Türk demokrasisine çete kuşatması! (I)

DOÇ. DR. DAVUT ŞAHİN
02.06.2006 CUMA

[Yorum - Doç.Dr. Davut Şahin]
Türk demokrasisine çete kuşatması! (I)

Sauna Çetesi, Cumhuriyet-Danıştay saldırıları derken 31 Mayıs 2006 Eryaman baskını, Ankara’nın çeteler tarafından nasıl kuşatıldığını gözler önüne serdi. Tüm bu olaylarda devletin en mahrem belgeleri çete üyelerinin kasalarından çıktı. Son olayda ülkenin başbakanının evi ve çevresi krokilenmişti.


Sauna Çetesi’nin kasasında Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi kapsamında hazırlanan İç Güvenlik Strateji Belgesi ele geçirilmişti. ‘Gizli Anayasa’ ve ‘Kırmızı Kitap’ olarak tanımlanan ‘çok gizli’ belgenin sadece devletin en üst yetkililerinde bulunması gerekiyordu. Danıştay ve Cumhuriyet Gazetesi saldırılarının azmettiricisi zanlısı eski subay Muzaffer Tekin’in evinden de ‘sözde çok gizli’ aynı belgeler çıktı. Bu belgelerin şu anki kabine üyelerinin herhangi birinin dahi evinde olduğunu sanmıyorum. En son Eryaman (Atabeyler Çetesi) baskınında da devletin mahrem belgeleri çete üyelerinin evlerinde bulundu. Genelkurmay’ın en özel timleri için hazırladığı rehber ve belgeler Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evinin çevresinin krokileriyle yan yana bulundu. Operasyonlar sürüyor. Bundan sonra ne olur bilinmez, ancak anlaşılan o ki ne Sauna Çetesi, ne de Eryaman Atabeyler Çetesi son olacak. Şanslı isek önümüzdeki günlerde yenileri yakalanıp listeye eklenecek. Mahkemeler bunların bir kısmını salıverse de çetelerin yan dairemize kadar geldiğini hepimiz bileceğiz.

Ankara, çete kuşatması altında...

Şu ana kadarki manzaranın tek bir anlamı var: Ankara boğazına kadar bu çeteler tarafından sarılmış durumda. Ankara’da şu anda siyasetin iki boyutu var: Birinci boyutta ‘yasal siyasiler’ kendilerine izin verilen alanda ‘hafif konularla’ uğraşıyorlar. Onlar Sosyal Sigortalar Kanunu, enflasyonun düşürülmesi, eğitim sisteminde reform vb. ‘basit konular’ ile uğraşırken, ‘yüksek politika’; çeteler, hücreler ve onların zaman ayarlı müdahaleleri ile gerçekleştiriliyor. Hükümetler göstermelik olduğu kadar muhalefet de göstermelik. Asıl muhalefeti de çeteler yapıyor. Cumhuriyet’e ve Danıştay’a yapılan saldırılar kadar CHP’nin ya da DYP’nin hangi politikası hükümeti bu kadar sarstı? Alparslan Arslan kadar hangi muhalefet lideri ülkenin gündemini belirleyebildi? Uğur Mumcu cinayeti kadar ülkenin kaderini etkileyen hangi muhalefet hareketi gördünüz? Sadece hükümet ve muhalefet kurumları değil, Ankara’daki bürokrasinin de bir yedeği var. ‘Yasal memurlar’ ve amirleri inisiyatif almamak için köşe bucak kaçarken, emniyet güçleri “efendim yasalar elimizi kolumuzu bağlıyor” diye hayıflanırken, askerler terörle mücadeledeki başarısızlıklar için yasaları suçlarken ‘gölge Emniyet’, ‘gölge Genelkurmay’ hatta gölge bakanlıklar işbaşında… Sauna Çetesi, Türkiye’nin sağlık ihalelerine el koymuş çok sayıda hücreden sadece bir tanesiydi. Çetenin en önemli isimlerinden biri eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’ydı. Sauna Davası’ndaki bir diğer sanık ise Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır. Askerî-sivil bürokraside görevli çok sayıda kişi Sauna’nın içinde. Çete’nin lideri “Emri en tepeden alıyoruz. Ne MİT, ne Cumhurbaşkanı. Bizim üstümüzde hiç kimse yok.” diyordu. Danıştay-Cumhuriyet saldırıları zanlılarını alt alta koysanız neredeyse özel bir komando-istihbarat timi kurabilirsiniz. Eryaman Baskını’nda yakalananların ise şimdilik 3’ü asker. Üstelik sıradan askerler de değiller. Kimi pilot yüzbaşı, kimi özel harekatçı… Türkiye’deki çetelerde çalışanları bir araya getirseniz gölge bir devlet daha ortaya çıkar. Askeriyle emniyetçisiyle, sivil bürokratıyla, ihalecisiyle tam bir gölge devlet. Diğer bir deyişle Türkiye’de birden fazla devlet var: 1) Görünen devlet, 2) Görünmeyen; ama gündeme ve icraatlara asıl hâkim olan devlet.

