Susurluk, Ergenekon, Akp ve Diğer oLayLar

Cehennem_Zebanisi

Super Moderator
Süper Moderatör
Katılım
20 Kas 2005
Mesajlar
11,509
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Ad Caine vero et ad munera illuis non respexit ira
ArkadasLar hepsini okumaya çalısalım... en aLLttaki soruyu hepsini okuduktan sonra cvpLayaLım... :goz:


SusurLuk SkandaLı

Susurluk Skandalı veya Susurluk Kazası, 3 Kasım 1996'da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde meydana gelen trafik kazası sonucu, yasadışı polis-mafya-aşiret ilişkilerinin ortaya çıkması ile patlak veren skandal. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarındandır.

Kazanın ardından kamuoyu, "devlet, siyaset, mafya" üçgeninde yasadışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasını talep etti. "Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi verilen sivil toplum eylemleriyle ve medyanın desteği ile üstü örtülen ilişkilerin ve faaliyetlerin açıklanmasını talep etti.

Kaza

DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak, İstanbul Kemalettin Eröge Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı ile 1970 doğumlu Gonca Us, 1 Kasım 1996 günü akşam saatlerinde Kuşadası Onura Otel'e gelmişlerdir. Bucak'a ait 06 AC 600 plakalı Mercedes marka siyah renkli otomobille Hüseyin Kocadağ yönetiminde İstanbul'a gitmek üzere yola çıkan grup, 3 Kasım 1996 günü saat 19.25 sularında Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde benzin istasyonundan yola çıkan Hasan Gökçe yönetimindeki 20 RC 721 plakalı kamyona çarparak trafik kazası yapmıştır. Bu kaza, habercilik literatürüne "Susurluk Skandalı" veya "Susurluk Kazası" olarak geçmiştir.

Kazada, Mercedes'i kullanan Hüseyin Kocadağ, üzerinde Mehmet Özbay sahte kimliği bulunan, kırmızı bültenle aranan katliam sanığı Abdullah Çatlı ve Melahat Özbay sahte kimlikli, sevgilisi Gonca Us ölmüş, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuştur.Olay sonrası DGM Sedat Edip Bucak hakkında soruşturma açmış ve hakkında 2 yıl hapis cezası istenmiştir.


Susurluk Raporu

Bu konuyla alakalı olarak MİT'e Susurluk Raporu hazırlatıldı ve bu rapor gazetelere yansıtıldı. Vikikaynakta olan metin doğru ise, Mehmet Ağar hiç bir zaman resmi olarak İçişleri Bakanı olmadığı halde ;
"Aynı yıl kurulan 54. Hükümet (REFAH DYP Koalisyonu) bünyesinde ise İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olup, 8 Kasım 1996 tarihinde görevinden istifa etmiştir."
denerek İçişleri Bakanı olarak gösterilmiştir. Aydın Gazetesinde çıkartılan bir haber esas alınarak hiç alakası olmayan şahıslarında rapora dahil edildiği kritiği yapılmıştır.


Kaza sonrası Bucak'a ait araçta bulunan silah ve dokümanlar
* 930647 seri nolu 9 mm. çapında Saddam marka tabanca ile bu tabancaya ait şarjör, 9 adet mermi.
* U544265 seri nolu 9 mm. çapında Baretta marka tabanca ve bu tabancaya ait 2 adet şarjör ile 10 adet mermi.
* L534618 seri nolu 9 mm. çapında Baretta marka ve bu tabancaya ait bir adet şarjör ile 45 adet mermi.
* B178902 seri nolu 9 mm. çapında Baretta marka ve bu tabancaya ait bir adet şarjör ile 10 adet mermi.
* A925710 seri nolu 22 Calibre Baretta marka tabanca ve bu tabancaya ait 2 adet şarjör ile 12 adet mermi.
* 22 Calibre tabancaya ait susturucu.
* 21995 seri nolu 9 mm. çapında MP 5 makinalı tabanca ve 2 adet şarjör.
* C42952 seri nolu 9 mm. çapında MP 5 makinalı tabanca, iki adet şarjör ve 82 adet mermi.
* 13 adet 7.62 mm. çapında BKC (Biksi) mermi.
* 100 adet 5.56 mm. çapında mermi.
* 8 adet 22 kalibre mermi.
* Çeşitli markalarda 3 adet cep telefonu.
* Bir adet ışıldak.
* 2 adet şifreli kilitli çanta, içerisinden; 19 kalem temizlik eşyası, 2 adet İnternational Hospital üye kartı, cep bilgisayarı ve değişik kredi kartları.
* 06 AC 600 plakalı araç adına düzenlenmiş, Sedat Edip Bucak adına onaylı 0514 seri nolu TBMM araç giriş kartı ve 46 kalem muhtelif eşya ve belge.
* 06 EMR 15 plakalı araç adına düzenlenmiş Uluç Gürkan adına onaylı 1070 seri nolu TBMM giriş kartı.
* 34 NUL 63 sayılı iki adet sac plaka kamaoyundan gizlı tutulmus 08.07.1987 bursa dogumlu veysel inan adına kayıtlıdır.


Kişiler

Mehmet Ağar
1951 yılnda Ankara'da doğdu, baba adı Zülfü, ana adı Mualla. Aslen Elazığlı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Ağar, çeşitli il ve ilçelerde kaymakamlık yaptı.

Susurluk'taki kazada, firari Abdullah Çatlı'nın Sedat Bucak ve polis müdürü Hüseyin Kocadağ'la aynı Mercedes'te olduğunun ortaya çıkması üzerine İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın ilk açıklaması, Güvenlik güçlerine teslim etmek üzere götürüyorlardı' oldu. Baskılar üzerine kazadan 5 gün sonra İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti.

Kayıp silah ve susturucular için Korkut Eken'e teslim ettiğini ve nerede olduklarının devlet sırrı olduğunu söyledi. Uyuşturucu kaçakçılığıyla suçlanan Yaşar Öz ve MİT muhbiri Tarık Ümit'e sahte yeşil pasaport vermekle suçlandı. 1997'de dokunulmazlığı kaldırıldı, 1999'da tekrar seçilerek tekrar dokunulmazlık aldı. Meclis soruşturma komisyonunda 6'ya karşı 8 oyla aklandı. Mesut Yılmaz, Erol Evcil'in uçağını kullandığını açıklayınca, bu iddiayı doğruladı.

Susurluk skandalı nedeniyle Mülkiyeliler Birliği üyeliğinden çıkarıldı. Yine Susurluk skandalı nedeniyle Tansu Çiller'le yolları ayrıldı. Parti, Ankara Belediye Başkan adayı yapmak isteyince DYP'den de istifa etti.

Sedat Edip Bucak
19. ve 20. dönem Şanlıurfa DYP Milletvekili. Siverek 1960 doğumlu, baba adı İsmail Hakkı, ana adı Müzeyyen, Endüstri Meslek Lisesi mezunu, , çiftçi, evli, ve 3 çocuk babası.

