Sandıktan Neden Tutucu Iktidarlar çıkar?

YaRpAK.

New member
SANDIKTAN NEDEN TUTUCU İKTiDARLAR ÇIKAR?

Böyle bir kesin yargı aşırı sayılabilir. Rejimin, gerekli köklü reformları gerçekleştirecek ve sosyal adalet içinde hızlı kalkınma yolunu açacak güçlerin iktidara gelmesini sağlayabileceği ve böylece liberal demokrasinin yaşayabileceği ileri sürülebilir. Ne var ki Türkiye'de şimdiye kadar seçimler, devamlı olarak her türlü reforma karşı çıkan tutucu güçleri iktidara getirmiştir. Şüphesiz bunun daima böyle sürüp gideceği iddia edilemez. Geniş halk kitleleri, giderek uyanmakta ve geleneksel güçlerin egemenliğinden kurtulmaktadır. Sakız ve Yunusoğlu örneklerinde görüldüğü üzere, kapitalist gelişmeler sonucu topraklarını yitiren ve «ırgatlaşan» köylüler, toprak reformunu destekleyen siyasî örgütlere kaymaktadır. Pazar için üretim yapan tefeci ve aracı sömürüsü altındaki ufak çiftçi, benzer eğilim göstermektedir. Şehirlileşme hızlıdır. 1985'te 55 milyona çıkacağı umulan nüfusun yarısının şehirlerde yaşayacağı hesaplanmaktadır. Şehir nüfusunun yüzde 75'i, nüfusu 100 bini aşan büyük şehirlerde toplanacaktır. Geleneksel etkilerden giderek kurtulacak olan bir şehirli nüfusun, davalarını çözemeyen iktidarlardan yüz çevirip, düzen değişikliğine taraftar siyasî partileri desteklemeleri beklenebilir. Nitekim 1973'te yüzde 33 oy dan CHP'nin oyları büyük şehirlerde yüzde 40'a çıkmıştır. Bununla birlikte, sorun bu ölçüde basit değildir. Tutucular koalisyonunun kitlelerin oyu üzerinde kurduğu egemenlik hesaba katılmalıdır. Tutucular koalisyonu, geniş ticarî örgütü ve küçük iş sahiplerinin yükselen kanadıyle, hayli geniş bir toplumsal temele sahiptir. Genel olarak esnaf denilen sayıca kalabalık toplumsal grup, birçok halde tutucular koalisyonunun müttefiki durumunda bulunmaktadır. Prof. Neriman Abadan'ın yaptığı bir inceleme, «ortanın solu» sloganıyle ortaya çıkan CHP'nin 1965 seçimlerinde en çok, esnafı kapsayan orta gelir grubuna mensup seçmenlerinin oyunu kaybettiğini göstermektedir: «CHP'li seçmenler arasında örta gelir grubuna dahil olanlar, ya sandık başına gitmemişler, ya da partilerine oy vermemişlerdir. Bu davranışa sebep, küçük burjuvaziye mensup sayılan bu seçmen kitlesinin şahsî menfaatlerini ön planda tutup, topluma baskı yapan etkenleri görmemezlikten gelmeleridir. Aslında «ortanın solu» sloganı, bu gelir grubuna menfî bir etkide bulunmayacaktı. Ancak, bu grubun meseleyi kavramaması, aynca bu grubun fazla sıkıntılı şartlar altında yaşamaması, bu grubu âdeta toplum meseleleri karşısında yabancılaşmaya doğru itmiştir. Esasen mukayeseli bütün seçim araştırmaları, muhafazakârlık unsurlarının daima kurulu düzenin alıkonulması ile maddî ve manevî menfaati bulunan orta sınıf tarafından savunulduğu görülmektedir...

Türkiye şehirlerinde üst ve alt gelir gruplarına kıyasla orta gelir grupları en çok statükonun muhafazasından yanadır.

Demek ki, tutucular koalisyonu, aracı, tefeci, ağa ve küçük burjuvazinin öteki muhafazakâr unsurlanyle birlikte, yurt yüzeyine yayılmıştır. Daha önemlisi, bu güçler Köylü kitlesinin oyu üzerine, büyük etkiye sahiptir. Siyasî partiler arasındaki ayırım, düzen değişikliğinden yana olmak, ya da düzeni korumak biçiminde keskinleştikçe tutucu güçlerin oy üzerindeki egemenliğinin daha büyük açıklık kazanması mümkündür.

