angelbily
New member
- Katılım
- 2 Eki 2007
- Mesajlar
- 1,993
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
paylaşılmışsa sroyy...
SEVİŞEN YARAMAZ ÇOCUKLAR
Sevdiğim,
Issız kumsallarıma, kum tanecikleri kadar çok sevgisinin izlerini bırakan umudum...
Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi.
Kalbim her dakika hızla çarpardı,
Göğsümün içinde ateş var gibi.
Bir gün bir şair, Sinop Cezaevi nde bir öykü yazar. Üstte okuduğun şiiri yazan kişidir o. Şiirin ilk dörtlüğünü okudun, sonrası birazdan gelecek... Öykünün girişi, çok etkilemiştir beni. Gel sevdiğim, yanıma uzan; ayakuçlarımıza deniz dalgaları değip değip kaçarken sana da okuyayım.. Yüzünü dön bana önce, gözlerinin güzelliğine bakayım. Kulağına bu öyküden kısacık bir bölüm okuyayım... Gözlerin... Ne kadar güzelsin!..
Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal in kahve ocağının dibinde oturmuş, birbiri üstüne cıgara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüştü. Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden kayıkçıların sesini duyar gibi oluyordum. Gönlüm dışardaydı. Başka zaman beni avutan şeylere bakmıyordum bile. Gardiyan Arif in tavuğu, etrafında bir haftalık civcivleriyle, ayaklarımın altında dolaşıyor, yanımdaki sur duvarının ortasından fırlayan ve büyüyüp aşağıya doğru uzandıkça çiçek üstüne çiçek açan papatya dalı hafif rüzgârda sallanıyor, esrarkeş Tayyar Baba biraz ilerde sırtını duvara dayayıp başını karnına sarkıtmış, Bayburt türküleri mırıldanıyordu. Ama ben bu candan ahbaplarımda teselli arayacak halde değildim. Gözüm sekiz arşın kalınlığındaki taş duvarları aşıyor, güverte kenarında eteklerini uçurarak vincin işlemesini seyreden kızları, merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana, Çek! demek istiyordum. Gözümde tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor.
İşte böyle sevdiğim..Öykünün beni altüst eden girişini okudun... Sinop Cezaevi’nin özelliği, deniz kıyısında, limanın arkasında olmasıdır. Hapishanenin duvarına dalgalar çarpar, içeride şair volta atarken bu seslerle oyalanır. Hatta, belki bilirsin, bunun da şiiri vardır:
Dışarıda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Beni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Şarkısı da yapılmıştı bu şiirin... Öyküde anlatılan ortama benzer bir ortam vardır Taksim de... Ya da bana öyle gelir hep.. Sofyalı Sokak taki KİNO... Gecen gece oradaydım. Dört bir yanı duvarlarla çevrili ve bir yanındaki duvarın üstünde tel örgülerin geçtiği bir bahçesi var KİNO nun... Orada oturdum ve sıcak bir kahve içip kalktım... Seni düşündüm. Orada birlikte oturduğumuzu, aynı hapishanenin içinde ki bu dünya bile olabilir birbirimize verdiğimiz iç ışığımızı, paylaştığımız ayışığını.. Yoksa, daha önceki bir gelişimde sen de orada mıydın?
Şaire sözü verelim yeniden...
Bazı nur içinde, bazı sisteydim,
Bazı beni seven bir göğüsteydim,
Kâh el üstündeydim, kâh hapisteydim,
Her yere sokulan bir rüzgâr gibi.
Aşkım iki günlük iptilalardı,
Hayatım tükenmez maceralardı,
İçimde binlerce istekler vardı,
Bir şair yahut bir hükümdar gibi.
Sevdiğim, şiirin bundan sonrasını okurken, yapraklarını daha çok kaldır havaya, çiçeklerini daha çok aç... Bir çiçek bahçesi ol her gece olduğun gibi, tek çiçekte bir çiçek bahçesinin çokluğu... Senin tek yüreğinde sevginin çokluğu gibi...
Hissedince sana vurulduğumu,
Anladım ne kadar yorulduğumu,
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi.
Şimdi şiir bence senin yüzündür,
Şimdi benim tahtım senin dizindir,
Sevgilim, saadet ikimizindir,
Göklerden gelen bir yadigâr gibi.
Ve benim düş güzelim... Göklerden bir tüy hafifliğinde, ben başımı sana doğru kaldırdığımda, gözlerime düş güzelim... Benliğime, gençliğime, çocuk kalmış yalnızlığıma, büyüyemeyen umutlarıma düş... Düş benim düş güzelim... Sensizliğime düş ve dağıt bütün tekbaşınalığımı tek başına yaşadığım şu masal evimde...
