Türk İslam Tarihi Ve Anadolunun İslamlaşması

Mephisto

R€B€L
Altın Üye
Katılım
10 Ara 2005
Mesajlar
7,669
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Bir yanda uçan dünya, bir yanda ortaçağda, sen ner
Türk İslam Tarihi

Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar çok geniş bir coğrafi alana yayılmış bulunan Türkler, İslamiyet’i benimsemeden önce büyük ölçüde Şamanizm ve kimi kültlerin etkisi altında bulunuyorlardı. Türkler’in savaşlar ve göçler yoluyla yer değiştirmeleri, bu yayılma ve göç yolları üzerindeki birçok farklı kültür ve inançlara sahip halklarla ilişki kurmalarına ve etkilenmelerine yol açmaktaydı. Konunun uzmanlarının verdikleri bilgilere dayanarak diyebiliriz ki, İslamiyet’in Türkler’in yaşadıkları bölgelere ulaşması öncesi, geniş bir coğrafi alana yayılmış bulunan Türk kitleleri, Şamanizm’in yanısıra, Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da ilişki kurmuş ve etkilenmiş bulunmaktaydılar. Zamanın Türk devletlerinden, Hazarlar’ın Museviliği, Uygurlar’ın Maniheizm’i, Tabgaçlar’ın Budizm’i ve Oğurlar’ın Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmeleri bu ilişki ve etkilenmenin doğal bir sonucu olarak görülebilir.Büyük ölçüde ekonomik sıkıntılar ve nüfus yoğunluğu sonucu gerçekleşen Türkler’in anayurtlarından göç etmeleri olgusu, esas olarak güneye ve batıya olmak üzere iki doğrultuda gerçekleşti. Batı’ya doğru gerçekleşen Türk göçleri İran’da hüküm süren Sasani imparatorluğu engeli ile karşılaştılar ve bir bölümü Hindistan’a doğru yönelirken, diğer bir bölümü ise İran’a yakın bölgelerde bulunmayı sürdürdüler. Türkler’in İslam dünyası ile ilişkiye geçebilmeleri ancak Sasani İmparatorluğu engelinin ortadan kalkmasıyla mümkün görünüyordu. Ancak Türkler, Sasani İmparatorluğu’nu yıpratmalarına karşın çökertememişlerdir. Bu, aşağıda görüleceği üzere Arap ordularınca gerçekleştirilecektir.

Arap orduları yeni dinin verdiği heyecanla ilerleyişlerini sürdürmekteydiler ve 634’te Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den çıkardılar. Ardından 635’te Kadisiye ve 641’de Nihavend Savaşları ile Sasani İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak, İran’ı ele geçirdiler. Bu şekilde Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması, Türkler’in İslam dini ile ilişki kurabilmesinin yolunu da açmış oluyordu ki, bu bakımdan önemli bir gelişmedir.Müslüman Arap ordularının Sasani engelini aşması sonrası başlayan Türk-Arap ilişkileri uzun süre karşılıklı mücadele içinde geçti. Emeviler dönemi’nde (661-750) Araplar, kısa zamanda Maveraünnehir’e hakim oldukları gibi, akınlarını Talas’a kadar ilerlettiler ki, bölgede hüküm süren Türk hakanlıklarının birbiriyle olan mücadeleleri de bu durumu kolaylaştırıyordu. Böylece Orta Asya hakimiyeti için mücadele eden Türkler’in Müslüman Arap ordularınca tasfiye edilmeleri üzerine, bölgede Çinliler ve Araplar karşı karşıya geldiler. Abbasiler’in iktidara geçmesinden hemen sonra gerçekleşen Talas Savaşı’nda (751), Araplar Türklerle birlikte Çinlilere karşı savaştılar. Bu önemli savaş sonrası Çin, Orta Asya’dan çekildi ve Araplar bölgeye hakim oldular.

