Socrates'in Hayati

SOKRATES
Sofistlere karşı koyanların başında yer alan, İlkçağın en büyük düşünürlerinden biri olan Sokrates, Sofistlere karşı koyar, ama onlarla birleştiği yönleri de vardır. Çünkü Sokrates de, Sofistler gibi, gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır.
Sokrates 469 yılında Atina’da doğmuştur. Heykeltıraş Sophroniskos ile ebe Phainerete’nin oğlu. Kendisi ve yurttaşlarını ciddi olarak incelemeyi, ahlakça olgunlaşmak için durmadan çalışmayı, hayatının hep ödevi sayacaktır. O da, Sofistler gibi, başlıca, insan hayatının pratik sorunlarıyla ilgilenmiştir. Ancak, Sofistler utilitaristtiler, yalnız yararı göz önünde bulunduruyorlardı. Sokrates ise bu soruna gerçek, derin bir ahlaki ciddiyetle yönelir.Onun gerek sessiz, sürekli felsefi düşünmeleri, gerekse Atina’daki orijinal çalışmaları böyle bir anlayışla beslenmişlerdir. Kendisi bir çığıra, bir okula bağlı olmadığı gibi, bir çığır da kurmaya kalkışmamıştır. Ortalıkta, çarşıda –pazarda dolaşır, karşısına çıkanlarla konuşmaya çalışırdı. Bunu da, insanları, hayatlarının anlam ve amaçları bakımından düşünmeye, aydınlanmaya kımıldatmak, onlarda bu isteği uyandırmak için yapardı. Sokrates felsefesini, dünya görüşünü bu yolla yaymıştır: bir şey yazmamıştır. Sokrates 70 yaşında iken “gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak” ile suçlandırılıp mahkemeye verilmiştir. Onu suçlayanlar, anlayışsızlıklarından, düşünceleri ayırt etmeyi bilmediklerinden, Sokrates’i Sofist sayıyorlardı. Hayata yol gösteren değer ve ölçülere körükörüne inanmayıp bunları akılla bulmak isteyişinde, bu tutumunda Sokrates Sofistlerle ortaktı. Ama onun Sofistlerle bundan sonraki temelli ayrılığını, yobaz gelenekçiler ayıramayacak durumda idiler. Sokrates hafif bir ceza ile kurtulabilirdi; ama boyun eğmek bilmeyen onuru yüzünden yargıçları kızdırıp ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tutukevinden de kaçmayı ret etmiş ve 399 yılının mayısında zehir içerek ölmüştür.
Sofislerin bilgi anlayışı, her bakımdan, tek kişiyi kanılarında bir relativizme götürmüştü. Sokrates’in ise göz önünde bulundurduğu ; sağlam, herkes için geçerli olan bir bilgiye varmaktır. O, doxa (sanı)nın karşısına episteme (bilgi) yi koyar. Yalnız episteme hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen bildirileverilecek bir şey değildir, tersine; birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtır. Onun için Sokrates, Sofistlerin yaptığı gibi, öğretimle bilgileri edindirmeye kalkışmaz, çevresindekilerle doğru’yu birlikte aramaya çalışır. Din-gelenek otoritesine gözü kapalı bağlanmamada Sokrates Sofistlerle bir düşünüyor. Ancak, Sokrates’in akla, düşüncenin objektif değerine, bireylerin üstünde bir normun bulunduğuna sarsılmaz bir inancı var. Onu Sofistlerden kesin olarak ayıran da bu inancıdır. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma yöntemi olan dialog (konuşma) da bu inanca dayanır. Konuşma’da düşünceler ortaya konur, bunlar karşılıklı olarak eleştirilir, böylece de herkesin kabul edeceği şeye varılmak istenir. Sofisler düşünceleri meydan getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Sokrates ise, doğru’yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğru’yu araştırır. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “Bir şey bilmediğimi biliyorum” derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye anlamamalıdır.
Sokrates, Sofist – Sophistes , bilgici –değil, filozof – philosophos, bilgisever –olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini bilmelerini (“kendini bil!”) başkalarından da ister. Araştırmanın (dialogun) dış şeması şöyledir: Konuşmaya başlarken Sokrates, hep kendisinin bir şey bilmediğini söyler. Karşısındaki de, tersine, hep bilgisine pek güvenmektedir, ama ileri sürdükleri de hep pek derme çatma şeylerdir. İşte Sokrates’in ünlü ironie’si (alayı) bu karşıtlık içinde belirir. Bundan sonra da Sokrates, konuştuğu kimsede doğru^yu meydana çıkarmaya girişir; onun deyişiyle: Ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri “doğurtmaya” uğraşır. Bu sanatına da, annesinin ebeliğine bir anıştırma olarak, maieutike (doğum yardımcılığı, ebelik) adını veriyor. Bu tekniğin temelinde, disiplinli, sıkı bir düşünme ile” doğru”nun bulunabileceğine bir inanma gizlidir; ruhta saklı doğrular var; bunlar herkes için ortak olan doğrulardır; bunlar, sorup soruşturma ile, üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.
Sokrates’e göre, bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar değil, kavramdır. Onun için, Sokrates hep, kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi olan tanım’a (horismos, definito) varmaya çalışır.
Sokrates’in kullandığı yöntem, tüme –varım (epagoge, inductio) yöntemidir. Aristoteles, Sokrates’i bu yöntemin bulucusu diye gösterir. Ancak, Sokrates gelişigüzel bir araya getirilmiş tek tek haller arasında bir karşılaştırma yaptığı için, tam bir tümevarım yöntemi geliştirdiği söylenemez.
Sokrates bu yöntemini, tıpku Sofistler gibi , sadece insan hayatının sorunlarına uygulamıştır. Onu “doğru bir yaşayış nedir, hangisidir?” sorusundan başkası ilgilendirmemiştir. Doğa felsefesiyle hiç uğraşmamıştır; kavramsal doğru’yu araması da yalnız ahlaki kaygılar yüzündendir. İnsanın ahlakça kendisini eğitmesi, yetiştirmesiyle bilim aynı şeydir. Araştırma da bulunacak tümel doğru, ahlak bilincine açıklık ve güven sağlayacaktır.
Sokrates’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlaka yönelmiştir. Bu ana –konuda çıkış noktası da, “erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüdür. Bu görüşün felsefe dışındaki nedeni için şu söylenebilir: Yunan toplumu o arada çok sarsıntılı bir değişme geçirmiştir, geçirmektedir. Bu yüzden, öteden beri bilinen, alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Öbür yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. İşte Sokrates,bu kanıyı ahlaka aktarmakla, bu duruma en keskin anlatımını kazandırmıştır.
Sokrates,”Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana –erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir.
Sokrates, bir de, içinde bir Daimonion’un barındığını söylermiş. Hayatının önemli anlarında bu Daimonion’u kendisine yol gösterirmiş, daha doğrusu alıkoyucu bir rol oynarmış; daha çok uyarıcı bir sesleniş. Bunu Sokrates içindeki Tanrısal bir ses sayar ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın (vicdan, ahlaki bir sezi, peygamberlerde görülen içgüdü gibi bir şey vb) Daimonion Sokrates’in ahlak görüşünün tekyanlı rationalismini tamamlayan bir etken olarak görünüyor. Çünkü Daimonion, irrationel bir şey, dini –mistik bir öğe. (Ama yalnız kendisinde var; genel olarak insan hayatının ahlak bakımından düzenlemede hiçbir rolü yok)
Sokrates’in dinsiz ya da küfre sapmış bir kimse olduğu hiç de söylenemez. Olsa olsa, o da ta Xenophanes’ten beri gelişen bir din anlayışının içinde yer almıştı; yani halk dininin boş inançlarına bağlı değildi; halk dininin arınmasını, bunun için de Tanrılar için yakışıksız tasavvurların ortadan kalkmasını o da istiyor.
Sokrates çevresine büyüleyici bir etki yapmıştı. Bu etki, düşüncelerinden çok, bu düşünceleri onun doğrudan doğruya yaşaması yoluyla olmuştur.

