sarhoşun duası ve duanın gücü

PirAdam

Ayın Üyesi
Katılım
18 Haz 2010
Mesajlar
2,101
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
65
Konum
Istanbul
O gün morali çok bozuktu. Kendisini iyice köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Başına açtığı dertler, sıkıntılar içinden çıkılmaz bir hal alıyor; kurtulmak için çırpındıkça sanki daha fazla batıyordu. Kendisini dev sorunların altında ezilen çaresiz bir zavallı gibi hissediyordu. Ruhunda yaşadığı sıkıntı bedenine de yansımıştı. Sanki damarlarından kan, hücrelerinden can çekilmiş gibiydi. Kendini yorgun, bitkin ve halsiz hissediyordu.
Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sıkıntılı zamanlarda genellikle uyumayı tercih ederdi. O gün de erkenden eve gitti. Kendini hemen yatağa attı. Biraz uyuyacak, sıkıntı ve streslerinin yıkıcı etkisinden bir nebze olsun kurtulacaktı. Fakat uyku yerine düşüncelere daldı.
Çok zor durumdaydı. Acilen çözülmesi gereken sorunları vardı. Ama hiçbir şey yapamıyor, dertleri ile başa çıkamıyordu. Yaşamakta olduğu sıkıntıları düşündükçe bir türlü uyuyamıyordu. Yatağın içinde sağa sola dönüp duruyordu. Çok gergin ve stresli bir haldeydi. İçinde bulunduğu hali düşündü. Uzun zamandır hayatta hiçbir şeyden zevk ve lezzet alamaz hale gelmişti. İş hayatı da iyi gitmiyordu. Özel hayatında yaptığı bazı yanlışlar, yanlış arkadaş çevresi ve yanlış bir yaşam tarzı sonunda dert yumağı haline gelmişti. Çalışıyor, çabalıyor, gecesini gündüzüne katıyor; fakat bir türlü işleri yolunda gitmiyordu. Çoğu zaman takdir beklediği nazarlardan tekdir görüyordu. Çok güvendiği dostları da vefasızlık ediyordu. İyi günde hiç yalnız bırakmayanlar, kötü günde, dar ve zor günde çil yavrusu gibi dağılmışlardı.
Hayatta karşılaştığı bela ve musibetler, düşman ve husumetler karşısında kendini korumasız ve yapayalnız hissediyordu. Sorunlarını çözemiyor, bir türlü bir çıkış yolu bulamıyordu. Bunaldıkça bunaldı, sıkıldıkça sıkıldı. Dünyayı sanki kara bulutlar kaplamıştı. Hayatının karardığını, bittiğini ve tükendiğini düşündü. Artık hiç kimseye güveni de kalmamıştı. Kimseye açılamıyor, kimseyle dertleşemiyor, uyuyamıyor, sabahlara kadar sigara içip, kara kara düşünüyordu.
Günden güne eriyip bittiğini düşündü. Pimi çekilmiş, patlamaya hazır bir el bombası gibiydi. Uyuyamamıştı. Evde daha çok sıkılacağını düşünerek biraz hava almak bahanesiyle kendini evden dışarı attı. Evden çıkar çıkmaz gayri ihtiyari, adeta refleks haline gelen bir alışkanlıkla doğruca tekel bayiine gitti. Bir poşet dolusu bira aldı. Araba ile rasgele dolaşmaya başladı.
Canının çok sıkıldığı zamanlarda genellikle arabaya biner, düşük hızla gezinti yapar, sigarasını yakıp müzik dinlerdi. Yine öyle yaptı. Araba düşük viteste, teyp açık, sigara yanıyor bir halde gezerken aldığı tüm biraları içmişti. İyice sarhoş oldu. O kafa ile direksiyonu kırdı ıssız, sarp, ağlık köy yollarına. İnsanların güvenlik gerekçesi ile gündüz bile gitmeye çekindiği, hele de memur-amirin koruma talebi olmadan gitmeyi aklından bile geçirmediği ıssız yollardan gitmeye başladı. Nasılsa kaybedecek fazla bir şeyinin olmadığını düşünerek pervasız davranıyordu.
Bir süre sonra müthiş bir kanyonu andıran vadiye indi, ırmak kenarına arabayı çekerek oturdu. Irmağın hışırtısını dinlemeye başladı. Suyun hışırtısı, akarken veya kenardaki kayalıklara çarparken çıkardığı sesler mükemmel bir musiki orkestranın konseri gibi geldi ona. Zevkle dinledi ırmağın sunmakta olduğu konser ve doğal musikiyi. Fakat bir süre sonra ırmağın hışırtısından duyduğu tatlı zevk yerini hüzne bırakmaya başladı. Su sesini dinledikçe yüreğindeki hüzün çoğalmaya başladı. Hüzünlendikçe mazilere dalıp gitti. Çocukluk günlerini düşündü, lise ve üniversite yıllarını hayal etti. Düşündükçe yüreğini bir acı ve hasret dalgası kaplamaya başladı.
