Sorması Ayıp Bu Köy Kimin Köyü?

Grave_Worm

Banned
Katılım
3 May 2006
Mesajlar
481
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
42
Konum
Tanrı Dağı
BU KÖY KİMİN KÖYÜ



Eskiden bir şarkı vardı hatırlar mısınız? Ahmet Kutsi Tecer'in bir şiiriydi aslında, Orada bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesekte, gelmesekte o köy bizim köyümüzdür.

Ben bu şarkıyı her söylediğimde daha ilkokulda olmama rağmen Dede Korkut masallarında dinlediğim ama nerede olduğunu bilmediğim halde bizim olduğuna inandığım bir köyü ve insanları hayal ederdim.

Aradan geçen 28 yıl sonra ise karşı karşıya olduğum durumun en iyimser tarifi; öz vatanında yetim kalmak.

At izinin it izine karıştığı ama ne atların ve ne de itlerin bizim köyün itleri olmadığı bir köy meydanına döndü memleket kıymetli okuyucu. Bekçisiz kalmış bir köy. Muhtarsız kalmış bir köy. Köylülerin bazıları bu durumun farkında, geri kalanı efsunlanmış gibi her şeyden bi haber.

Köyün meralarını başkaları kullanıyor, köy ihtiyar heyetinin kimin sözünü dinlediği belli değil. Utanç artık tanıdık bir duygu olmuş ve yadırganmıyor, eskiden utanılacak şeyler her gün başımıza gelmeye başlamış ve bir tek tepki yok.

Hüseyin Mümtaz'ın Türk Kara Kuvvetlerinin 2215'nci kuruluş yıldönümü olan 28 Haziran günü yayınlanan yazısını okuyup utanmamak ve bu utancın altında ezilmemek elde değil. Bu gün 4 Temmuz 2006 yani Tanrıkut Mete'nin kutlu ordusunun kuruluşundan 2215 yıl ve 6 gün sonrası, bu gün, Süleymaniye utancının üçüncü yıldönümü.

Türk askerinin, harp meydanlarında akıttığı kanlar ve verdiği canlar karşılığında, destanlar yazarak kazandığı dokunulmazlığına vurulan ve karşılıksız kalan ilk darbe Amerikalılardan gelmişti ve bu darbeler duraksamaksızın devam etti.

Ülkeyi bölmek kastı ile binlerce eli kanlı katili yöneten bir terörist elebaşı 36 yıl ceza hükmü ile ve neredeyse tüm dünyanın "affedin", yerli işbirlikçilerinin "meclise sokalım" çığırtkanlıkları arasında kendisine tahsis edilen adasında rahat bir şekilde ve doktor kontrolünde ve diyetisyenler eşliğinde ve hak hukuk şemsiyesi altında ve Türk komandolarının korumasında, yatarken. Evet yatarken. Örgütünü yattığı yerden yönetmeye devam ederken, ayda 1400 YTL maaş alan, lojman için kira ödeyen, bulamazsa bu paranın 400 YTL'sini ev kirasına veren, çocuklarına ilkokulu üç vilayette okutan, "doğruluk ve muhabbetle hizmet edeceğime" diyerek yemin etmiş, iki Astsubay 39.5 yıl hüküm ile ceza evinde hizmetlerinin karşılığını almaktadırlar.

Onlar sadece iki Astsubay değildir kıymetli okuyucu, daha önce de konuyla ilgili yazdığımız tüm yazılarda belirttiğimiz gibi onlar, Türk ordusunun ihanetle, iç ve dış düşmanla mücadele azim ve kararlılığıdır. Onlar tüm küçük birlik komutanlarının, tim komutanlarının, temininde güçlük çekilen statüsündeki tüm personelin yani özveri ile fedakârlık ve vatana adanmışlık ile görev yapan tüm personelin kendilerine emsal göreceği kişilerdir.

Konuştuğum herkes, yani icra makamları, yani genç subay ve astsubaylar "neden?" diyordu "40 yıl ceza almak için mi görev yapacağız?". Ve Kenan paşa buyuruyordu sonra "genç subaylara dikkat edin". Bu defa çuvallar sadece on bir kişinin değil, oluşması son derece muhtemel psikolojik etki ile tüm genç subay ve astsubayların başına geçirilmişti.

Büyük Türk Milletine açık mektup–6 başlıklı yazımızda cezaya konu iddianame ile ve söz konusu suça mesnet olan tanık ifade tutanaklarında, anlatılan olayları teknik açıdan değerlendirip iddia edilenlerin teknik olarak imkânsızlığını anlatmıştık. Hatta iddianamede bulunan ve itibar edilerek atılı suçlara mesnet kabul edilen isimsiz mektubun bir benzerini de biz yazmıştık. Anlatmaya çalışmıştık, anlayan veya doğruyu arayan biri çıkar umuduyla.

Aranan, gerçek değildi oysa yapılan manevra için kontrollü olarak sürdürülen kriz senaryosunun devamını sağlayacak bir karardı. Toplumun belli kesimlerinin tepkisini çekmeli ve belli kesimlerin de desteği ile bir gerilim oluşturulmalıydı.