Ağa, bey ve şeyhlerin, belli bölgelerdeki oy egemenliği üzerinde çok yazılmıştır. Köylüyü her yönden tam bir çember içinde tutan bu güçler, kitle oyunu istedikleri yönde kullanabilmektedirler. İstisnasız bütün partiler, prekapitalist düzen kalıntısı bu ailelerin nüfuzundan ve hattâ ırk ve mezhep ayırımlarından yararlanmaya çalışmaktadır. Prof. Nermin Abadan'ın 1965 seçimleriyle ilgili başka bir araştırmasına göre, «Diyarbakır'da seçime katılan bütün partiler, TİP de dahil, en azından bir köy ve 2 bin dönümden yukarı toprak sahibi adaylar göstermişlerdir.» Nüfuzlu kişiler aday olmayınca, TİP'in Diyarbakır oylarında büyük azalma olmuştur. 1968 seçimlerinde CHP'ye küsen nüfuzlu bir iki kişinin TİP'i destekîemesiyle bu parti Malatya'da 20 binin üstünde oy elde etmiştir. MP şimdiye kadar bir varlık göstermediği Diyarbakır'da nüfuzlu kişiler kombinezonuyla, 1968'de oy toplamıştır. Bu örneklerde oy depoları olan kişi ve ailelerin varlığı açıktır. Fakat bu durumun, Türkiye'nin yalnız belli bölgelerinde bulunduğu sanılmamalıdır. Egemen üretim biçiminin kapitalizm olmasına ve Türkiye'nin prekapitalist düzenden kapitalist düzene doğru bir hayli yol almasına rağmen, eski ve yeni düzenin kişileri ve kurumları, köylüler üzerindeki kudretlerini değişen ölçülerde hâlâ sürdürebilmektedirler. Köydeki kapitalist gelişmelerin başkısıyle köy yapısında ve köylüyü denetleyen toplumsal güçlerde meydana gelen değişme ve bunun köy oyu üzerindeki etkisi, Türkiye'de pek az incelenmiştir. Yapılan çalışmalar daha çok, köy yapısının evrimine ve sınıflar arası ilişkilere yer vermeyen Amerikan tipi araştırmalardır. Bu tip incelemeler, köylüyü egemenliği altında tutan ve oyunu etkileyen güçleri hesaba katmadığından pek fazla aydınlatıcı olmamaktadır. Köylü oyunu" etkileyen nedenlerin pek az bilindiği bir ortamda, zaman zaman birtakım sezişlerle genel sonuçlar çıkarmaya da gidilmektedir. Fakat bu tip genellemeler konuya ışık tutmaktan uzaktır.

Şüphesiz köylü oyunu etkileyen nedenler çok çeşitlidir. Oy tutumunu belli bir nedene bağlamak yanıltıcı olabilir. Ama oy tutumunu, köyün toplumsal yapısı ve bu yapının evrimi dışında aramak, çok daha yanıltıcı açıklamalara götürebilir. Bu bakımdan Doçent Mübeccel Kıray ve öğrencilerinin köy incelemeleri, Türk köy yapısı ve evrimi konusunda çok daha geniş incelemelere ihtiyaç olmakla birlikte, konuyu bir miktar aydınlatacak niteliktedir Kıray, Türk köyünü üç gelişme aşaması içinde incelemektedir.

1— Birinci tip köy, kapitalist gelişmelerin geniş ölçüde dışında kalmıştır. Pazar için üretim azdır. Herkes toprağa sahiptir. Arazinin aileler arasında dağılışında, önemli bir eşitsizlik yoktur. Köyde toplumsal farklılaşma sınırlıdır, Kozan ovasındaki Oruçlu köyünde görüldüğü üzere, bu köyde, denetleme gücünü geleneksel lider elinde tutmaktadır. Köyün dış ilişkilerini yürüten muhtar, geleneksel liderin ailesindendir. Bazı köylülerin dış ilişkilerini kendileri yürütebilecek hale gelmeleri ve köy dışına çalınmaya gidenlerin çoğalmasıyle birlikte, mevcut durum değişme yolunda olduğu halde, geleneksel lider, köyde egemendir. Türkiye'de sayıca hayli kalabalık bulunan bu tip köyde, geleneksel lider, köylü çoğunluğunun oyunu istediği yönde etkileyebilecektir. Düzen değişikliğine taraftar olma, ya da karşı çıkma siyasî partiler arasında başlıca ayırım haline geldiği ölçüde, geleneksel liderin denetlediği oyları, tutucu siyasî teşekküllere kaydırması beklenebilir. Bu tip köyler, tutucu partilerin oy deposu olabilir.

2— İkinci tip köy, kapitalist gelişme yolundadır, daha doğrusu bu yolun ortasındadır. Köylülerin bir kısmı topraklarını yitirmişlerdir. Ticaret ve borçlandırma yoluyla, bir iki köylü zenginleşmiş ve arazilerini genişletmişlerdir. Zengin köylü, krediyi, işgücünü ve dış temasları denetimi, altında tutarak köyde nüfuzunu artırmıştır. Fakat köylülerin önemlice bir kısmı, topraklarına sahiptir ve geleneksel liderin nüfuzu, hayli azalmakla birlikte, devam etmektedir. Köyde denetleme gücünü geleneksel lider ve zengin köylü paylaşmaktadır. Kozan ovasında Karacaören bu tip köye örnek gösterilebilir. Şehirde dükkân açan bir köylü, ticaret ve tefecilik yoluyla arazisini genişletmiş ve köyde nüfuzunu artırmıştır. Muhtar ise; eski geleneksel liderin ailesindendir. Ailelerin yüzde 29,6'sı köyde en nüfuzlu kişinin muhtar, yüzde 35,6'sı zengin köylü olduğu kanısındadır. Fakat bu iki liderlik çalışmamaktadır. Muhtar, zengin köylünün hizmetinde gözükmektedir. Köyde toplumsal farklılaşma hayli genişlemiş bulunmakla beraber, zengin köylülerin arazisinde ücretli işçi olarak çalışan toprağını yitirmiş köylüler farksız muamele görmektedir ve zengin köylülerin evini ve sofrasını, eşit durumda paylaşmaktadır.

