Sihir ve büyüye karşı ne yapabiliriz?[Papaz Büyüsü v.b]

innuendo

HANZALA
Moderatör
Katılım
5 Nis 2007
Mesajlar
9,878
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
FİLİSTANBUL
İnsanı küfre götüren sihir ve büyüde, Allah’tan başkasına bağlanma ve Allah’tan başkasının gaybı bilebileceğini sanma gibi hepsi de İslam’ın temel ilkeleriyle bağdaşmayan pek çok olumsuzluk vardır.

sihir.jpg

Peygamberlerin ortaya koyduğu aydınlık yolun ilkelerini özümseyemeyen ve bunu kendi çıkarları ve sahte konumları bakımından tehlikeli gören birtakım insanların öteden beri başvurageldikleri karanlık işlerden biri de sihir ve büyüdür. Toplumda İslâmî konulardaki temel bilgi ve kültür azalmasına paralel olarak büyücülük, falcılık, astroloji, kahinlik ve medyumluk gibi İslam’ın onaylamadığı birtakım hayali ve karanlık yöntemlere talep artmaktadır. Maalesef bu talep, önemli bir pazar oluşturmakta ve bu pazar, bu tür karanlık işlerden çıkar sağlayanların işini kolaylaştırmaktadır. Halbuki İslam Dini; falcılık, kehanet, sihirbazlık, medyumluk ve benzeri faaliyetleri şiddetle yasaklamıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “…fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı.” (Maide: 3) “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide: 90) “…düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, …sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” (Felak: 1-4)

Hz. Peygamber sihri en büyük günahlardan saymıştır. (Ebu Dâvud, Vesâya 10). Hadis-i şeriflerde büyücülere ve medyumlara başvuran kişilerin, Allah’ın yardımından mahrum kalarak başvurdukları yöntemlerle baş başa bırakılacakları anlatılmaktadır. İslam’a göre her işin meşru fiziki ve maddi sebeplerine sarılmak, her işte sebeplere sımsıkı sarıldıktan sonra duayla bunu sağlama bağlamak ve işleri Allah’a havale etmek gerekmektedir. Dolayısıyla sihir, kehanet, medyumluk ve benzeri uğraşlara itibar edilmez. Müslümanların bunlardan uzak durması ve bunlarla meşgul olanlara ilgi göstermemesi gerekir. Sihirde yalan, aldatma, kandırma, göz boyama, saf zihinleri bozma, Allah’tan başkasına bağlanma ve Allah’tan başkasının gaybı bilebileceğini sanma gibi hepsi de İslam’ın temel ilkeleriyle bağdaşmayan pek çok olumsuzluk vardır. Bu itibarla sağlam inançlı bir Müslüman, bunlardan uzak durur, inancına gölge düşürebilecek şeylere itibar etmez.

Büyünün tarihi eski​

Soru: Bazı insanlar, en küçük musibetleri bile büyüyle irtibatlandırarak kendilerine sihir yapıldığını düşünüyor ve üzerlerinde hissettikleri gizli güçlerin tesirlerinden kurtulmak için kapı kapı dolaşıp “nefesi kuvvetli” kimseler arıyorlar...

Kötü niyetle ve çıkar düşüncesiyle, bazen metafizik güçleri de kullanarak, meşru olmayan yollarla insanları aldatmaya ve hatta onlara zarar vermeye yönelik gözbağcılık ve düzenbazlık şeklindeki işlere “büyü” denir. Arapça’da “sihir” adı verilen büyüyü, metafiziğin fiziğe tesir etmesi ya da fizik ötesi bazı kuvvetlerin ruhu ve cesedi etkilemesi neticesinde insanın tuhaf şeyler hissetmesini, duymasını ve görmesini sağlamak şeklinde tarif edenler de olmuştur. Sihrin, maddî değil de ancak vehim ve hayal boyutunda bir etkisi olabileceği görüşünü savunanlar ise, onu, becerikli bazı kimselerin sergilediği el çabukluğu, algı yanıltması, bazı fizik kanunlarını istismar etme, uyuşturucu veya sarhoş edici maddeler içirerek bir kısım insanları etkileme ve gerçekte normal olan bir olayı olağan üstü yanları varmış gibi göstermeden ibaret saymışlardır.