Üniversiteyi bitirip iş hayatına atılınca her şey çok değişmişti. Okulu bitirince İstanbul'dan memleketine döndü. Üniversite yıllarında yaşadığı o cennet gibi ortamdan ve birlikte kaldığı ve sahabeye benzettiği o güzel insanlardan uzaklaştı. Evlendi ve ilk yıl bir çocuğu oldu. Evliydi ve artık baba olmuştu. Girdiği meslek sınavlarını kazanarak iyi bir işe girdi. Mesleği çok itibarlı bir görevdi. Mali ve sosyal imkânları da çok iyi idi. Öğrencilik yıllarında yaşadığı maddi sıkıntılara inat, yüksek bir maaş, lojman, sekreter, telefonlar, araba, konforlu bir çalışma ofisi gibi çok cazip imkânlar verilmişti. Bulunduğu ortamlarda hürmet, iltifat ve itibar görüyordu.
Yaşadığı ortam ve şartlar nedeniyle bir süre sonra kendisinin çok özel, çok önemli ve büyük adam olduğuna inanmaya başlamıştı. Çok sık” ben, ben, ben” demeye başlamıştı. Mevcut düşmanlarına şimdi bir de “enaniyet” eklenmişti.
İlk önce namaz tesbihatlarını aksatmaya başladı. Zamanla tek tük sabah namazları kaçmaya başladı. Bir süre sonra kazaya bıraktığı veya kaçırdığı namazların sayısı çoğalmaya başladı. Önceleri kaçırdığı namazları aynı gün kaza ederdi. Fakat zamanla kaza etme konusunda da ihmalkâr davranmaya başladı. Derken sünnetleri terk etti. Yasak savma kabilinden namazların sadece farzını kılıp sünnetleri kılmamaya başladı. O hale geldi ki kılmadığı namazlar çoğunlukta, kıldıkları ise tek tük olmaya başladı. Zamanla beş vakit namazı terk etti ve sadece Cuma namazları ile yetinmeye başladı. Önceleri namazsızlık ruhunu rahatsız ederken, zamanla rahatsızlık da duymamaya başladı. Yavaş yavaş Kur'an, Risale-i Nur ve diğer dini eserleri de okumayı terk etti. Dini ders ve sohbet yapacak arkadaş çevresi olmadığı için şahs-ı manevi desteğinden de mahrum idi.
Eskiden içki içmesi için ısrar eden amirini terslemiş, hatta azarlayarak rest çekmişti. Oysa artık hiçbir zorlama olmadan kendi isteği ile alkol kullanır olmuştu. Eskiden çok kitap okurdu. Oysa artık işten çıkar çıkmaz doğru lokale koşar, gürültü ve dumanlı kirli havada saatlerce okey oynar olmuştu. İnsanların sigara içmesine bir anlam veremeyip yadırgarken şimdi kendisi günde dört paket amerikan sigarası içer olmuştu. Arkadaş ve dost çevresi de değişmişti. İlişkilere gösteriş, riya ve yalan hakimdi. Kendisinden başka kimseyi sevmeyen ve sadece kendi çıkar ve menfaatlerini düşünen insanların birbirlerine karşı yaptıkları abartılı sevgi ve dostluk nutukları savruluyordu ortalıklarda.
Bütün bunlara rağmen yine de kendisini milliyetçi, muhafazakâr saymaktan, “kanımız aksa da zafer İslam'ın” demekten geri durmazdı. Bulunduğu ortamlarda din aleyhinde konuşulması na müsaade etmez, din aleyhinde konuşanlara sert tepkiler verir, içki alemlerinde çağdaş dostlarına karşı sarhoş kafa ile İslam savunuculuğuna soyunur, Kur'an, Hz. Peygamber ve İslam büyüklerinin aleyhinde söz söyletmezdi.
Uzun lafın kısası o, artık bir ehl-i dünya olmuştu. Aradan yıllar geçti, bir insanın dünya hayatında isteyebileceği her şeye sahipti. Mal, mülk, para, makam, mevki, çoluk, çocuk, ev, araba vs. her şeyi vardı ama gerçek manada mutlu olamıyordu. Yaşadığı hayat onu tatmin etmiyordu. Ruhunda yaşadığı boşluğu ve kalbinin açlığını bir türlü gideremiyordu. Haram helal demeden dünya zevklerinin peşinde koşuyor. Yularsız aslan gibi nefsinin her arzusunu yerine getirip, her şeyi yapıyor; sonra da yüreğinde bir burukluk, bir hüzün ve büyük bir pişmanlık… Keşke yapmasaydım, keşke gitmeseydim, keşke etmeseydim, keşke yemeseydim, keşke içmeseydim, keşke böyle olmasaydı… keşke, keşke, keşke!