Emeviler’in müslümanlığı seçen Arap olmayan uluslara karşı baskıcı ve hor görücü tutumuna karşın, Abbasiler, halkı Arap olmayan bölgeleri de, Araplarla eşit gören daha ılımlı bir yönetim anlayışını benimsemişlerdi. Araplar’ın yenilgiye uğrattıkları halklar giderek İslamlaşmaya başladıklarından, daha önce başka inançlara mensup din adamları ve tüccarların geldikleri yollardan bu kez müslüman din adamları ve tüccarlar Türklerin yaşadıkları bölgelere gelmeye başlamışlardır. Ayrıca Abbasiler’in yanısıra Samaniler devletinin de özellikle ordu yönetiminde Türkler’den yararlanmasının, İslam’ın bu kitleler arasında yayılmasına yardım ettiği söylenebilir. Yalnız Türkler’in İslamlaşmasında gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, Türkler’in bu yeni dinin birçok unsurunu Araplar’dan değil İranlılardan almaları konusudur. Türklerin İslam’ın bölgeye Arap orduları aracılığıyla gelmesinden önce de ilişkide bulundukları ve birçok bakımdan ortak noktalara sahip bulundukları Acemleri (İranlıları) kendilerine Araplardan daha yakın görmeleri doğaldı. Böylece İranlılar, Türkler’in İslam uygarlığını benimsemeleri konusunda bir köprü vazifesi görmüşler, onlara yol göstermişler, onları etkilemişlerdi. Bu etkileri daha sonraki yüzyıllarda, Türk edebiyatı, sanatı, idare sistemi gibi birçok alanda görmek mümkündür.

Buraya kadar özetlemeye çalıştığım, VII.-X. yüzyıllar arasındaki gelişmelere bakılarak Türkler’in büyük bir bölümünün müslüman olduğu sanılmamalıdır. Sözü edilen dönemde, İslam dini daha çok batıdaki şehirlerde ve gelişmiş yerlerde yayılmıştı, doğuda daha çok bozkırlarda göçebe ve yarıgöçebe durumda bulunan Türklerin çoğunluğu hala eski inançlarına bağlı idiler. Ancak X.yüzyılla birlikte, Türklerin yaşadığı bölgelerde halâ sürmekte olan Arap egemenliği sonucu, neredeyse iki yüzyılı aşan bu zaman sürecinde gelişen, siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkiler, Türkler arasında İslam’ın yayılmasına da hız kazandırmıştı. Artık, Maveraünnehir’in Buhara, Semerkant, Fergana ve Curcan gibi büyük Türk şehirleri, İslam kültür ve uygarlığının önemli merkezi haline gelmeye başladılar. O zamana kadar askerlik sanatındaki üstünlükleriyle tanınmış Türkler, artık yeni dinlerine, başka bir deyişle İslam uygarlığına da katkı sağlayabilecek duruma gelmişlerdi. Öyle ki, Arapların egemenliğinde sık sık ayaklanan, halifeleri bile değiştirme gücüne sahip Türkler artık kendi devletlerini kurma aşamasına gelmiş durumdaydılar. Bu şekilde, IX. yüzyıldan başlamak üzere, çok geniş bir coğrafi alanda kurulan Müslüman-Türk devletleri arasında, Tuluniler (875-905), Karahanlılar (840-1212), Gazneliler (969-1187), Selçuklular (1040-1308) ve Harezmşahlar (1077-1231) gibi devletler sayılabilir. Türklerin İslam dinini benimseme nedenleri konusunda, uzmanlarca çeşitli tartışmalar yapılmış ve farklı görüşler ileri sürülmüştür. Burada kısaca bu konuya da değinmek sanırım yararlı olacaktır. Türklerin İslam’ı benimseme nedenlerinden en fazla savunulanları şu şekilde sıralanabilir:

Eski Türk inançları ile İslamiyet arasındaki benzerlikler,
Araplar ile Türkler arasında yoğun ekonomik ilişkilerin varlığı,
İslam uygarlığının her alanda çağın en üst uygarlığı olması,
Müslüman şeyh ve dervişlerin yoğun dinsel propagandaları,
Araplarla uzun süren savaşlar sonucu uygulanan baskılar ve yok etme politikaları.
Türklerin, uzun bir zaman sürecine yapılan, İslam’ı benimseme olgusunu, yukarıda sayılan nedenlerden birine veya birkaçına bağlama eğilimi birçok eserde görmek mümkündür. Oysa, o dönemi ele alan araştırmalar incelendiğinde açıkça görülecektir ki, Türklerin İslam’ı benimsemelerinde, tek bir neden rol oynamamış, yukarıda sıralanan ekonomik, siyasal ve toplumsal nedenlerin tümü birden farklı düzeylerde etkili olmuşlardır.

Anahatlarıyla sunmaya çalıştığım Türklerin İslam dinini benimsemeleri süreci çok dinamik ve karmaşık bir olgudur ve bu İslamlaşma Orta Asya’dan Anadolu’ya göçler sırasında ve sonrasında da yaklaşık XIV. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu konuda iki önemli noktayı daha belirtmek gerekmektedir ki bunlar:

1- Türkler’e sunulan İslam’ın niteliği ve

2- Türkler’in İslam’ı nasıl algıladıkları konularıdır.

Türkler’e sunulan İslam’ın niteliği konusunda şunları söyleyebiliriz: Din’lerin, yayılmaları sırasında farklı coğrafyalarda, farklı insan topluluklarınca benimsenirken, özleri itibariyle olmasa da, biçimsel anlamda farklı bir çehreye bürünebilecekleri bilinen bir olgudur. Hiçbir yeni din, eskiden farklı inançlara ve kültürlere sahip topluluklarca bütünüyle benimsenmemiştir. Dinlerini, kültürlerini çeşitli nedenlerden dolayı terkeden insanlar, bu sırada kimi eski inançlarını bırakırken kimilerini de yeni dinlerine uygun hale getirerek yaşatmayı sürdürmüşlerdir.Hele Türkler, Kürtler ve İranlılar gibi uzun bir geçmişi olan inanç ve kültüre sahip uluslarda, benimsenen yeni dinde, eski inançların korunması oranının daha fazla olduğu, Anadolu insanında etkilerini bugün dahi gördüğümüz sosyolojik bir realitedir.

Bu kısa değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere, Arap Yarımadası’ndan doğan İslam Dini, Türkler’in yaşadığı bölgelere ulaşıncaya kadar çeşitli dinsel ve kültürel etkilere maruz kalmış ve dolayısıyle doğduğu coğrafyadan uzaklaştıkça, karşılaştığı değişik kültürel ve dinsel unsurları bünyesine almak zorunda kalmıştır. Daha önce ele aldığımız tasavvuf akımının oynadığı rolde de gördüğümüz gibi, İslam’ın Türkler’in yaşadığı bölgelere ulaştığındaki bu esnek niteliği, Türkler’in İslamlaşmasında oldukça etkili olmuştur.

Daha öncede söz edildiği üzere, Türkler İslam’ı doğrudan Araplar’dan değil, İran kültürünün merkezi Horasan yoluyla almışlardı. Zaten İran uygarlığı, daha Türkler’i etkilemeden önce, İslam dini üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştu. Kaldı ki, İslam, yayılması sırasında İran’dan başka uygarlıklar ve dinlerle de karşılaşmış ve bunlardan etkilenmişti. Yine İslam’ın yayılması sonrası çeşitli mezhepler ortaya çıkmış, dinsel kavram ve kuralları farklı yorumlamaları nedeniyle olduğu kadar, siyasal nedenlerle de kıyasıya bir mücadele içine girmiş bulunmaktaydılar. Aslında bütün Ortaçağ boyunca, esas nedenleri siyasal ve ekonomik olsa bile çekişmelerin gerekçeleri dinsel olarak sunulmaktaydı. Sözü edilen dönem de bu tür mücadelelere sahne olmaktaydı. İşte Türkler, özetlemeğe çalıştığım bu koşullar altında, yüzyıllarca süren bir zaman sürecinde, birçok din ve kültürün etkisinde kalarak, sosyal, kültürel ve dinsel gereksinmelerine cevap verebilen esnek/hoşgörülü ve Prof. Cahen’in “Özel bir Müslümanlık” diye nitelediği bu dini benimsediler. Daha sonra da değineceğim gibi, Anadolu’ya göçler sırasında ve sonrasında da süren Türklerin İslamlaşması süreci, XIV. Yüzyıla hatta daha sonralara kadar sürmüştür.