Yükselen zengin köylü egemenliğine giren bu tip köyde de, köylü çoğunluğunun oylarının belli bir süre tutucu partilere kayması beklenebilir.

3 — Üçüncü tip köyde, kapitalist ilişkiler iyice gelişmiştir. Köylülerin çok büyük kısmı topraklarını yitirmiştir. Arazinin hemen hepsi, bunu genellikle kâhyalar aracılığıyle kapitalist çiftlikler halinde işleten büyük arazi sahip terinin eline geçmiştir. Köylülerin büyük çoğunluğu tam bir işçi durumundadır. Özellikle pamuk bölgelerinde görülen bu tip köylerde egemen güçlerle ırgatlaşan köylü arasındaki çatışmalar şiddetlenmektedir. Yüreğir ovasındaki Yunusoğlu ve Sakız, bu tip köylere örnek gösterilebilir. Sakız'da köylü ailelerinin yüzde 72,1'i, Yunusoğlu'da yüzde 81,1'i, topraklarını yitirmişlerdir. Bunların Sakız'da yüzde 80'L Yunusoğlu'da yüzde 88'i tam anlamıyle tarım işçisi olmuşlardır.. Verimli geniş toprakların hemen tamamı,4 büyük arazi sahibine aittir. Büyük arazi sahiplerinin üçü büyük şehirlerde yaşamakta, köyde bulunan dördüncüsü bunların hepsini temsil etmektedir. Irgatlaşan köylünün baş talebi topraktır. Birinci ve ikinci tip köylerde de, fakir köylü hayat seviyesinin yükselmesini arzulamakla birlikte, bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda olumlu görüşlerden yoksundur. Kapitalizmin iyice geliştiği üçüncü tip köyde, ırgatlaşan köylü toplumsal durumunun bir toprak reformuyla düzeleceğinin gittikçe artan ölçüde bilincine varmaktadır. Büyük arazi sahipleriyle kâhyalarının keyfî müdahalelerine karşı başlayan direnmeyle birleşen bu toprak talebi, köyde toplumsal mücadeleyi şiddetlendirmektedir. Köylü, birinci ve ikinci tip köyde, geleneksel lider ya da zengin köylü gibi egemen güçlere bağlı bulunduğu halde, üçüncü tip köyde egemen güçlere karşı çıkma yolundadır. Buralarda, köyde en nüfuzlu kişilerin, ekonomik kudreti elinde tutan büyük arazi sahipleri olduğu yolundaki inanç zayıflamakta, büyük arazi sahiplerine karşı direnmeyi temsil eden kişiler, giderek nüfuzlu sayılmaktadır. Bu yeni liderler, duruma göre, öğretmen, büyük arazi sahiplerine işçi toplayan elçi, traktör şoförleri vb. olabilmektedir. Traktör şoförleri, işçi durumunda bulunmakla birlikte, öteki tarım işçilerinden daha yüksek ücret almaktadır. Nispeten daha uyanık sayılabilecek bu kişiler, büyük arazi sahiplerine karşı en faal unsurları teşkil etmektedirler. Muhtar, birinci ve ikinci tip köylerdeki gibi egemen güçlerin temsilcisi olmak yerine, köydeki yeni kuvvet dengesini yansıtacak biçimde, ırgatlaşan köylüleri temsile yönelmektedir.

Irgatlaşan köylünün artan direnmesi üzerine, kapitalist çiftçiler örgütlenmişler ve kudretli işveren örgütleri kurmuşlardır. Tarımda sendikacılık pek az geliştiğinden, ya da ırgatlaşan köylüler örgütlenme düzeyine henüz gelmediklerinden, arazi sahiplerinin örgütlü direnmesi karşısında, ırgatlaşan köylülerin direnmesi örgütsüz ve dağınıktır. Fakat direnme azimleri giderek güçlenmektedir. Bu durumda köylülerin, artan ölçüde düzen değişikliğinden ve toprak reformundan yana siyasî örgütleri desteklemesi beklenebilir. İlerici partiler, verimli sonuçları, çabalarını bu tip köylerde yoğunlaştırmakla alacağa benzemektedirler.