TBMM Genel Kurulu'nda 11 Aralık 1997'de dokunulmazlığı kaldırılan Sedat Edip Bucak hakkında Başsavcılık, gıyabi tutuklama kararıyla aranan Abdullah Çatlı'nın yerini bildiği halde yetkili mercilere haber vermeyerek saklamak, cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak ve vahim nitelikte silah bulundurmak suçlarından, 11 yıldan 20 yıla kadar ağır hapis istemiyle dava açılmıştı

"Susurluk Davası" kapsamında cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak suçundan hakkında verilen beraat kararı Yargıtay tarafından bozulan DYP eski Milletvekili Sedat Edip Bucak 'devlet sırrı' gerekçesiyle açıklamadığı bazı bilgi ve resimleri mahkemeye sundu.

Milletvekili Sedat Bucak'ın Abdullah Çatlı'nın çantasından çıktığı iddiasıyla mahkeme sunduğu eşyaların eksik olduğu öne sürüldü; Abdullah Çatlı'yı 'Mehmet Özbay' olarak tanıdığını kanıtlamak için bazı fotoğraf ve belgeleri İstanbul 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi'ne sekiz yıl sonra sunması, 'tutuklanma korkusu' olarak yorumlanmıştı. Akşam gazetesi, Sedat Bucak'ın mahkemeye teslim ettiği belgeler arasında, Abdullah Çatlı'nın günlüğünün bulunmadığını duyurmuştu.

Hüseyin Kocadağ
3 Kasım 1996'da Susurluk yakınlarında meydana gelen ve hayatını kaybettiği kaza sırasında Bucak'ın arabasını Kocadağ kullanıyordu.

Bucak Aşireti ile tanışıklığı Siverek İlçe Emniyet Müdürü olduğu döneme dayanıyordu. Bucak'ın yakınlarından işadamı Ali Oto'nun iddiasına göre Kocadağ, Abdullah Çatlı'yı gerçek ismi ile tanıyor ve ona Reis diye hitap ediyordu.

Abdullah Çatlı
1956 yılında Nevşehir'de doğdu. 1978'te de Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkan Yardımcılığı'na seçildi. 9 Ekim 1978'de de Ankara ili Bahçelievler semtindeki 7 TİP'li öğrencinin katledilmesi olayının planlayıcısı ve baş sorumlusu olduğuna ilişkin tutuklama kararı, olayın üzerinden 4 yıl, 4 ay geçmesinden sonra gerçekleştirilebildi.

1993'de Türkiye'ye gelen ve taşıdığı Şahin Ekli adına düzenlenmiş pasaport ile gözaltına alındığında Yeşilköy Havaalanı'nda alınan parmak izleri yıllar sonra kumarhane işleticisi Ömer Lütfü Topal'ı öldüren otomatik silahlardan birinin şarjöründe de bulundu. Çatlı'nın 26 Nisan 1996'da Ömer Lütfü Topalve manevi oğlum dediğiVeysel İnan ile aynı uçakta Kıbrıs'a gittiği ve aynı otelde kaldıktan sonra 1 Mayıs 1996'da geri döndüğü de kayıtlardan anlaşılmıştır.



Ergenekon


Türkiye Cumhuriyeti'ne atfedilen ve meşru yollardan gerçekleşmesi mümkün olmayan bazı amaçlara ulaşmak için kurulan, yasal olmayan örgüt. Örgütün "derin devlet" veya Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde, devlet adına hareket ettiğini iddia eden bazı otoriteler tarafından kurulduğu ve yönetildiği öne sürülmektedir.


Örgütün tarihçesi
Avrupa'da II. Dünya Savaşı'ndan sonra muhaliflerin (o dönem komünistlerin) iktidara gelmesini önlemek için kurulan "Gladio" adlı kontrgerilla örgütünün Türkiye'deki uzantısına siyasi literatürde Kontrgerilla denilmektedir

NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de önce Seferberlik Tedkik Kurulu adıyla örgütlenmiş sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürütmüştür.

Danıştay'a yönelik saldırı sonrasında çıkan ilişkiler ağıyla gündeme gelen "devlet yanlısı çete" yapılanmasının, uzun süredir Türkiye'de faaliyet gösterdiği ve devleti korumak amacıyla siyasi suikasttan naylon terör örgütü kurmaya" kadar birçok illegal eylemi onayladığı ortaya çıkmıştır.

Deniz Kuvvetlerinden ayrılma araştırmacı-yazar Erol Mütercimler, ilk kez 1980'de örgütün varlığından haberdar olduğunu dile getirmiştir.[1]

Örgütlenme yapısı
12 Kasım 1996 tarihinde Anavatan Partisi Genel Baskani Mesut Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdigi, Cumhurbaşkanı tarafından da gereğinin tetkik ve tahkiki için Başbakan Prof.Dr.Necmettin Erbakan'a verilen mektupta;

``Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesinin bulunduğu alınan duyumlara göre bu dairenin bazı elemanlarının uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürülmesi gibi işlere karıştığı, son olay da bunun vehim olmadığını sanıldığından da kötü oldugunu gösterdiğini, Ömer Lütfi Topal'ı öldürenlerin itiraflarinin fevkalade enteresan oldugunu, bu kişiler suçu itiraf ettikleri halde Ankara'ya celb edilerek hâlen serbest gezdiklerini, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde her türlü dökümanın hazır olduğunu, aşiret reisinin Devleti kullandığını, Devlette görevli bazı kişilerin Özel Harekat Dairesi Baskanı İbrahim Şahin'den talimat aldıkları ve bunun İçisleri Bakanı dahil bir takım yüksek yerlerin bilgisi dahilinde olduğunu, Devletin emrinde çalışan ve suça karışan 100-120 kadar kişi olduğunu, bu işin Devlet çapında soruşturulması gerektiğini, bu işe seyirci kalınır ise Demokrasinin işleyebileceğinden şüphe duyulacağını, bunların meydana çıkarılması hâlinde de Devletin zarar göreceğinden endişe ettiğini, normal Devlet mekanizmasına güvenin olmadığını, Devlet Denetleme Kurulu'nun böyle bir şeyi üstlenebileceğini... iddia etmiştir.

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Susurluk Komisyonuna gönderdiği 9 Aralık 1996 tarihli yazısının ekindeki (4) sahifelik Genel Çerçeve başlıklı yazısı, TBMM Başkanlığına yazılmış (15) sahifelik Mehmet Ağar ve Tansu Çiller hakkında suç duyurusu olduğunu iddia ettiği dilekçesi ve diğer eklerden olusan toplam 183 sayfalık metin, 2 adet fotoğraf ve 40 sahifelik gazete küpürlerinin ve 26 Aralık 1996 tarihinde Komisyona sunduğu dilekçesi ve eklerinin incelenmesinde;

DYP Genel Başkanı, İstanbul Milletvekili Tansu Çiller'in başta MİT, Emniyet, Jitem, Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi devlet kurumlarının görevlileri olmak üzere mafya diye nitelenen bazı suç örgütlerinde yer almış kişilerden oluşan özel bir suç örgütünün kurulmasını azmettirdiği, bu örgütü eline geçirdigi, devlet olanakları ile beslediği, himaye edip, yönlendirdiği, bu örgütün ABD'nin CIA ve İsrail'in MOSSAD İstihbarat Örgütleriyle bağlantılı olduğu ve örgütün mensupları arasında Özel Büro diye anıldığı, Çillerin Özel Örgütü nün hâlen bir tanıtım ajansi biçiminde faaliyet yürüttüğü; çok geniş bir coğrafyayı hedef aldığı; İstanbul, Ankara, İzmir, Washington ve Tel Aviv'de büroları olduğu, Türk Silâhlı Kuvvetleri, Ülkücü Mafya, Emniyet Teşkilatı, Uyuşturucu silâh ve nükleer madde mafyası ve MİT içerisinde uzantıları olduğu ve toplam (700) kişiden oluştuğunu, başında (özellikle kendisinin yayınladığı Aydınlık isimli dergi) yer alan haber ve yorumlara dayandırarak iddia etmektedir. Bu iddiaya göre; örgütün lider kadrosu DYP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller, Elazığ Milletvekili Mehmet Ağar, MİT Müsteşar Yardımcısı ve Kontr-Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür, Emniyet Genel Müdürlüğü Müşaviri Emekli Yarbay Korkut Eken, Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin, Ülkücü Mafya Şeflerinden Abdullah Çatlı ve Alaattin Çakıcı'dan meydana geldiği ileri sürülmektedir.