Güvenliği kontrol altına alamazsanız...

Bu noktada sormak gerekiyor; derin hücreler kurmakta bu kadar etkili ve becerikli olan bu kurumlar söz konusu güçlerini neden PKK’ya veya dış güçlere karşı kullanmıyorlar? Ultra-milliyetçi söylemle ortaya çıkan bu sözde ulusalcı-milliyetçi-İslamcı-devletçi vatanseverler neden bombalarını hep Ankara’da patlatıyorlar? Bunlar neden söz gelimi Irak’ta PKK kamplarını yerle bir etmiyorlar? Neden Eryaman gibi yerleşimin oldukça yoğun olduğu bir semtte cephanelikler kuruyorlar? Neden krokilerinde ülkenin başbakanının evi var da, örneğin PKK teröristlerinin kampları yok? Flamalarında onca Türk bayrağı olmasına rağmen neden sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alıyorlar?

Bir uluslararası güvenlik uzmanı “güvenlik oksijen gibidir” der. “Varken varlığını anlamazsınız, ama yokken ondan daha önemli bir şey olamaz. Ona sahip olmak için her şeyinizi feda edebilirsiniz.” Türkiye’de istismar edilen de bu. Yani insanların en zayıf yönleri. Onlara güvende olmadıkları hissini verdiğiniz zaman, sizin için her şeyi yapabilirler. Toplumu ülkenin tehlikede olduğu noktasında mayaladığınız zaman onun elinden parasını da alabilirsiniz, özgürlüklerini de, istikrarını da… Bu sadece bizde değil, tüm dünyada böyledir. 11 Eylül saldırıları aslında en çok güvenlik güçlerinin başarısızlığıydı. Fakat olaylardan sonra en çok imkânları artırılan, bütçesi genişletilen, yetkileri güçlendirilen de CIA, FBI gibi kurumlar oldu. Aynı şekilde 7 Temmuz’da Londra’da bombalı saldırılar olunca polisin ve terörle mücadele timlerinin yetkileri ve bütçeleri artırıldı. Başarısız olup olmadıklarını kimse sorgulayamadı bile. Hem ABD’de, hem de İngiltere’de güvenlik güçleri hâlâ her an böylesine büyük saldırıların olabileceğini tekrar edip duruyorlar. Çünkü anladılar ki tehdit ne kadar büyük olursa onlara duyulan ihtiyaç da o kadar büyük olur. Bu kurumsal refleksin ötesinde bir de art niyetliler var. Böylesine olağanüstü güvenlik sorunlarının yaşandığı dönemlerde rant toplamaya çalışan kişi ve gruplar yaratılan korkudan yararlanarak kendi gündemlerini topluma ve devlete dayatmak, bir anlamda toplumu ve devleti teslim almak isterler. Bazı uzmanlarca ‘kanla beslenenler’ olarak da tasnif edilen bu kişi ve gruplar diğer ülkelerde olduğu gibi, bizde de vardır. Ne yazık ki Türkiye’de bunların sayı ve etkisi çok daha fazladır. Çünkü Türkiye’de güvenlik sorunlarını silahlı güçlere (asker, jandarma, polis ve istihbarat) terk etmek adetten olmuştur. Yazılı olmasa da gelenekselleşen ön kabule göre terörle mücadele de, hırsızları kovalamak da teknik bir iştir ve hükümetin, sivil bürokrasinin ve en önemlisi Meclis’in bu konularla ilgilenmesi olağan değildir. Bu nedenle PKK terörü gibi Kurtuluş Savaşı’ndan çok daha fazla kayba yol açan bir felaket dahi Meclis’imizin ve hükümetimizin ana meselesi haline gelememiştir. Oysaki terörle mücadelenin çok küçük bir kısmı silahlı mücadeledir. Polis ya da jandarmanın teröristi öldürmesi veya yakalaması ile hiçbir terör olayı hiçbir ülkede sona ermez, ermemiştir. Terörle mücadelenin % 