Bu üç tip köye bir dördüncüsü eklenebilir. Bu köylerde pazar için üretim yapılmakla birlikte, yetiştirilen ürün yoğun emek gerektirdiği ve ancak aile işletmesinde kârlı olduğu için, küçük mülkiyet yapısı ağır basmaktadır. Buralarda, köy dışında ürünlerin pazarlanması düzeyinde, aracı ve tefecilerin eliyle ufak üretici üzerinde bir egemenlik kurulabilmektedir. Esas itibariyle pazar için üretim yapan bu tip ufak çiftçinin aracı ve tefeci sömürüsüne karşı tutumu farklıdır. Kimi yerde, ufak çiftçinin bu sömürüye karşı direnmesi şiddetlenirken, kimi yerde aracı ve tefeci, küçük üreticinin güvenlik ihtiyacını karşılayarak, saygı değer bir kişi gibi gözükmektedir. Para sıkıntısı çeken köylüye, en ağır şartlarla da olsa borç para veren, hastalanınca ona yardım eden ve doktor bulan, devletle ilişkilerinde elinden tutan tefeci ve aracı, Doğu'daki ağa gibi, muteber kişi sayılmaktadır. Köylüyü en aşırı biçimde sömürse bile tefeci ve aracı, yeni kurumların yokluğunda bir güvenlik ihtiyacını yerine getirdiği için, köylü üzerinde nüfuzlu olmakta ve onun oyunu istediği yönde etkileyebilmektedir.

Türkiye'nin birçok şehir ve kasabalarında bu tip tüccar köylü ilişkileri yaygındır.* Mübeccel Kıray, Ereğli incelemesi dolayısıyle, Türkiye ölçüsünde yaygın bu tip ilişkileri şöyle değerlendirmektedir: «Kasabada sayı bakımından en kalabalık, rol ve fonksiyon bakımından en önemli grup, hâlâ tüccar-esnaf grubudur. Özellikle bu grubun zengin ve nüfuzlu olanlarının kasabada ve kasabaya bağlı köylerde gelire ve hayata etkileri büyüktür. Sayıları mahdut olan böyle zengin ve nüfuzlu tüccarların dükkânları hiç de ihtisaslaşmamıştır. Ne alım satım, ne de idare ve işletme foksiyonları farklılaşmıştır. Ereğli bölgesinde her köylü, bütün ihtiyaçlarını kasabadan, kasabada da belirli bir tüccardan gidermektedir. Bütün alışveriş veresiye yapılır. Ve hesaplar yalnız tüccar tarafından kaydedilir. Ödemeler, köylünün satabileceği ürün olan çilek, kereste, yumurta, av derisi ile ya da kömür ocaklarında çalıştığı zaman kazandığı para ile olur. Böylece tüccar hem kendi malını, kendi tespit ettiği şartlar ve terimlerde satar, hem de köylünün para eden ürünlerini gene kendi koyduğu fiyatla alır. Bu alışverişte kredi, faiz, vâde ve benzeri terimler, gene tüccar tarafından kararlaştırılır ve tatbik edilir. Bunlar hiçbir formel karakter taşımazlar. Bu ticarî ilintinin yanında, onu destekleyen ve yaşatan diğer ilinti ve fonksiyonlar yer alır. Tüccar köylünün ihtiyacı olan parayı, borç olarak ve hiç bir formaliteye bağlı olmadan verir. Ayrıca köylüye kasabadaki her işi için yol gösterir, akıl verir ve yardım eder. Mahkeme işlerine bakar, avukat bulur, doktor ve ilâç temin eder, idarî mekanizma ile işlerini halleder, gerekirse bunların masraflarını köylüye sormadan karşılar ve borç hanesine yazar. Çocukların evlenmesinde, ölümlerde, köylüler arasındaki anlaşmazlıkların hallinde önemli rol oynar. Bütün bu ilintiler ne feodal, ne de modern tüccar grubu tarafından yapılan fonksiyonlar değildir. Feodal toplumlara has köylü-tüccar arasında yüzyüze ilintiler; modern sınaî şehirlere ait anonim ticarî ilintilerden farklı olarak, Ereğli'de sosyal sigorta, sosyal güvenlik, dayanışma ve benzeri fonksiyonları ahbaplık ve şahsî temas seviyesinde tüccar üzerine almıştır. Feodal devrede bu fonksiyonları gören ağalık müessesesine ve modern şehirlerdeki anonim müesseselere Ereğli'de rastlanmamaktadır. Ereğli'nin eski feodal ağa aileleri kırk yıldan beri Ereğli'yi terk etmişler ve nüfuzlarını kaybetmişlerdir. Sosyal yardım fonksiyonu gören bugünkü Ereğli tüccarlarından hiçbiri ne eskiden ne de şimdi geniş toprak sahibi değildir. Servetlerini son 20 - 25 yıl zarfında ticaret yoluyla yapmışlardır. Yani terimin tam anlamıyla tüccar olarak ortaya çıkmışlardır.

Bugünkü tüccarın bazı feodal devreye has fonksiyonları yüklenmesinin, yüz yüze şahsî temas gibi feodal düzene has özellikleri bulunmasının yalnız Ereğli'ye değil, fakat Türkiye'nin kasaba ve şehirlerle olan temel ilintilerinde, köyler bakımından fonksiyonlarının farklılaşmış, rasyonel anonim insan münasebetleri kuran müesseselerin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir.»

