ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
DOÇ. DR. DAVUT ŞAHİN
02.06.2006 CUMA
[Yorum - Doç.Dr. Davut Şahin]
Türk demokrasisine çete kuşatması! (I)
Sauna Çetesi, Cumhuriyet-Danıştay saldırıları derken 31 Mayıs 2006 Eryaman baskını, Ankara’nın çeteler tarafından nasıl kuşatıldığını gözler önüne serdi. Tüm bu olaylarda devletin en mahrem belgeleri çete üyelerinin kasalarından çıktı. Son olayda ülkenin başbakanının evi ve çevresi krokilenmişti.
Sauna Çetesi’nin kasasında Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi kapsamında hazırlanan İç Güvenlik Strateji Belgesi ele geçirilmişti. ‘Gizli Anayasa’ ve ‘Kırmızı Kitap’ olarak tanımlanan ‘çok gizli’ belgenin sadece devletin en üst yetkililerinde bulunması gerekiyordu. Danıştay ve Cumhuriyet Gazetesi saldırılarının azmettiricisi zanlısı eski subay Muzaffer Tekin’in evinden de ‘sözde çok gizli’ aynı belgeler çıktı. Bu belgelerin şu anki kabine üyelerinin herhangi birinin dahi evinde olduğunu sanmıyorum. En son Eryaman (Atabeyler Çetesi) baskınında da devletin mahrem belgeleri çete üyelerinin evlerinde bulundu. Genelkurmay’ın en özel timleri için hazırladığı rehber ve belgeler Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evinin çevresinin krokileriyle yan yana bulundu. Operasyonlar sürüyor. Bundan sonra ne olur bilinmez, ancak anlaşılan o ki ne Sauna Çetesi, ne de Eryaman Atabeyler Çetesi son olacak. Şanslı isek önümüzdeki günlerde yenileri yakalanıp listeye eklenecek. Mahkemeler bunların bir kısmını salıverse de çetelerin yan dairemize kadar geldiğini hepimiz bileceğiz.
Ankara, çete kuşatması altında...
Şu ana kadarki manzaranın tek bir anlamı var: Ankara boğazına kadar bu çeteler tarafından sarılmış durumda. Ankara’da şu anda siyasetin iki boyutu var: Birinci boyutta ‘yasal siyasiler’ kendilerine izin verilen alanda ‘hafif konularla’ uğraşıyorlar. Onlar Sosyal Sigortalar Kanunu, enflasyonun düşürülmesi, eğitim sisteminde reform vb. ‘basit konular’ ile uğraşırken, ‘yüksek politika’; çeteler, hücreler ve onların zaman ayarlı müdahaleleri ile gerçekleştiriliyor. Hükümetler göstermelik olduğu kadar muhalefet de göstermelik. Asıl muhalefeti de çeteler yapıyor. Cumhuriyet’e ve Danıştay’a yapılan saldırılar kadar CHP’nin ya da DYP’nin hangi politikası hükümeti bu kadar sarstı? Alparslan Arslan kadar hangi muhalefet lideri ülkenin gündemini belirleyebildi? Uğur Mumcu cinayeti kadar ülkenin kaderini etkileyen hangi muhalefet hareketi gördünüz? Sadece hükümet ve muhalefet kurumları değil, Ankara’daki bürokrasinin de bir yedeği var. ‘Yasal memurlar’ ve amirleri inisiyatif almamak için köşe bucak kaçarken, emniyet güçleri “efendim yasalar elimizi kolumuzu bağlıyor” diye hayıflanırken, askerler terörle mücadeledeki başarısızlıklar için yasaları suçlarken ‘gölge Emniyet’, ‘gölge Genelkurmay’ hatta gölge bakanlıklar işbaşında… Sauna Çetesi, Türkiye’nin sağlık ihalelerine el koymuş çok sayıda hücreden sadece bir tanesiydi. Çetenin en önemli isimlerinden biri eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’ydı. Sauna Davası’ndaki bir diğer sanık ise Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır. Askerî-sivil bürokraside görevli çok sayıda kişi Sauna’nın içinde. Çete’nin lideri “Emri en tepeden alıyoruz. Ne MİT, ne Cumhurbaşkanı. Bizim üstümüzde hiç kimse yok.” diyordu. Danıştay-Cumhuriyet saldırıları zanlılarını alt alta koysanız neredeyse özel bir komando-istihbarat timi kurabilirsiniz. Eryaman Baskını’nda yakalananların ise şimdilik 3’ü asker. Üstelik sıradan askerler de değiller. Kimi pilot yüzbaşı, kimi özel harekatçı… Türkiye’deki çetelerde çalışanları bir araya getirseniz gölge bir devlet daha ortaya çıkar. Askeriyle emniyetçisiyle, sivil bürokratıyla, ihalecisiyle tam bir gölge devlet. Diğer bir deyişle Türkiye’de birden fazla devlet var: 1) Görünen devlet, 2) Görünmeyen; ama gündeme ve icraatlara asıl hâkim olan devlet.