Sokrates

Yunanlı filozof Sokrates, İsa’dan önce 399-470 yılları arasında, Atina’da yaşadı. Genellikle, ahlak felsefesinin, yani değer öğretisinin kurucusu olarak bilinse de ondan asıl geriye kalan, kişilere özlerinin ne olduğunu göstermeye yönelik bir çalışmadır. Yaşamının ilk safhalarında doğa bilimleriyle, canlı varlıkların üremesi ve kaybolup gitmesi olgusuyla ilgilenen düşünür, dialog sanatı veya diyalektikle de insanlara, bilgiye sahip olduklarını sanmanın bir yanılgı olduğunu kanıtlıyordu.
Her zaman yazma yerine konuşmayı ve sorgulamayı tercih etti. Hakikate ortak bir çabayla ulaşabileceğine inandığı için, etrafındakilerle sürekli dialog halindeydi. Her şeyden önce, insanın kendi nefsinin mahiyetini bilmesi gerektiğini savunup “kendini bil” sözünü bir tarz olarak kabul etmişti.
İlahi bir sesin kendisini kötülüklerden koruduğunu ileri süren Sokrates’in yaşam öyküsünden kendisine ara sıra cezbe geldiği anlaşılmaktadır.
O, Allah’a inancı oluşturan faktörleri “aşk ve akıl”olarak nitelendirirken Evrendeki tertip ve düzeni Allah’ın varlığına en büyük delil olarak göstermiştir. Ona göre, Evrende her şey bir gayeye yönelmiştir. Tesadüf denen bir oluş yoktur. Kainatı düzene sokan bir Sani-i Alem vardır; bu Sani-i Alem (Yaratan) tektir. Her şeyi görüp her şeyi işitir. Her yerde hazır ve nazırdır. İşte bu, alem ruhudur; ancak insan ona duygularıyla ulaşamaz. O’nun aklı aleme yayılmış ve bütün eşyayı kapsamıştır. İlahi ilim, her şeyi bir anda kapsar. Yalnız bir tek akıl vardır; her akıl sahibi aklını buradan almıştır. Bu sebeple, o Allah’tır. Allah, ruhları olduğu gibi görür.
İnsan, Evrenin tümel aklından nasibini almıştır. Böylece, eşyanın mahiyetini mümkün olduğu ölçüde bilebilir. Çünkü insan, alemlerin merkezidir. Bir bakıma Allah’ın tecellisidir
“Sır” denen bir gerçek vardır. İnsana ancak Allah’ın tecellisi oranında sır çözme yetkisi verilmiştir. Allah, onlara gaybından gelen seslerle veya göğe ait şekillerle, ilham yoluyla bu sırlara ait bilgileri açıklar. Onların hem dışlarını hem içlerini nurlandırır.
“En önem taşıyan şey, insanın ruhudur; çünkü bu ruh, alemin tümel ruhundan bir parçadır, ezeli ve ebedi vasıflara haizdir” diyen Sokrates, “akli ruhiyatın” kurucusu olarak da kendinden söz ettirir.
Ona göre, alem ruhunun bir parçası olan insan ruhu, ölümsüzdür. Dolayısıyla, bir ahiret yaşamı vardır ve Allah ile insan arasında sürekli bir iç hesaplaşma bulunmaktadır. Bu yüzden insanlar, ancak ihtiraslarından kurtularak kendilerini arınmış bulurlar.
İnsan, kainat üzerindeki diğer yaratıklardan üstündür. Bu üstünlüğü, akıldan en ziyade pay almasından ve diğer yaratıklarda görülmeyen düşünce fonksiyonlarından kaynaklanmaktadır. Kainat insanda, insan da Allah’ta gayelenmiştir.
İnsanın arınma ihtiyacını hissetmediği ve ruhsal yaşamını asla değerlendiremediği bir ortamdan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşamış olan, ayrıca bugünkü teknolojinin nimetlerinden yoksun konumu akıl fonksiyonu ile değerlendirebilen bu felsefecinin görüşleri, günümüzde dahi yaşantımıza yön verecek ve ışık tutacak niteliktedir.
 