Demek ki, kapitalist tüccar eski düzende ağanın yüklendiği görevleri yüklenmekte ve böylece köylüler üzerinde nüfuz sağlamakta ve onların politik davranışlarını etkileyebilmektedir. Bu etkinin, genellikle tutucu güçler yararına olacağı düşünülebilir.

Tüccarlar gibi, kasaba ve şehirlerdeki kahveciler de, köylü üzerinde nüfuz kurabilmektedir: «Kasabada belirli kahveler, belirli köylere mensup kişilerin uğradığı, çeşitli fonksiyonları üzerine almış 'köy kahveleri' halindedir. Bu kahvelere haber bırakmak suretiyle, istenilen köylüyü bulmak mümkündür. Her köylü, kendi köyünün bağlı olduğu kahveyi bir kulüp gibi kullanır. Pazara getirdiği mallarını, çarşıdan aldıklarını, emanetçiye bırakır gibi kahvesine bırakır. Başkalarıyle burada randevulaşır. Kahveciye akıl danışır. Kasabadaki işlerinin takibini ona yükler, siparişler verir vb.»

Bütün bunlarla belirtilmek istenen şudur: Ufak çiftçi, prekapitalist düzenin egemen güçlerinin etkisinden kurtulmuş bile olsa, onun güvenlik ihtiyacını karşılayacak yeni kurumlar gelişmediği için, aşırı sömürme pahasına bir miktar güvenlik sağlayan kasabadaki güçlerin etki alanına girmektedir. Kasabaların kapitalist tüccarı «ağa»nın kalktığı yerlerde bir kısım «ağalık» görevlerini yüklenerek sömürdüğü köylüyü kendine bağımlı kılmaktadır. Böylece, bey, ağa ve şeyhten başlayıp köydeki geleneksel lider ve zengin köylüden geçerek kasaba tüccar ve tefecisine kadar uzanan bir tutucu zincir Türk köylüsünü bağlamaktadır. Zincirin ucu, kasaba tüccar ve tefecileri aracılığıyle, büyük şehir kompradorlarına ve oradan daha ötelere ulaşmaktadır.

Köylünün özgürlüğünü kısıtlayan bu bağımlılık zincirinin mekanizmasını Mübeccel Kıray, başka bir incelemesinde şöyle açıklamaktadır: «Nispeten yavaş toplumsal değişme sürecinde, sosyal güvenlik sorunu, ön planda gelmektedir. Bütünleşmiş kurumlar yapısı, karşılıklı eylem biçimleri ve değerleri çerçevesinde, her toplumsal yapı, üyelerine bir güvenlik mekanizması sağlamaktadır. Sanayi öncesi toplumu, daha küçük toplulukları, aileye dönük faaliyetleri, yüz yüze ilişkileri, sınırlı akıcılık ve hareketliliğiyim güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için iyi donatılmıştır. Baba ile oğul arasındaki haklar ve sorumluluklar, arazi sahibi ile ortakçı, lonca esnafı ile müşteri arasındaki karşılıklı yükümlülükler, herkesin olağan ve olağanüstü zaman ve durumlarda ne yapması gerektiğini bilecek biçimde belirlenmiştir. Sistem öyle sıkı örülmüştür ki, üye birey, genellikle grubun ve üyeler arasındaki karşılıklı eylem biçimlerinin, ona tam bir güvenlik sistemi getirdiğinin farkında bile değildir. Ancak bazı değişiklikler olduktan ve yeni karşılıklı eylem biçimleri belirdikten sonradır ki grubun üyeleri yeni durumda önemli bir şeyin yokluğunun farkına varırlar. 'Bu bir şeyin yokluğu' birçok bakımdan bir dar boğaz teşkil eder ve orada ekonomik ve toplumsal gelişme engellerle karşılaşır.

Küçük köylüler ve zanaatkarlar, üretim ve yaşayış biçimlerini değişen şartlara uydurma çabalarında, dışarıyla mümkün bir temas noktası gibi işleyen ve güvenlik sağlayan bir kurum gibi hareket eden çevrelerinde mevcut tek ajana karşı, genellikle bağımlı duruma düşerler. Gerçekten yakından bir gözlem, büyük arazi sahipleriyle küçük kasaba tüccar - tefecilerinin faaliyetlerini yürütebileceklerini ve sosyal güvenlik sağlayan kurumlar gibi çalıştıkları sürece, muazzam kudretlerini devam ettirebileceklerini göstermektedir.»

İşte Türkiye'deki kapitalist gelişmeler, prekapitalist düzeni değişen ölçülerde ortadan kaldırmakla birlikte, yıktığı güvenlik kurumlarının yerine, yenilerini getirememiştir. Bu nedenle, tutucu güçler koalisyonu, bir yandan köylüyü insafsızca sömürürken, öte yandan ona bu güvenliği az çok sağladığı için köylü çoğunluğu üzerindeki egemenliğini hâlâ sürdürebilmektedir. Tutucu partilerin köylerde oy çoğunluğunu sağlamasının temel nedeni, bu olsa gerektir.