Güvenliği kontrol altına alamazsanız...
Bu noktada sormak gerekiyor; derin hücreler kurmakta bu kadar etkili ve becerikli olan bu kurumlar söz konusu güçlerini neden PKK’ya veya dış güçlere karşı kullanmıyorlar? Ultra-milliyetçi söylemle ortaya çıkan bu sözde ulusalcı-milliyetçi-İslamcı-devletçi vatanseverler neden bombalarını hep Ankara’da patlatıyorlar? Bunlar neden söz gelimi Irak’ta PKK kamplarını yerle bir etmiyorlar? Neden Eryaman gibi yerleşimin oldukça yoğun olduğu bir semtte cephanelikler kuruyorlar? Neden krokilerinde ülkenin başbakanının evi var da, örneğin PKK teröristlerinin kampları yok? Flamalarında onca Türk bayrağı olmasına rağmen neden sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alıyorlar?
Bir uluslararası güvenlik uzmanı “güvenlik oksijen gibidir” der. “Varken varlığını anlamazsınız, ama yokken ondan daha önemli bir şey olamaz. Ona sahip olmak için her şeyinizi feda edebilirsiniz.” Türkiye’de istismar edilen de bu. Yani insanların en zayıf yönleri. Onlara güvende olmadıkları hissini verdiğiniz zaman, sizin için her şeyi yapabilirler. Toplumu ülkenin tehlikede olduğu noktasında mayaladığınız zaman onun elinden parasını da alabilirsiniz, özgürlüklerini de, istikrarını da… Bu sadece bizde değil, tüm dünyada böyledir. 11 Eylül saldırıları aslında en çok güvenlik güçlerinin başarısızlığıydı. Fakat olaylardan sonra en çok imkânları artırılan, bütçesi genişletilen, yetkileri güçlendirilen de CIA, FBI gibi kurumlar oldu. Aynı şekilde 7 Temmuz’da Londra’da bombalı saldırılar olunca polisin ve terörle mücadele timlerinin yetkileri ve bütçeleri artırıldı. Başarısız olup olmadıklarını kimse sorgulayamadı bile. Hem ABD’de, hem de İngiltere’de güvenlik güçleri hâlâ her an böylesine büyük saldırıların olabileceğini tekrar edip duruyorlar. Çünkü anladılar ki tehdit ne kadar büyük olursa onlara duyulan ihtiyaç da o kadar büyük olur. Bu kurumsal refleksin ötesinde bir de art niyetliler var. Böylesine olağanüstü güvenlik sorunlarının yaşandığı dönemlerde rant toplamaya çalışan kişi ve gruplar yaratılan korkudan yararlanarak kendi gündemlerini topluma ve devlete dayatmak, bir anlamda toplumu ve devleti teslim almak isterler. Bazı uzmanlarca ‘kanla beslenenler’ olarak da tasnif edilen bu kişi ve gruplar diğer ülkelerde