Insan -aile -kültür

GİRİŞ

Bu çalışmada genel olarak sosyo kültürel yapı ve süreçlerle ekonomik ve teknolojik yapı süreçlerin arasındaki dinamik ilişkinin nasıl olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken psikolojinin konuya bakış açısı değerlendirilecek ve yapılan kültürler arası çalışmaların sonuçları değerlendirilecektir.
Bu değerlendirme ve araştırma sonuçlarına bakılarak şu sorulara cevap bulunmaya çalışılacaktır:
-Temel psikolojik yapı ve süreçlerin hangileri evrenseldir hangileri kültüre bağımlıdır?
-Ekonomik değişimler özellikle endüstrileşme birey düzeyinde belirli bir psikolojik yapıyı mı zorunlu kılar yoksa gelişme insan ilişkileri örüntüleriyle bağdaşabilir mi?
-Türkiye ve Türkiye gibi toplumlarda ‘Psikolojik Modernleşme Kuramı’ ne kadar geçerlidir?Özellikle gelişme zorunlu olarak batıdaki insan aile ilişkilerine doğru bir değişmeyi mi içerir?
-Ekonomik gelişmeyle toplulukçuluk ve bireysel özerklik bağdaşabilir mi? Daha geniş açıdan topluma bağlılık kültürü ile bireyci özerk yaşam kültürü bir senteze ulaşabilir mi?
Bilindiği gibi gelişmekte olan ülkelerin gündeminde gelişme vardır. Burada gelişmelerin nasıl olacağı politik ve ideolojık tartışmaların temelini oluşturmaktadır. Konu ya ekonomik politik ve teknolojik açıdan yaklaşılmaktadır. Ancak makro düzeydeki gelişmenin temelinde mikro düzeydeki insan olgusu vardır. Toplumun değişimi insanın değişimi demektir.
İşte burada nasıl bir değişme sorusunun getirdiği tartışma uygulamaya yönelik bir sorun oluşturmaktadır. Değişmenin ne yönde olacağı,batı modelinin benimseneceği,nasıl bir eğitim verileceği,neyin değiştirilip neyin muhafaza edileceği gibi sorular çok tartışılmaktadır. Bu soruların birleştikleri nokta ise “nasıl bir insan modeli” sorusudur. Bu soruların cevabı verilirken kültürel psikoloji bakış açısı kullanılacaktır. Kültürler arası psikoloji yaklaşımı sosyal değişme çerçevesinde insan unsurunu daha iyi anlama ve böylece insan düzeyinde gelişmelere yön verebilecek kuramsal uygulamalı çözümlemeleri oluşturmak için gerekli bilimsel ipuçlarını sağlayabilir.

PSİKOLOJİ VE KÜLTÜR

Kültürel psikoloji insan toplum kültür ilişkilerinin ve bunlarda ki değişmeleri kapsamaktadır.Geleneksel psikoloji ise genelde davranışı kültürel bağlamdan soyutlayarak inceler. Çünkü temel amacı davranışın evrensel boyutlarını ve kurallarını bulmaktır. Bu amaca yönelik olarak ta davranışta ortak yanların üzerinde durmuştur. Bu yaklaşım psikoloji biliminin sınırlarını belirlemiş ve onu basit davranışsal konular olan şartlanma ve öğrenme, duyum ve algılama, kavrama ve bellek düzlemine indirgemiştir.
Kültürler arası psikolojide ise son yıllarda ortaya çıkan iki zıt eğilim vardır.bu eğilimler yerel psikolojilere yönelme ve evrenselciliğe yönelmedir. Birincisinde emik yaklaşım,ikincisinde etik yaklaşım kullanılmaktadır. Emik yaklaşım her kültürün psikolojik süreçlerinin farklı ve kendine özgü olduğu görüşüdür. Etik yaklaşım ise psikolojik süreçlerin farklı kültürlerde de ortak olabileceği görüşüdür.
Emik yaklaşımın bir sakıncası bir kültürde görülüp adlandırılmış olan fakat bir diğerinde görülmeyen bir davranışın görüldüğü kültüre özgü kabul etmektir. Oysa bu davranışın bir üçüncü kültürde görülebilmesi her zaman mümkündür.
Burada yerel psikoloji ve evrensel psikoloji birbirine zıt iki akım gibi görülmektedir. Ancak bu iki akım kuramsal çerçevede birbirini tamamlar. Çünkü psikolojide gerçek evrensel kurama ulaşabilmek için yerel bilgi gerekir. Farklı yerel davranış kalıpları arasında benzerlikler buldukça evrensel geçerliliği olan olgulara yaklaşmaya başlarız. Öyleyse yerel bilgi oluşumu evrensel bilginin aranmasında gerekli ve önemli bir basamak yada evredir.

SOSYALLEŞME

Sosyalleşme kavramı insanın gelişiminde önemli bir faktördür. Sosyalleşme yapısında karmaşıklığı içeren, toplumsal anlamda başarılı bireylerin yetişmesi süreci demektir. Ayrıca sosyalleşme hem istemli bir sosyalleşmeyi,hem de istem dışı bir süreç olan kültürleşmeyi içerir. Bu kültürün öğrenilmesi ve insanın sosyal bir varlık olma sürecinin tamamıdır. Burada birey tüm çevresini kapsayan ve bireyin çevresi ile olan dinamik etkileşimini göz önüne alan bağlamsal yaklaşımlar insan gerçeğine çok daha uygun olur.
Sosyalleşme bireysel ve toplumsal öğelerin karşılıklı etkileşimini içerir. O halde hiçbir sosyalleşme kuramı bunlardan yalnızca birinin üzerine kurulamaz. Ancak insan gelişimini inceleyen psikolojik kuramlar konunun bireysel yönünü,sosyolojik sosyalleşme kuramları ise konunun toplumsal yönünü ön plana çıkarmışlardır. Ancak son zamanlarda her iki disiplininde bir diğerinin geliştirdiği kuramları tanıması ve kuramlarını içine alması iki disiplinin birbirine yaklaştığını göstermektedir.
Burada insanın gelişimini inceleyen psikolojik kuramların kullandığı bazı temel kişi çevre ilişkisi modellerinden karmaşık bir süreç olan sosyalleşmeyi ne kadar açıklayabildikleri konusunda kısaca söz edebiliriz.