Beyni tam bir savaş alanı gibiydi. Bir taraftan nefis ve şeytana tabi olup heva ve heveslerine uyarak yaptığı işler; diğer taraftan hala yüreğinin derinliklerinde kalmış maneviyat kırıntılarının itirazları ve vicdanının susturulamayan feryatları.
Zamanla hiçbir şeyden lezzet alamaz, haz duymaz olmuştu. Yemek-içmek, gezip tozmak, eğlenmek vs. hiçbir şey artık ona zevk vermiyordu. Canı sıkılıyor, ruhu daralıyor; sıkıntılı, gergin bir ruh hali taşıyordu. “Sadece bu dünya için yaratılmışçasına bütün vaktini ve himmetini dünya işlerine sarf ettiği” halde dünyevi işleri de iyi gitmiyordu artık.
Kısacası yaşadığı hayat tarzı iflas etmiş ve onu da bitirmişti. Sıkıntılar ve sorunlar içerisinde içinden çıkılmaz bir girdapta boğulmak üzereydi.
Irmak kenarında suyun o tatlı hışırtısını dinleyerek hayal âleminde dolaşırken çalan cep telefonu zili ile birden kendine geldi, fakat arayanın kim olduğuna bile bakmadan kapattı telefonu. Hayal âleminden çıkıp hayatın gerçekleriyle yeniden yüzleşti. Kendisini çok aciz ve çaresiz hissediyordu. Kendi haline acıdı. Bir geçmişini bir de şimdiki halini düşündü: “Aman Allah'ım ne oldu bana, ben ne hale gelmişim. Ben ne kadar çok bozulmuş, ne kadar çok dejenere olmuşum. Mukaddesatımdan ne kadar da çok uzaklaşmışım. Ben kendimi kaybetmişim, dünyanın yalancı zevklerine, lezzetlerine aldanıp, ahireti unutup, dünyanın fani yüzünde boğulmuşum. Ben mahvolmuşum” dedi.
Ruhunu büyük bir nedamet ve pişmanlık hissi kapladı. Yüreği savaş alanına döndü. Ve birden çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İç aleminde yaşadığı bu muhasebe ve hesaplaşma aslında bir çıkış yolu, bir ümit kapısı getirmişti aklına: Allah'a sığınıp ondan yardım isteyebilirdi. Fakat zil zurna sarhoştu. Bu halde Allah'tan ne ister, nasıl dua edebilirdi ki? Ayrıca yıllardır Allah için hiçbir şey yapmamıştı. Ne zikretmiş, ne şükretmiş, ne de itaat ve ibadet etmişti. Allah'a karşı mahcuptu. Ona sığınmak ve bir şey istemek için yüzü yoktu.
O anda bir süre önce babasıyla yaptığı konuşma gelmişti hatırına: babasının şefkatine sığınmış “Sen benim babamsın. Kızsan da, dövsen de, sövsen de yine de beni seversin ve kötülüğümü isteyemezsin. Onun için seninle konuşmak istiyorum. Benim şöyle, şöyle hatalarım oldu, böyle, böyle sıkıntılarım var” demişti. Babası çok üzülmesine ve kızmasına rağmen “dur bakalım, sakin ol” demiş, nasihat etmiş, yol göstermiş, destek ve himayesini esirgememişti. Çünkü şefkat karşılık beklemezdi. Karşılıksız severdi şefkat sahibi.
Babası ile yaşadığı bu diyalog, Risale-i Nur'dan Sözler isimli kitabın 24. sözde geçen bir cümlesini hatırlattı ona. Bediüzzaman sevgi, muhabbet ve şefkat kavramlarını anlattığı 24.Söz Beşinci Dal'da “bütün validelerin şefkatlerinin toplamının Allah'ın kullarına karşı olan sınırsız şefkatinin sadece küçük bir leması, yansıması, parıltısı olabileceğini” anlatıyordu.
“Benim babamın zerre miktar şefkati beni reddetmeyip, bağrına basarken, dertlerim ile dertlenirken; Allah'ın sınırsız şefkati hiç reddeder mi beni” diyerek ümitlendi ve Allah'a sığınabilmek için kalbinde cesaret buldu.