olduğu gibi, bizde de vardır. Ne yazık ki Türkiye’de bunların sayı ve etkisi çok daha fazladır. Çünkü Türkiye’de güvenlik sorunlarını silahlı güçlere (asker, jandarma, polis ve istihbarat) terk etmek adetten olmuştur. Yazılı olmasa da gelenekselleşen ön kabule göre terörle mücadele de, hırsızları kovalamak da teknik bir iştir ve hükümetin, sivil bürokrasinin ve en önemlisi Meclis’in bu konularla ilgilenmesi olağan değildir. Bu nedenle PKK terörü gibi Kurtuluş Savaşı’ndan çok daha fazla kayba yol açan bir felaket dahi Meclis’imizin ve hükümetimizin ana meselesi haline gelememiştir. Oysaki terörle mücadelenin çok küçük bir kısmı silahlı mücadeledir. Polis ya da jandarmanın teröristi öldürmesi veya yakalaması ile hiçbir terör olayı hiçbir ülkede sona ermez, ermemiştir. Terörle mücadelenin % 90-95’inde tek bir kurşun dahi atılmaz. Özellikle orduların teröre karşı kullanıldığı hallerde ordular ne kadar çok terörist öldürürlerse, kendilerini o kadar başarılı sayarlar. Oysa terörle mücadelede ölü, yaralı, tutuklu sayısı azaltılabildikçe başarı gelir. Sivil yönlendiriciliğin olmadığı, özellikle Meclis’in (yani ulusal iradenin) sahiplenmediği bir terörle mücadelede güvenlik güçleri başsız kalırlar. Gerçek hedefleri yoktur. Ne kadar başarılı olsalar da, daha fazla batarlar. PKK’yla mücadelede geçen çeyrek asra, harcanan milyarlarca dolara, 40.000’i bulan insan kaybına ve PKK’nın tüm beceriksizliğine rağmen kendimizi hâlâ başladığımız noktada hissetmemizin temel nedeni budur. Terörle mücadeledeki strateji eksikliğinin ve sivil yönlendiricilikten yoksun olmamızın en büyük faturası ise ‘derin çeteleşme’de ortaya çıkmıştır. Güçlerini teröre borçlu olanlar haftada 4-5 şehit vermemizin büyük bir maliyet olmadığını düşünmüşlerdir. Onlara göre trafik kazalarında bundan daha fazla kayıp verilmektedir. Ülkenin birliği için, rejimin muhafazası için, laikliğin korunması için, Türkiye’nin savunulması ve elbette bunu savunanların kişisel-grupsal çıkarları için PKK terörünün veya diğer güvenlik sorunlarının sürmesinde büyük yarar vardır. Böyle düşünenler elbette ülkenin resmî kurumları değildir, ancak resmi kurumlarda çok çeşitli görevlerde bulunan ve kendisini bu kurumların yerine koyan kişilerdir.
Çetelere karşı alınacak yapısal önlemler ne?
