Sultan Abdülhamit Kim, Bugünün “istibdatçıları” Kim!--

Vtnsvr

New member
“Devletin paşalık mertebesine çıkardığı bir namuslu asker, düşmanla işbirliği yapmak, ordusunu kaçmaya teşvik etmek gibi bir vatan hainliği yapmadıkça, nasıl bir kusuru olursa olsun tutuklanmaz, elleri bağlanmaz. Hele bunlar, vaktiyle yaptığınız bir işten ötürü sizi haklı olarak tenkit etmiş insanlarsa…”



Emekli komutanlara reva görülen muameleye değil ama Aydın Doğan gazetelerine “ambargo” çağrısına, “istibdad” denildi. İstibdad da otomatik olarak, Sultan Abdülhamit’i, sansür ve jurnal rejimini çağrıştırdı. Acaba benzerlik var mı?



Balkanlar elimizden gitmek üzere. Oradaki ordu içinde ikilik var. Komutan, kendisini hatalarından dolayı eleştiren yardımcısını İstanbul’a şikayet eder, düzmece gerekçelerle İstanbul’a çağrılıp, tutuklanmasını ister. Sultan Abdülhamid, sırf orduda “bölünmüşlüğün” ne olduğunu iyi bildiği için şikayet edilen komutanı İstanbul’a çağırır, ama tutuklatmaz. Balkanlar’daki komutan günlerce yardımcısının tutuklandığı haberini bekler, istediği olmayınca da Abdülhamid’e ateş püskürür.



Yıllar sonra Sultan Abdülhamid, “Hatıratım”da, Balkanlar’ı nasıl kaybettiğimizi anlatırken, bu hadiseye de değinir ve şunları yazar:



“Devletin paşalık mertebesine çıkardığı bir namuslu asker, düşmanla işbirliği yapmak, ordusunu kaçmaya teşvik etmek gibi bir vatan hainliği yapmadıkça, nasıl bir kusuru olursa olsun tutuklanmaz, elleri bağlanmaz. Hele bunlar, vaktiyle yaptığınız bir işten ötürü sizi haklı olarak tenkit etmiş insanlarsa…”



Sultan Abdülhamit kim, bugünün “istibdatçıları” kim?



Dayan Şener Paşa, dayan!..



“İSTİBDAD”IN SULTANI’NDAN ŞAMARLAR



Birileri “Abdülhamid’i övüyorsunuz” diye kızabilir. Evvel emirde, devr-i yönetimini, devrinin şartları ile değerlendirmek zorundayız. Öyle, “özgürlük, demokrasi, statükocularla, darbecilerle mücadele” gibi “paravan” arkasına gizlemeden, ayan ve beyan parçalanmak üzere ameliyat masasına yatırılmış Osmanlı’yı kurtarmak için, doğru-yanlış verilen bir mücadele var. Diyelim ki, çok hataları oldu, ama en azından yıllar sonra yaptığı analizler –isteyen günah çıkarma- diyebilir, hem bugün ülkeyi yönetenlere, hem düne kadar onları, “değişti, aslan, kaplan, ülkeye çağ atlattı, Türkiye’yi özgürleştirdi” diye alkışlayanlara ve dahi biz gariplere “şamar” gibidir. Bu şamarlardan birkaçını yemeye var mısınız?



“Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri Vezir ve Sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamazdı. Ceddi Azizim Selim Han (3. Selim) ‘Yabancıların elleri ciğerlerimin üstünde geziniyor, aman biz de yabancı devletlere elçi gönderelim ve onların ne yapmakta olduklarını bir an önce öğrenmeye çalışalım’ diye feryat etmişti. Ben bu yabancı elleri ciğerlerimin içinde duyuyordum. Sadrazamlarımı, Vezirlerimi satın alıyorlar ve mülküme karşı kullanıyorlardı. Ben, nasıl olur da devlet hazinesinden beslediğim bu insanların ne yaptıklarını, neye hazırlandıklarını öğrenmeyebilirdim.”



“Evet, jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimeti ile gırtlaklarına kadar dolu oldukları halde devletime ihanet edenleri tanımak, izlemek için!..”



“Benim bulunduğum yer, şahsi kaygıların çok üstüne çıkılması gerekli olan bir makamdır. Yeryüzünde bunu bana soran olmasa bile, ruz-i mahşerde her yaptığımın hesabı sorulacağını bilir ve iman ederim. Padişah olarak elbette benim de kusurum olmuştur, fakat hangi kusurum olmuş olursa olsun, kin gütmek, devlet işleri ile duygularımı karıştırmak gibi bir kusurum-elhamdülillah- olmamıştır. Ruz-i mahşerde böyle bir soruya muhatap olmayacağım.”



“Çeşitli çalkantılar içinde ayakta durmaya çalışan ülkeme şifa yerine zehir sunmak isteyenlerin önüne geçmenin adı sansür’dür. Bahçıvan çiçeklerini nasıl muzır böceklerden korursa, ben de memleketimi sözde fikirlerden korudum, onların devletimi kemirmesine müsaade etmedim.”



“Ben hiçbir zaman devletlerden ve yabancılardan korunma dilenmek aşağılığında bulunmadım…Allah hiçbir hükümdara, taç ve tahtını yabancı bir devlete borçlu olmak zilletini göstermesin.”



