hareketi Osmanlı'nın son dönemlerinde Türkçülük akımından geçerek Kemalist Devrim'in dil atılımlarıyla harmanlanarak günümüze değin sürüp gelmiştir.
Geçmiş yüzyıllarda Türkçe, Arapça ve Farsçanın saldırılarına göğüs germiş, Arapça ve Farsça gibi bölgesel dillerin boyunduruğuna karşı bağımsızlığını korumaya çalışmıştır.
Türkiye'de dille ilgili iki özel gün vardır
Bunların ilki Karamanoğlu'nun Türkçe'den başka yabancı dillerin kullanımını yasaklamasının yıldönümüdür. Bu 13 Mayıs'a tekabül eder.
Diğeri de Atatürk'ün TDK'nu kurduğu tarihtir.
Bu da iki gün önceye, yani 26 Eylül'e denk gelir.
Her ikisi de tam bağımsızlık sorununun bir parçası olan dilde bağımsızlık sorunuyla doğrudan ilgilidir; her ikisi de tarihsel mirasımızdır, mücadelelerimizde manevi güç alacağımız...
Her ikisi de dilde bağımsızlık ve Türkçe'nin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması hareketinin düşünsel temellerinin bir parçasını oluşturur.
Bugün Daha Küresel Bir Saldırı Altındadır.
Ancak, "ağzımızdaki ana sütü tadı"ndaki dilimiz, günümüzde Arapça ve Farsçanın saldırılarının yanında daha küresel ve daha tehlikeli bir saldırı altındadır.
Bu kez bu lengüistik saldırı, yurt içinde emperyalizmin yoz kültürü olan kozmopolitizm eşliğinde ve onun yarattığı kokuşmuş insan ilişkileri ortamında cereyan etmekte ve daha kapsamlı ve büyük bir saldırı oluşturmaktadır.
Sözcük hazinemize İngilizce kökenli sözcükler ya bazı değişikliklere uğrayarak ya da
kendi yapısal özellikleriyle doluşmaktadır.
Eskiden Tanzimat Dönemi'nde, Batı hayranı aydınlar arasında "Fransızca parlatma" yaygın
bir görenekti.
Şimdilerde bunu taklitçi ve yeni-Tanzimatçı maymunlar "İngilizce parlatarak" yapıyorlar. Yaygın olarak İngiliz alfabesiyle heceleme alışkanlığı veba mikrobu gibi özellikle gençlerimizi sarmaktadır.
Çarşı pazarlarımızı yabancı kökenli, özellikle İngiliz dilinden sözcükler ve isimlerle levha ve afişler işgale uğratmıştır.
Her yanda ve reklâmlarda
"Ceppoint", "Türkcell", "Aycell" gibi Türkçe ve İngilizce sözcükler karışımı, anlamsız ve sadece sömürgelerde görülebilecek deyimler insanımızın beynini adeta bombardımana
uğratmaktadır.
Harfleri İngiliz alfabesine göre, Ce/De'yi "Si/Di", Te/ Ve'yi "Ti/Vi" vb şeklinde okumak aydın ve kültürlü olmayla eş tutulmaktadır.
Kamuoyundaki bu akım öylesine önüne geçilmez bir oluşum ki, veba mikrobu gibi insanımızın benliğini kuşatmaktadır. İnsanlarla ilişkilerde eğer konuşma sırasında "Ce/De" derseniz muhtemelen anlaşılmayacak, yüzünüze anlamsızca, bön bön bakılacak; ancak "Si/Di" derseniz derhal anlaşılacaktır.
Okullarda öğretmen arkadaşlar arasında bile "Ve/Ce/De" şeklinde okumanız alay konusu yapılmakta, eğer "Di/ Vi/ Di" şeklinde "İngilizce parlatmazsanız "Ve/Ce" ile
ilişkilendirilerek dalga geçilme küstahlığında bile bulunulmaktadır.
Bunu da bağımsızlıkçı, demokrat kişilerden tutun da muhafazakâr çevrelere kadar her kesimde yapmaktadırlar.
Öz Türkçe uydurmacılığı ne kadar tehlikeli, "ses bayrağımızı" doğal gelişim mecrasından saptıracak kadar tehlikeli bir akım ise başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerin boyunduruğu da, dilde bağımlılık da o kadar tehlikeli bir gelişmedir.
Devletin yanlış eğitim ve kültür politikaları dilde yozlaşmayı ağırlaştırmaktadır
Ve bu akımlar eğitim sistemimizin bilimsellikten, demokratik ve laik yapısından, bağımsız içeriğinden uzaklaşması oranında yükselmekte, bu konuda devletin yanlış eğitim politikaları etken olmaktadır.