90-95’inde tek bir kurşun dahi atılmaz. Özellikle orduların teröre karşı kullanıldığı hallerde ordular ne kadar çok terörist öldürürlerse, kendilerini o kadar başarılı sayarlar. Oysa terörle mücadelede ölü, yaralı, tutuklu sayısı azaltılabildikçe başarı gelir. Sivil yönlendiriciliğin olmadığı, özellikle Meclis’in (yani ulusal iradenin) sahiplenmediği bir terörle mücadelede güvenlik güçleri başsız kalırlar. Gerçek hedefleri yoktur. Ne kadar başarılı olsalar da, daha fazla batarlar. PKK’yla mücadelede geçen çeyrek asra, harcanan milyarlarca dolara, 40.000’i bulan insan kaybına ve PKK’nın tüm beceriksizliğine rağmen kendimizi hâlâ başladığımız noktada hissetmemizin temel nedeni budur. Terörle mücadeledeki strateji eksikliğinin ve sivil yönlendiricilikten yoksun olmamızın en büyük faturası ise ‘derin çeteleşme’de ortaya çıkmıştır. Güçlerini teröre borçlu olanlar haftada 4-5 şehit vermemizin büyük bir maliyet olmadığını düşünmüşlerdir. Onlara göre trafik kazalarında bundan daha fazla kayıp verilmektedir. Ülkenin birliği için, rejimin muhafazası için, laikliğin korunması için, Türkiye’nin savunulması ve elbette bunu savunanların kişisel-grupsal çıkarları için PKK terörünün veya diğer güvenlik sorunlarının sürmesinde büyük yarar vardır. Böyle düşünenler elbette ülkenin resmî kurumları değildir, ancak resmi kurumlarda çok çeşitli görevlerde bulunan ve kendisini bu kurumların yerine koyan kişilerdir.

Çetelere karşı alınacak yapısal önlemler ne?

Bu tablo sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Güvenlik sorunlarının güvenlik güçlerine terk edildiği, sivil aklın devre dışı kaldığı birçok ülkede terörle mücadele bir tür endüstriye dönmüş ve ülkede terörün bitmesinin de önündeki en önemli engeli oluşturmuştur. Bu kişiler bazı durumlarda terörist örgüte silah satacak kadar ileri gitmişlerdir. Terörün etkisini yitirmeye başladığı dönemlerde bizzat eylem yapan-yaptıran da bu gruplardır. PKK’ya karşı düzenlenen birçok eylemde yer alan kişilerin aynı zamanda PKK eylemlerinde de görülmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çocukların cebine 10’ar milyon TL koyup Türk bayrağını yerlerde sürükletenlerin de kim olduğu tekrar araştırılmalıdır. Bugün Türkiye’de en sağından en soluna kadar hemen herkes derin hücrelerin farkında. Bir devletin daha olduğu, en ters açıklamalar yapanlar tarafından dahi biliyor. Ancak toplum ortak aklını kullanabilecek bir ortamda değil… Daha çok reflekslerimizle hareket ediyoruz. Rejimin, modern ve laik yaşamımızın tehlikede olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle Uğur Mumcu’yu kimin öldürdüğünden çok, Danıştay’da saldırı düzenleyen kişinin gerçek hedeflerinden çok, panik halinde “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye bağırıyoruz. Çünkü Cumhuriyet’in ve laikliğin tehlikede olduğuna inandırıldık. Tetiği kim çekerse çeksin, ‘öteki’nin önünü kesmek için bunu fırsat biliyoruz… Çünkü birbirimize güvenmiyoruz. Çünkü çeteciler ‘oksijenimizi’ kesmeye başladılar. Yani güvenliğimizin tehlikede olduğunu düşünüyoruz ve bunun dışında hiçbir şeyi önemsemiyoruz…