Bu tablo sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Güvenlik sorunlarının güvenlik güçlerine terk edildiği, sivil aklın devre dışı kaldığı birçok ülkede terörle mücadele bir tür endüstriye dönmüş ve ülkede terörün bitmesinin de önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. Bu kişiler bazı durumlarda terörist örgüte silah satacak kadar ileri gitmişlerdir. Terörün etkisini yitirmeye başladığı dönemlerde bizzat eylem yapan-yaptıran da bu gruplardır. PKK’ya karşı düzenlenen birçok eylemde yer alan kişilerin aynı zamanda PKK eylemlerinde de görülmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çocukların cebine 10’ar milyon TL koyup Türk bayrağını yerlerde sürükletenlerin de kim olduğu tekrar araştırılmalıdır. Bugün Türkiye’de en sağından en soluna kadar hemen herkes derin hücrelerin farkında. Bir devletin daha olduğu, en ters açıklamalar yapanlar tarafından dahi biliyor. Ancak toplum ortak aklını kullanabilecek bir ortamda değil… Daha çok reflekslerimizle hareket ediyoruz. Rejimin, modern ve laik yaşamımızın tehlikede olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle Uğur Mumcu’yu kimin öldürdüğünden çok, Danıştay’da saldırı düzenleyen kişinin gerçek hedeflerinden çok, panik halinde “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye bağırıyoruz. Çünkü Cumhuriyet’in ve laikliğin tehlikede olduğuna inandırıldık. Tetiği kim çekerse çeksin, ‘öteki’nin önünü kesmek için bunu fırsat biliyoruz… Çünkü birbirimize güvenmiyoruz. Çünkü çeteciler ‘oksijenimizi’ kesmeye başladılar. Yani güvenliğimizin tehlikede olduğunu düşünüyoruz ve bunun dışında hiçbir şeyi önemsemiyoruz…
Türkiye boğazına kadar ‘zehirli sarmaşıklar’la sarıldı. Çeteler Danıştay 2. Dairesi’ne, Başbakan’ın evine kadar ulaştı. Ankara’da ikinci bir iktidar yarattılar. Peki bu durumdan kurtulmak mümkün mü? Bu kadar mı ümitsiz bir durumdayız?.. Mevcut durumun en önemli nedeni ‘şoför koltuğu’nun boş bırakılmış olmasıdır. İktidar, güvenlik kaynaklı bir olgudur. Güvenlik konularında iktidar olamayan, hiçbir alanda iktidar olamaz. Siz diğer alanlarda ne kadar başarılı olursanız olun, örneğin borsadaki başarılarınızı yok etmek için bir tek bomba yeterlidir. % 1’e düşürdüğünüz enflasyonu % 1000’lere getirmek için bazen bir tek kurşun yeter de artar bile… Şu ana kadarki hükümetlerin neredeyse hiçbiri iktidar değildi. Eğer bundan sonraki hükümetler de kendilerine biçilen rolü oynamaya devam edecekler ise derin devlet (ya da ikinci devlet) artık açıktan tabela asarak işlerini yürütecek hale gelecektir.
Terörle mücadelede TBMM ve hükümet ‘şoför koltuğu’na geçmelidir. Terörle mücadele birimleri ve ‘gizli devlet’ (her türlü istihbarat ve özel timler) TBMM’nin denetimi altına alınmalı, bunların eylemlerinde hükümet, en azından Başbakan en üst karar verici olmalıdır. Devletin zirvesindeki Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bürokrasi çekişmesi son bulmalıdır. Bunların arasındaki rekabet güç boşlukları oluşturmakta, bu da çetelere uygun bir zemine yol açmaktadır. Bir diğer önlem olarak içeride terörle mücadelede orduyu kullanmaktan bir an önce vazgeçilmelidir. Ne Batı Avrupa’da, ne ABD’de, ne de başarılı herhangi bir diğer demokraside ordu iç işlerinde kullanılmaz. Bu Roma İmparatorluğu’ndan bu yana Batı’nın devlet yönetiminde en çok riayet ettiği ilkelerin başında gelir. Çünkü silahlı kuvvetleri iç işlerinde kullanmaya başlarsanız devlet içinde çok sayıda otorite noktaları ortaya çıkmaya başlar ve bundan en büyük zararı bizzat ordunun kendisi görür. Terörle mücadele ettiğini söyleyen ABD, ordusunu kendi topraklarında değil, Irak, Afganistan gibi ülkelerde ‘terör’e karşı kullanmaktadır. Çünkü bu ülkelerde 100.000 değil, 1 milyon Iraklı da öldürseniz bu kaldırılabilir bir maliyettir. ABD Afganistan’da Afganların kalbini kazanmaya ihtiyaç duymamaktadır. Türkiye’nin terörle mücadelede örnek alması gereken yaklaşım Batı’nın kendi ülkesinde teröre karşı izlediği yöntemlerdir.