1-Mekanizmik Model
Bu model insan gelişimini çevresel uyarıcılara verilen tepkiler toplamı olarak görür. Klasik öğrenme kuramı bu mekanik yaklaşımı benimsemiştir.

2 Organizmik Model
Bu modele göre insan gelişiminin olgunlaşmaya bağlı nedenleri çevresel nedenlerden önde gelir. Bu modelde birbirini izleyen gelişme aşamaları belirlenmiş ve bu aşamaların giderek potansiyel olarak varolan insandaki gelişmenin son aşamasına ulaşacağı varsayılmıştır. Piaget’in bilişsel gelişim kuramı bu modeli benimsenmiştir.

3-Sistem Modeli
Gelişimi yada değişimi bir sistem yada sistemler arasında incelemekte yönelik bir yaklaşımdır. Bu görüşe göre insan gelişimi psikolojik ve sosyal sistemlerin iç içe geçişinin bir sonucudur. Bu model de insan gelişiminin belirli bir sonu yoktur. Psikolojideki ekolojik kuram ve sosyolojideki sosyal sistem kuramları bu yaklaşımı paylaşmaktadır.

4-Bağlamsal Model
Bu model insan gelişimini bireyle çevre arasında süre gelen yaşan boyu bir etkileşim olarak kabul eder ve sembolik etkileşimcilikte yeni toplumsal yapı kuramlarına kadar bir çok sosyolojik kurama genel bir çerçeve oluşur. Bağlamsal modele göre birey sosyal çevresi ile sürekli alış veriş içindedir. Bu dinamik süreçte birey etkin olarak ortamları seçer ve bu ortamlarda onun davranışını belirler.

Kişi-çevre ilişkisi ile ilgili bazı modellerin bu özetleri genelde modellerin hepsinin en azından bir dereceye kadar sosyalleşme sürecini açıklaya bileceklerini göstermektedir. Modellerden bazıları özellikle Organizmik model bu iş için pek uygun olmamakla beraber her biri bu karmaşık süreci anlamakta yararlı olabilecek öğeleri içermektedir.

AİLE ÇEŞİTLİLİĞİNE NEDEN OLAN ETKENLER

Aile çeşitliliğine neden olan etkenler üç kısımda incelenebilir Bunlar;
1-Ana –Babaların inanç ve değerleri
2-Aile etkileşimi
3-Sosyal sınıf ve aile tipidir.
Ana babaların çocuklar ve aile ile ilgili temel inanç ve değerleri, kendileri ve rolleri nasıl algıladıkları, aile süreçlerinin ve çocuğun sosyalleşmesinin anlam kazandığı temel bağlamı oluşturur.
Ana-Babaların kendi rollerini nasıl algıladığı ve bu rollere bağlı değerler sosyalleşme sürecinin önemli yönlerini oluşturmaktadır.Örneğin Japon ve Amerikalı annelerin karşılaştırıldığı bir araştırmada annelik rolünün tanımı ve tanımın içerdiği sorumluluklarda zamanla ilgili farklılıklara rastlanmıştır.Amerikalı anneler çocukları ergenlik dönemine gelinceye kadar kısa bir annelik dönemi benimsiyorlar. Baba soyunun devamı ile ilgili herhangi bir sorumluluk almaksızın yalnızca çocuğun bakımı ve çocuğu sevme gibi sorumluluklar yükleniyorlar. Japon anneler için ise annelik yaşam boyu süren bir roldür. Çocuk yetiştirmede de baba soyunun devamlılığı içinde ve babasının ait olduğu iş çevresinin beklentileri doğrultusunda çocuğun saygılı işbirliğini ve başarıya yönelik olarak büyümesinin sorumluluğunu yükleniyorlar.
Ana-Baba ların çocuk yetiştirmedeki değerleri aile içindeki etkileşimi etkilemektedir. Yerleşik tarımsal yaşam biçimi olan yerlerde çocuklarda uyma ve itaat davranışlarını geliştirecek aile içi etkileşim vardır. Böyle sıkı toplumlarda alana bağlı bireyler oluşmaktadır. Kentsel yaşam bölgelerinde ise çocuğun sosyalleşmesinde daha çok bireysel özgürlük gelişmektedir.
Kentsel bölgelerde sosyal sınıfta görülen değişikliklerde aile yapısını etkiler, Ekonomik yönden gelişmemiş kenar mahallelerde görülen aile yapısı gelişmiş bölgelerdeki aile yapısından farklıdır.
Görülen bu tür farklılıkların nedeni çocuklardan beklenen bağımlı veya özerk olmaları beklentileridir. Bu beklentiler aile bireylerinin ne dereceye kadar birbirine bağlı veya bağımsız oldukları ile ilintilidir. Bu beklentiler ailenin sosyo ekonomik yapısı,yerleşim yeri, etnik farklılıklar gibi faktörlere bağlı olarak değişmektedir.

ÇOCUK YETİŞTİRME

Türkiye’de ve başka toplumlarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki düşük gelirli kentsel ve yarı kentsel bölgelerde ve özellikle köylerde çocuğun zihinsel gelişmesini ve dil gelişimini destekleyebilecek çevresel uyaranlar ile neden sonuç ilişkilerine dayanan açıklamalı ussal sözlü tartışma ortamı ve iletişim çok yetersizdir. Bu durum bir dereceye kadar düşük gelirli ana babaların az okumuş olmaları nedeni ile sınırlı sözcük dağarcığına sahip olmaları ve bu nedenle sözlü tartışmaya pek girmemeleri yüzündendir. bir başka nedende çocukların genelde okul yaşından önce evde de eğitilebildiklerinin bilinmemesidir.
Bu tür çocuk yetiştirme eğilimlerinin çocuğun konuşma ve kavrama gelişimini olumsuz yönde etkilemesi olasıdır. Bazı araştırmalar gerçektende çocuğun zihinsel performansında kırsal,kentsel ve sosyo ekonomik statü konumlarına dayanan önemli farklılıklara dikkat çekmiştir.
Çocuk ta büyüdüğü çevreye bağlı olarak dışsal veya içsel denetim gelişir. Çocuktan beklenen itaat ve bağımlılıkla paralel olarak çocuk özellikle babasının mutlak otoritesi altında büyür. Genellikle çocuktan beklenen bağımsız karar verebilme ve davranış değil ana babaya itaat etmesidir. Bu da çocuğun kendi kendini denetlemesine yani içsel denetime engel olur. Bu şekilde çocuk sürekli dişardan denetlenir. Öte yandan çocuğu ikna etmek, onun kendi davranışlarının sonuçlarını anlamasını sağlamak gibi sözel disiplin yöntemlerinin ise içsel denetimin gelişmesine yardımcı olduğu saptanmıştır.
Türkiye’de yapılan gözlemlerde çocukla konuşarak onu ikna etmek, çocuğa doğruyu yanlışı anlatmak, az sayıda ana babanın baş vurduğu bir yoldur. Çocuk yetiştirmede ortaya çıkan bu sorunlar daha çok düşük sosyo ekonomik düzeyin yarattığı koşullardan kaynaklanır. Türkiye de ki çocuk yetiştirme yöntemlerindeki değişmeler kırdan kente göç ile ve kentte alt sosyo ekonomik düzeyden orta sosyo ekonomik düzeye hareketlilikle ortaya çıkmaktadır.