Büyücülüğün kökü çok eskilere dayanmaktadır. Öyle ki, Hazreti İbrahim’in peygamber olarak gönderildiği Babil halkının önceleri ruhlara ve meleklere ibadet eden, daha sonra da yıldızlara, aya, güneşe ve bunlar adına yapılmış putlara tapan kimseler olduğu rivayet edilmektedir. Günümüze kadar gelip ulaşan ve özellikle inancı zayıf kimseler arasında yaygınlaşan yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma da onlardan kalmıştır.

Sihir ve büyü Tevrat’tan önce de uygulanıyordu​

Hz. İbrahim, muhataplarını iknâ etmeye çalışırken sık sık ay, güneş ve yıldızlara atıfta bulunmuş; böylece o dönemde öne çıkan ve devrin insanlarınca değer verilen meseleleri de nazara vermiştir. Cinleri yardım için çağırma gücüne sahip olduklarına ve bazı gizli güçleri diledikleri gibi kullanabileceklerine inanan Babilliler, bu yönleriyle Mısır medeniyeti üzerinde de çok büyük izler bırakmışlardır. Babil’den kalan falcılığı ve sihirbazlığı daha da ileri götüren Mısırlılar çoğu meseleleri büyüyle halletmeye çalışıyor, gözbağcılık yapıyor ve hemen her hususta illüzyona başvuruyorlardı. Eski Mısır, dünyalarını yalan üzerine bina eden gözbağcı sihirbazlarla, onları bu işe sevk eden mütekebbir firavunların hakimiyetindeydi. Bazı Yahudiler arasında da sihre itikat pek revaçta idi.

Cin ve peri çağırmak, kötü ruhları esir almak, gizli güçleri kullanarak harikalar meydana getirmek, büyü ve efsun yapmak gibi şeyler Yahudiler arasında da mevcuttu. Fakat, bunların kaynağı İsrailoğulları ve Tevrat değildi. Onların batıl inançları da, tılsımlarla güç kazanmaya ve büyüden kuvvet almaya bağlı bir akım olan Kabalizm’in menşei gibi, Eski Mısır’ın putperest anlayışına ve firavunların sihirbazlarına dayanıyor, hatta Babil’e kadar uzanan bir çizgi takip ediyordu. Çinliler de büyüyle yakından ilgileniyorlardı.

Haddizatında, eskiden iyi-kötü bütün ilimler, hep Uzakdoğu’dan geliyordu. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz’in (sas) “İlim Çin’de bile olsa gidip alın!” sözünü sadece ilim iştiyakına ve araştırma aşkına bağlamak doğru değildir. Gerçi, bazı muhaddisler, bu sözün, Efendimiz’e isnat edilen “uydurma” bir beyan olduğunu ve senet zincirindeki kırılmalardan dolayı hadis kabul edilemeyeceğini vurgulamışlardır; fakat, “Bu zayıf bir hadistir” diyenler de olmuştur. Şayet, bu ifadeyi hadis kabul edersek, şöyle düşünebiliriz: Allah Rasûlü daha uzak bir yeri de işaret edebilirdi; fakat, Çin’i nazara vermişti. Demek ki, belli bir dönemde eski dünya itibarıyla Çin’de ilim çok gelişmişti. İlmin gelişmesinin yanı sıra efsanevî şeylere olan ilgi de artmış; sihir de yaygınlaşmıştı.

Kabalacılar, Hz. Süleyman’a büyücü derler!​

Dinler tarihine göre, tenasüh eski Mısır halkının “Hermes”ine dayanmaktadır ve Pisagor (Pythagoras) vasıtasıyla kadîm Yunan’a götürülmüştür. Pisagor, ruha dair bazı düşünceleri Mısır’dan İyonya’ya taşırken, görünmez kuvvetlere hükmetme düşüncesini de taşımış, zamanla Yunan-Roma medeniyetinde de, Şark’ta olduğu gibi, büyücülük ve falcılık rağbet bulmuştu. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in muasırı olan Yahudiler arasında da büyü çok yaygın idi. Onlar Hazreti Süleyman’ın -hâşâ- büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı sihir ile elde ettiğini, ins ü cinne de yine büyü ile hükmettiğini söylüyor; aynı yolla hem çok güçlü hâle gelebileceklerini hem de başka kavimlerin içine korku salacaklarını düşünüyorlardı.