02.06.2006 CUMA
[Yorum - Doç.Dr. Davut Şahin]
Türk demokrasisine çete kuşatması! (I)
Sauna Çetesi, Cumhuriyet-Danıştay saldırıları derken 31 Mayıs 2006 Eryaman baskını, Ankara’nın çeteler tarafından nasıl kuşatıldığını gözler önüne serdi. Tüm bu olaylarda devletin en mahrem belgeleri çete üyelerinin kasalarından çıktı. Son olayda ülkenin başbakanının evi ve çevresi krokilenmişti.
Sauna Çetesi’nin kasasında Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi kapsamında hazırlanan İç Güvenlik Strateji Belgesi ele geçirilmişti. ‘Gizli Anayasa’ ve ‘Kırmızı Kitap’ olarak tanımlanan ‘çok gizli’ belgenin sadece devletin en üst yetkililerinde bulunması gerekiyordu. Danıştay ve Cumhuriyet Gazetesi saldırılarının azmettiricisi zanlısı eski subay Muzaffer Tekin’in evinden de ‘sözde çok gizli’ aynı belgeler çıktı. Bu belgelerin şu anki kabine üyelerinin herhangi birinin dahi evinde olduğunu sanmıyorum. En son Eryaman (Atabeyler Çetesi) baskınında da devletin mahrem belgeleri çete üyelerinin evlerinde bulundu. Genelkurmay’ın en özel timleri için hazırladığı rehber ve belgeler Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evinin çevresinin krokileriyle yan yana bulundu. Operasyonlar sürüyor. Bundan sonra ne olur bilinmez, ancak anlaşılan o ki ne Sauna Çetesi, ne de Eryaman Atabeyler Çetesi son olacak. Şanslı isek önümüzdeki günlerde yenileri yakalanıp listeye eklenecek. Mahkemeler bunların bir kısmını salıverse de çetelerin yan dairemize kadar geldiğini hepimiz bileceğiz.
Ankara, çete kuşatması altında...
Şu ana kadarki manzaranın tek bir anlamı var: Ankara boğazına kadar bu çeteler tarafından sarılmış durumda. Ankara’da şu anda siyasetin iki boyutu var: Birinci boyutta ‘yasal siyasiler’ kendilerine izin verilen alanda ‘hafif konularla’ uğraşıyorlar. Onlar Sosyal Sigortalar Kanunu, enflasyonun düşürülmesi, eğitim sisteminde reform vb. ‘basit konular’ ile uğraşırken, ‘yüksek politika’; çeteler, hücreler ve onların zaman ayarlı müdahaleleri ile gerçekleştiriliyor. Hükümetler göstermelik olduğu kadar muhalefet de göstermelik. Asıl muhalefeti de çeteler yapıyor. Cumhuriyet’e ve Danıştay’a yapılan saldırılar kadar CHP’nin ya da DYP’nin hangi politikası hükümeti bu kadar sarstı? Alparslan Arslan kadar hangi muhalefet lideri ülkenin gündemini belirleyebildi? Uğur Mumcu cinayeti kadar ülkenin kaderini etkileyen hangi muhalefet hareketi gördünüz? Sadece hükümet ve muhalefet kurumları değil, Ankara’daki bürokrasinin de bir yedeği var. ‘Yasal memurlar’ ve amirleri inisiyatif almamak için köşe bucak kaçarken, emniyet güçleri “efendim yasalar elimizi kolumuzu bağlıyor” diye hayıflanırken, askerler terörle mücadeledeki başarısızlıklar için yasaları suçlarken ‘gölge Emniyet’, ‘gölge Genelkurmay’ hatta gölge bakanlıklar işbaşında… Sauna Çetesi, Türkiye’nin sağlık ihalelerine el koymuş çok sayıda hücreden sadece bir tanesiydi. Çetenin en önemli isimlerinden biri eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’ydı. Sauna Davası’ndaki bir diğer sanık ise Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır. Askerî-sivil bürokraside görevli çok sayıda kişi Sauna’nın içinde. Çete’nin lideri “Emri en tepeden alıyoruz. Ne MİT, ne Cumhurbaşkanı. Bizim üstümüzde hiç kimse yok.” diyordu. Danıştay-Cumhuriyet saldırıları zanlılarını alt alta koysanız neredeyse özel bir komando-istihbarat timi kurabilirsiniz. Eryaman Baskını’nda yakalananların ise şimdilik 3’ü asker. Üstelik sıradan askerler de değiller. Kimi pilot yüzbaşı, kimi özel harekatçı… Türkiye’deki çetelerde çalışanları bir araya getirseniz gölge bir devlet daha ortaya çıkar. Askeriyle emniyetçisiyle, sivil bürokratıyla, ihalecisiyle tam bir gölge devlet. Diğer bir deyişle Türkiye’de birden fazla devlet var: 1) Görünen devlet, 2) Görünmeyen; ama gündeme ve icraatlara asıl hâkim olan devlet.