Türkiye boğazına kadar ‘zehirli sarmaşıklar’la sarıldı. Çeteler Danıştay 2. Dairesi’ne, Başbakan’ın evine kadar ulaştı. Ankara’da ikinci bir iktidar yarattılar. Peki bu durumdan kurtulmak mümkün mü? Bu kadar mı ümitsiz bir durumdayız?.. Mevcut durumun en önemli nedeni ‘şoför koltuğu’nun boş bırakılmış olmasıdır. İktidar, güvenlik kaynaklı bir olgudur. Güvenlik konularında iktidar olamayan, hiçbir alanda iktidar olamaz. Siz diğer alanlarda ne kadar başarılı olursanız olun, örneğin borsadaki başarılarınızı yok etmek için bir tek bomba yeterlidir. % 1’e düşürdüğünüz enflasyonu % 1000’lere getirmek için bazen bir tek kurşun yeter de artar bile… Şu ana kadarki hükümetlerin neredeyse hiçbiri iktidar değildi. Eğer bundan sonraki hükümetler de kendilerine biçilen rolü oynamaya devam edecekler ise derin devlet (ya da ikinci devlet) artık açıktan tabela asarak işlerini yürütecek hale gelecektir.

Terörle mücadelede TBMM ve hükümet ‘şoför koltuğu’na geçmelidir. Terörle mücadele birimleri ve ‘gizli devlet’ (her türlü istihbarat ve özel timler) TBMM’nin denetimi altına alınmalı, bunların eylemlerinde hükümet, en azından Başbakan en üst karar verici olmalıdır. Devletin zirvesindeki Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bürokrasi çekişmesi son bulmalıdır. Bunların arasındaki rekabet güç boşlukları oluşturmakta, bu da çetelere uygun bir zemine yol açmaktadır. Bir diğer önlem olarak içeride terörle mücadelede orduyu kullanmaktan bir an önce vazgeçilmelidir. Ne Batı Avrupa’da, ne ABD’de, ne de başarılı herhangi bir diğer demokraside ordu iç işlerinde kullanılmaz. Bu Roma İmparatorluğu’ndan bu yana Batı’nın devlet yönetiminde en çok riayet ettiği ilkelerin başında gelir. Çünkü silahlı kuvvetleri iç işlerinde kullanmaya başlarsanız devlet içinde çok sayıda otorite noktaları ortaya çıkmaya başlar ve bundan en büyük zararı bizzat ordunun kendisi görür. Terörle mücadele ettiğini söyleyen ABD, ordusunu kendi topraklarında değil, Irak, Afganistan gibi ülkelerde ‘terör’e karşı kullanmaktadır. Çünkü bu ülkelerde 100.000 değil, 1 milyon Iraklı da öldürseniz bu kaldırılabilir bir maliyettir. ABD Afganistan’da Afganların kalbini kazanmaya ihtiyaç duymamaktadır. Türkiye’nin terörle mücadelede örnek alması gereken yaklaşım Batı’nın kendi ülkesinde teröre karşı izlediği yöntemlerdir.

 
[Yorum - Doç.Dr. Davut Şahin]
Türk demokrasisine çete kuşatması (II)

Atabeyler Çetesi (Eryaman) baskınında Terörle Mücadele görevlileri çok çarpıcı bilgilere ulaştılar. Her şeyden önce yakalanan çete üyelerinden 3’ü muvazzaf, yani halen çalışmakta olan subaylardı.