Kur’an-ı Kerim, Hazreti Süleyman’ın bir peygamber olduğunu bildirince, onlar -hâşâ- “Muhammed Süleyman’ı peygamber sanıyor, halbuki o bir büyücüdür.” demişlerdi. Cenâb-ı Hak, Bakara sûre-i celîlesinin 102. ayet-i kerimesiyle onların bu iddialarına cevap vermiş ve şöyle buyurmuştu: “Tuttular Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular. Halbuki Süleyman küfre girmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre girdiler.

Halka sihri ve Babil’de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: “Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olmayasınız!” demedikçe hiç kimseye (sihir yapmaya vesile olabilecek) bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Allah’ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Fakat, onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı. Doğrusu, büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını da pek iyi biliyorlardı. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara, 2/102).

Bu ayet, Hârut ve Mârut kıssasının özünü ve içyüzünü de açıklamaktadır. Bazı müfessirler, onların birer melek değil sembol ve mecâzî ifade olduğunu söyleseler de, genel kanaate göre, Hârut ve Mârut, Süleyman Aleyhisselam döneminde Babil’de insan şeklinde ortaya çıkan, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir ilmini öğreten ve insanlar için imtihan vesilesi olan iki melektir. Bu ilmi kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsıkların aksine Hârut ve Mârut, “Biz imtihan vesilesiyiz; biz hem kaybettiririz, hem de kazandırırız; bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür; aklınızı başınıza alın ve bu imtihanı kaybetmeyin.” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmiyor ve muhataplarını suiistimale karşı uyarıyorlardı.

Hârut ve Mârut imtihan için öğretiyorlardı​

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi, Hârut ve Mârut adlı meleklerin öğrettiği bilgiler bizatihi sihir değildi, ancak o bilgiler sihir yapmaya ve suiistimal neticesinde küfre düşmeye de açıktı. Nitekim, söz konusu ayette “o iki meleğe indirilen şey” hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, o “şey” sihre atfedilmiştir.

Büyü İslâm’dan önce özellikle Babil ve Mısır medeniyetinde oldukça gelişmiş; zamanla Çin ve Hindistan’da da rağbet görmüş ve inanç açısından metafizikle ilgili mülahazalara çok yatkın olan Doğu insanının eliyle iyice yaygınlaşarak Batı ülkelerine kadar ulaşmıştır. Meleklere ve cinlere inandıkları için fizik ötesine aşina olan Müslümanlar o eski medeniyetlerle irtibata geçince büyü ile de tanışmış; tütsü, tılsım, muska ve fala bakma gibi bidatları onlardan almışlardır.

İslâm alimleri sihri bazı kategorilere ayırmış; yıldızların tesirine dayandırılan ve “tılsım” denilen daha çok Keldânîlerin kullandığı sihirden ruh çağırma, hipnotizma ve benzeri yollarla insanlar üzerinde müessir olma şeklindeki büyüye, cinlerin gizli kuvvetlerinden yararlanılarak yapıldığı ileri sürülen ve halk arasında “cincilik” olarak bilinen sihirden el çabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstererek bir göz boyamadan ibaret olan “illüzyon”a, farklı farklı aletlerle yapılan büyüden çeşitli ilaçların ve kokuların kullanılmasıyla ortaya konulan tuhaflıklara, İsm-i A’zam’ı bildiği iddiasıyla karşısındakileri psikolojik baskı altına almaktan insanların gizli yanlarını bir şekilde öğrenerek onların kalblerini okumuş gibi yüzlerine söylemek şeklindeki hokkabazlığa kadar pek çok büyü ya da büyü olarak değerlendirilebilecek düzenbazlık çeşidi saymışlardır.