Güvenliği kontrol altına alamazsanız...
Bu noktada sormak gerekiyor; derin hücreler kurmakta bu kadar etkili ve becerikli olan bu kurumlar söz konusu güçlerini neden PKK’ya veya dış güçlere karşı kullanmıyorlar? Ultra-milliyetçi söylemle ortaya çıkan bu sözde ulusalcı-milliyetçi-İslamcı-devletçi vatanseverler neden bombalarını hep Ankara’da patlatıyorlar? Bunlar neden söz gelimi Irak’ta PKK kamplarını yerle bir etmiyorlar? Neden Eryaman gibi yerleşimin oldukça yoğun olduğu bir semtte cephanelikler kuruyorlar? Neden krokilerinde ülkenin başbakanının evi var da, örneğin PKK teröristlerinin kampları yok? Flamalarında onca Türk bayrağı olmasına rağmen neden sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alıyorlar?
Bir uluslararası güvenlik uzmanı “güvenlik oksijen gibidir” der. “Varken varlığını anlamazsınız, ama yokken ondan daha önemli bir şey olamaz. Ona sahip olmak için her şeyinizi feda edebilirsiniz.” Türkiye’de istismar edilen de bu. Yani insanların en zayıf yönleri. Onlara güvende olmadıkları hissini verdiğiniz zaman, sizin için her şeyi yapabilirler. Toplumu ülkenin tehlikede olduğu noktasında mayaladığınız zaman onun elinden parasını da alabilirsiniz, özgürlüklerini de, istikrarını da… Bu sadece bizde değil, tüm dünyada böyledir. 11 Eylül saldırıları aslında en çok güvenlik güçlerinin başarısızlığıydı. Fakat olaylardan sonra en çok imkânları artırılan, bütçesi genişletilen, yetkileri güçlendirilen de CIA, FBI gibi kurumlar oldu. Aynı şekilde 7 Temmuz’da Londra’da bombalı saldırılar olunca polisin ve terörle mücadele timlerinin yetkileri ve bütçeleri artırıldı. Başarısız olup olmadıklarını kimse sorgulayamadı bile. Hem ABD’de, hem de İngiltere’de güvenlik güçleri hâlâ her an böylesine büyük saldırıların olabileceğini tekrar edip duruyorlar. Çünkü anladılar ki tehdit ne kadar büyük olursa onlara duyulan ihtiyaç da o kadar büyük olur. Bu kurumsal refleksin ötesinde bir de art niyetliler var. Böylesine olağanüstü güvenlik sorunlarının yaşandığı dönemlerde rant toplamaya çalışan kişi ve gruplar yaratılan korkudan yararlanarak kendi gündemlerini topluma ve devlete dayatmak, bir anlamda toplumu ve devleti teslim almak isterler. Bazı uzmanlarca ‘kanla beslenenler’ olarak da tasnif edilen bu kişi ve gruplar diğer ülkelerde