Sayın Mümtaz Soysal'ın deyişiyle,
"...yabancı dilde öğretim yüzünden genç dimağlara yabancı bir düşünce tarzının, yerli özlemlere ters bir bakış açısının, özellikle sosyal bilimlerde başkalarının çıkarları için
oluşturulmuş kalkınma modellerinin aktarılmakta oluşu...",
"...gençliğin bir bölümünü dış kaynaklı beyin yıkayışlara kendi eliyle teslim eden
ve bunu hevesle yapan bir başka toplum yalnız eski sömürgelerde vardır
herhalde."
Bu bağlamda, Türkçe'nin en sağlam savunucusu ve geliştiricisi olması gereken, dil uzmanları ve bilim adamlarından oluşan TDK'nun yeni hazırladığı sözlükte bile, kapasitesi kitaplar tutacak kadar büyük "yöntem yanlışları" bulunmaktaymış.
Değerli dil bilimcimiz ve sözlükçümüz Ali PÜSKÜLLÜOĞLU'nun deyişiyle, yeni TDK
yönetiminin hazırlamış bulunduğu yeni "Türkçe Sözlük"teki yöntem
yanlışlarıyla sözlüğümüz "yeni bir kimlik" edinmektedir.
Tıpkı Atatürk'ün sağlığında başlattığı ve bir zaman sonra müdahale etmek
zorunda kaldığı, dilimizin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması ve bağımsızlığının sağlanarak geliştirilmesi çalışmalarının bir zaman sonra çığırından çıkarak "uydurukçuluk/ öz Türkçecilik" akımı haline gelmesinde olduğu gibi...
PÜSKÜLLÜOĞLU'nun eleştirisinin temel hatları şöyledir:
"Bence en önemli yöntem yanlışı, Batı kökenli sözcüklerin o dillerdeki yazımlarıyla ve madde başı olarak sözlüğe alınmasıdır.
'Dilimize son zamanlarda girmekte olan Batı kökenli sözler özgün biçimleriyle eğik olarak yazılmış, burada tanım verilmeyerek Türkçe karşılıklarına
gönderme yapılmıştır'
denmiş.
Türkçe karşılıkları varsa ve tanımları oradaysa, özgün yazımlarıyla sözlüğe almayı neden gereksemişler? Almazsınız, isteyen onlar için yabancı dil sözlüklerine bakar.
Karşılıkları olsa da olmasa da, yabancı sözcükleri özgün yazımlarıyla 'Türkçe Sözlük' adını taşıyan bir sözlüğe almak, hiç doğru olamaz.
Hele kendisine Türkçeyi koruma ve kollama görevi verilmiş varsayılan bir kurumun bunu yapmasıysa hiç mi hiç doğru olamaz. Çarşı pazardaki yabancı dil maymunluğunu sözlüğe taşımaya, bunu Atatürk'ün kurumu olduğunu öne sürerek yapmaya yeni TDK'nin hakkı yoktur. Üstelik görevi de bu değildir. Bir yurttaş olarak bunu belirtmek zorundayım. Atatürk
ne demişti? "Geldikleri gibi giderler!"
O sözcükler de geldikleri gibi gidecektir, yeter ki yeni TDK onları sözlüğe taşımasın. Yazık ki
taşımaktan kaçınmamış.
Onları sözlüğün her harfinde çok sayıda buluyorsunuz. 'A' harfinden birkaç örnek:
'anchonnan', 'aria', 'au pair'!
Üstelik 'au pair'in 'bakıcı' gibi Türkçe karşılığı var, 'aria' da 'arya'
biçimiyle daha önce dile girmiş. 'Aria'yi bu biçimiyle alıp
kullanıcıyı 'arya'ya, 'au pair' için 'bakıcı'ya göndermenin Türk
diline bir katkı olduğu söylenebilir mi?
Yöntem yönünden ilke, ölçünlü (standart) dil sözlükle-rinde sık
kullanılan, artık çoğunlukça benimsenmiş sözcükler alınır.
Bu sözlük, kimsenin kullanmadığı öneri sözcükleri de bol bol almış."
Püsküllüoğlu, yeni sözlükte deyimlerin bozulmuş olduğunu belirtiyor.