İddiaya göre; örgütün Emniyet içindeki uzantısının başında Mehmet Ağar yer almakta, örgütü onun müşaviri olan Korkut Eken ``sevk ve idare etmektedir. Yine iddiaya göre;

Örgütün MİT içindeki uzantısının başında ise; Kontr Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür ve Tolga Atik yer almaktadır.

Operasyonlarda gözaltına alınanlar
* Muzaffer Tekin
* Veli Küçük, Em. Tuğgeneral
* Ergün Poyraz, Araştırmacı yazar
* Oktay Yıldırım
* Ümit Oğuztan
* Bekir Öztürk
* Zekeriya Öztürk
* Taner Ünal
* Kemal Kerinçsiz, Avukat
* Fuat Turgut
* Sevgi Erenerol, Türk Ortodoks Kilisesi sözcüsü
* Fikri Karadağ
* Hüseyin Görüm
* Alparslan Arslan
* Fikret Emek
* Semih Günaltay
* Sedat Peker
* Güler Kömürcü, Gazeteci yazar
* Sami Hoştan
* Ali Yasak
* Doğu Perinçek, Hukuk Doktoru, İşçi Partisi Gn. Bşk.
* İlhan Selçuk, Gazeteci yazar[1]
* Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu
* Emin Gürses, Öğretim görevlisi Doç. Dr.
* Vedat Yenerer, Gazeteci yazar
* Nusret Senem, Ankara Barosu Avukatı, İşçi Partisi Gn. Bşk. Yrd.


Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temelli kapatılma davası

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) temelli kapatılma davası veya AKP davası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın, AK Parti'nin "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, partinin kapatılması ve ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart 2008'de sunulmuş olup, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul edmiş ve ön savunma beklenmektedir.

İddianame
Siyasî partilerin demokratik siyasî yaşamın öğesi olarak devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle ilişki içinde bulunmaları dolayısıyla uyacakları esasların Anayasa’da yer aldığı, çalışmalarının anayasa ve yasalara uygunluğunun kanunlarla belirlenen şekillerde denetlendiği ve kanunen partilerin eylemlerinin yoğunluğu ve sosyal gereksinim göz önüne alınarak, demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan eylemlerin odağı olması durumunda partinin kapatılmasını istemek Cumhuriyet Savcılığının hizmet alanında olduğunu iletmiş.

Adalet ve Kalkınma Partisi
Davalı AKP, 14.08.2001 tarihinde 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'nın 8 inci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından sonra 03 Kasım 2002 ve 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel seçimleri sonucunda Parlamento çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar olmuştur.

Laikliğe aykırı eylemler yüzünden kapatılma koşulları
Laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek Anayasa'nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası yoluyla, 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş bulunmaktadır. Iddanamede laik düzen, devlet dinlere karşı tarafsız olup, davalı partinin söylemi olan devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında olmadığı, Anayasa da lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim kurallarına göre kurumsallaşması amaçlandiğı belirtilmektedir. Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrı olduğu belirtilmektedir.

Eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan üyeler
Davalı partinin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili olarak eylem ve beyanları bulunan T.C. Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'n laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, eski TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, ayrıca diğer milletvekillerinin laikliğe aykırı eylem ve demeçleri olduğu ve hükümet faliyetlerinde laiklik ilkesine aykırı diğer eylemleri olduğu, en son olarak yerel yöneticiler ile partinin il, ilçe ve belde teşkilatı yöneticilerinin laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu iddianame bulunmuşdur.

Eylemlerin değerlendirilmesi
* AKP'nin kapatılan Refah ve Fazilet partileri ile bağını koparmadığı, AK Partinin nihai hedefinin şeriat düzeni olduğu vurgulandı.
* “AKP’nin eğilimi siyasal İslamdır. Siyasal İslâm’ın temel düsturu şeriattır. AKP, şeriatı amaç edindiği için kaynağını şeriattan alan takiyyeyi kullanıyor” denildi.
* Türbanın serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliği ile anayasanın laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmak istendiği savunuldu.
* İstanbul Haseki ve Vakıf Gureba hastanelerinde türbanlı doktorların çalışması, bazı bölgelerde içkili yerler için ‘kırmızı sokak’ uygulaması, İstanbul’da bazı afişlerin sansürlenmesi yer aldı.
* Başsavcı, Danıştay’ın “öğretmenin türbanla okula giremeyeceği” yönündeki kararı üzerine, Danıştay’a gerçekleştirilen kanlı saldırıyı da iddianameye koydu.
* Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı sözleri laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösterildi. Erdoğan’ın “Türban konusunda söz söyleme hakkı yargının değil ulemanındır” açıklamasına dikkat çekilerek, partinin şeriat amacı doğrultusunda dini hükümleri referans olarak gösterdiği savunuldu.
* Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı “Velev ki siyasî simge, suç mu?” şeklindeki demeci de dosyada yer aldı.
* Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bakan olduğu dönemde Nur cemaatinin liderlerinden Fethullah Gülen ve Milli Görüş’ü desteklediğinin altı çizildi.
* Devlet kadrolarının, parti yandaşı, siyasal İslami düşünceye sahip kişilerle doldurulduğu savunuldu.
* Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı ve İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın Türban, kamusal alan ve üniversitelerin dışında Meclis’te de geçerli olmalıdır sözleri ile Cüneyt Zapsu’nun Türbanını çıkar demek, sokaktaki bir kadına donunu çıkar demekten farksızdır açıklamasına yer verildi.

Dava Öncesi

Politik Sisteme üzerine
Meclis'te hükümet olan bir partinin Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmak istenesi politik sistem üzerine kuşku doğurduğu ortaya atılmış; AKP'nin yüzde 47 oy çoğunluğu olması sorun olduğu[3][4] ; sisteme ne kazandiracağının tartılması gerektiğini [5]; seçimle gelen seçimle gitmeli görüşü savunulmuş[6][7]; Laiklik sebebiyle kapanma demokrasiye müdahaledir, halk vicdanının istediğini gerçekleştirsin fikri ortaya atılmışdır.[8].