olduğu gibi, bizde de vardır. Ne yazık ki Türkiye’de bunların sayı ve etkisi çok daha fazladır. Çünkü Türkiye’de güvenlik sorunlarını silahlı güçlere (asker, jandarma, polis ve istihbarat) terk etmek adetten olmuştur. Yazılı olmasa da gelenekselleşen ön kabule göre terörle mücadele de, hırsızları kovalamak da teknik bir iştir ve hükümetin, sivil bürokrasinin ve en önemlisi Meclis’in bu konularla ilgilenmesi olağan değildir. Bu nedenle PKK terörü gibi Kurtuluş Savaşı’ndan çok daha fazla kayba yol açan bir felaket dahi Meclis’imizin ve hükümetimizin ana meselesi haline gelememiştir. Oysaki terörle mücadelenin çok küçük bir kısmı silahlı mücadeledir. Polis ya da jandarmanın teröristi öldürmesi veya yakalaması ile hiçbir terör olayı hiçbir ülkede sona ermez, ermemiştir. Terörle mücadelenin % 90-95’inde tek bir kurşun dahi atılmaz. Özellikle orduların teröre karşı kullanıldığı hallerde ordular ne kadar çok terörist öldürürlerse, kendilerini o kadar başarılı sayarlar. Oysa terörle mücadelede ölü, yaralı, tutuklu sayısı azaltılabildikçe başarı gelir. Sivil yönlendiriciliğin olmadığı, özellikle Meclis’in (yani ulusal iradenin) sahiplenmediği bir terörle mücadelede güvenlik güçleri başsız kalırlar. Gerçek hedefleri yoktur. Ne kadar başarılı olsalar da, daha fazla batarlar. PKK’yla mücadelede geçen çeyrek asra, harcanan milyarlarca dolara, 40.000’i bulan insan kaybına ve PKK’nın tüm beceriksizliğine rağmen kendimizi hâlâ başladığımız noktada hissetmemizin temel nedeni budur. Terörle mücadeledeki strateji eksikliğinin ve sivil yönlendiricilikten yoksun olmamızın en büyük faturası ise ‘derin çeteleşme’de ortaya çıkmıştır. Güçlerini teröre borçlu olanlar haftada 4-5 şehit vermemizin büyük bir maliyet olmadığını düşünmüşlerdir. Onlara göre trafik kazalarında bundan daha fazla kayıp verilmektedir. Ülkenin birliği için, rejimin muhafazası için, laikliğin korunması için, Türkiye’nin savunulması ve elbette bunu savunanların kişisel-grupsal çıkarları için PKK terörünün veya diğer güvenlik sorunlarının sürmesinde büyük yarar vardır. Böyle düşünenler elbette ülkenin resmî kurumları değildir, ancak resmi kurumlarda çok çeşitli görevlerde bulunan ve kendisini bu kurumların yerine koyan kişilerdir.
Çetelere karşı alınacak yapısal önlemler ne?