Soruna, toplumsal değişme ve güvenlik açısından bakılınca, aydın - halk kopukluğu üzerine bina edilen birçok moda görüşler anlamsızlaşmaktadır. Aydın - halk kopukluğu, köylünün güvenliğini tutucu güçler koalisyonu çerçevesinde aramaktan kurtarılamayışının birçok sonucundan biridir. Büyük kooperatif çiftlikler ve devlet alım - satım kurumları, modern düzende köylünün güvenlik ihtiyacını tam sağlayınca, aydın - halk kopukluğu görüntüsü ortadan kalkacaktır. Fakat bu düzen, oy çoğunluğuna dayanılarak nasıl değiştirilebilecektir? Sosyolojik araştırmalar, kapalı ekonomi şartlarındaki köylünün dahi, bir lokma, bir hırka zihniyetini terk edip yaşama düzeyinin yükselmesini istediğini göstermektedir. Fakat köylü, bunun nasıl gerçekleşeceğini bilmemekte, oyunu genellikle tutucu güçlerin etkisi altında kullanmaktadır. Mevcut güvenlik mekanizması işlediği sürece, köylünün oyuna sahip çıkması kolay olmayacağa benzemektedir. Çıkmaz bu noktada yatmakta ve «halka, gider doğruları söyleriz ve halkı iktidara getiririz» biçimindeki romantik halkçı, ya da popülist görüş ve eylemler hüsranla sonuçlanmaktadır. Köylüyü ve oyunu bağımlı kılan doğruları bilmeden, bağımlılık zincirlerini kırmaya yönelmeden soyut doğrulan anlatmak, pek fazla bir anlam taşımamaktadır.

Tutucu güçlerin oy üzerindeki egemenliği, yalnız, sağladıkları güvenlik mekanizmasından ileri gelmemektedir. Bu güçler, kurulu düzenin temsilcileri olarak, kendi çıkarlarına uygun görüş ve inançları toplum çoğunluğuna kabul ettirmişlerdir. Yüzyıllardan miras görüş ve inançlar, onların yararına işlemekte ve yığınlar, bu tutucu güçlerin ideolojik egemenliği altında bulunmaktadır. Din istismarcılığı ve köylere dağılmış çok sayıdaki din adamı, bu yolda etkili olmaktadır. 1968 seçimlerinde Konya gibi dindar bilinen bir ilde, bir Diyanet İşleri Bakanının seçim kaybedişi, din faktörünün seçimlerde pek az etkili olduğu kanısını uyandırmıştır. Fakat Konya'da bu ünlü din adamı, tutucu güçler safında değil, onlara karşı olarak seçimlere katılmıştır. Bu nedenle, Konya örneği, ünlü din adamı etiketinin tek başına tutucu güçlere karşı seçim kazanmaya yetmediğini göstermekte, ama din faktörünün tutucu güçler hizmetindeki etki derecesini ortaya koymaktadır. Sezebildiğimiz kadarıyle, din sömürücülüğü tutucu güçler elinde küçümsenmeyecek bir kozdur. İlerici siyasî güçier, bu planda tavizkâr tutumlarıyle bir kazanç sağlayamadıkları halde, tutucu güçler, sayıları belki de 100 bini aşan din adamlarının aktif desteği ve propagandasıyle durumlarını kuvvetlendirebilmektedir. Bu inançlardır ki, kudretli çevrelerin büyük hassasiyetine rağmen, din sömürücülüğü teşvik görmektedir.

Bu ideolojik egemenlik çerçevesinde, köylü çoğunluğu yaşama düzeyinin iyileşmesini istemekle birlikte, bunun nasıl gerçekleştirileceğini seçememektedir. Yapılan çeşitli köy anketleri, köylü isteklerinin onların ekonomik ve toplumsal durumlarını pek az değiştirecek ve daha çok zengince köylülere yarar sağlayacak talepler olduğunu göstermektedir. Ancak büyük kapitalist çiftliklerin kurulduğu ve köylünün tam bir işçi statüsü kazandığı Yunusoğlu ve Sakız gibi köylerde, dertler az çok doğru teşhis edilebilmektedir. Bu tip köylerde başlıca talep toprak reformudur. Toprağını yitirip ırgatlaşan köylü, durumunun cami yapmak ve su getirmekle değil, toprağa kavuşmakla iyileşebileceğini anlamıştır. Öteki tip köylerde ise köylü talebi, açıklık kazanmış olmaktan uzaktır. Köyden çıkma genç araştırıcı Bahattin Akşit, bu durumu «yeni bir yabancılaşma» diye nitelemektedir: «Köye gidip köylülere 'dertleriniz nedir?' diye soruyorsunuz, hemen her yerde ve herkesin söylediği aynı klişeleşmiş dertler; yol, su, cami, elektrik. Bakıyorsunuz, bunların değişmesi sonucu köyün toplumsal kutuplaşmasında hiçbir şey değişmeyecektir. Su ve cami için bu durum açıktır. Yol ve elektriğe gelince: Köye endüstrileşme girmedikçe elektrik ne işe yarar? Yoldan da köyün çoğunluğu olan yoksulların kamyonları geçecek değil ya... Evet, bunlar da derttir, fakat ikinci derecedeki dertlerdir. İnsanların çoğu topraksızlıktan, işsizlikten, geçim sıkıntısından ölüp giderken, dert olarak yolu, suyu ve camiyi ileri sürüyorlar ki, bu apaçık bir yabancılaşmadır. Yabancılaşmanın nedeni ya köylülerin kendi kişisel dertleriyle ilgilenileceğinden umutlarını kesmeleridir, ya da klişe dertler onlara denetleme gücünü elinde tutanlar tarafından, üstten indirilerek öğretilmiştir. Elbette ki şu son yirmi beş yılın politikacıları da, bu dertlerin başka yöne çekilmesinden sorumludurlar.» Tutucu güçler bu «yabancılaşmadan» yararlanmakta, yol, cami, su vb., sağlayarak, ya da sağlama vaadinde bulunarak, köylerin oylarını etkileyebilmektedirler.