Türkler İslam’ı nasıl benimsediler, konusuna da kısaca değindikten sonra, Anadolu’ya göçler konusuna geçeceğiz. Daha önce gördüğümüz üzere İslam Türkler’e özel bir biçimde ulaşmıştı. Şehirlerin aksine köylerde ve göçebe boylarda İslamlaşma daha yavaş olmaktaydı. Şehirlerde daha çok sünni derviş ve şeyhlerin faaliyetlerine karşın, köylerde ve göçebe boylarda daha çok Alevi eğilimli dervişler ve babalar propaganda faaliyetleri yürütmekteydiler. Prof. Köprülü’nün de belirttiği gibi: “Daha ilk zamanlardan itibaren Batıni akımların hüküm sürdüğü Horasan ve Maveraünnehir sahalarında yaşayan ve siyasi-dini akımlara fiilen karışarak Batıni inançlarıyla yakınlık kuran Oğuz aşiretleri, İslamlığı yavaş yavaş kabul ettiler; fakat bu görünürde olan İslamlık cilası altında, eski ulusal geleneklerinin ve önceki dinlerinin etkisi altında bulunuyorlardı. İslam fıkıhçılarının kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen telkinlerinden ziyade, kendi kam (=ozan)larının nüfuzuna bağlı idiler. Maveraünnehir ve Horasan’a gelmezden önce ve geldikten sonra Hıristiyanlık, Hinduizm, Mazdeizm, Maniheizm gibi çeşitli dini sistemlerle az çok ilişki kuran bu Türkmenler üzerinde, İslamiyet de dahil olmak üzere bu harici (dışsal) ve kapalı (zor anlaşılan) inanç sistemlerinin hiçbiri eski dinsel geleneklerini tamamen unutturamazdı..."

Bildiğimiz gibi kam-ozanların yerini artık ata veya baba ünvanlı dervişler almaktaydı. İslam öncesi dönemden kalma Türkler arasında yaygın bulunan menkıbelere bile İslami bir şekil kazandırılarak, bu ata veya baba ünvanlı dervişler tarafından halk arasında yayılıyordu.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türk kitleler İslam dinini benimserken, büyük ölçüde eski inançlarını ve geleneklerini de muhafaza etmekteydiler. Yine bu Türk kitlelerin çoğunluğu, karmaşık ve sıkıcı din kurallarını yayan din adamlarına, şeyhlere itibar etmemekte, onlar daha çok eski şamanları ve kamları hatırlatan ve eski inançlarla yeni din arasında paralellikler kurdukları daha yüzeysel, dinsel bilgileri yayan atalara/babalara bağlanmakta ve onların nüfuzları altında bulunmaktaydılar. Bu kitlelerin müslümanlığı, dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten uzak, eski inanç ve geleneklerin ön planda olduğu bir halk müslümanlığıydı.
 