ÇOCUĞUN DEĞERİ ARAŞTIRMASI

1970’lerin ortasında Endonezya, Federal Almanya , Filipinler , Kore , Singapur , Tayvan , Tayland , Türkiye ve ABD’de gerçekleştirilen “çocuğun değeri araştırması” nda toplam 20000 kişi ile etraflı mülakatlar yapılmıştır. Bu araştırma ana-babaların çocuğa yükledikleri değeri ortaya çıkarmak amacındaydı. Burada iki temel değer ortaya çıkmıştır. Bunlar çocuğun ekonomik ve psikolojik değerleridir. Ekonomik değer çocuğun küçükken ve büyüdüğünde ailesine maddi katkıda bulunmasına ve özelliklede ana babası için bir yaşlılık kaynağı oluşturmasını içeriyordu.Çocuklara yüklenen değerler ve onlardan istenenler aslında ailenin ne şekilde işlediğini yansıtır. Çocuğa ekonomik değerlerin yüklendiği yerlerde çocuğun aileye maddi katkısı gerçektende önemlidir.
Araştırmada Amerikalılar ve Almanların cevapları diğer ülkelerin cevaplarıyla çatışmaktadır. Amerika ve Almanlar çocuktan yaşlılıkta yardım beklemekle ilgili soruları tepki ile karşılamış ve herhangi birine özellikle çocuklarına bağımlı olmayı reddetmişlerdir. Bunun tersini Türkiye deki cevaplayıcılar çocuklarını kendilerine bağlı olmaları gerektiğinin sorulmasını bile garip karşılamışlardır.” Elbette hayırlı bir evlat hiçbir zaman ana-babasını yüz üstü bırakmaz”gibi cevaplara rastlanmıştır.
Singapur ve Kore gibi hızlı ekonomik gelişme sürecinde doğurganlığın azaldığı toplumlar ise bu iki uç noktanın arasındaydı. Ülkeler arasında ki farklar kabaca genel gelişmişlik düzeyine paraleldir. Ekonomik gelişmenin düşük olduğu ve sosyal refah kurumlarının yaygın olmadığı yerlerde sosyal güvenlik ve yaşlılıkta bakım aileler ve özelliklede yetişkin evlatlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunun tersi bir durum ise ekonomik gelişmenin yüksek olduğu ortamlarda görülmektedir. Bu ortamlarda yaşlılık sigortası,huzur evleri gibi kurumlar yaygındır.
Aynı ülke içindeki farklılıklar sosyo ekonomik gelişme bakımından kültürler arası farklılıklarla aynı doğrultuda olur. Örneğin Türkiye’de oturulan bölgenin gelişmişlik düzeyi arttıkça çocuğun yaşlılık güvencesi değerinin önemi azalmaktadır. Çocuğun faydacı değerleri sosyo ekonomik gelişmeye ve eğitime bağlı olarak azalmaktadır. Çocuğun yaşlılık güvencesi değeri küçük esnaf ve sanatkarlar için en fazla, ücretli çalışanlar için daha düşük, beyaz yakalılar için ise en düşük düzeydedir. Çalışılan işin yaşlılık güvencesi sagladığı durumlarda çocuğun bu gereksinimi karşılamasının önemi azalmaktadır.
Çocuğun ekonomik değerinin çocuk sayısı ile ilgili olmasına karşın psikolojik değerinin bununla ilgisi yoktur. Çünkü maddi katkıları birbirine eklenebilir fakat sevgi, gurur gibi çocuğun psikolojik değerleri aynı şekilde biriken değerler değildir. Sosyo ekonomik değişme ile çocuğun ekonomik değeri azalmakta ve bu değerin azalması doğurganlığın da azalmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan çocuğun psikolojik değeri ekonomik gelişme ile değişmemekte hatta artabilmektedir.. Fakat bu değerin çocuk sayısı ile ilgisi olmadığından doğurganlığa yol açmamaktadır. Öyleyse ekonomik gelişme ile birlikte doğurganlığın, erkek çocuk tercihinin, çocuklardan maddi katkı beklentilerinin azıldığı ve kadını statüsünün arttığı bir örüntünün ortaya çıktığı söylenebilir.
Kentleşme ve ekonomik gelişme, zorunlu eğitim,çocuk iş yasaları ve tarımsal olmayan kentsel yaşam koşullarının etkisi ile çocuklar ailelerinin yaptıkları katkılardan çok daha pahalıya mal olmaktadırlar.
Ancak bu bulgulara dayanarak ekonomik gelişme sonucu ailede a,ayrışmanın kaçınılmaz olduğu yada geleneksel karşılıklı bağımlılıktan batı çekirdek ailesinin bağımsızlık modeline doğru bir geçiş olduğu çıkarsanamaz. Çünkü ailedeki karşılıklı bağımlılığın iki farklı boyutu maddi ve duygusal boyutlar birbirinden ayrılmalıdır. Çocuğun değeri araştırmasının bulguları maddi bağımlılıklarla ilgilidir. Daha öncede belirttiğimiz gibi ailede duygusal bağımlılıklar , maddi bağımlılıklar ortadan kalksa da güçlü bir şekilde sürebilir.
Türkiye’de modern genç ve kentli gruplarla, geleneksel yaşlı ve kırsal grupların karşılaştırıldığı bir çalışmada maddi bağımlılıkların azalmasının duygusal bağımlılıklara yansımadığı görülmüştür. Bu araştırma akraba ilişkilerinin gelişmiş kentlerde ,köyden gelenlerde, orta sınıf ailelerde ve hata meslek sahipleri arasında önemli yaygın olduğunu göstermektedir. Yani akraba ilişkileri kentleşme ve sanayileşmeyle yok olmamıştır.
Çocuk yetiştirme değerleri , aile ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki değişmeleri de yansıtır. Çocuktan itaat yada bağımsızlık ve kendine güven beklentileri çocuğun yaşlılık güvencesi değeri ile paralel olarak sistematik bir değişme gösterir.
İtaat daha düşük ekonomik gelişmişlik ortamlarında, bağımsızlık ise daha yüksek ekonomik gelişmişlik ortamlarında vurgulanmaktadır. Kore ve Singapur gibi yeni sanayileşmiş ülkelerde bağımsız bireyin vurgulanması dikkat çekicidir. Endonezya ve Filipinlerde daha az derecede olmak üzere Türkiye ve Tayland da ise çocuklardan bağımlı olmaları beklenmektedir. Bu bağımlılık , yaşlılıkta ana babaların yetişkin evlatlarına bağımlı olmaları şeklinde tersine döner. Bu durum ailede nesiller arası bağımlılığa örnektir.
Ailede maddi karşılıklı bağımlılık bağlamında büyüyen çocuğun bağımsız olması hiçte işlevsel olmayıp aksine ailenin geçişi için bir tehdit sayılabilir. Çünkü bağımsız bir çocuk ailesinden çok kendi çıkarlarını ön planda tutabilir. Çocukların sahip olmaları beklenilen nitelikler ile, o,onlardan gelebilecek kötü beklentiler böylece birbirine uymakta ve genel bir nesiller arası aile etkileşimi kalıbı oluşturmaktadır. Öyleyse sosyalleşme değerleri ekonomik gelişmeye bağlıdır ve aile etkileşim örüntülerini etkiler.
Maddi karşılıklı bağımlılıktan duygusal karşılıklı bağımlılığa ve çocuğun ekonomik değerinden psikolojik değerine geçişle birlikte çocuk yetiştirme yöntemlerinde bazı değişikliklerin olması beklenir. Çocuğun aileye maddi katkısının gerekmediği ve bağımsız olması aile içi bir tehdit oluşturmadığı durumlarda çocuğun sosyalleşmesinde özerkliğe de yer verilebilir. Fakat özerklik bu kez duygusal bağımlılığı sarsabileceğinden, çocuğun aileden tümüyle kopmasını önlemek için sınırlı olacaktır. Böylece sosyalleşme değerleri ve ana-baba çocuk ilişkileri hem denetimi hem de özerkliği içerecektir.