Efendimiz’e de (sas) büyü yapılmıştır​

Ehl-i Sünnet alimlerine göre, sihir bir gerçektir ve onun bazı türlerinin fizikî dünyaya tesirleri de söz konusudur; ancak bu tesir sihirbazın değil, onun sebepleri yerine getirmesi neticesinde Allah’ın yarattığı bir tesirdir. Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, Allah Rasûlü’ne de (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) büyü yapıldığından bahsedilir. Mutezile alimleri ve bazı modern yorumcular böyle bir hadiseyi kabul etmeseler de muteber kaynaklarda bu mesele anlatılmakta ve Cenâb-ı Hakk’ın bir hikmete binaen izin verdiği bu büyü sebebiyle, Peygamber Efendimiz’in “mukarrabînin yanılması” çerçevesinde bazı sahabiler tarafından -bir kısım küçük farklarla- rivayet edilmektedir. Ashâb-ı kiram, nübüvvet pâyesiyle telif edemedikleri öyle bir vakayı söylemeyip gizleyebilirlerdi. Fakat, Rasûl-ü Ekrem üzerinde çok kısa süreli ve küçük tesirleri görülen bu olayı nakletmede bir mahzur görmemişlerdi.

O hadiseyi nakletmek suretiyle, büyünün, Peygamber Efendimiz üzerinde, dinin ve diyanetin ruhuna dokunmayacak şekilde, muvakkat bir tesirinin hâsıl olduğunu belirterek hem onun bir şer olduğunu göstermiş hem de öyle bir musibete maruz kalanların ne yapmaları gerektiğini talim buyurmuşlardı. Zaten, o sihirden sonra Allah Rasûlü’nde sadece birkaç namazda “mukarrabîn sehvi” diyeceğimiz türden yanılmalar görülmüş ve bu hal uzun sürmemişti. O yanılmalar da, uhrevî düşüncelerin ve dava yörüngeli mütâlaaların bir insanı alıp bir yüce ufka taşıması ve ona bulunduğu zamanı-mekanı muvakkaten unutturması şeklinde olmuştu. Öyle ki, yüksek duygulara ve uhrevî mülahazalara bağlı o çeşit yanılmalar bizde vuku bulsa, bizim için birer fazilet vesilesi bile sayılabilir; çünkü, o sehivlerin arkasında dava düşüncesi vardır.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine büyü yapıldığının farkına varınca dua etmiş ve Cenâb-ı Allah’tan şifa dilemişti. Çok geçmeden Hazreti Cibrîl ve Mikâil (aleyhimesselam) gelerek işin hakikatini Efendimiz’e haber vermiş; Allah Rasûlü’nden alınan bir tarak saç-sakal ile hurma çiçeği kullanılarak Lebîd İbn-i A’sam tarafından yapılan büyünün Zervan kuyusuna atıldığını söylemişlerdi. Rasûl-ü Ekrem, bazı ashâbıyla beraber o kuyuya gitmiş ve kuyuyu kapatmışlardı. Hazreti Aişe, “Ya Rasûlallah, sihri çıkardınız mı?” diye sorunca Efendimiz, “Hayır çıkarmadım. O sihri çıkarıp çözmekle halk arasında sihrin şuyû bulmasından endişe ettim.” buyurmuş; Cenab-ı Hakk’ın, kendisine şifa verdiğini ve şifa bulmak için illâ sihri çözmek gerekmediğini belirtmişti. (Bazı rivayetlerde, Hazreti Peygamber’imizin büyüyü kuyudan çıkardığı; ama halka teşhir etmediği de anlatılmaktadır.)

Büyü kişiyi küfre götürür

İslam, büyüyü ve büyücülüğü kesin bir dille yasaklamıştır: Kur’an-ı Kerîm büyücülerin iflah olmayacağını belirtmiştir (Tâhâ, 20/69). “Bir düğüme üfüren sihir yapmış olur; sihir yapan da şirke girmiş sayılır.” buyuran Rasûlullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sihrin büyük günahlardan ve helak edici yedi cürümden biri olduğunu beyan etmiştir. Bir hadis-i şerifte eşlerin arasını açmak için efsuna başvurmanın, ipliğe okumanın ve büyü yapmanın şirk olduğunu söyleyen Peygamber Efendimiz, başka bir hadiste de, “Her kim falcıya, gaipten haber verene ve sihirbaza giderek onlardan bir şey sorar, söylediklerine inanır ve tasdik ederse küfre girmiş olur.” buyurmuştur.

