Focus StyLe
FıRtına'
Tembellik Hakkı ....
Onları görür görmez tanıdım.
Benim eski hastalığıma tutulmuşlardı.
Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başlarında hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kumsalın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini duyar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini denize verip koca göbeklerini ovuştura ovuştura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen seninle konuşacak" davetiyle emaneti ailenin en küçüğüne devrediyorlardı.
Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getirmişlerdi adeta...
Yazlık evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uydu antenleri, "ne o lur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de olduğundan emindim.
Emindim; çünkü bir süre öncesine kadar ben de onlardan biriydim.
En güzel tatil sabahlarına, günün gazetelerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.
İşkoliktim.
Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum.
Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu
alıyor, kumsalda güzel bir kadın görsem televizyon kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.
Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben televizyon kanallarını...
* * *
Sonra tedavi oldum.
"Tembel hakları evrensel beyannamesini" okudum. Yan gelip yatmanın en temel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında ça lışmaya
zorlanamayacağını öğrendim.
Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaat ediyorlardı.
O halde hedef buydu: Tembellikten artakalan boş zamanları çalışmaya ayırmak, "Niye hiç çalışmıyorsun" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye yanıtlamak...
Geçen bahar başladı tedavim...
Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetinden eden havalarla iyileştim.
Bir Nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali" sorularıyla memleketi
ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olmanın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip baharla kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim.
Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.
İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can
çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonla rını anteninden tuttuğum gibi denize atmak ve sonra onları şaşkın bakan gözlerinden öperek "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin".
* * *
Yazıya, tembellerce "düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:
Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek
depolamış.
Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek
gezip eğlenceye vurmuş kendini...
Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dirhem bir çekirdek Ağustos böceği... başında şapka, elinde bavul...
"Hayrola" diye sormuş karınca...
"Paris'e tatile gidiyorum, bir isteğin var mı" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, "Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."
Can Dündar...
Onları görür görmez tanıdım.
Benim eski hastalığıma tutulmuşlardı.
Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başlarında hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kumsalın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini duyar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini denize verip koca göbeklerini ovuştura ovuştura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen seninle konuşacak" davetiyle emaneti ailenin en küçüğüne devrediyorlardı.
Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getirmişlerdi adeta...
Yazlık evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uydu antenleri, "ne o lur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de olduğundan emindim.
Emindim; çünkü bir süre öncesine kadar ben de onlardan biriydim.
En güzel tatil sabahlarına, günün gazetelerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.
İşkoliktim.
Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum.
Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu
alıyor, kumsalda güzel bir kadın görsem televizyon kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.
Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben televizyon kanallarını...
* * *
Sonra tedavi oldum.
"Tembel hakları evrensel beyannamesini" okudum. Yan gelip yatmanın en temel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında ça lışmaya
zorlanamayacağını öğrendim.
Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaat ediyorlardı.
O halde hedef buydu: Tembellikten artakalan boş zamanları çalışmaya ayırmak, "Niye hiç çalışmıyorsun" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye yanıtlamak...
Geçen bahar başladı tedavim...
Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetinden eden havalarla iyileştim.
Bir Nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali" sorularıyla memleketi
ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olmanın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip baharla kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim.
Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.
İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can
çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonla rını anteninden tuttuğum gibi denize atmak ve sonra onları şaşkın bakan gözlerinden öperek "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin".
* * *
Yazıya, tembellerce "düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:
Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek
depolamış.
Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek
gezip eğlenceye vurmuş kendini...
Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dirhem bir çekirdek Ağustos böceği... başında şapka, elinde bavul...
"Hayrola" diye sormuş karınca...
"Paris'e tatile gidiyorum, bir isteğin var mı" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, "Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."
Can Dündar...