Köylülerin 74 bin ufak ve dağınık yerleşme biriminde, «tecrit olunmuş» biçimde yaşamaları, onların tutucu güçlerin etki alanında kalmalarını kolaylaştırmaktadır. Bu «inziva» ortamında, hacı hocanın da yardımıyle, tutucu güçler, köylüyü daha rahat etkileyebilmektedir. Yüzyıllar boyunca ezilen köylünün geleneksel güvensizliği de eklenince, ilerici güçlerin sözlerine köylünün kulak vermesi olanakları zayıflamaktadır. İlerici güçler, köylüye laf yerine toprak, araç, vb. verebilme durumunda bulunabilseler, etkili olabileceklerdir, fakat yalnızca laf etkisiz kalmaktadır. Bunların dışında, para, seçim kazanmada önemli bir faktör sayılmaktadır. Tutucu güçlerin seçimlerde büyük paralar harcadıkları açıktır. Fakat seçimlerin kazanılmasında, para faktörünün sanıldığından çok daha az rol oynadığı kanısındayız. Şüphesiz parti örgütleri içinde yapılan aday yoklamalarında para önemli bir faktördür. Adayları seçecek parti delegelerine, yüksek paralar ve ziyafetler verebilenlerin ön seçimleri genellikle kazandıkları herkesçe bilinmektedir. Genel seçimler, para gücüyle parlamento üyeliği önceden garantilenince bir formaliteden ibaret kalmaktadır. Fakat az sayıdaki partiler düzeyinde bu ölçüde etkili olan paranın, milyonlarca seçmen düzeyinde etkisinin zayıflayacağı açıktır. Tutucular koalisyonu daha-çok yukarıda sayılan nedenlerle, köylü üzerinde kurdukları denetleme gücü sayesinde oy çoğunluğunu toplayabilmekte ve oyları istediği yöne akıtabilmektedir. Amerikalı araştırıcı F. N. Frey'in devlet kaynaklarından yararlanarak yaptığı büyük 1962 Köy Anketi sonuçlarına göre, köylerde erkeklerden yüzde 18'i ve kadınların yüzde 49'u bir siyasî partinin adını dahi söyleyemeyecek durumdadır. 1961 seçimlerinde AP'nin kazandığı köylerde bile, AP'nin adını bilenlerin oranı yüzde 45'tir. Bu durumu yorumlayan Prof. Kenan Bulutoğlu, oyları yöneten bir «kuvvetin» varlığını ileri sürmektedir. «Seçmenlerle seçim sandıkları arasında yer alan bu kuvvetin mahiyeti nedir? Nasıl örgütlenmiştir, malî gücü nedir? Oyunu kendi tercihi ile verecek durumda olmayanlara en çok hangi parti etki yapabilmektedir? Bu etkiyi yapabilmek için kullandığı örgüt (parti teşkilâtı dışında) nedir? Nurculuk işlek bir mekanizma haline sokulmuş mudur? Ağalığın, paranın, imam - hatip grubunun etkileri nedir? Bütün bunların rolünü istatistiklere dayanarak çıkarabilmek için daha başka anketler yapmak gereklidir. Ancak bildiğimiz nokta, seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının seçmenlerin kendi tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye'de seçim kazanmayı millî iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için, halk henüz gerekli siyasî bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.Orta Doğu'nun başka ülkelerinde de, muhafazakâr kuvvetler, seçmenle sandık arasına soktukları, halkın bilinçlenmesini önleyen kuvvetler sayesinde, seçim üstüne seçim kazanmışlardır. Fakat bu zaferler, sözü geçen ülkeleri, sömürgecilikle savaşmak, adam başına millî geliri yükseltmek yolunda arpa boyu ilerletmemiştir.»