Bu hadisleri delil olarak getiren bazı alimler, sihirbazın kâfir olduğuna hükmetmişlerdir. Evet, göz boyama ve el çabukluğuyla insanları aldatma şeklindeki bazı türleri göz önünde bulundurulunca büyü yapan herkes hakkında “küfre girmiş olur” hükmü verilemezse de büyünün her çeşidinin haram olduğunda şüphe yoktur. Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) büyüde bir tesir-i hakiki olduğuna inanıp Cenab-ı Hakk’ın güç ve kuvvetini görmezlikten gelmeye, büyüyü ticarî bir iş edinmeye ve insanların maneviyat boşluklarını onunla doldurmaya çalışmaya küfür nazarıyla baktığı da aşikardır. Hususiyle bazı çevreler, bu türlü metafizik mülahazaları dinin yerine koymaktadırlar. Yogayı, meditasyonu, illüzyonu ve fizik ötesiyle alakalı ruhî tecrübeleri dine karşı bir alternatif olarak takdim etmektedirler.

Huzurun kaynağı imandadır

Din sayesinde ulaşılabilen huzura, saadete ve bir kısım fevkaladeliklere, bu yollarla da ulaşılabileceğini iddia ve ilan ederek, insanları dinden soğutup yogaya, meditasyona ve hiçbir sağlam temele dayanmayan ruhî tecrübelere sevk etmekte ve dinin yerine başka metafizik mülahazaları ikame etmeye çalışmaktadırlar. Şayet, insanların nazarında farklılık arz eden ve onlara ilk bakışta harikulâde gibi görünen bazı hal ve hareketlere ulaşabilirlerse, onlarla caka yapmakta, fevkalâdeden varlıklar gibi arz-ı endam etmekte ve -açıktan açığa söylemeseler bile- kendilerini peygamber yerine koymaktadırlar.


Yogizmden mistisizme, meditasyondan bir kısım batıl tarikatların ayinlerine kadar çok geniş bir alanda bu türlü sapıklıkları görmek mümkündür. Maalesef, bizim ülkemizde o türlü inhiraflara girenlerin sayısı da az değildir. “Namaz, oruç, hac çok önemli değil, bunların hepsi şeklî şeyler. Asıl mesele şudur...” diyerek füruâta dair bir hususu öne çıkaran, dinde her meselenin kendine göre bir konumu olduğunu göz ardı ederek Cenâb-ı Hakk’ın büyük gördüğünü küçük kabul eden, O’nun indinde çok küçük olan bir meseleye de aslan payı veren, dolayısıyla Allah’a karşı saygısız davranan ve ciddi bir inhiraf yaşayan bu kimseler, insanların gönlünde din ve diyanetle doldurulabilecek boşlukları o türlü bâtıl şeylerle kapatmaya çabalıyorlar.


Diğer taraftan da, din ile Allah’a yaklaşabilecek, diyanetle kendi ruhî boşluklarını doldurarak tatmine ulaşabilecek ve Hak nezdinde hoşnut olunan birer kul haline gelebilecek insanları o türlü fantezilerle değişik bir âleme çekerek meşgul ediyor, Allah’tan uzaklaştırıyor ve dolayısıyla küfre giriyorlar. Büyüyü ya da büyü kategorisine dahil edilen el çabukluğuna dayalı bazı oyunları böyle büyük bir tahripte kullanmayanlar kâfir olmayabilir; hadis şerhlerinde görüldüğü gibi belki günah-ı kebâir işlemiş olurlar.

Fakat, genelde Peygamber Efendimiz büyüye ve büyücülüğe küfür nazarıyla bakmıştır. Netice itibarıyla, sihrin bazı çeşitleri insanı küfre götürüyorsa, ondan tamamen uzak durmak her zaman daha sağlam bir yoldur. Nasıl ki, gıybetin bir çeşidi zinadan daha tehlikelidir.. evet, bir ferdin gıybetini yapmak günahtır; fakat, bir topluluğun ya da o topluluğu temsil eden bir şahsın gıybetini yapmak sıradan bir gıybet gibi değildir; o zinadan daha tehlikeli ve öldürücü bir günahtır. Aynen öyle de, büyünün bazı türleri ve onların sebep olduğu bir kısım sapık inançlar vardır ki, onlarla meşgul olmak ve onlara inanmak da küfürdür. Öyle ise, ondan bütün bütün uzak durmak gerekir. Dolayısıyla, o meseleyi ifade ederken Allah Rasûlü, hikmetle hüküm vermiş ve “Sihir küfürdür” buyurmuştur.