BİR AİLE DEĞİŞİMİ MODELİ

Anlattığımız araştırma bulguları, kavramsal tartışmalar ve çocuğun değeri araştırması farklı kültürlerin aile ve sosyalleşme kalıplarıyla ilgili bazı ayırıcı özellileri belirlemiştir. Ayrıca bu özellikler zaman içerisinde ekonomik gelişme ile değişebilecek öğeleride içerir. Bu araştırma ve tartışma sonuçlarına dayanarak üç farklı kalıbı içeren genel bir aile değişimi modeli öneriliyor. Bu zaman ve mekan içerisinde değişmeyi açıklayan bağlamsal bir modeldir.
Bu üç kalıbın aile yapıları birbirinden farklıdır. Bu kalıpları X,Y ve Z kalıpları olarak isimlendireceğiz. Y kalıbının diğer iki kalıpla ortak özellikleri vardır. X ve Z kalıpları ise birbiriyle çakışmazlar.Yapısal özellikler,ailenin işleyişinde temel oluşturan ve ekonomik gelişme ile değişim gösteren özelliklerdir.
Her kalıptaki aile sistemi etkileşim halindeki iki alt sistemi içerir. Bunlar sosyalleşme değerleri ve aile etkileşimidir. Sosyalleşme değerleri birey-grup,bağımlılık-bağımsızlık boyutları ve çocuğun psikolojik-ekonomik değeri bakımından farklılıklar gösterir. Ailede ve kişiler arasındaki ilişkilerde karşılıklı bağımlılık-bağımsızlık ile ilişkisel ayrık benlik, tüm sistemin son ürünü olarak görülebilir.
Şimdi bu üç kalıbı tek tek inceleyelim.


X AİLE KALIBI

Bu kalıp özellikle kırsal kesimde tarımla uğraşan ata erkil aile yapısına sahip geleneksel toplumlarda ve genelliklede gelişmekte olan ülkelerin az gelişmiş bölgelerinde yaygındır. İşlevsel geniş ailenin yaygın olduğu çok sık rastlanan bir örüntü X kalıbını oluşturur. Bu tip aileler birinci tip akrabaları ve özelliklede ana – babaları ile de yakın bir ilişki içerisindedirler. Ata soylu bağlara verilen önem nedeni ile aileye dışarıdan katılan kadının statüsü düşüktür.
X aile kalıbında çocuğun ekonomik değeri yönü yüksektir. Bu nedenle erkek çocuk isteme oranı ve doğurganlık oranı yüksektir. Çocuk yetiştirme sıkı ana-baba denetimi ve itaat yaklaşımı içinde olur.