Ve benim umut güzelliğim... Şiirin bundan sonrası, eminim ki sana daha tanıdık gelecektir. Hem hüzünlü hem neşeli bir şarkıyı anımsar gibi...
Sözün şiirlerin mükemmelidir,
Senden başkasını seven delidir,
Yüzün çiçeklerin en güzelidir.
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi.
Başını göğsüme sakla sevgilim,
Güzel saçlarında dolaşsın elim.
Bir gün ağlıyalım, bir gün gülelim,
Sevişen yaramaz çocuklar gibi.
Sabahattin Ali den sözediyorum, şair olarak... Sezen Aksu nun o çok sevdiğim şarkısı sabahtan beri dilimde... Akşam, dışarı çıkıp Cağaloğlu nda yürümeye başlayınca ayaklarım beni Karaköy e sürükledi... Galata köprüsünün üstünden geçerken altımdan da deniz geçiyordu. Sabahattin Ali nin yattığı Sinop Cezaevi nin duvarlarına çarpan dalgalardan birisi acaba yıllar sonra İstanbul a ancak şimdi mi gelebilmiştir, acaba şu dalga mıdır, bu dalga mıdır derken, Tünel e çıkardı adımlarım beni... Sonra Kino... Yalnızlığım, oradaki senliliğim, buradaki sensizliğim... Aynı adamın öyküsü, şiiri... Dilimde bir şarkıdır ki hala susturamıyorum kendimi. Kendime geveze bir dostum sanki.. Hem varlığından sonsuz keyif aldığım, hem de Biraz sussa da, ben konuşsam! diye düşündüğüm... Biraz sussaydım, sana daha rahat yazacaktım bugün... Kendim rahat bırakmadı beni...
Sevişen yaramaz çocuklar gibi... Düşlerimiz çiy olup üstümüze yağarken, yaramaz çocuklar dan ikisi olsak, sonra biri olsak; sonra üç, beş, on, onlarca, yüzlerce düşü doğursam... Denizde bir ada, düşlerle dolup taşsa... Düş güzelim, düşlerimin kumsalında kumlara bata çıka yürürken sıvadığım paçalarım ıslanıyor... Islanan ne varsa üstümde çıkarıp atıyorum... Çırılçıplak bedenimle denize atlıyorum... Üstümde düşlerin kanat sesi.. Senin gözlerin denize karışmış.. Dalgaların rengi bugün daha güzel... Islanan paçalarımdan su yavaşça yayılıyor ve tüm pantolonumu tutsak ediyor kendine. Tutsaklık... Bir hapishanede... Sinop Cezaevi nde... Sabahattin Ali gibi..
Güzel saçlarında dolaşsın elim,
Bir gün ağlıyalım, bir gün gülelim,
Sevişen yaramaz çocuklar gibi...
Sevişen yaramaz çocuklar gibi, sokaklarımda oynuyordum nicedir. Yalnızlığımla... Sonra sen geldin... Sokaklarım sana bağlandı, benim gibi... Bütün sokaklar sana bağlandı ve yol ağzından dökülen sözcükler caddeleri ıslattı. Bir seldir aldı götürdü İstanbul u... İstanbul ki, gök ile denizin sevişmesinden doğan mavi bir çocuk...
Biz daha da çoğalmalıyız.
Düş selleri bassın odamızı... Kapıdan, pencereden sızsın düşler... Çırılçıplaklığımızla yakalasın bizi... Dışarıya kaçmaya vaktimiz olmasın; kaçamayalım... Boğulalım ikimiz, elele... Gözlerimizi açtığımızda, denizde bir adanın kıyısında olalım yeniden... Hep orada değil miydik? İnsan kimi zaman kanatsız bir kuş, ada çiçeğim... Çırpacak hiçbir şeyi kalmamışsa, yaşamın kaynağı yumurtaları kırar bir tabağa ve onları çırpar, sonra karışık bir omlet gibi masaya konur karmakarışık yaşamlar. Yaşa! derler, yaşamazsın... İşte bu koku... Karışık omlet kokusu... Ye! derler, yemem... Yaşa! derler; asla... Her akşam, şu sana yazışlarım yok mu? Hep, bütün yanlışlarımı siler gibi, hep yeniden başlar gibi.. Doğmak gibi.. Ama onun da öncesinde, SEVİŞEN YARAMAZ ÇOCUKLAR GİBİ...