İçlerinde Genelkurmay Özel Harekât’ın subayı vardı. Evlerde bulunan eşyalar arasında Genelkurmay Özel Harekât’ın çok gizli belgeleri bulundu. Orduda üç beş kişide olması gereken dokümanlar, bombalar, mayınlar ve silahlar Başbakan Erdoğan’ın evinin krokisinin yanı başındaydı. Üstelik çetenin adı Genelkurmay Özel Kuvvetlerdeki bir eğitim grubunun adıyla aynı. Tüm bu bilgiler karşısında Genelkurmay suskunluğunu bu yazı kaleme alınırken hâlâ koruyordu. Askerden gazetelere sızan açıklamalar ise olayın ‘münferit’ bir olay olduğu şeklindeydi. Sabah Gazetesi’ne bilgi veren ‘askerî kaynaklar’ gelişmeler üzerine “Atabey’ diye bir grup var. Ama, bu Özel Kuvvetlerde bir eğitim grubunun adı. Bunun gibi çok sayıda isim var. Yakalanan belgeler eğitim dokümanı, evde bulunması tamamen tesadüf” demişler. Aynı şekilde Hürriyet’e bilgi veren bir diğer ‘askerî kaynak’ ise Başbakan’ın evinin krokisinin bulunması ile ilgili olarak “Özel Harekât’ın eğitim çalışmalarında sokakların krokileri olur. Son derece normal.” demiş, sanki eğitim yapacak başka ev yokmuş gibi.

Cevaplanması gereken hayatî sorular neler?

Şu ana kadar birçok çete ve ‘derin devlet’ saldırısında asker bağlantısı ortaya çıktı. Emekli veya muvazzaf çok sayıda asker bu olayların içinde yer aldı. Ancak Genelkurmay tüm bu olaylar karşısında suskun kalmayı tercih etti. Emekliler için “bizi ilgilendirmez, sorumluluğumuzda değil” denirken, muvazzaf olanlar için “münferit eylem” deniyor. Şemdinli’de yargılama süreci dahi bazı komutanlarca ‘Orduya saldırı’ olarak algılandı ve ülkede bir ilk gerçekleşerek, işini yaptığı için bir savcı mesleğinden oldu. Şemdinli’de bombalama eylemlerine karışan ve PKK’lı bilinen bir kişinin Ankara ile de telefon görüşmeleri olduğunu ortaya çıkarınca ülkenin İstihbarat Daire Başkanı görevden alınmak zorunda kalındı. Bursa’daki Çağrı Operasyonu’nda ise PKK’ya finansal destek veren bir çeteye baskın düzenlendi. Soruşturmaların ucu ilin en büyük jandarma noktasına, yani Bursa Jandarma Alay Komutanı Kıdemli Albay Aydın Yeşil’e ulaştı. Polis ne yapsın, durumu İçişleri Bakanlığı’na ve Genelkurmay’a bildirdi. Fakat burada da beklenen sert tepki gelmedi. Albay Yeşil tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi, tayini Ankara’ya yapıldı, o da emekliliğini istedi. Genelkurmay ise konu ile ilgili neredeyse hiçbir açıklamada bulunmadı. Oysa Danıştay saldırısı sonrası halka hassasiyetlerinin ve tepkilerinin devamlı olmasını salık veren, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün bizzat kendisiydi. Görmedim-duymadım taktikleri Türk siyasetinin vazgeçilmez taktikleri. Ancak askerin bu oyuna düşmemesi ve olayın üzerine sert bir şekilde gitmesi gerekiyor. Atabeyler Çetesi’nde olduğu gibi olayın üstünü kapatmak, Başbakan’a suikast düzenleyeceklerini söyleyen sanıkların polis tarafından sorgulanmasını engellemek gibi faydasız taktikler yerine bu tür çeteleri çökertmesi gereken bizzat Genelkurmay’ın kendisidir. Şemdinli, Sauna, Çağrı Çetesi, Danıştay Saldırısı ve Atabeyler Çetesi olaylarında gözler askerin üzerinde. Askerlerin evvela şu soruları yanıtlayarak işe başlaması gerekiyor:

Devletin en mahrem belgeleri Sauna Çetesi’nin lideri Zengin’in elinde ne geziyor? Bu belge ile ilgili kaç askerî yetkili hakkında soruşturma açıldı? Devletin en gizli belgeleri buralarda olduğuna göre başka devletlere ve gizli servislere satılmış olamaz mı?