“Hürriyet, hürriyet diye devlete oturdular, fakat gelir gelmez hürriyeti yalnız kendileri için istediklerini de ortaya koydular. Onların anladıkları hürriyetin, bana sövüp sayma, kendilerini alkışlama hürriyeti olduğu eserlerle ortadadır. Köprü üstünde muhalif gazeteci öldürmek hürriyeti de buna dahil!...Tanrı memleketimi bu çeşit hürriyetlerden korusun.”



Bugün yaşadıklarımızı düşünün!..Yapılan hangi işin milletin, devletin güvenliğini, haysiyetini, menfaatini, birlik ve bütünlüğünü korumayla alakası var?



Sultan Abdülhamit’in benzetmesiyle sorarsak, başımızdaki bahçıvanlar neyi koruma peşindeler? Türkiye bahçesini mi, şahsi bahçelerini ve ikballerini mi?



RUZ-İ MAHŞER SORULARI



Evet, acaba birileri ihale, kazanç, güç peşinde koşmaktan fırsat bulup da, bu dünyada yakayı-paçayı sıyırsalar da, bir gün ruz-i mahşerde her yaptıklarının hesabının sorulacağını akıllarına getiriyor, gönül rahatlığı ile “elhamdülillah” diyebiliyorlar mı?



Mesela, “Ülkeyi yönetmeye talip olduğunuzda parti programınıza şunları yazmıştınız, ne yaptınız, yazdıklarınıza uydunuz mu?” diye sorup, şu satırlar hatırlatılmayacak mı?

“Partimiz bütün vatandaşlarımızın özgür haber alma ve düşüncelerini yansıtma hakkını esas kabul eder. Çağımız demokrasilerinin vazgeçilmez koşullarından biri, özgür medyanın varlığıdır. Başta anayasa olmak üzere medyaya ilişkin tüm yasal çerçeve ele alınarak, medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmayan yasak ve cezalar kaldırılacaktır. Yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri, titizlikle korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır”



Peki ne cevap verecekler? “Önce bizim düşünce ve faaliyetlerimize karşı çıkanları, suçlarının ne olduğunu söylemeden cezaevine koyduk…Sonra kendi medyamızı yarattık…Sonra bizden olmayan medyaya ambargo çağrısında bulunduk…Sonra da…” mı diyecekler?



Yine mesela, şu konuşmayı sormayacaklar mı?:



“Biz diyoruz ki, milletimiz her şeyin en iyisine layık. Birinci sınıf bir cumhuriyet. Birinci sınıf bir demokrasi. Birinci sınıf bir vatandaşlık. Ve birinci sınıf bir hayat olacak bu ülkede. Bunu özellikle milletimizin kendine olan güvenini kırmaya, sarsmaya gayret eden bedbahtlara söylüyorum. Türkiye bir korku krallığı olmayacak. Türkiye fırsatların, umutların ülkesi olmaya devam edecek.”



Peki ne oldu? Ya insanlar, “Önce ekmeğimizi, aşımızı aldılar. Sonra umutlarımızı çaldılar…Sonra ülkemizin güvenliği tehdit altına sokuldu…Sonra dinimizi istismar ettiler…Sonra özgürlüğümüz gitti…Sonra da…” derse?!..



Sultan Abdülhamid’le başladık, onunla bitirelim; Onca acıdan, tecrübeden sonra demiştir ki;



“Adalet meşruiyetin temelidir. Meşruiyet, hükmetmenin dayanağıdır. Kuvvet, meşruiyetin yaptırımıdır. Bu halde, kuvvet meşruiyete, hükmetme adalete dayanmak zorundadır. Her kim ki adaletsiz hükmetmeye, meşruiyetsiz kuvvet kullanmaya kalkarsa, yıkılır.”



Günümüzün “Sultan, Padişah” bozuntularına duyurulur!..







Kaynak: Meyyal Uygur-Açık İstihbarat


http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7847
 

lazzuri53

"LazigoL"
tarihte bazen Türk topLumunun başına bir Lütüf oLmuştur iyi yöneticiLer..
Yavuz'un II.Bayezid'den tahtı aLıp osmanLıyı 8 yıLda 80 yıL iLerLetmesi,
MasonLarLa iLişiği oLan ve ruhsaL dengesizLiği buLunan V.Murat'ın da tahttan indiriLmek zorunda kaLınması ve hiç isteniLmese de II.AbdüLhamid Han'ın tahta geçiriLişi..
Ve tabii ULu Önder Atatürk..

bu isimLer in midir cin midir biLinmez ama bi anda çıkıp hem devLete hem topLuma büyük katkıLar yapmışLardır..
ve günümüzde bu yöneticiLerden maaLesef mahrumuz..
 

ramo46

New member
Abdulhamit döneminde Vadelmiş toprakları
satın almak isteyenlere verilen cevabı bugünün
haramzadeleri verebilecekmi.

Teodor Herzel II. Abdülhamit ile görüşerek
Filistin’in kendilerine satılmasını talep etti.
II. Abdülhamit’in cevabı su şekilde oldu:

Bu meselede ikinci bir adım atılmasın.
Ben bir karış dahi olsa toprak satmam,
zira bu vatan bana değil, milletime aittir.
Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır.
O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz.
Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer
Plevne'de şehit düşmüşlerdir.
Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe
meydanlarında kalmışlardır.
Türk imparatorluğu bana ait değildir,
Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem.

Günümüzün “Sultan, Padişah” bozuntularına duyurulur!..(konudan alıntıdır)
 

HTML

Üst