Y AİLE KALIBI

Bu kalıp X kalıbından belirgin bir şekilde ayrılmakla beraber aile etkileşimi açısından bazı temel özellikleri paylaşır. Burada yaşam koşulları farklıdır. Bunlar ekonomik gelişme ile endüstriyel yaşam biçimleridir. Aile yapısı çekirdek aile tipidir. Bununla beraber nesiller arası ve akraba ilişkileri aile yapısını işlevsel olarak karmaşık hale getirir. Kadınların eğitimli olması ve çalışmaları nedeni ile kadın statüsünde artma görülür.
Y kalıbı ve X kalıbı arasında aile sisteminde görülen en önemli fark kişiler arası ve aileler arası bağımlılıklardadır. Y kalıbında sadece duygusal bağımlılıklar söz konusudur. X kalıbında ise maddi bağımlılıklar daha ağır basmaktadır. Y kalıbında sosyalleşme değerlerinde duygusal bağımlılıklardan dolayı gruba bağlılıkta vurgulanır. Bununla beraber bireyciliğe ve özerkliğe de önem verilir.
Y kalıbında insanın temel gereksinimlerinden bir gruba bağlılık ve özerk olma ihtiyacının bir bileşimi vurgulanmaktadır. Bu kalıpta aile disiplininde serbestlikten çok kontrole önem verilirken, aile etkileşimi hem özerkliği hem de bağlılığı içerir. Sonuç olarak böyle bir aile sisteminde gelişen birey diğer bireylerle karşılıklı bağımlılığı kişiliği için tehdit edici bulmayan ilişkisel benlik geliştirir.

Z AİLE KALIBI

Bu kalıp endüstrileşmiş batı ailesi için ideal tipik bir kalıptır. Z kalıbı hem kişiler arası hem de aileler arası etkileşim düzeyinde ayrılık kültürünü ve bireyci töreyi yansıtır. Bununla beraber bu kalıp genel görünüşü ile X ve Y kalıplarından farklıdır. Batı nen bireyci töresi ve bundan kaynaklanan psikolojik kavramlaştırma bu kalıbı oluşturmuştur.
Burada ki birim, bireyselleşmiş çekirdek aile yapısıdır. Bu ailedeki duygusal ve maddi yatırımlar çocuğa yöneliktir. Ata soyluluğun öneminin azalmasıyla ve artan refahla birlikte doğurganlık düşmüş, erkek çocuk tercihi azalmış ve kadının statüsü yükselmiştir. Bu yükseliş eşler arasında eşitlikçi ilişkiyi ifade eder. Sosyalleşme değerleri ve aile etkileşimi bireyselleşmiş benliği oluşturur. Aile diğer ailelerden bağımsızdır, ana- baba nın çocuk üzerinde denetimi daha azdır,özerkliğe önem verilir.
Burada ifade edilen üç aile kalıbı kültürler arası çeşitliliği yansıtıcı bir roldedir. Model bu çeşitliliği anlamak için bir araç olarak görülebilir.
Burada önerilen değişim modeli modernleşme kuramının ön gördüğü gibi X kalıbından Z kalıbına doğru degilde Y kalıbına doğru olacağını ön görmektedir. Y kalıbı modernleşme kuramınca tanınmamakta,tanınsa bile sonuçta Z modeline dönüşecek bir geçiş aşaması olarak görülmektedir. Önerilen değişim modelinde Y kalıbı ekonomik gelişmenin sonucuna yeni bir seçenek olarak sunulmaktadır. Araştırmaların sonuçlarına göre Y kalıbı beraberlik kültürü özelliği taşıyan toplumlarda özellikle Japonya’da ve diğer sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş bölgelerinde X kalıbına göre daha çok uymaktadır.
Y modeli içerdiği bireyci ve gruba bağlılık gibi çelişkili öğeler nedeni ile dengesiz sayılabilir. Bu nedenle de bir geçiş aşaması olduğu iddia edilebilir. Bu eleştiriye karşı iki sav ileri sürülebilir. Birincisi bu görüşte çelişkili öğelerin birbirlerini dışlayan kutuplar olmayıp birbirleriyle uyumlu olabilecekleridir. Bu öğeler aslında birbirlerini dışlamadıkları halde dışladıkları varsayılmış olabilir. Böyle bir varsayım ise bireyin ve grubun çıkarlarını birbirine karşıt olarak kabul eden batılı anlayıştan kaynaklanıyor olabilir.
İkinci olarak, Y kalıbı değişken ve uyumsuz bir durumdan çok temel bağlılık ve özerklik gereksinimlerinin bir sentezi yada bir bileşimi olarak görülebilir. Y kalıbı gerçekten bir sentez olarak kabul edildiğinde , genel kanının tersine Z kalıbından Y kalıbına bir geçiş olacağı tahmininde bulunulabilir.
Öngörülen değişim modeli özellikle özerklik ve bağlılık temel gereksinimlerine dayandırılmıştır. Bu nedenle bu gereksinmeleri birbiriyle en iyi bağdaştırabilen Y modeline doğru bir değişim öngörülmüştür.