AKP'nin yüzde 47'ye yakın oyunun anlamı ve ağırlığı bulunduğu ve demokrasilerde oyçokluğu ile yürütmeyi ele geçiren, yasaların yeniden yazılması üzerinde de ağırlığı olacağı, ama çoğulcu ve çağdaş demokrasilerde siyasi iktidarın gücünün, basit oyçoğunluğuna olmadiğı idda edilmişdir. Bir parti Anayasal suç işlemişse, 47 ye yakın oyla bile olsa, Anayasa Başsavcısının görevini yerine getirmesi lazım olduğu[9]. Yargının demokrasinin bir ayağıdır olduğu ve hiçbir partinin yasaya uymama hakkı olmadığını belirterek, bu yüzden Anayasa sadece yönetilen değil, özellikle yönetenlerin, siyasetçilerin de uyma gereği bütün partileri bağlar denildi[10]. AKP’nin 6 yılını yargılayan 170 sayfalık iddianamenin ciddi bir olgu olduğu. Parti ve suçlanan 70 kişi, bu belgeye çok ciddi cevaplar hazırlamsının asıl olduğu. İddianame tenkit edilebilir, ama iddianameyi, Mahkeme’yi ve anayasayı ciddiye almanın gerekliliği ortaya atılmışdır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin önünde savunma yaparak, partinın temize çıkmasının önemli bir fırsat olduğu. Eyer AKP ‘Ben laikliğe karşı değilim, laiklik benim dönemimde tehlikeye girmeyecek’ diyorsa bunun fırsat olduğu Hüsamettin Cindoruk tarafından ortaya atılmışdır. Yargı süreci başladığından, sonucun saygı ile beklenmesi gerektiği ifade edilmişdir.[11].

ABD'deki "Musa'nın on emri" yazılarının sınıflarda asılıp asılamayacağı davası demokrasilerin, bir anlamda yargı ve siyaset sınırlarının birbirini ihlal etiği iddiası üzerine kurulu büyük davalar üzerinde olgunlaşmaktadır. Bu dava ya yargının, ya siyasetin, ya da her ikisinin sınırlarının yeniden tanımlanması ihtiyacı olduğunu göstermektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı kapatılma davasını demokratik yapıya uymadığını ama Türk demokrasi Cumhurbaşkanlığı secimlerinde olduğu gibi (güçlü olduğunu gösterdiği) bu testide atlatacaktır.[12].

Ekonomi üzerine
Türkiye AKP döneminde ekonomik alanda istikrarı sağlamıştır diyen Ertuğrul Günay bu davanın istikrarı bozacak iddası ortaya atılmış dır[13] Davanın ardından ilk borsa oturumunda indeks değer kaybetmişdir. İndeksin değer kaybetmesi Amarikan borsasındaki çalkantıarla ilişkilendirilmiş. Dolar davanın kabulu öncesi Amerikan borsasındaki çalkantılarlar ilişkili olarak değer kaybetmişdir. Davanın kabulü borsa gelen satışlarla düşüşünü hızlandırırken, dolar yeniden 1.31'in üzerine çıktı. Ancak sonrasında gelen alımlar piyasaların toparlanmasını sağladı.

Anayasaya üzerine
Başsavcının iddianamesinde davanın amacının ne olduğununu kapatma yaptırımı yasal bir amaca dayanmaktadır diyerek özetlemiş dir. Prof. Dr. Ergun Özbudun dünyanın hiçbir yerinde böyle davalar açılmadığını savundu.[14] Onur Öymen parti kapatma girişimleri sadece uzak geçmişte kalan tarihi olaylar gibi görülemez; Almanya’da son parti kapatma girişiminin 1950’li yıllarda beri gerçekleşmediği ifadesinin eksik olduğunu orata atmışdır ve Almanyadan örneklemer vermişdir[15] Vural Savaş İspanya’da bulunan koşulları açıklamış ve sorunun kanunlardan çok ülkelerin özel koşullarında aranmasını öngömrmüşdür.[16]

Başsavcının iddianamesinde yaptırım yasayla öngörülmüştür diyerek hangi koşullarda ve kanunlara bağlı kalarak haraket ettiğini belirtmiş dir. Yetkili Cumhuriyet Başsavcısının gizli amacı olduğu, sekreterinin başının örtülü olduğu ve Cumhuriyet Başsavcısı yaptığı işle değil bireysel olarak halk önünde tartışılmış dır. Bülent Arınç iddanemenin Başsavcının elinde yeterli kanıt olmadan bir iddianame hazırladığı, ve "kin ve garez ürünü"; eski bir bakan ise "Askeri darbelerdeki tankların, silahların yerini artık savcılar, hakimler almaya başladı" dedi. Sami Selçuk SPK'nin halkın iradesini hiçe say dığını idda etti ve savcıya kızmanın bir manası olmadığını çünki o da, hukuku kurallarına uymak zorunda olduğunu söyledi[17]. SPK yerine hukukun gereğini yapmakla yükümlü Başsavcı'ya saldırmak, hedefte yanılgıdır/sapmadır fikri ortaya atıldı. Hikmet Sami Türk SPK'da kusur arama gereği olmadığını, asıl sorunun partiler ne yaparlarsa yapsınlar istediklerini söylesinler, isterse bölünmeyi savunsunlar, isterse şeriatın geri getirilmesini savunsunlar diyebilmekden geçtiğini önermiş, zamanın ve koşulların hazır olmadığı yargısında bulunmuşdur [17]. Gelişmeler sonucu hukuk fakülteleri adına yapılan açıklamada, herkesin ve özellikle siyasi parti temsilcilerinin kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda yargı organlarını yıpratacak, hakim ve savcıları baskı altına alacak yaklaşımlardan özenle kaçınmaları ve kanuni görevleri üzerine haraket eden Cumhuriyet savcıları, açtıkları davalarda kişisel olarak taraf değillerdir demişlerdir[18].

Başsavcının iddianamesinde davanın demokrasiyle olan ilişkisini kapatma yaptırımı demokratik toplum gereklerine uygun diyerek gereçeleriyle incelemişdir. Açılan davanın siyaset kurumunu daraltma, hukuku siyasallaştırılmak, anayasa mahkemesinin böyle bir hakkı olmadığı ve siyasi partileri cezalandırma da, takdir etme de halkın egemenliğinde olduğu fikri Süleyman Soylu tarafından söylenmişdir. [19] Davanın baz aldığı Anayasa maddeleri tartışma konusu olmuşdur. AKP'nin başörtüsünü savunduğu için kapatılmak istendiği buna dayanak olan Anayasanın 69. maddesinin değiştirilmesi gerekliliği Nazlı Ilıcak tarafından ortaya atıldı[20] 19 Mart 2008 tarinde AK Partinin hukukçu kurmayları Cemil Çiçek, Sadullah Ergin, Bekir Bozdağ, Burhan Kuzu Ahmet İyimaya, davanın gidişatını depiştirmek için farklı formüller öne sürmüşlerdir. Üç önemli düzenleme üzerinde durulmuş; birincisi siyasi partilere kapatma davasını açma yönteminde de değişiklik; ikincisi kişilerin işlediği suçların sorumluluğunu siyasi partilerin üzerine yüklememeyi ve üçüncü olarak ortak sonuç bulunamazsa referandum sandığı ortaya atılmış dır. Bu bağlanda tartışmaya açılan bir kavram ise siyasi partlerin ancak terör ve şiddete destek verdiğinde kapatılabilir fikri ortaya atılmişdır.[21]

Devlet Bahçeli Başsavcı'nın kapatma davası açma yetkisini elinden alacak ve Anayasa Mahkemesi'nin yetkilerini sınırlandırılacak bir değişikliğin rejimi tehlikeye atabilecek çok vahim bunalımlara davetiye çıkarma ihtimali içerdiğini ve siyasi ve anayasal krize yol açabileceği fikrini ileri görmüşdür.[22] Anayasa değişikliklerinin teklif edilebilirlik açısından da denetlenmesi gerektiğini ileri sürenler, aksi takdirde Cumhuriyet'in ve onun temel niteliklerinin korumasız kalacağını söylemektedirler.