Anadoluda İslamlaşma

Bitmek tükenmek bilmeyen göçebe Türkmen akını Selçuklu Devletince Anadolu’ya yani Bizans sınırına yönlendiriliyordu. Bu sınır bölgeleri, başka bir deyişle “Uçlar”, iç bölgelerden farklı sosyal özelliklere sahip bulunmaktaydı. Uçların bu farklı toplumsal yapısı, onun özel durumundan kaynaklanmaktaydı. Uç halkı, iç bölgelerde daha barışçı ve istikrarlı bir düzene sahip halkın aksine, sürekli savaş hayatı yaşardı. Özellikle Horasan ve Türkistan’dan uç bölgelerine birçok savaşçı gelirdi. Uçlardaki bu savaşçı dervişler (ya da alperenler, gaziler) daha Malazgirt Savaşı’ndan (1071) çok önce Anadolu’nun Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük şehirlerine saldırılar düzenlemekteydiler. Uç bölgeleri karşı taraftan gelecek olası akınlara yönelik de hazırlıklı olmak zorundaydılar. Uçlarda nüfusun çoğunluğunu göçebe Türkmenler oluşturmaktaydı. Bu göçebe Türkmenler daha önce de belirttiğimiz gibi, Alevi-batıni eğilimli heterodoks Türkmen babalarının nüfuzu altındaydılar. O dönemde Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu zayıf durum nedeniyle bu uçlar sürekli batıya, Anadolu’nun iç kısımlarına doğru kaydı. XI.yüzyıl sonrası gelişmelerine bakarak, bu uç savaşçıları ve birlikte ilerleyen göçebe Türkmen aşiretlerini, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, daha sonra beyliklerin ve bu beyliklerden Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşunda birinci derecede rol sahibi olarak görmek doğru olacaktır.

XI.yy.la birlikte başlayan göçlerin hangi nedenlerle ve nasıl gerçekleştiğine daha önce değinmiştik. Anadolu’ya ilk büyük göç dalgası Malazgirt Savaşı sonrası, ikinci ve daha büyük bir göç dalgası ise Moğol İstilası sonrasında gerçekleşmişti. Bu göç hareketinin önünde ise savaşçı dervişler bulunmaktaydı. Uçlar konusunda daha önce değindiğimiz bu savaşçı dervişler P.Wittek’in “Gazi hareketi” olarak nitelendirdiği bir hareketin mensupları olarak, Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devleti’nin de kuruluşunda çok önemli işlevler gördüler. Anadolu’nun fethi bu dervişlerin öncülüğünde gerçekleştirildiği gibi, bu yeni vatanın iskân ve kolonizasyonu da onların önderliğinde gerçekleştirildi.

Türkistan, Harzem, Horasan, Azerbaycan, Suriye ve Irak’tan gerek fetihlerle birlikte gerekse fetihlerden sonraki göçlerle Anadolu’ya gelen dervişler değişik dinsel akımlara mensuptular. Şüphesiz XI.yüzyıldan itibaren Anadolu’da meydana gelen sosyal-siyasal gelişmelerin bu dervişlerin etkinliklerini kolaylaştırdığı gibi, halkın da onlara bağlanmalarına yol açtığı söylenebilir. Özellikle köylerde yaşayanlar ve göçebe kitleler heterodoks tasavvuf akımlarına mensup şeyh ve dervişlere ve onların tekke/zaviyelerine büyük ilgi gösteriyorlardı.

Göçebe/yarı göçebe Türkler’e uygun gelmeyen ehli sünnet inançlarının ön planda olduğu görüşleri yayan şeyhler ve mutasavvıflar daha çok şehirlerde faaliyet gösteriyorlar, göçebe/yarı göçebe kitleler arasında pek rağbet görmüyorlardı. Aynı durum göçler sonrası Anadolu’da yinelendi ve sünni şeyhler göçebe/yarı göçebe kitleler üzerinde etkili olamadılar. Bu kitleler arasında daha çok heterodoks tasavvuf akımlarına mensup babalar, dervişler etkiliydiler. Çünkü onlar, bu kitlelere çok daha uygun gelen senkretist fikirleri yayıyorlardı. Köprülü’nün de belirttiği üzere:”Tahta kılıçlarla kafirlere karşı harbeden, yanındaki bir avuç mürid ile yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleleri alan, küfr diyarına kılıç kuvvetiyle İslamiyeti yayan bu savaşçı Türk mutasavvıfları ile, tekkelerde sakin ve donmuş bir hayat geçiren Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük ayrılık vardır.”