SEVİŞEN YARAMAZ ÇOCUKLAR
Sevdiğim,
Issız kumsallarıma, kum tanecikleri kadar çok sevgisinin izlerini bırakan umudum...
Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi.
Kalbim her dakika hızla çarpardı,
Göğsümün içinde ateş var gibi.
Bir gün bir şair, Sinop Cezaevi nde bir öykü yazar. Üstte okuduğun şiiri yazan kişidir o. Şiirin ilk dörtlüğünü okudun, sonrası birazdan gelecek... Öykünün girişi, çok etkilemiştir beni. Gel sevdiğim, yanıma uzan; ayakuçlarımıza deniz dalgaları değip değip kaçarken sana da okuyayım.. Yüzünü dön bana önce, gözlerinin güzelliğine bakayım. Kulağına bu öyküden kısacık bir bölüm okuyayım... Gözlerin... Ne kadar güzelsin!..
Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal in kahve ocağının dibinde oturmuş, birbiri üstüne cıgara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüştü. Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden kayıkçıların sesini duyar gibi oluyordum. Gönlüm dışardaydı. Başka zaman beni avutan şeylere bakmıyordum bile. Gardiyan Arif in tavuğu, etrafında bir haftalık civcivleriyle, ayaklarımın altında dolaşıyor, yanımdaki sur duvarının ortasından fırlayan ve büyüyüp aşağıya doğru uzandıkça çiçek üstüne çiçek açan papatya dalı hafif rüzgârda sallanıyor, esrarkeş Tayyar Baba biraz ilerde sırtını duvara dayayıp başını karnına sarkıtmış, Bayburt türküleri mırıldanıyordu. Ama ben bu candan ahbaplarımda teselli arayacak halde değildim. Gözüm sekiz arşın kalınlığındaki taş duvarları aşıyor, güverte kenarında eteklerini uçurarak vincin işlemesini seyreden kızları, merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana, Çek! demek istiyordum. Gözümde tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor.
İşte böyle sevdiğim..Öykünün beni altüst eden girişini okudun... Sinop Cezaevi’nin özelliği, deniz kıyısında, limanın arkasında olmasıdır. Hapishanenin duvarına dalgalar çarpar, içeride şair volta atarken bu seslerle oyalanır. Hatta, belki bilirsin, bunun da şiiri vardır:
Dışarıda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Beni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Şarkısı da yapılmıştı bu şiirin... Öyküde anlatılan ortama benzer bir ortam vardır Taksim de... Ya da bana öyle gelir hep.. Sofyalı Sokak taki KİNO... Gecen gece oradaydım. Dört bir yanı duvarlarla çevrili ve bir yanındaki duvarın üstünde tel örgülerin geçtiği bir bahçesi var KİNO nun... Orada oturdum ve sıcak bir kahve içip kalktım... Seni düşündüm. Orada birlikte oturduğumuzu, aynı hapishanenin içinde ki bu dünya bile olabilir birbirimize verdiğimiz iç ışığımızı, paylaştığımız ayışığını.. Yoksa, daha önceki bir gelişimde sen de orada mıydın?
Şaire sözü verelim yeniden...
Bazı nur içinde, bazı sisteydim,
Bazı beni seven bir göğüsteydim,
Kâh el üstündeydim, kâh hapisteydim,
Her yere sokulan bir rüzgâr gibi.
Aşkım iki günlük iptilalardı,
Hayatım tükenmez maceralardı,
İçimde binlerce istekler vardı,
Bir şair yahut bir hükümdar gibi.
Sevdiğim, şiirin bundan sonrasını okurken, yapraklarını daha çok kaldır havaya, çiçeklerini daha çok aç... Bir çiçek bahçesi ol her gece olduğun gibi, tek çiçekte bir çiçek bahçesinin çokluğu... Senin tek yüreğinde sevginin çokluğu gibi...
Hissedince sana vurulduğumu,
Anladım ne kadar yorulduğumu,
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi.
Şimdi şiir bence senin yüzündür,
Şimdi benim tahtım senin dizindir,
Sevgilim, saadet ikimizindir,
Göklerden gelen bir yadigâr gibi.
Ve benim düş güzelim... Göklerden bir tüy hafifliğinde, ben başımı sana doğru kaldırdığımda, gözlerime düş güzelim... Benliğime, gençliğime, çocuk kalmış yalnızlığıma, büyüyemeyen umutlarıma düş... Düş benim düş güzelim... Sensizliğime düş ve dağıt bütün tekbaşınalığımı tek başına yaşadığım şu masal evimde...