Papaz Büyüsü propaganda vesilesi

Kimisi büyüyü meslek edinmiş, sihir yapıyor ve küfre giriyor; kimisi de farkına varmadan -hâşâ ve kellâ- Allah’ın gücü ve kuvveti yerine farklı güçler ve kuvvetler farz ediyor, büyü yaptırmak ya da bozdurmak için kapı kapı dolaşıyor ve küfürle karşı karşıya geliyor. Sanki -hâşâ- Allah onların yapacağı sihrin önünü alamazmış gibi düşünüyor. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edeceğine bir büyücüden başka bir büyücüye, ondan da bir başkasına koşuyor. Böylece, kesret-i kıble (aynı anda pek çok kapıya yönelme) fâsid dairesi içine düşüyor. Bir ona bir buna yöneliyor ve itikadı tamamen sarsıldığı için de hiç kimse onun derdine derman olamıyor.

İşin vahim bir yanı da, büyü vasıtasıyla insanların korkutulması ve üzerlerinde psikolojik baskı kurulmasıdır. Asırlar önce Firavunların müracaat ettiği ve Kabalistlerin de çokça kullandığı bu metotla adeta iradeler felç edilmekte; insanlar hem o türlü şeylerle oyalanarak hayır yollarından uzaklaştırılmakta hem de sömürülmektedirler. Mesela, “papaz büyüsü” olarak bilinen meşhur sihir çeşidi böyle bir psikolojik silah ve propaganda vasıtasıdır. En tehlikeli büyü çeşidi olarak anlatılan, sonu gelmeyen mübalağalarla çok korkunç gösterilen ve çoğu zaman ancak bir papaz tarafından çözülebileceği iddia edilen “papaz büyüsü” günümüzde de cahil insanları psikolojik baskı altına alan korku faktörlerinden biridir. Dilden dile aktarılırken bir heyulaya dönüşen ve bir yönüyle “Aman o adamlarla iyi geçinin, sakın onları kızdırmayın; papaz büyüsü yaparlarsa bir daha kolunuzu bile kaldıramazsınız” manasına da gelen söylentiler sinsi bir oyunun parçasıdır. Maalesef, sayıları az da olsa, cami gölgesinde büyüyen fakat kilise çatısı altında papazdan medet uman ve ona büyü çözdürmek için sıra bekleyen kimselerin varlığı da -şerirlerin lehine- bu oyunun tuttuğunu göstermektedir.


İnsanlar medyumlara niye gidiyor?​

Milletin akîdesiyle nasıl oynandığını, dinin hüviyet-i asliyesinin bozulması için ne denli gayret edildiğini ve hurafelerin ne şekilde inanç yerine konduğunu görmek için medyumlara ve onlara rağbet edenlere bakmak da yeterli olsa gerek. Öyle insanlar var ki, Allah’a, Peygamber’e, dine ve diyanete inanmıyorlar; fakat, bir genel müdürlüğe gelip gelemeyeceklerini, bir koltuk kapıp kapamayacaklarını öğrenme ümidiyle medyumlara danışıyorlar.

Ülkemiz ve milletimiz için hayatî ehemmiyeti olan bir kurumun üst seviyedeki bir temsilcisi bile daha yukarıdaki bir basamağa çıkıp çıkamayacağını öğrenme niyetiyle medyumun huzuruna koşuyor! Bu insanların bir kısmı belki de hayatlarında bir kere olsun, kâinatta en büyük hakikat olan “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” hakikatine kendi azameti ölçüsünde inanmamışlar. Medyuma inandıkları kadar Allah’a inanmamış zavallı insanlar.