Aynı belgeler Cumhuriyet ve Danıştay saldırıları ile ilgili olarak yakalanan eski subay zanlılarının evinde ne arıyor? Bu konuda Genelkurmay bir soruşturma başlattı mı?

Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar Kara Kuvvetleri’ne kayıtlı çıktı. Bunun sorumlusu kim? Ordunun bombaları Ankara’da, İstanbul’da bu kadar pervasızca kullanılabilirken kaç kişi görevden alındı, kaç kişinin haklarında soruşturma başlatıldı? Ordu depolarında kayıp daha kaç tane bomba var?

Eryaman Baskını’nda yakalanan çete için ‘münferit’ veya ‘tesadüf’ ifadeleri nasıl kullanılabilir? Türk Ordusu bu kadar disiplinsiz midir? Ordunun en güzide birimlerinden birinin önemli bir elemanı Ankara’nın ortasında 3 ayrı çete evi kurup, saldırı planları yapar da, bundan ordunun haberi olmaz mı? Bunun gibi daha kaç hücre var?

Jandarma ve ordunun diğer istihbarat birimleri nasıl olur da bu kadar başarısız olabilir? Valilerin, kaymakamların eşlerine, çocuklarına kadar istihbarat toplayan bu birimler nasıl olur da Ankara’nın göbeğinde kendi mensuplarının ne yaptığını bilemez? Bu durumda ya istihbarattan sorumlu komutanlar hakkında soruşturma açılmalıdır, ya da çeteleşip de dünyanın en büyük ordularından birinin gözünden kaçabilen bu çete mensupları ‘başarıları’ nedeniyle ödüllendirilmelidir.

Askerlerin hiçbir komplekse kapılmadan çeteleşmenin asıl hedefinin Türk Ordusu olduğunu anlamaları gerekiyor. Belki kısa vadede siyasiler hedef alınıyor, aydınlar öldürülüyor, siyasi gruplar hedef gösteriliyor. Ancak orta ve uzun vadede Türk Ordusu hedefte. Çeteler en çok askere ve ülkenin dış savunmasına zarar veriyorlar. Orduyu ülkenin tüm iç meselelerinde taraf haline getirirken, Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıklarından bağımsız yapılanmalar ortaya çıkıyor. Unutulmamalıdır ki bugün Başbakan’ın evinin krokisini çıkaran ordu mensubu veya emeklisi çete mensupları yarın örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı’na veya bizzat Genelkurmay’a saldırı planları yapabilirler.

Üyeleri arasında çete mensuplarının bulunduğu bir orduda disiplin bozulur, yeni emir kaynakları ortaya çıkar. En alt düzeydeki bir teğmen kendisini en üst düzeydeki bir paşadan daha önemli ve güçlü sanabilir. Kendilerine göre ‘dışarı’da hedeflerine ulaştığını düşünen çeteler ‘evin içi’ni, yani orduyu ‘düzeltme’ sevdasına kapılabilir. Unutmayalım ki bu çetelerde görev alan kişilerin büyük bir çoğunluğu vatanını seven samimi kişiler. Kanlarının son damlasına kadar ölmeye ve öldürmeye hazırlar. Bugün hükümetin hata yaptığını düşünen kişiler yarın bir kuvvet komutanının hata yaptığını düşünmeye başladığı zaman artık çok geç kalınmış demektir.

Çetelerin asıl hedefi Türk ordusu...

Çetelerin asıl hedefinin ordu olduğunu gösteren bir diğer kanıt, her provokatif olaydan sonra ordu ile siyasileri karşı karşıya getirme çabasında yatıyor. Siyasileri ‘katil’ veya en azından ‘sorumlu’ olarak gösteren kişiler ordu mensuplarını alkışlayarak, onları ‘göreve’ çağırarak orduyu kendi hükümetine ve daha önemlisi halkına karşı taraf haline getirmeye çalışıyorlar. İlk bakışta ordu mensuplarının gururunu okşasa da, iç meselelerde taraf olmuş bir ordu görevini yerine getiremez ve büyük bir zaafa uğrar. Bu durumda da çeteler ordunun ve siyasilerin boşalttığı mevzilere yerleşeceklerdir.