Başsavcının iddianamesinde iddianemesinde "Odak olma" kavramını kapatma yaptırımına konu eylemler ve siyasi partiye isnat edilebilirliği başlığı altında açıklamış dır. Anayasal tartişmaları "Odak olma" tanımı üzerine yoğunlaşmışdır[17]. SPK'deki Odak olma tanımı Başsavcılığa hem Anayasa Mahkemesine geniş bir şekilde takdir hakkı verdiği idda edilmişdir[17].

Ergenekon üzerine
Başbakan Erdoğan davanın açılmasının ergenekon çetesiyle ilişkilendirmişdir. Ertuğrul Günay "derin devletin" Ergenekon çetesi soruşturmasının gidebileceği yerler ve isimlerden rahatsız olarak Başsavcı'ya kapatma davası açtırdığı imasında bulunmuşdur.

Davanın Ergenekon çetesiyle ilişkisinin maddesel olarak kurulmadığı ayrıca dava süresi boyunca AKP'nin Ergenekon çeteleşmesinin üzerine gitmesine ve yargı karşısına çıkarmasına bu davanın engel olamayacağı orataya atılmışdır.

AB ve dış ilişkiler üzerine
Parti kapatma davaları AB parlementosuna gelmişdir. Türkiye faliyetlerinde "AB katılım belgesi" nde anlaşmaya varılan "kanunen geçerli ve insan hakları ve temel özgürlüklerle uyumlu [23]." olduğuna dair açıklama durumunda kalmışdır. Türkiye Dışişleri, aynı zamanda AB sorumlu bakanı T.C. Devletini imzaladığı anlaşmalara uyduğuna karşı pozisyon belirler ve karşı kurumlarla bu konu da iletişime girer. Hükümette olan ve dış ilişkilerini yönlendiren bir partinin kapatılma süreci boyunca faliyetleri dış ülkelerle olan ilişkileri olumsuz etkileyeceği ortaya atılmış. Dış ilişkilerden sorumlu bakanın bu durum da devlet ve partisi arasında kalma ihtimali olduğu önesürülmüşdür[24].

30 Mart 2008 Avrupa Birliği Slovenya'da yaptığı iki günlük gayri resmi dışişleri bakanları toplantısında, Türkiye-AB ilişkilerine etkisi üzerinde gelişmişdir. Açılan dava da partinin laiklik pozisyonunun hukuksal yönden irdelendiğinde Anayasada belirlenen formla bağdaşmadığı partinin öne sürdügü kavramın "iktidara gelişinin henüz birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması" iadda edilmişdir[25]. AB üyesi ülkelerin bakanları da, Bakan Babacan'a dini kurallar ve devlet yönetim ile pozisyonu sorulmuş ve Babacan "Anlayışımıza göre laiklik, din ve devlet işlerinin kesin çizgilerle ayrılmasıdır. Laiklik, hiçbir dinî kuralın devlet yönetimine etkide bulunmamasıdır. AK Parti olarak çalışmalarımız bu çerçevede yapılmıştır. Son beş yılda yapılanlara bakılırsa, kadın-erkek eşitliği ile ilgili yapılan reformlar, yeni Medeni Kanun... Bütün bu adımlar, Türkiye'deki laiklik çerçevesini güçlendiren adımlardır; yıpratan adımlar değildir. diye partisini ve buna bağlı olarak Türkiyeyi savunmuş dur. İddanemede temel kanıt olarak gösterilen üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını öngören anayasa değişikliğine Ali Babacan, söz konusu düzenlemenin "özgürlükler adına" yapıldığı fikrini iletmişdir[26]. Ali Babacan'ın ileri sürdüğü pozisyonun devletin resmi görüşü olup olmadığı belirlenmemişdir. AB ülkeleri dışişleri bakanları toplantı sonrasında Batı Balkanların entegrasyonuna devam etme söz verdiler, yukarıdaki tartışmalar toplantı açıklama belgesinde bulunmamaktadır [27].

Olli Rehn davanın Türkiye Anayasası ve Hukukunda "systemic error (Sisteme bağlı hata)" olduğunu ve bunu Avrupa Parlemantosuna 2 Nisan (Çarşamba Günü) getireceğini ve Türk Anayasal düzenini Avrupa da tartışacağını belirtmiş[28]. Avrupa Parlemantosu Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili gerekçeli kararını inceleyecek ve pozisyon belirleycek dir[29]. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, "Türkiye’de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor" argumanını ortaya atmış dır. AB parlamentosu bağımsızlığını tartışamadıkları Anayasa Mahkemesi’ne karşı söylemlerinde "systemic error" tanımı ve yargı darbesi tanımlamasını kullanması Avrupa birliğinin Türk hukukunu baskı altında tutma amacına hizmet ettiği ileri sürülmüşdür[30].


Dava

Dava Süreci
AK Parti'nin kapatılması istemiyle açılan dava sürecinin resmen 17 Mart 2008 gününde başladı. İddianamenin üyelere 18 Mart 2008 verildi. Raportör olarak Doç. Dr. Osman Can görevlendirildi. Raportör dosya ile analizini 29 Mart 2008 günü tamamladı. İddanamede herhangi bir eksiklik tespit edilmedi ve dava 31 Mart 2008 günü kabul edilip AK Parti'ye gönderildi. AK Parti yasal olarak 1 ay içinde ön savunmasını hazırlayacak. Bu savunma Anayasa Mahkemesine verilmesinin ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya, esas hakkındaki görüşünü bildirecek. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının esas hakkındaki görüşü AK Parti'ye gönderilecek. Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AK Parti yetkilileri de sözlü savunma yapacaklar.

Davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak raportör, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, gerekse davalı AK Parti ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi Heyeti kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacaklar. AK Parti'nin savunma aşamalarında yasal sürenin dışında ek süre talebinde bulunması halinde Anayasa Mahkemesi bu istemleri de değerlendirecek.

Anayasa'ya göre bir siyasi partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak. Buna göre, kapatma kararı için Anayasa Mahkemesinin 11 asıl üyesinin en az 7'sinin oyu gerekecek. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 69. maddesine göre, temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma kararı da verebilecek.

İnceleme raporu
Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can iddianame ile ilgili inceleme raporu 29 Mart de sunulmuş dur. 70 sayfalık ön inceleme raporunda iddianamenin iade ve kabul şartlarının bulunduğu seçenekleri sıraladı. Tarafsız olarak hazırlanan inceleme raporları bağlayıcı doküman değiller.