Çözüm, Kur’an ve Sünnet’te

Bazı insanlar gerçekten büyüye, vesveseye ve evhâma maruz kalmış ya da habis ruhların hücumuna uğramış da olabilir. Bunlar genellikle Allah’tan uzaklaşma, Peygamber Efendimiz’e karşı mesafeli durma ve Kur’an’dan ayrı kalma neticesinde olur. Öyleyse, çareyi yakınlaşmada ve aradaki mesafeyi daraltmada aramak gerekir.

Ayrıca, bazı ağzı dualı kullar vardır; onlar yalnızca Allah rızası için dua ederler. Hastanın ismini alır, birkaç gece kalkar, secdeye kapanır ve yalvarırlar; “Bahtına düştüm Allah’ım, Şafi-i Hakiki Sen’sin. Şu kuluna şifa ihsan eyle; onu batıl peşinde koşan insanların eline düşürme; onların eline düşürüp perişan etme” der, yakarırlar. Allah Teâlâ da murad buyurursa, şifa ihsan eder. Bu yol, enbiyâ, evliyâ ve asfiyânın yoludur; bu hak dostlarının yolu dururken, Kur’an ve Sünnet gibi hiç yanıltmayan müracaat kaynakları bir kenarda beklerken başka kapılara yönelmek aldanmışlıktır. Bu hidayet rehberlerine müracaat edenler bütün dertlerine derman bulabilirler. Dertlerine derman bulamasalar da, sabır kalesine sığınır, az dişlerini sıkar ve musibeti vereni bildikleri için sabrederek evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn mertebesine yükselebilirler.

Hangi duaları okumalıyız?

Soru: Peygamber Efendimiz’in büyüye karşı okumuş olduğu bir dua var mıdır? Kendisine sihir yapıldığına inanan bir insan hangi duaları okumalıdır?

Cevap: Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) her gece yatmaya hazırlandığı zaman iki elini açarak birleştirir, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak ellerinin içine üfler, sonra başından ve yüzünden başlayarak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazlar, ondan sonra yatardı. Hazreti Aişe validemiz, Peygamberimizin bunu her gece üç defa yaptığını rivayet etmektedir.

Rasul-ü Ekrem Efendimiz, kendisine büyü yapıldığını fark ettiği zaman da bu sureleri okuyarak Cenab-ı Hakk’a sığınmıştı. İki elini açıp yan yana getirmiş; İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak avucuna üflemiş ve baştan ayağa kadar bütün vücudunu meshetmişti. Nakledildiğine göre, Efendimiz bunu 11 defa yapmış; her defasında adeta bir düğümün çözüldüğünü hissetmiş ve rahatlamıştı. Dolayısıyla, o türlü bir duruma maruz kalanlar İhlâs Suresi’ni ve “Muavvizeteyn” dediğimiz Felâk ve Nâs surelerini on birer kere okumalı ve Peygamber Efendimiz gibi yapmalıdırlar.

Buna ilave olarak, Fatiha Suresi, Âyete’l-Kürsî ve güvenilir dua mecmualarındaki mesnun (Allah Rasulü’nden nakledilen) dualar da okunup onlarla Allah’tan şifa dilenebilir. Mesela; cin çarpmasına maruz kaldığını düşünen bir insan Fatiha Suresi’ni, Bakara Suresi’nin 1, 2, 3, 4, 5, 163, 164, 255, 284, 285 ve 286. ayetlerini, Âl-i İmran Suresi’nin 18. ayetini, A’raf Suresi’nin 54, 55 ve 56. ayetlerini, Mü’minûn Suresi’nin 116, 117 ve 118. ayetlerini, Sâffât Suresi’nin ilk on ayetini, Haşr Suresi’nin son üç ayetini, Cin Suresi’nin 3. ayeti ile İhlâs, Felâk ve Nâs surelerini okumalıdır. (Bu duanın tam metni Işık Yayınları tarafından neşredilen Mealli Dua Mecmuası’nın Mart-2004 baskısının 161. sayfasında mevcuttur.) Bunları, o derde dûçar olan insan kendisi okuyabileceği gibi, eşler ve ailenin diğer fertleri de birbirlerine okuyabilirler. Ayrıca, gecesi aydın, ağzı dualı, hiçbir beklentisi ve iddiası olmayan samimi kimselere dua ettirme de şifa adına başvurulması gereken yollardan biri sayılabilir.