Çeteleşmenin ordumuz açısından bir diğer tehlikesi ise çete hücrelerinin dış bağlantılarıdır. Sivil-askeri çeşitli devlet kurumlarına kadar sızan bu çeteciler ile diğer ülke istihbarat birimleri ve/veya bunların görevlendirdiği kişiler arasında yoğun bir temas olduğu anlaşılmaktadır. Bazen bir silah ticareti, bazen de hükümet değiştirmek için yapılan bu tür işbirliklerinde çeteler karşılıklı yarar olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre bu tür ülkeler ile işbirliği konjonktüreldir. Ancak onlar sadece ağacı görüyor, ormanı fark edemiyorlar. Diğer ülkeler uzunca bir süredir aynı taktikle Türkiye’nin gündemine hâkimler ve en önemli araçları da derin çeteler.

Söylem olarak daha çok milliyetçi-ulusalcı olan bu derin çeteler güç kaynakları olarak Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, PKK terörü ve Irak’ı görüyorlar. Bu sorunlarda kamufle oluyor ve maddi-manevi desteklerini buluyorlar. Kuzey Kıbrıs’ta onlarca yıl Türkiye’nin politikaları sivil otoriteden çok silahlı güçlerce belirlendi. Art niyetli çete önderleri bu alanı finansal ve teknik değişimler için kullandı. Birçok plan KKTC’de yapıldı, Türkiye’de servis edildi. Cumhuriyet Gazetesi ve Danıştay saldırısı zanlılarından bazılarının Kıbrıs bağlantıları bu konudaki delillerden sadece bir tanesi.

Kıbrıs, Ermeni sorunu, PKK ve Irak’ı kullanıyorlar

Aynı şekilde Ermeni sorunu da bu çetelerin önemli bir ideolojik meşruiyet kaynağı ve maddi beslenme sahası oldu. Kendilerini bu ‘davaların’ en önemli aktörleri olarak gösterdiler. ASALA’yı bitirme gerekçesi ile kendiliğinden veya teşvikle kurulan çeteler kısa sürede ülkeye dönen namlular haline geldiler. ASALA’yı dış desteğin kesilmesi ve Ermenilerin strateji değişikliği bitirdi; ancak bu çeteler ‘biz bitirdik’ kredisi ile yeni devşirmeler kazandılar. ‘ASALA’yı bitiren kahramanlar’ olarak takdim edildiler. Hapishanelere atılsalar da üzerlerindeki ‘kahramanlık’ payesi alınamadı ve bugünlere kadar birçok kişiye esin kaynağı oldular. Bugün de devlet içinde ve dışında Ermeni sorunu çok hayati bir gizleme ve beslenme alanı.

PKK sorunu çetelerin üçüncü, belki de açık ara en önemli hayat sahası oldu. Hatta günümüzde derin çetelerin sadece PKK sorununu kullanarak ayakta kaldığını düşünen uzmanlar bile var. PKK’ya bilgi ve teçhizat sağlayan kişilerin söz konusu hücreler ile sık sık ilişki kurması dikkatlerden kaçmıyor. Çetelerine PKK’yla mücadele için adam toplayanlar, PKK’yı yaşatan en önemli operasyonlara da imza atıyorlar. Ne Sauna Çetesi, ne daha önceki çeteler, ne de Atabeyler Çetesi’nin PKK’ya karşı bir tek eylemi yok. Bir tek PKK hücresine saldırı gerçekleştirmiş değiller. Ne Güneydoğu’da, ne de Kuzey Irak’ta PKK’ya saldırmamışlar. Tüm namluları ülkenin siyasilerine, aydınlarına ve bürokratlarına dönük. Hedeflerinde bir tek yabancı veya terörist yok. Tüm dertleri hükümetle veya Türkiye’nin geneliyle. Hatta PKK’yı yararlı bir kart olarak görüyorlar. PKK teröründe kaybın trafik kazaları kadar bile olmadığı, bunun da Türkiye’deki ‘düzeni’ sürdürmek için katlanılabilir bir maliyet olduğu en önemli mutabakat noktaları.