Ön inceleme raporunda Cumhuriyet Yüksek Mahkemesi'nin Kuruluş Kanunu'nu 33. maddesine mahkemenin görüş bildirebileceği ama önüne sunulan iddianamenin reddi müessesesinin bulunmadığını kaydetti. Cumhuriyet Yüksek Mahkemesi iddianameyi iade koşulu ancak iddianamede eksiklikler halinde olmakda, ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı mahkemenin işaret ettiği eksiklikleri gidererek yeniden iddianame düzenleme yetkisine sahip. Anayasa Mahkemesi Kuruluş Kanunu’nda CMK’ya değil CMUK’a atıfta bulunulduğu Anayasa mahkemesinin kararıyla ilk defa belirlenmiş olacak.

Ön inceleme raporunda davalı Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olarak faliyetlerinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle dava iddianamesinde olup olamayacağı (Şekil yönünden iade) veya iddianamenin iadesine etkisi yönünde bir analiz bulunmadığı. Anayasanın Cumhurbaşkanıyla ilgili hükümlerinin özellikle suçla ilgili kısımlarının 'vatana ihanet'le sınırlandırılması geçmiş suçların (hükümette iken) bu makama taşınıp taşınamayacağı sorusu öne sürülmekteydi.

İddianamenin kabulü
Anayasa Mahkemesi Başkan Haşim Kılıç ve Başkanvekili Osman Alifeyyaz Paksüt üyeler Serdar Özgüldür, Sacit Adalı, Ferruh Kaleli 31 Mart 2008 gününde toplanmışç İddianame ve raportör raporu üzerin üyeler fikirlerini 4 saat süre ile belirtmişlerdir. İddianamenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında kalan bölümü oy birliği ile kabul edilmişdir.

Raportörün Gül ün Cumhurbaşkanı olması nedeniyle şekil yönünden sorunlara kanuni yaklaşımı öne sunmadığı ve mahkeme üyeleri arasında bu konuda bireysel görüş ayrılığı oturumun ana konusunu oluşturmuşdur. Gül bölümü ancak oy çokluğu (Haşim Kılıç, Serdar Özgüldür, Sacit Adalı, Ferruh Kalelinin red oylarıyla) kabul edildi. Anayasa Mahkemesinin bu kararına göre, Cumhurbaşkanları, cumhurbaşkanı seçilmeden önceki fiilleri nedeniyle yargılanabilirler. Bu konuda gerek akademik çevrelerde, gerek siyasi çevrelerde ki dava öncesi tartışmalara son verilmişdir. Yargı sonuçlarının, vatana ihanet olmadığı durumlarda, Cumhurbaşkanlarına uygulanması ise başka bir soru olarak kalmaktadır. Ceza hukukunda Cumhurbaşkanının vatana ihanet tanımı olmadığı halde Anayasa’ya böyle bir hüküm konulması davanın sonucunun Cumhurbaşkanı suçlu bulunduğunda ceza hukukunda yeni bir tanımın gelişmesine yol açacakdır.

Ön savunma
AKPnin ön savunmasını sunması beklenmektedir.


Derin devlet

Derin devlet, devletin üst kademesinin; MGK, TSK Komuta kademesi, MİT gibi devletin milli siyaset belgesini hazırlayan ve bunun uygulanması için gerekli tedbirlerin almasını sağlayan kurumların oluşturduğu; yasalarda yeri olmayan ancak teamül denilen alışagelinmiş kurallar çerçevesinde Devletin bekaası, milli birlik ve beraberliğin bütünlüğü için çalışmaların tümünün organize edilmesi tüm bu kurumların mutabakatı ve anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez kuralları dahilinde yapılır ki yapıcı şema bütününe literatürdeki adıdır.

• ‘Bir devletin, diğer bir devlete (kendi halkına değil-diğer devlete karşı) karşı yürütmüş olduğu, haber toplama ‘yıkıcı faaliyet ve sabotaj’ çalışmalarının tümüne, istihbarat faaliyetleri denir. Bazı ülkeler bunlara ilave olarak, öldürme ‘hükümet devirme gibi faaliyetleri de yaparlar. Bunlardan yıkıcı faaliyetler ve sabotaj; barışta ve savaşta, ‘içten ve dıştan’ ülke bütünlüğünü parçalamak veya başka bir rejim ‘sistem’ getirmek amacıyla, şahıslar ‘tüzel kişiler’ veya devletler tarafından yürütülen / organize edilen tüm faaliyetlerdir. Yalnız bu faaliyetler, sadece yabancı devletler tarafından uygulanmayıp, bizzat o ülkenin kendi vatandaşları (başta medya ve sivil toplum örgütleri kullanılarak) işbirlikçileri tarafından da yapılabilir.

• İşte bir devletin bütünlüğünü ‘bağımsızlığını’ inanç birliğini tehdit eden bu tür faaliyetleri, açık veya gizli yöntemlerle yok etmeye İstihbarata Karşı Koyma (İKK) faaliyeti denilebilir. Dünyanın bütün ülkelerinde bir derin devlet yapılanması vardır. Bu yüzden yabancı istihbarat örgütlerinin Türkiye'de yapmış olduğu faaliyetlerde Türk Derin Devletinin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır.Zira iki veya daha fazla ülke resmi olarak dost hatta müttefik olarak bulunduğu bir dönemde bile, aynı ülkelerin derin devletleri savaş halinde olabilir.Unutulmamalıdır ki,derin devlet soyut bir kavramdır.


Derin devlet kavramının tarihçesi
1996'da yaşanan Susurluk skandalıyla giderek yaygınlaşan bir kavram olan derin devletin kökeni ve ne anlama geldiği konusunda farklı savlar vardır. İleri sürülen bir teoriye göre, derin devletin başlangıç noktası Soğuk Savaş döneminde NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır.[1] Bu örgütün Türkiye'de Kontrgerilla adı altında faaliyet gösterdiği iddia ediliyor.[1] 1974 yılında, bu iddiayı destekleyen ilk devlet adamı Eski Başbakan Bülent Ecevit olmuştur.[2] Bir diğer teoriye göre ise derin devletin kökleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa'ya kadar uzanır.[1] Bu iddiayı destekleyenler arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan vardır.[3]

Derin devletin varlığına yönelik iddialar
Derin devletin varlığını dile getiren ilk devlet adamı Bülent Ecevit oldu. Ecevit, 26 Eylül 1974'te, Giresun'da yaptığı bir konuşmada şu ifadeyi kullandı:
“ 12 Mart sonrası dönemde adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine ve insaniliğine gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü fakat gayriresmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılamamıştır.[2] ”

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise 17 Nisan 2005 tarihinde, CNN Türk'te yayınlanan Ankara Kulisi adlı programda konuyla ilgili şunları söyledi:
“ Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir, derin devlet. Cumhuriyet'i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suiistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır. Derin devlet şu anda devrede değil. Derin devlet, kanaatlerine göre, devleti yıkılma sınırına getirmediğiniz sürece hareket halinde değildir. Onlar ayrı bir devlet değil, ama devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar.[4] ”

Demirel, NTVMSNBC'de yayınlanan Basın Odası programında "Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır" dedi.[5] 12 Eylül 1980 askerî yönetiminin başı olan Kenan Evren, "Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız. 1980'de Demirel'in suçu yoktu. Daha yeni gelmişti, ne yapalım onun dönemine rastlamıştı"[5] diyerek Demirel'in görüşlerine destek verdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AGOS gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, 26 Ocak 2007 tarihinde Kanal 7'de yayınlanan İskele Sancak adlı programda şu sözleri dile getirdi:
“ Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok, katılmıyorum olur mu, neden olmasın. O her zaman olmuş. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey de değil. Ta Osmanlı'dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten. Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek.[3] ”