MODELİN UYGULAMADAKİ SONUÇLARI

Dengesiz olarak düşünülen Y modeli uygulamada olumlu sonuçlar vermiştir. 1982-86 yılları arasında İstanbul da “Erken Destek Projesi” gerçekleştirildi. Bu proje, kentsel düşük gelirli ailelerde uygulanmış , ortamını ve çocuğun bütünsel gelişimini destekleyen kapsamlı bir çalışma olmuştur. Burada amaç, eğitim ve sürekli destek yoluyla annelerin kendilerine güvenlerini arttırmak ve çocuklarının özerklik, içsel denetim ve bilişsel gelişmelerini sağlamalarında onlara yardımcı olmaktı.
Annelerle yapılan ilk mülakatlar, onların çocuklarıyla yakın bağlar kurma gereksinimlerini ortaya çıkarmıştır. Çocuklarının hangi davranışının onları memnun ettiği sorulduğunda, çoğunlukla anneye iyi davranmak gibi anne çocuk ilişkisini vurgulayan yanıtlar alınmıştır. Sevgi gösterme, söz dinleme ve başkalarıyla iyi geçinme gibi yanıtlar tüm yanıtların %80 ini oluşturmaktadır. Öte yandan çocukta özerklik istenilen bir özellik olarak belirtilmemiş, hatta anneleri kızdıran bir davranış olarak tanımlanmıştır. Kabul edilemez davranışların yarısından çoğunu ise “kendi fikrinde ısrar etme” yada “söz dinlememe “ gibi özerklik belirten davranışlar oluşturmuştur. Yine bunlara paralel olarak annelerin , çocuklarının onlara bağımlı olmasından şikayetçi olma oranları son derece düşük bulunmuştur. İyi çocuk tanımına giren özellikler arasında da en çok “nazik olma”, “söz dinleme” sayılmış , bunlara karşılık “özerk olma” ve “kendi kendine yetme” gibi niteliklerin oranı önemsenmeyecek kadar az bulunmuştur.
Bu bulgular bağlılık kültürüne sahip başka toplumlarda bulunan ve Çocuğun Değeri Araştırmasının sonuçlarına da paraleldir.
Bu mülakatlardan sonra annelerin arasından seçilen bir kısmı çocukların gereksinimlerine daha duyarlı olabilmeleri için bir eğitim programına tabi tutuldular. Anne eğitiminde evde çocuklarının gelişimini destekleyebilmeleri için annelerin yeterlilik ve kendine güven duygusu içinde çocuklarına olumlu yönelişler geliştirmeleri teşvik edildi. Bu eğitim programı , annelere evlerinde ve diğer annelerle birlikte grup tartışmaları yoluyla uygulandı. Bu tartışmalarda zaten var olan çocuğa şefkat ve sevgi göstermek,yakın ve ilgili olmak gibi davranışlar pekiştirildi. Diğer yandan da annelere çocuğun özerkliğini geliştirecek yeni değerler verildi. Örneğin çocuğun kendi kendini karar verebilmesi ve bunun sorumluluğunu taşıması gerektiği üstünde duruldu. Bu yeni değerlerin var olan bağlılık kültürüyle uyumsuzluk göstermediği özellikle belirtildi.
Bu destek programından sonra,araştırmanın 4. yılında annelerin çocuk yetiştirme tutumları tekrar ölçüldü. Eğitime katılan annelerin, katılmayanlara oranla çocukta daha çok özerk davranışa önem verdikleri bulundu. Yine de her iki gruptaki annelerin büyük bölümü çocuklarının bağlılık ve yakınlık gösteren davranışlarına memnun olmayı sürdürdüler. Demek ki destek programından ötürü,anneler bağlılık kültüründen kopmadan daha özerk yaklaşıma yöneldiler, ve bireysellikle bağlılık değerlerinin bir sentezi elde edilmiş oldu.
Bu araştırmanın bulguları küçük bir ölçekte bireyci ve ilişkisel yönelimlerin kuramda olduğu kadar uygulamada da bağdaşabileceğini gösterdi. Bu da yetkili ve kontrollü çocuk yetiştirme tutumuna uyan ve iki temel insan gereksinimini (bağlılık ve özerklik) cevap verebilen Y aile kalıbının uygulaması olarak görülebilir.




SONUÇ

Buraya kadar değindiğimiz konularda vurgulanmak istenen ana nokta bireycilik ve toplulukçuluk kavramlarıdır. Bireycilik, bireyin yaşadığı çevreden bağımsız ve özerk davranışlara yönelmesini sağlar. Toplulukçuluk ise bireye bulunduğu,yaşadığı çevreye bağımlı davranışları kazandırır. Aslında bu iki kavramda insanın temel iki ihtiyacıdır. Fakat yaşanılan bölge koşulları ve yaşam standartları bu iki ihtiyacın birbirine baskınlık kurmasına neden olmuştur. Sanayileşmiş ve ekonomik gelişme sağlamış kentsel ortamlarda özerk ve bağımsız davranışlar önem kazanırken kırsak kesimde ve kentsel bölgelerin gelişmemiş kesimlerinde içinde bulunulan topluma bağlılık davranışları önem kazanmıştır.
Psikolojik Modernleşme Kuramına göre,modernleşme ile ve gelişen sosyo ekonomik yapı ile aile ve sosyalleşme değerlerindeki farklılıklar azalacak ve bu değişimin tek yönlü olup batı modeline doğru gideceği varsayılmaktadır. Bunun nedeni psikoloji biliminin Amerikalı ve Avrupalıların üzerine kurulu olmasıdır. Bu anlattığımız kültürler arası araştırmalar bu kuramı ciddi bir biçimde sarsmaktadır.
Avrupa ve Amerika'da yapılan araştırmalar özerklik kavramının sanayileşmeden öncede varolduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak batılı ailelerdeki özerklik kavramının ekonomik gelişme ile ortaya çıkmadığı, hatta özerklik kavramının daha öncede var olmasının batıda sanayileşmeyi kolaylaştırdığı düşünülebilir.
Bu noktada sanayileşmenin doğu toplumlarında sosyalleşme değerleriyle aile yapısının giderek batıda ki özerk aile yapısına dönüşeceği düşüncesi yanlıştır. Japonya’da yapılan araştırmalar bu düşünceyi desteklemektedir. Çünkü Japonya’daki sanayileşme toplumda tamamen özerk bireylerin oluşmasına neden olmamış ailede güçlü duygusal bağların devam ettiği görülmüştür. Japonya,Singapur ve Kore gibi hızlı ekonomik gelişmenin olduğu ülkelerde yaşayan bireylerin özerklik davranışları gelişmektedir fakat bu gelişme bireylerin bağlı oldukları gruplara bağımlılıklarında bir azaltma meydana getirmemiştir.
Tüm bu araştırmaların ışığı altında söyleyebiliriz ki gelişmekte olan ülkelerin sosyalleşme değerleri ve aile yapısı batının ayrışmışlık kültürüne doğru değil,bireycilik kültürünün ve bağımlılık kültürünün bir sentezini oluşturan yeni bir kültüre doğru yönelmektedir.



KAYNAK : ÇİĞDEM KAĞITÇIBAŞI
İNSAN
AİLE
KÜLTÜR
 

T@nyukuk

New member
Teşekkürler, yararlı paylaşımlarının ardı arkası kesilmiyor.
 

FANTASY LOVE

New member
Zamanım yok okumaya ama kaydettim okuycam. teşekkürler

Kim kimle nerede ne yapıyor bilinmezken,
Bu günler yalnızları oynerken,
İnsanlar arasında sevgime seni seçmişken,
Benimle evlenir misin bi tanem? :)
 

HTML

Üst