Son olarak söz konusu çeteler dış ve derin bağlantılarını daha çok Kuzey Irak’ta gerçekleştiriyorlar. Gözden ırak, rahatça hareket edebilen bu kişiler özellikle Türkmen siyasetine iyice yerleşmiş durumdalar. Hatırlanacak olursa Eryaman Baskını’nda Zaho gibi Kuzey Irak’taki bazı yerleşim yerlerinin mühürleri ve Türkmen kurumları ile ilgili belgeler ve mühürler bulunmuştu. Yine çeşitli siyasilerin evlerinin bulunduğu yerlerin krokisinin çizildiği ajanda da Türkmen vakıflarından birine aitti. Bu bağlantılar diğer bazı hücrelerde de var. Hücreler Türkmenlere destek ve Irak Kürtleri ile mücadele adı altında gelirlere sahip oluyorlar. Burada 10 yılı aşkın süredir bulunan Türk askerleri içine de sızmaya çalışan bu kişilerin ordu içindeki bağlantılarının çok iyi hesaplanması gerekiyor. Kuzey Irak’taki durum çetelerin gerçek yüzünü göstermesi açısından çok önemli. Çünkü bu çetelerin Kuzey Irak’ta öldürdükleri neredeyse bir tek PKK’lı bile bulunmuyor. Barzani ve Talabani’ye de tehdit oluşturmuyorlar. Tek yaptıkları Ankara’da ve İstanbul’da ne tür eylem yapabilecekleri. Yine aynı çeteler dış bağlantılarının önemli bir kısmını da Kuzey Irak’ta yapıyorlar.

Bu tabloya bakıldığında Türkiye’nin ne PKK terörü ile mücadelede, ne Kuzey Irak konusunda, ne de Kıbrıs sorununda yeterli başarıyı sağlayamadığı görülecektir. Elbette tek neden çeteleşme değildir. Ancak en önemli nedenlerden biridir çeteleşme. Kıbrıs’ta statükonun onlarca yıl aynı kalması ve bir adım dahi atılamaması temelde bu çeteleşmenin ve sorundan beslenmenin ürünüdür. PKK terörünün çeyrek asra yayılması yine çeteleşme ile çok yakından ilgilidir. Kuzey Irak’ta Türkiye’nin dış savunmadan çok iç işlerine odaklanmış olması da düşündürücüdür. Ortadoğu’nun en güçlü ülkesi olan Türkiye’nin askerlerinin Çuval Olayı’nda düştüğü durum, Barzani ve Talabani gibi aşiret reisleri karşısında gelinen hal biraz da çeteleşme nedeniyle kaybettiğimiz dış savunma reflekslerimizle ilgilidir.

Tüm bu çeteleşmede asıl hedef sivil siyasetten çok ordunun kendisidir. Çeteciler Türk ordusunun alternatifini yaratmaya çalışıyorlar. Mevcut orduya paralel bir ordu oluşturmak istiyorlar. Sadece hükümetin, muhalefetin veya Meclis’in değil, asıl ordunun yerini almak istiyorlar. Onu iç sorunlara çekerek etkisizleştiriyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek ülkenin en güzide kurumlarından birini işini yapamaz hale getiriyorlar. Dikkat ediniz, Türk ordusu mensupları son dönemde alanlarına girmeyen hemen her konuda açıklamalar yaptı. Avrupa Birliği’nden para basarak ekonomiyi düzeltmeye, kılık-kıyafetten eğitim sistemine kadar konuşan bu kişiler alanlarına giren çok az konuda seslerini duyurabildiler. Örneğin 1 Mart Tezkeresi öncesinde güvenlik ile ilgili en önemli kararda susmayı tercih ettiler. Tüm bunlar ordunun odak noktasının nasıl manipüle edildiğini gösteriyor. Çeteler ülkenin ve ordusunun dış savunma reflekslerini zayıflatmaya, askerleri iç çatışma arenasına atmaya çalışıyorlar. Sonrası onlar için çok kolay olacak. Sözün özü asıl hedef Türk ordusudur. Bu bağlamda çeteleşmeye asıl dur diyecek de Türk ordusu olmak zorundadır. Çünkü tehdit sandığımızdan çok, ama çok büyük.


ULUSLARARASI GÜVENLİK UZMANI
 

HTML

Üst