Erdoğan, "kurumlar içi çeteleşme"[2] olarak nitelediği derin devletle ilgili açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“ Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilmediği için bedelini hem millet hem devlet olarak ödedik. Yürütme olarak belirli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama, yargı birlikte gidilmeli. Meclis araştırma komisyonlarından bir sonuç çıkmıyor. Trabzon'da attığımız adım, bunun adımıdır. Vali ve emniyet müdürünün görevden alınması ve mülkiye müfettişleri göndermek bu işin altyapısını oluşturma çabasıdır. Geçmişte ne gibi yazışmalar oldu, müdahale yapıldı mı bakılacak. Bir başka ile sıçrayabilir. Şemdinli'deki netice herkesi tatmin etmemiş olabilir. Şemdinli'den sonra bir sürü olay oldu. Sauna, Atabey çetesi çıktı. Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli.[2] ”

Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ise devlet içinde gayrimeşru oluşumların yer aldığını, fakat kullanımı yaygınlaşmış olan "derin devlet" kavramının yanlış olduğunu savunuyor:
“ Derin devlet öteden beri polemiklere konu olmuştur. Bir takım güvenlik birimleri, kamu sıfatına sahip kişiler kendilerine görev ve yetki biçiyor. Ülkenin geleceğini koruma görevini kendilerinde buluyor. Vatan ve memleketle ilgili olarak kendilerini daha imtiyazlı sayıyor. Kendilerini vatansever görüp bazı eylemler yapmaya adıyor. Bunlar var mı, yok mu bilemem ama hiçbiri yasadaki yetkileri içermiyor. Anayasadan, yasalardan alınmayan bir yetkinin devlet adına kullanımı "meşru yetki" değildir. Bu kişilerin resmi sıfatları da olabilir. Yasaya dayanmıyorsa, yapılan işi devlete ait bir iş olarak görmüyorum. Ben onu ne bilinen, ne de derin devlet olarak nitelerim. Bu tip şeylere devlet bile demem.[6]


Kırmızı Kitap (MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİ)

Can Dündar'ın yazısından aLıntıdır

Devletin gizli bir çekmecesinde kırmızı ciltle kaplı bir kitap var.
İçinde ne yazdığını pek az kimse biliyor. Ancak bilenler, bunun "Türkiye'nin gizli anayasası" olduğunu söylüyorlar. Yani Türkiye aslında o kitapta yazılı kurallarla yönetiliyor.
Kısaca bu kitabın ve "yazarı"nın tarihinden söz edelim:
1949'da "savunma stratejisini hazırlamak" amacıyla Ankara'da bir Milli Savunma Yüksek Kurulu kuruldu. Kurul 17 sivil bakan ve Genelkurmay Başkanı'ndan oluşuyordu.
1961'de Menderes'i deviren askerlerin sivillere güvensizliği bu kurula da yansıdı. Savunma konularında "tavsiye"lerde bulunmak üzere Milli Güvenlik Kurulu teşkil edildi. Daha önce tek oyu olan Genelkurmay Başkanı, yanına 3 kuvvet komutanını da aldı. Durum; 4 asker, 8 sivil oldu.
1982 Anayasası ile MGK güvenlik kararlarını hükümete "önerme"ye değil "bildirmeye" başladı. 10 kişilik kuruldaki denge de siviller aleyhine değişti: 5 asker, 4 sivil ve 1 cumhurbaşkanı...

Herhalde "derin devlet" diye söz edilen yer, ülke yönetiminde son 50 yılda etkisi adım adım artırılan bu kurum olsa gerek...
MGK'nın beyni "genel sekreter"... Adı pek bilinmiyor ama "Gölge Başbakan" olduğu söyleniyor. Emrinde 250 kişi çalışıyor. Görevi; "devlette devamlılığı temin"... Yani devleti bir ata benzetirsek, süvari değişse de atın aynı yönde koşmasını sağlamak...
Nasıl yapılıyor bu?..
Genel sekreterin 4 yardımcısından biri olan "Milli Güvenlik Siyaseti Başkanı" stratejiyi hazırlıyor. Devletin tehdit sıralamasından ekonomi politikalarına, kültürel önceliklerden dış siyaset tercihlerine kadar her şeyin yazılı olduğu bu belgede Genel Sekreterlik'te pişirilip kırmızı kitaba dönüştürülüyor. Önce MGK'da sonra Bakanlar Kurulu'nda onaylanıyor. Meclis, - içinde ne yazdığını bilmese de - bu kitaba aykırı yasa çıkaramıyor.
Her seçilen iktidar, 3 ay içinde MGK Genel Sekreterliği'ne brifinge davet ediliyor. Burada yeni süvariye "ulusal savunma stratejisi" anlatılıyor.
Peki ya iktidar olan partinin programı bu kitapla çelişirse?..
Yıllar önce bu soruyu MGK'nın eski genel sekreteri, emekli Org. Doğu Bayazıt'a sorduğumda şu yanıtı almıştım:
"İktidara gelen parti milli güvenlik siyaseti esaslarından haberdar olunca programındaki çoğu fikri değiştirir".

İşte Mesut Yılmaz'ın "üzerindeki perdeyi açmalıyız" dediği "ulusal güvenlik sendromu" bu...
"Kırmızı kitap", üniformalılara hükümetler üstünde tahakküm kurma şansı veriyor.
Askerler "Milli güvenlik siyaset belgesini Bakanlar Kurulu onaylıyor" dese de 28 Şubat'ta açıkça görüldüğü gibi pratikte "at", kararlara uymayan süvariyi ne yapıp yapıp sırtından atıyor.
Yıllardır zaman zaman yaptığı çıkışlarla askerlerle polemiğe giren ve "iktidar ilişkilerini altüst edecek" AB üyeliğini kararlılıkla savunan Yılmaz bu çıkışıyla çok hassas bir damara bastı.
İktidarını biraz da halkın ulusal güvenlik kaygılarına borçlu olan Devlet Bahçeli'nin Yılmaz'a yönelik çıkışını "MGK'nın tepkisi" olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Ancak kim ne derse desin soğuk savaşın bitmesinin ardından bütün dünya savunma harcamalarında kısıntıya giderken, 4 yıl öncenin bölücülük ve şeriat tehditlerini aşmış gibi görünen Türkiye'nin son 4 yılda savunma harcamalarını yüzde 50'den fazla artırması, dünya devi ABD bile milli gelirinin yüzde 3'ünü savunmaya ayırırken, krizdeki Türkiye'de bu payın yüzde 5.4 olması hepimizi düşündürmelidir.
Bütün geleceğimizi biçimlendiren "Ulusal Güvenlik Siyaseti Belgesi"nin içeriğini bilmek ve cebimizden harcanan paranın tehdidin ölçüsü ile orantılı olup olmadığını tartışmak en doğal hakkımız...
"Kırmızı kitap"ın kapağı açılırsa bundan sadece Türkiye değil, "gizli iktidar" iddialarına muhatap olan MGK da yararlanır.