O anda Allah'ın çok yakınında, hemen yanında olduğunu hissetti. Ve o sarhoş kafa ile ağlaya ağlaya başladı Alla ile konuşmaya: “Ben sana layık bir kul olamadım. Ben sana isyan ettim. Emir ve yasaklarına uymadım. Ben çok günahkâr ve çok kötü bir insanım. Hem şimdi de sarhoşum. Her türlü günahı da işledim. Ne kadar kötü de olsam ben, senin kulunum. Sen benim Rabbimsin. Beni sen yarattın. İyi de olsam, kötü de olsam sensin benim Rabbim. Ben senden başka kime gider, kime sığınır, kimden yardım isteyebilirim. Senden başka kim benim sıkıntılarımı giderip kim beni dertlerimden, içine düştüğüm çıkmazdan kurtarabilir? Ne kadar kötü ve günahkâr da olsam benim yaradanım, mucidim, sanatkârım, sahibim, sığınacak melcem, yardım dilenecek merciim, çalacak kapım sensin. Beni ancak sen himaye edip, ancak sen kurtarabilirsin. Rabbim bu kötü, sarhoş ve günahkâr kulun bütün günahlarına ve kötülüklerine rağmen işte sana sığınıyor. Ne olur beni himaye et ve koru. Senin yaratmış olduğun başka kullarının da, nefis ve şeytanımın da artık beni daha fazla zelil etmelerine, sıkıntıya sokmalarına izin verme. Koru beni, sıkıntılarımı gider. Rahmet hazinelerinin kapılarını aç bu günahkâr kuluna. Kapından geri çevirme beni” diyerek hem ağlıyor hem de içindeki zehrin akıp gittiğini ve ruhunun rahatladığını hissediyordu.
Allah'ı hemen yanı başında, çok yakınında hissetmek ona büyük bir güç ve lezzet vermişti. Adeta Allah ile dertleşmişti. Dertlerini Allah'a söylemekle rahatladığını ve sıkıntılarının hafiflediğini hissetti. Rahatlamıştı. Kalktı. Arabaya binip eve gitti. Çok yorgun ve bitkin bir haldeydi. Eve gider gitmez yattı ve çok derin bir uykuya daldı.
Ertesi gün uykusunu almış ve dinlenmiş bir haldeydi. Dünkü stresli ve gergin halden de eser kalmamıştı üzerinde. Sabah kalkıp erkenden işe gitti ve hayatın curcunasına, hadiselerin akışına bıraktı kendisini.
O hafta çok ilginç, akıl almaz, enteresan hadiseler oldu. Sanki gizli bir el hayata ve hadiselere müdahale etmişti. Her şey tıkır tıkır işliyor, şartlar değişiyor, aleyhine olan şartlar lehine dönüyordu. Çok harika gelişmeler oluyordu. Gizli bir el içine düştüğü sorunlar girdabından çekip çıkarmıştı onu. Sorunlar çözülmüş, dertler bitmiş, kelimenin tam anlamıyla inanılmaz bir şekilde rahatlayıvermişti.
O, meydana gelen her müspet gelişmeyi, bütün olumlu işleri Allah'tan biliyordu. İçten içe “Ya Rab, sen bir sarhoşun duasına bile böylesine kısa bir zamanda ve etkili bir şekilde cevap veriyorsun!” diyerek hayret ediyordu.
Evet, bütün sıkıntılarını gideren, olumsuz şartları olumlu hale getiren, düşmanlarını tesirsiz hale getiren ve şartları lehine dönüştürenin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Elbette ki bütün güzellikler “Sen benim Rabbim değil misin, ben senin kulun değil miyim” diye niyazda bulunduğu, sığındığı Kâinatın Sultanı ve Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan geliyordu.
Bir hafta da yaşanan bütün bu harika gelişmelerden iki şeyi çok öğrendi: Birincisi; Allah'ın kuluna ne kadar yakın ve ne kadar şefkatli olduğunu, ikincisi de duanın ne kadar etkili bir silah olduğunu ve ne kadar muazzam bir güce haiz olduğunu keşfetti. Yani işin sırrını öğrenmişti artık. Öyle ise bol bol dua edip hayatına çekidüzen verecek ve yaşantısını yeniden şekillendirecekti.
Bulduğu her fırsatta Allah'a dua etmeye başladı: “Allah'ım büyük ve küçük bütün günahlarımı bağışla, beni affet, üzerimdeki kul haklarından beni kurtar. Beni kendi halime bırakma. Nefsime ve şeytana karşı beni koru. Bana, senin razı olacağın bir hayat yaşamayı nasip et. Bana senin rızanı kazanabileceğim güzel işler yapmayı nasip et. Senin emir ve yasaklarına uymak hususunda bana yardım et. Beni, Seni çokça zikreden, Sana çokça şükreden, salih ameller işleyen, Seni çok seven ve Senin de çok sevdiğin kullarından eyle. Bana Kur'an'ın sadık bir talebesi ve hizmetkârı olmayı nasip et. Beni İman ve Kur'an hizmetinde istihdam et…” AMİN

Ahmet fARUK Nizamoğlu
 
Geri
Üst