Şüphesiz Anadolu bu dönemde Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, İran ve Irak gibi merkezlerle siyasal ve sosyo-ekonomik bağlara da sahipti. XI.yüzyıldan başlamak üzere bu bölgelerdeki dinsel ve kültürel gelişmeler Anadolu’yu da etkiliyor, bu bölgelerden birçok mutasavvıf ve derviş zaman zaman Anadolu’ya gelerek görüşlerini yayıyorlardı. Bu dinsel akımları anlamaksızın, Anadolu’daki hiçbir dinsel hareketi anlayabilmek olanaklı değildir. Mevlevilik de, Bektaşilik de, Alevilik de ancak bu dinsel ortamın açıklanması sonucunda anlaşılabilir. Bu konuda F. Köprülü şu bilgileri veriyor: “Daha ilk Selçuklular zamanından itibaren “Dar-ül-cihad” olan Anadolu’ya Türkmen boylarıyle beraber birçok “Türkmen Babaları”, Ortaasya, Harzem, Horasan’dan “Yesevi Dervişleri”, Irak, Suriye ve İran’dan “İsmaili Propagandacıları”, Kalenderiye mensupları geliyorlardı...”

Ayrıca İslam’ın göçebe/yarı göçebe Türkmenler arasında daha çok tasavvuf ve heterodoks tarikatler aracılığıyla benimsenmesinden de anlaşılacağı üzere, İslamın yüzeysel ve esnek bir yorumunu yayan bu akımların ne derece yaygın oldukları tahmin edilebilir. Bu akımların temsilcileri olan eski Türk şamanlarını andıran babalar ve dervişler bu kitlelere oldukça uygun gelen eski inançlarla da bağlantılı bir islam yorumu sunuyorlardı. Bu yorumu yapan babalar ve dervişler sünni şeyh ve mutasavvıflarca şiddetle eleştiriliyorlardı. Eleştiriler daha çok namaz, oruç gibi dinsel yükümlülüklere uyulmaması, islama aykırı olduğu ileri sürülen ayin ve ibadet anlayışlarının uygulanması konularında yoğunlaşmaktaydı. Bu eleştirilerden, Ahmed Yesevi ve Ebu’l Vefa gibi büyük tarikat uluları bile kurtulamamışlardır. Bu şeyhlerin zikir törenlerine erkeklerin yanısıra kadınların da katılması ortodoks sufi ve ilahiyatçılarca şiddetle eleştirilmişti. Togan’ın verdiği bilgilere göre, bu şeyhlerin ayinleri “şeytan ameli” olarak nitelendirilmekteydi. Halbuki bu zikir törenlerine kadınların da katılması ve bu törenlerde vecd halinde sergilenen rakslar İslam öncesi inançların İslâmi şekil altında devamından başka bir şey değillerdi.

Anadolu’ya göçlerle birlikte başlangıçta uçlar aracılığıyla gerçekleşen Anadolu’ya yerleşen Türklerle, Anadolu’nun yerli hıristiyan halkı arasındaki ilişkiler ve karşılıklı etkileşim konusu da oldukça önemlidir. Anadolu’ya gelen Türklerle yerli ahali arasındaki yakınlaşmanın birçok nedenleri bulunmaktadır. Herşeyden önce yerli halk Bizans idaresine, ağır vergiler, keyfi idare, yoğun iktidar mücadeleleri ve ordunun bozulması gibi nedenlerle yabancılaşmış durumdaydı. İkinci olarak Anadolu Selçuklularından başlamak üzere Türkler, yerli halka dinsel ve kültürel konularda hoşgörülü davranmışlardır. Üçüncü olarak XI.yüzyıldan başlamak üzere Anadolu’ya gelen ahalinin, İslam anlayışı oldukça yüzeysel ve eski inançlarla bezenmiş bir İslamlık idi ki, bu yerli halkla kaynaşmayı oldukça kolaylaştırmıştır.