"Türkçe, deyimi bol bir dildir. Deyimlerin özgül bir kalıbı vardır,
onu bozmamanız gerekir. Yeni sözlükte deyimler bozulmuş. Örneğin
'alışmış kudurmuştan beterdir.' 'kızmış kudurmuştan beterdir'
diyemezsiniz, deyim bozulur. Bu sözlük demiş.
'Halep orada ise arşın burada' deyiminin yerine
'Halebî orada ise arşın burada' demiş."
Sözlükçümüz, "Ana erki'nin böyle ayrı, 'anaerkil' ve 'anaerkillik'
sözcüklerinin birleşik yazılması gibi tutarsızlık"ların diz boyu
olduğunu belirtiyor.
"Bilindiği üzere 'asma' bir bitkidir, onun yaprağına 'asma yaprağı'
denir.
TDK'nin sözlüğü 'asma yaprağı'nı şöyle tanımlıyor:
'Zeytinyağlı ve etli sarma yapmakta kullanılan üzüm yaprağı.'
Peki, 'üzüm yaprağı' neymiş diye bakıyorsunuz, böyle bir madde yok. Doğaldır
ki 'üzüm yaprağı' olmadığı için yoktur, çünkü yine TDK'nin sözlüğünün
tanımına göre 'üzüm', 'asmanın taze ve kuru olarak yenilen ve salkım
durumunda bulunan meyvesi'dir. Halk 'üzüm yaprağı' dese de 'asma
yaprağı'na, sözlük diyemez.
TDK, sözlüğe, (...) sadece Dinar'ın bir köyünde kullanıldığı saptanan
(...) 'baskıda kalmak' sözünü almış. Onu şöyle tanımlıyor: 'Yağmur
yağdıktan sonra toprağın üst kısmı sertleşerek tohumlar fidelenip
toprak üstüne çıkmak.'
Bunun doğru tanımını eski TDK'nin Derleme Sözlüğü'nden aktaralım:
'Yağmur yağdıktan sonra toprağın üst kısmı sertleşerek tohumlar
filizlenip toprak üstüne çıkamamak.'
Görüldüğü gibi, aktarmayı bile doğru yapamamış sözlük. Türkçeye de,
kendisinde bile bulunmayan 'fidelenmek' diye bir sözcük katmış. Bundan
daha çarpıcı bir yanlışı da 'bağımsız bölüm' tanımında.
Şöyle demiş yeni TDK'nin Türkçe Sözlük'ü:
'Kat Mülkiyeti Kanunu'na göre, binada kat maliklerinin ortak kullanımına açık olan yerler.' Bu tanımın doğru olmadığını bir apartmanda konutu olan herkes bilir. Andıkları yasa,
'ana taşınmazın ayrı ayrı ve başlı başına kullanılmaya elverişli olup,
bu yasa hükümlerine göre bağımsız mülkiyete konu olan bölümlerine
bağımsız bölüm denir' diyor. Başka söze gerek var mı?"
Çılgın Türklerin dili de çılgındır
Buradan anlaşılıyor ki, "ses bayrağımız" her zamankinden daha fazla saldırı, bozulma, yozlaşma, anlaşılmaz hale gelme ile karşı karşıyadır.
Yukarıda bütün ömrünü dilimizin doğru kullanılması ve gelişmesine harcamış bir sözlükçümüzün eleştirilerinden de anlaşılmaktadır ki, halkın birbirini anlamasının önüne geçmek, milli duygunun en önemli zemini ve geliştiricisi olan dili kuşdiline
döndürmek amacını güdenler kervanına dilin asıl sahibi ve geliştiricisi olması gereken kurumlar da katılmış.
Ancak şurası bir gerçektir ki, Türklerin "ses bayrağı", "ağızlarındaki anne sütü" çok inatçı karakterde, baskı ve saldırılara karşı tıpkı kullanıcıları gibi çılgındır.
Hani türküde dendiği gibi, ölümlerden yeniden doğar o. Kör çıkmazlardan bir çıkış bulur.
Tarihi bunun kanıtıdır. 751 yılıyla birlikte başlayan, Göktürk, Uygur geleneği gibi doğal bir süreçten saptıran, üzerindeki yabancı dillerin baskı ve boyunduruk girişimleri dalgalar halinde günümüze kadar sürmüştür ama o, son Cumhuriyet Devrimi atılımıyla kendini bir kez daha kanıtlamış, dünyada önemli diller arasına girivermiştir.
Son söz olarak söylersek, Türk dilinin yabancı dilleri boyunduruğundan
kurtarılması sorunu doğrudan bağımsızlık mücadelesinin bir
parçasıdır.