KIRMIZI KİTAP (MİLLİ GÜVENLİK SİYASET BELGESİ) Hakkında Bilgi

ürkiye’nin gizli anayasası olduğu söylenen bir küçük kitap var.Kırmızı ciltli olduğu için Kırmızı Kitap denilen bu kitabın içinde ne yazdığını pek az kimse biliyor. Ama bilmediğimiz bu kitap, bizi yönetiyor.
Ondan ilk önce Alparslan Türkeş söz etti..”Devletin kırmızı bir kitabı var” dedi. O gün bugündür Kırmızı Kitap merak konusu olageldi.
Türkeş, 10-15 sayfalık bu kitabı 1961 yılında görmüştü.O zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları” idi. Kırmızı bir ciltle kaplanmıştı.
İçinde Türkiye’nin güvenlik alanındaki temel siyasi yörüngesi yazılıydı.

Yıllar içinde o kitap kalınlaşıp, derinleştiyse de özünden bir şey kaybetmedi. Ve zamanla anlaşıldı ki, orada yazılı kararlar “hükümetler üstü”dür.”

Devletin gizli bir çekmecesinde kırmızı ciltle kaplı bir kitap var.
İçinde ne yazdığını pek az kimse biliyor. Ancak bilenler, bunun “Türkiye’nin gizli anayasası” olduğunu söylüyorlar. Yani Türkiye aslında o kitapta yazılı kurallarla yönetiliyor.
Kısaca bu kitabın ve “yazarı”nın tarihinden söz edelim:
1949′da “savunma stratejisini hazırlamak” amacıyla Ankara’da bir Milli Savunma Yüksek Kurulu kuruldu. Kurul 17 sivil bakan ve Genelkurmay Başkanı’ndan oluşuyordu.
1961′de Menderes’i deviren askerlerin sivillere güvensizliği bu kurula da yansıdı. Savunma konularında “tavsiye”lerde bulunmak üzere Milli Güvenlik Kurulu teşkil edildi. Daha önce tek oyu olan Genelkurmay Başkanı, yanına 3 kuvvet komutanını da aldı. Durum; 4 asker, 8 sivil oldu.
1982 Anayasası ile MGK güvenlik kararlarını hükümete “önerme”ye değil “bildirmeye” başladı. 10 kişilik kuruldaki denge de siviller aleyhine değişti: 5 asker, 4 sivil ve 1 cumhurbaşkanı…

Herhalde “derin devlet” diye söz edilen yer, ülke yönetiminde son 50 yılda etkisi adım adım artırılan bu kurum olsa gerek…
MGK’nın beyni “genel sekreter”… Adı pek bilinmiyor ama “Gölge Başbakan” olduğu söyleniyor. Emrinde 250 kişi çalışıyor. Görevi; “devlette devamlılığı temin”… Yani devleti bir ata benzetirsek, süvari değişse de atın aynı yönde koşmasını sağlamak…
Nasıl yapılıyor bu?..
Genel sekreterin 4 yardımcısından biri olan “Milli Güvenlik Siyaseti Başkanı” stratejiyi hazırlıyor. Devletin tehdit sıralamasından ekonomi politikalarına, kültürel önceliklerden dış siyaset tercihlerine kadar her şeyin yazılı olduğu bu belgede Genel Sekreterlik’te pişirilip kırmızı kitaba dönüştürülüyor. Önce MGK’da sonra Bakanlar Kurulu’nda onaylanıyor. Meclis, - içinde ne yazdığını bilmese de - bu kitaba aykırı yasa çıkaramıyor.
Her seçilen iktidar, 3 ay içinde MGK Genel Sekreterliği’ne brifinge davet ediliyor. Burada yeni süvariye “ulusal savunma stratejisi” anlatılıyor.
Peki ya iktidar olan partinin programı bu kitapla çelişirse?..
Yıllar önce bu soruyu MGK’nın eski genel sekreteri, emekli Org. Doğu Bayazıt’a sorduğumda şu yanıtı almıştım:
“İktidara gelen parti milli güvenlik siyaseti esaslarından haberdar olunca programındaki çoğu fikri değiştirir”.

İşte Mesut Yılmaz’ın “üzerindeki perdeyi açmalıyız” dediği “ulusal güvenlik sendromu” bu…
“Kırmızı kitap”, üniformalılara hükümetler üstünde tahakküm kurma şansı veriyor.
Askerler “Milli güvenlik siyaset belgesini Bakanlar Kurulu onaylıyor” dese de 28 Şubat’ta açıkça görüldüğü gibi pratikte “at”, kararlara uymayan süvariyi ne yapıp yapıp sırtından atıyor.
Yıllardır zaman zaman yaptığı çıkışlarla askerlerle polemiğe giren ve “iktidar ilişkilerini altüst edecek” AB üyeliğini kararlılıkla savunan Yılmaz bu çıkışıyla çok hassas bir damara bastı.
İktidarını biraz da halkın ulusal güvenlik kaygılarına borçlu olan Devlet Bahçeli’nin Yılmaz’a yönelik çıkışını “MGK’nın tepkisi” olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Ancak kim ne derse desin soğuk savaşın bitmesinin ardından bütün dünya savunma harcamalarında kısıntıya giderken, 4 yıl öncenin bölücülük ve şeriat tehditlerini aşmış gibi görünen Türkiye’nin son 4 yılda savunma harcamalarını yüzde 50′den fazla artırması, dünya devi ABD bile milli gelirinin yüzde 3′ünü savunmaya ayırırken, krizdeki Türkiye’de bu payın yüzde 5.4 olması hepimizi düşündürmelidir.
Bütün geleceğimizi biçimlendiren “Ulusal Güvenlik Siyaseti Belgesi”nin içeriğini bilmek ve cebimizden harcanan paranın tehdidin ölçüsü ile orantılı olup olmadığını tartışmak en doğal hakkımız…
“Kırmızı kitap”ın kapağı açılırsa bundan sadece Türkiye değil, “gizli iktidar” iddialarına muhatap olan MGK da yararlanır.

Not: Kırmızı kitapla ilgili eLimde bir bölüm mevcut fakat ne kadar gercek bilemem ve içeriğinde genel bilgiler içermekte... özel bilgiler içermemektedir... ayrıca kitabın 3. bölümü mevcut değildir.... dileyen pm atarsa kopyasını verebilirim...



Umarım hepsini okumussunuzdur... Sizce hepsi hangi kapıya çıkıyor?
 
İşler sarpa sarınca yine derin devlet hortladı...Günah kecisi mübarek......Bütün kötülüklerin bası bu derin devlet...Ama ne hikmetse basbakanın bile gucu yetmıyor...O zaman gidelim derin devleti basa getirelim bilader...Ne diye ona buna oy verip duruyoruz...
 
kurtlar vadisi

Polat
Memati
Abdülhey
Güllü Erhan

ve
İhtiyar heyeti

nasıl ama? :clap:clap:clap
 
kurtlar vadisi

Polat
Memati
Abdülhey
Güllü Erhan

ve
İhtiyar heyeti

nasıl ama? :clap:clap:clap

bu kadar yazıyı sen daLga gecesin diye eLimLe yazmadım ben... adam gibi yorumLar bekliyorum arkadasLar.. biriLeri hala bi şeyLerin farkında deiL...
 
Geri
Üst