Şemdinli olayları ile başlayan süreç, Danıştay saldırısı ve Atabeyler adında bir sözde çete ile devam ettirildi. Bu davalarda çıkan sonuç veya çıkması muhtemel sonuç ne olursa olsun önemli olan ilk anda basının halka yansıttığı haberdi. Çünkü akılda kalan ve daima hatırlanacak olan buydu. Danıştay saldırısı sonrasında mal bulmuş mağribi gibi önlerine konulan her senaryoyu haber diye yazan basın, bu günlerde aynı olayla ilgili yakalanan şeyh efendi için bir tek satır yazmıyordu nedense.

Yoksa senaristlere bir şeyh mi olmuştu?

Türk(?) basınının bu konularda doğru olmayan haberlerle oluşturduğu resmin öznesi ise askerlerdi. Emekli veya görevde olan ama ne olursa olsun toplumun, vatanlarına bağlılık noktasında asla şüphe etmediği, gencecik çocuklarını emanet ettiği bir toplumun fertleri. Daha kafalarına geçirilen çuvalların intikamı bile alınmamış, belki de alınamayacak olan bu toplum başka darbelerle sarsılmakta iken komutanlarının Amerikalılarla ortak iş kurduğunu okuyacaktı çuvalı giyen tim mensupları.

Okuduklarında ne hissedeceklerdi acaba?

Aynı anda gazete ve televizyonlardan, daha bir asrı bile tamamlamamış tarihine rağmen ve yaptıklarını onaylamamız her ne kadar mümkün olmasa da sergilediği duruşu izliyorduk İsrail ordusunun.

Bizim binlerce yıllık tarihimizle galebe çalan duruşumuza ve tavırsızlığımıza inat bir onbaşısına biçtiği bedeli izliyorduk.

Biz;

Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım/ seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım, diye şiirler okuduğumuz bayrağımız yakılıp parçalanırken izledik, sağduyu çağrıları yapıp soğukkanlılık telkin ettik.

Biz;

Askerlerimizin kafalarına çuvallar geçirilip, dünya basını önünde utancımıza resmigeçit yaptırılırken, bu müzik notası değil ki ve büyük devletler özür dilemez ki diyerek yaşadık zilleti.

Biz;

Şemdinli'nin orta yerinde hazırlanan ve hangi gizli servislerin hazırladığı bile belli olan iğrenç tuzağa iki astsubayımızı ve onların şahsında tüm genç rütbelerin şevk ve azimlerini kurban verdik. Ve ortalara çıkıp çete masalları anlatarak vurun kahpeye konseri veren, ruhu ve kalemi satılmışları dinledik.

Ve İsrail ordusu, bir onbaşısına biçtiği bedeli tüm dünyaya gösterip, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmaksızın saldırırken bizimkiler bir onbaşı için sekiz bakan olur mu hiç diyordu.

Bilenlerin yapıp, bilmeyenlerin konuştuğu bir ortamda kendi köylerini başkalarından gasp ederek sahiplenen bir İsrail, binlerce yıllık köyüne sahip olamayan bizlere ders veriyordu adeta. Egemen olma dersi.

Bu gün 4 Temmuz 2006, Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşundan tam 2215 yıl ve 6 gün sonrası. Biz o ordunun mensuplarının her fırsatta karalanıp yıpratılmaya çalıştığı bu zillet günlerini yaşarken bir onbaşıya biçilen değer şamar gibi vuruluyordu yüzümüze. O toprakları bizden istediklerinde "bedeli kandır, ödeyebiliyorsanız gelin alın" diye cevapladığımız insanlar, şimdi bizlere topraklarına ve değerlerine sahip çıkma dersi veriyordu.

Bu köy kimin köyü şimdi? Benim diyenin mi? Yahut da hiç kimseyi ve hiçbir yasayı umursamadan üzerinde at oynatanın mı?

Bu zillet kimin simdi? Bunlara göz yumanların mı yahut da, hakikatte değil ama marş mısralarında yıldırımlar yaratan bir ırkın ahvadlarının mı?

"ORDU ZAHİRİ GÜÇTÜR, GERÇEK GÜÇ MİLLETİN KENDİSİDİR", bu değerli komutanım, örneğim, ağabeyim Muzaffer Tekin'e aittir ve işaret ettiği nokta gün gibi aşikârdır. Neredesin muvazzaf vatandaş umut sana kalmıştır. Biliyorum bir gün uyanıp köyüne, merana hanene ve bayrağına sahip çıkacaksın ama ne olur vakit geç olmadan uyan. 2215 yıl daha vaktimiz olmayabilir. Gazi Mustafa Kemal atalarına layık olarak düşmana haddini bildirdiğinde yanında sen vardın. Şimdi sen uyan ki içinden Mustafa Kemaller çıksın.

"VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN"

OKTAY YILDIRIM


Alıntıdır...

Orgeneral Hilmi Özkök' Alıntı:
BİZİM TÜRK VATAN; MİLLET VE BAYRAĞINA OLAN SEVGİMİZİ DENEMEYE KALKANLARA TARİHİN YAPRAKLARINA BAKMALARINI TAVSİYE EDERİZ...

Org. HİLMİ ÖZKÖK
 
Geri
Üst