Şüphesiz yerli halkın müslüman olmasında ön planda, heterodoks şeyh ve dervişler vardı. Bu heterodoks Türkmen babaları kurdukları zaviyeler aracılığıyla, esnek İslam anlayışlarını yerli dinsel ve kültürel unsurlarla da besleyerek, Anadolu ve Balkanlardaki yerli halklara sunuyor, onları yeni idareye ve ahaliye ısındırıyorlardı. Örneğin o döneme ilişkin, mitolojik nitelikli de olsa tarihsel açıdan değerli bilgiler içeren Vilayetname’de Hacı Bektaş-ı Veli’nin hıristiyanları müslümanlaştırmak için gönderdiği Hacım Sultan, Sarı İsmail, Resul Baba gibi dervişlerden söz edilir. Yine bu konuda Ö.L.Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı makalesinde arşiv belgelerine dayanan önemli bilgiler vardır.

Üstelik Anadolu köklü bir kültürel ve dinsel geçmişe de sahipti. Bu köklü kültür, yeni yerleşen Türkler üzerinde doğal olarak etkilerde bulundu. Bu etki, kırsal alanlarda daha farklı olmakla birlikte, şehirlerde daha çok zanaatlar ve ticari gelenekler iz bıraktı. İhtidalar, evlilikler ve karşılıklı sosyo-ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak gerçekleşen bir etkileşim ortak değerlerin oluşmasıyla sonuçlandı. Hilmi Ziya Ülken’in de belirttiği gibi “... Anadolu’ya yerleşen Türkler buraya kendi geleneklerini getirdiler, bunları İslam dini kuralları, medrese ve tekkenin verdiği arap ve fars kültürü unsurları, yerli Anadolu kültür izleriyle birleştirdiler. Bu sentezden Anadolu Türk kültürü doğdu...”Demek ki, yerli kültürel ve dinsel unsurlar da bu yeni gelmiş ahali üzerinde etkili oldu. Mesela müslüman halk, hıristiyan azizlerini kendi ulularıyla özdeşleştirerek Aziz George ve Theodore ile Hızır İlyas, Aziz Nicholas ile Sarı Saltuk, Aziz Haralambos ile Hacı Bektaş-ı Veli özdeş kabul edildi. Bu şekilde hem hıristiyan, hem de müslümanlarca ziyaret edilen yerler, Hasluck’un deyimiyle “ikili ziyaretgahlar” ortaya çıktı. Her iki halk tarafından da uğurlu sayılan, yağmur yağdırdığına inanılan kutsal taşlar, kutsal ağaçlar ziyaret edilirdi. Yine edebiyat alanında da, hem İslam hem de yerli Anadolu inançlarının etkileriyle kahramanlık hikayeleri ortaya çıkmıştır. Büyük ölçüde heterodoks şeyh ve dervişler, hıristiyanlarca da kutsal bilinen yerlerde tekkeler kurmuşlar ve buralarda hıristiyanlığa ve hıristiyanlık öncesi dönemlerden kalma yerel aziz kültleriyle karşılaşmışlardı. Bu kültler ve onlara ilişkin hikayeler, evliya menkıbeleri yoluyla islamileştiriliyordu. İslamileştirilerek devam eden bu eski inanç unsurları arasında, ölmeden önce göğe çekilmek, suyu kana çevirmek, halka felaket musallat etmek, bereket getirmek, ölü insan veya hayvanı diriltmek, nefes evladı edinmek, kuru odunu ağaç haline getirmek, yerden veya taştan su fışkırtmak, ırmağı veya denizi yarıp geçmek ve üstünde yürümek gibi unsurlar sayılabilir.
 
Geri
Üst