Ve benim umut güzelliğim... Şiirin bundan sonrası, eminim ki sana daha tanıdık gelecektir. Hem hüzünlü hem neşeli bir şarkıyı anımsar gibi...
Sözün şiirlerin mükemmelidir,
Senden başkasını seven delidir,
Yüzün çiçeklerin en güzelidir.
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi.
Başını göğsüme sakla sevgilim,
Güzel saçlarında dolaşsın elim.
Bir gün ağlıyalım, bir gün gülelim,
Sevişen yaramaz çocuklar gibi.
Sabahattin Ali den sözediyorum, şair olarak... Sezen Aksu nun o çok sevdiğim şarkısı sabahtan beri dilimde... Akşam, dışarı çıkıp Cağaloğlu nda yürümeye başlayınca ayaklarım beni Karaköy e sürükledi... Galata köprüsünün üstünden geçerken altımdan da deniz geçiyordu. Sabahattin Ali nin yattığı Sinop Cezaevi nin duvarlarına çarpan dalgalardan birisi acaba yıllar sonra İstanbul a ancak şimdi mi gelebilmiştir, acaba şu dalga mıdır, bu dalga mıdır derken, Tünel e çıkardı adımlarım beni... Sonra Kino... Yalnızlığım, oradaki senliliğim, buradaki sensizliğim... Aynı adamın öyküsü, şiiri... Dilimde bir şarkıdır ki hala susturamıyorum kendimi. Kendime geveze bir dostum sanki.. Hem varlığından sonsuz keyif aldığım, hem de Biraz sussa da, ben konuşsam! diye düşündüğüm... Biraz sussaydım, sana daha rahat yazacaktım bugün... Kendim rahat bırakmadı beni...
Sevişen yaramaz çocuklar gibi... Düşlerimiz çiy olup üstümüze yağarken, yaramaz çocuklar dan ikisi olsak, sonra biri olsak; sonra üç, beş, on, onlarca, yüzlerce düşü doğursam... Denizde bir ada, düşlerle dolup taşsa... Düş güzelim, düşlerimin kumsalında kumlara bata çıka yürürken sıvadığım paçalarım ıslanıyor... Islanan ne varsa üstümde çıkarıp atıyorum... Çırılçıplak bedenimle denize atlıyorum... Üstümde düşlerin kanat sesi.. Senin gözlerin denize karışmış.. Dalgaların rengi bugün daha güzel... Islanan paçalarımdan su yavaşça yayılıyor ve tüm pantolonumu tutsak ediyor kendine. Tutsaklık... Bir hapishanede... Sinop Cezaevi nde... Sabahattin Ali gibi..
Güzel saçlarında dolaşsın elim,
Bir gün ağlıyalım, bir gün gülelim,
Sevişen yaramaz çocuklar gibi...
Sevişen yaramaz çocuklar gibi, sokaklarımda oynuyordum nicedir. Yalnızlığımla... Sonra sen geldin... Sokaklarım sana bağlandı, benim gibi... Bütün sokaklar sana bağlandı ve yol ağzından dökülen sözcükler caddeleri ıslattı. Bir seldir aldı götürdü İstanbul u... İstanbul ki, gök ile denizin sevişmesinden doğan mavi bir çocuk...
Biz daha da çoğalmalıyız.
Düş selleri bassın odamızı... Kapıdan, pencereden sızsın düşler... Çırılçıplaklığımızla yakalasın bizi... Dışarıya kaçmaya vaktimiz olmasın; kaçamayalım... Boğulalım ikimiz, elele... Gözlerimizi açtığımızda, denizde bir adanın kıyısında olalım yeniden... Hep orada değil miydik? İnsan kimi zaman kanatsız bir kuş, ada çiçeğim... Çırpacak hiçbir şeyi kalmamışsa, yaşamın kaynağı yumurtaları kırar bir tabağa ve onları çırpar, sonra karışık bir omlet gibi masaya konur karmakarışık yaşamlar. Yaşa! derler, yaşamazsın... İşte bu koku... Karışık omlet kokusu... Ye! derler, yemem... Yaşa! derler; asla... Her akşam, şu sana yazışlarım yok mu? Hep, bütün yanlışlarımı siler gibi, hep yeniden başlar gibi.. Doğmak gibi.. Ama onun da öncesinde, SEVİŞEN YARAMAZ ÇOCUKLAR GİBİ...