Şâfi ve Müessir-i Hakikî Rabbimiz’dir (cc)​

Bu arada, bu duaları okuma kadar önemli olan bir husus da, büyüyle imtihan olan şahsın, onu Allah’ın izale edebileceğine tam inanmasıdır.
Şayet insanın inancı zayıfsa, yani Allah’ın kendisine şifa ihsan edebileceğine dair şüphesi varsa, bütün bu okumalar, yalvarmalar ve dualar şifaya vesile olmayabilir. Fakat, Kur’an’ın bereketiyle ve sağlam bir niyetle Allah’a teveccüh edilirse o dert -inşaallah- zâil olur. Biz Allah’ın her şeye gücü yettiğine inanmıyor muyuz? Öyleyse, o belayı -hâşâ- Rabbimiz savamayacak da cinci hocalar (!) ve medyumlar mı savacak? Hayır, nâçar kaldığı yerde sadece Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eden bir insana, Allah mutlaka bir perde açar ve onun dertlerine derman olur.

Elverir ki o, başka kapılara gitmesin ve Allah’ı yegâne Müessir-i Hakiki bilerek O’na yönelsin. Evet, “O’dur beni yaratan ve hayat imkânlarını veren, maddeten ve mânen yol gösteren. O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren. Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan. Büyük hesap günü günahlarımı bağışlayacağını umduğum ulu Rabbim de yine O’dur.” (Şuara, 26/78-82) diyen Hazreti İbrahim bu konuda bize ne güzel örnektir. İşte bu imanla hareket etmek lazım. Aç da kalsak susuz da, tökezlesek de düşsek de, bela ve musibetlere maruz kalsak ya da düşmanlarla karşılaşsak da, her halükarda Allah bize yeter. Allah’ın inayet ve riayetinin olduğu bir yerde, başka desteklere ihtiyaç yoktur. Sözün özü, büyü gerçektir; ama her şeyi büyüden bilmek yanlıştır.

Büyücülerin pek çok gizli bilgilere vâkıf olduğu ve tabiat üstü işler başarabildiği şeklindeki inançlar İslâm’a aykırıdır. Sihri bir sektör haline getirip insanları Allah’tan ve dinden uzaklaştırmak, dinin yerine bu türlü metafizik mülahazaları ikame etmek küfürdür. Sihrin haram olduğuna inanmakla birlikte, iman zaafından dolayı sihir yapmak veya yaptırmak da büyük günahtır. Allah’a tam teveccüh etmişsek- kimsenin bize zarar veremeyeceğine kat’î surette inanma bu konuda bize düşen vazifelerdir
.

ALİ OSMAN SARGIN​
 
Allah razı olsun..Takdire şayan bir derleme...Paylaştığın için saolasın üstat...
 
İnşaallah faydalı olur Kardeşim.
 
Güzel paylaşım. Özellikle günümüzde bunları meşru sananlara da güzel bir bilgilendirme olmuş.
 
CİN VE BÜYÜDEN KURTULMAK İÇİN YAPILMASI GEREKEN HUSUSLAR..

21 - Besmele
1 - Yasin
11 - Ayetel Kursi 3-7-11-21
11 - Fatiha
11 - İhlâs
11 - Kafirun
11 - Nas
7 - Huvallahüllezi (Haşir Suresi 22-23-24)
7 - Cin Suresi (1 den 6 ya kadar ayetler)
7 - Saffat (1 den 10 a kadar ayetler)
7 - Bakara (163-164)
7 - Rahman (31-35)
100 - Selamun kavlen min rabbirrahim
100 - Lâ havle ve la kuvvete illâ billahil aliyyil azim

Bu ayetler bir tas suya okunsun.
Okunan sulardan ailecek içilsin.
Okunan sulardan abdest alınsın (sık sık)
Evin içine hafifçe serpilsin...

Dipnot: Bu kesin kurtuluşun reçetesidir. Yapanlarin soyledikleri bu husustadir. Allah herşeye kadirdir....

Allah cumlemize hidayet üzre olmayı nasip etsin inşAllah...
 
çok sağolun hazırlayan arkadaslar ellerinize sağlık umarim faydali olur bu bilgiler
 
Geri
Üst