Bu tablo sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Güvenlik sorunlarının güvenlik güçlerine terk edildiği, sivil aklın devre dışı kaldığı birçok ülkede terörle mücadele bir tür endüstriye dönmüş ve ülkede terörün bitmesinin de önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. Bu kişiler bazı durumlarda terörist örgüte silah satacak kadar ileri gitmişlerdir. Terörün etkisini yitirmeye başladığı dönemlerde bizzat eylem yapan-yaptıran da bu gruplardır. PKK’ya karşı düzenlenen birçok eylemde yer alan kişilerin aynı zamanda PKK eylemlerinde de görülmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çocukların cebine 10’ar milyon TL koyup Türk bayrağını yerlerde sürükletenlerin de kim olduğu tekrar araştırılmalıdır. Bugün Türkiye’de en sağından en soluna kadar hemen herkes derin hücrelerin farkında. Bir devletin daha olduğu, en ters açıklamalar yapanlar tarafından dahi biliyor. Ancak toplum ortak aklını kullanabilecek bir ortamda değil… Daha çok reflekslerimizle hareket ediyoruz. Rejimin, modern ve laik yaşamımızın tehlikede olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle Uğur Mumcu’yu kimin öldürdüğünden çok, Danıştay’da saldırı düzenleyen kişinin gerçek hedeflerinden çok, panik halinde “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye bağırıyoruz. Çünkü Cumhuriyet’in ve laikliğin tehlikede olduğuna inandırıldık. Tetiği kim çekerse çeksin, ‘öteki’nin önünü kesmek için bunu fırsat biliyoruz… Çünkü birbirimize güvenmiyoruz. Çünkü çeteciler ‘oksijenimizi’ kesmeye başladılar. Yani güvenliğimizin tehlikede olduğunu düşünüyoruz ve bunun dışında hiçbir şeyi önemsemiyoruz…
Türkiye boğazına kadar ‘zehirli sarmaşıklar’la sarıldı. Çeteler Danıştay 2. Dairesi’ne, Başbakan’ın evine kadar ulaştı. Ankara’da ikinci bir iktidar yarattılar. Peki bu durumdan kurtulmak mümkün mü? Bu kadar mı ümitsiz bir durumdayız?.. Mevcut durumun en önemli nedeni ‘şoför koltuğu’nun boş bırakılmış olmasıdır. İktidar, güvenlik kaynaklı bir olgudur. Güvenlik konularında iktidar olamayan, hiçbir alanda iktidar olamaz. Siz diğer alanlarda ne kadar başarılı olursanız olun, örneğin borsadaki başarılarınızı yok etmek için bir tek bomba yeterlidir. % 1’e düşürdüğünüz enflasyonu % 1000’lere getirmek için bazen bir tek kurşun yeter de artar bile… Şu ana kadarki hükümetlerin neredeyse hiçbiri iktidar değildi. Eğer bundan sonraki hükümetler de kendilerine biçilen rolü oynamaya devam edecekler ise derin devlet (ya da ikinci devlet) artık açıktan tabela asarak işlerini yürütecek hale gelecektir.
Terörle mücadelede TBMM ve hükümet ‘şoför koltuğu’na geçmelidir. Terörle mücadele birimleri ve ‘gizli devlet’ (her türlü istihbarat ve özel timler) TBMM’nin denetimi altına alınmalı, bunların eylemlerinde hükümet, en azından Başbakan en üst karar verici olmalıdır. Devletin zirvesindeki Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bürokrasi çekişmesi son bulmalıdır. Bunların arasındaki rekabet güç boşlukları oluşturmakta, bu da çetelere uygun bir zemine yol açmaktadır. Bir diğer önlem olarak içeride terörle mücadelede orduyu kullanmaktan bir an önce vazgeçilmelidir. Ne Batı Avrupa’da, ne ABD’de, ne de başarılı herhangi bir diğer demokraside ordu iç işlerinde kullanılmaz. Bu Roma İmparatorluğu’ndan bu yana Batı’nın devlet yönetiminde en çok riayet ettiği ilkelerin başında gelir. Çünkü silahlı kuvvetleri iç işlerinde kullanmaya başlarsanız devlet içinde çok sayıda otorite noktaları ortaya çıkmaya başlar ve bundan en büyük zararı bizzat ordunun kendisi görür. Terörle mücadele ettiğini söyleyen ABD, ordusunu kendi topraklarında değil, Irak, Afganistan gibi ülkelerde ‘terör’e karşı kullanmaktadır. Çünkü bu ülkelerde 100.000 değil, 1 milyon Iraklı da öldürseniz bu kaldırılabilir bir maliyettir. ABD Afganistan’da Afganların kalbini kazanmaya ihtiyaç duymamaktadır. Türkiye’nin terörle mücadelede örnek alması gereken yaklaşım Batı’nın kendi ülkesinde teröre karşı izlediği yöntemlerdir.