Seçmenle sandık arasına giren bu «gizli kuvvetin» yeni bir güvenlik düzeni ortaya konmadığı için, tutucular koalisyonunun köylü çoğunluğu üzerinde kurduğu denetleme gücü olduğu açıktır. Yalnız Türkiye ve Orta Doğu'da değil, daha yüksektir. İşçi sendikaları daha güçlüdür. En aşırısına kadar sol partiler uzun yıllar serbestçe faaliyet gösterebilmiştir. Batı'nın politik kurumları, XIX. yüzyıldan beri benimsenmiştir. Askerî darbelere rağmen, bu politik kurumlara yaygın bir bağlılık vardır ve darbeciler dahi, genellikle bu kurumlara dönme amacını dile getirmektedirler. Ne var ki, Türkiye'den daha ileri gelişme düzeyinde bulunan bu ülkelerde seçimler, birçok halde tutucu güçleri iktidara getirmektedir. Fransız siyasal bilimcisi Prof. Jaques Lambert, Latin Amerika adlı önemli incelemesinde, bu durumun nedenlerini araştırmıştır. Lam-bert'e göre, Batı politik kurumlarıyla serbest seçimlerin tutucu güçler yararına işlemesinin temel nedeni, tarımdaki Casiquisme (ağalık) düzeninin, ortakçı köylüler ile küçük arazi sahiplerine sefalet şartlan içinde de olsa, «nisbî bir güvenlik» sağlayarak bağımlı durumda tutmasıdır.

Prof. Lambert, genel oyun aczini şöyle açıklamakta dır: «Genel oy, tarım eşrafına bağımlı köylüler sayesinde yöresel planda çoğunluklar sağlar ve millî planda önemli azınlıklar teşkil etme olanağını getirir.» Bu durumda «genel oyu, yalnız bir politik özgürlük değil, toplumsal bir ilerleme aracı olduğu inancıyla kabul ettirenler, onun geçmişin kalıntılarını temizlemekte geciktirici bir rol oynadığını görürler.» Prof. Lambert'in vardığı sonuç şudur: «Genel oya dayanan politik demokrasi tek başına, ilkel toplulukları hızla değiştirmekte âciz kalmaktadır. O halde ağalar iktidarını sürdüren ilkel toplumsal yapılara, başta direnme gücünü artıran büyük arazi mülkiyeti (latifundios)- olmak üzere cepheden hücum gereklidir. Ama hükümetlerin bu dönüşümleri politik demokrasi kuralları çerçevesinde gerçekleştirebilmeleri çok güçtür. Biçimsel olarak bu kurallara en saygılı gözüken tedbirler, davanın çözülmesine ve geleceğin en güvenli biçimde hazırlanmasına en uygun düşen tedbirler değildir.»

Prof.Duverger, daha da ileri giderek, azgelişmiş ülkelerde Batı politik kurumlarının tutucu güçleri kuvvetlendirdiğini ileri sürmektedir: «Modern usullerin görüntüsü altında, eski feodal otokrasi rejimleri işletmekte devam eder. Bu rejimleri yıkmaya yardımcı olmak şöyle dursun, demokratik usuller, onları maskeliyerek ömürlerini uzatır. Gerçekte çok partili «pluraliste» demokrasi, toplumun hayat seviyesinin yükselmesinden, sanayileşmenin tamamlanmasından sonra, XIX. ve XX. yüzyılda Batı'nın zengin ülkelerinde gelişmiştir.»

Dr. Özer Ozankaya'nın «Köyde Siyasal Kültür» adlı doçentlik çalışması da. Prof. Duverger'nin görüşlerini doğrulamaktadır. Ozankaya'nın Türk köylerindeki incelemesi, şu sözlerle son bulmaktadır: «Türkiye nüfusunun dörtte üçünü içeren köy toplulukları, bu tezde incelediğimiz köylere benzedikleri ölçüde, azgelişmiş ülkelerde demokratik siyasal düzenin başarı şansı hakkındaki şu yargı Türkiye için de geçerli olacaktır: Nüfusun büyük kısmı çok düşük bir gelir düzeyinde yaşayan, okuma - yazma yeteneğine sahip bulunmayan bir ülkede çok partili parlamanter düzeni tutarlı olarak uygulamak hemen hemen imkânsızdır; çünkü partiler, parlamento gibi demokratik usullerin görüntüsü altında, gerçekte feodal nitelikte otokrasi yolları işlemeğe devam etmektedir. Çok partili parlamanter düzen, bu feodal otokrasi kalıntılarıyla savaşmak bir yana, onları örtülü olarak yaşatmaya bile yarayabilmektedir.»

DİPNOTLAR

* Bunlardan en yaygını, «bürokrat-halk» çelişmesi biçimindeki teoridir. Teoriye göre, DP ve AP'nin seçim zaferleri, bürokrat CHP iktidarına karşı halkın tepkisinin ifadesidir. Demokrat Parti yöneticileri bu görüşü çok işlemişlerdir. Samet Ağaoğlu, teoriyi şöyle açıklamaktadır: «Demokrat Parti'nin halk hâkimiyeti şuurunu uyandırmak yolunda verdiği ilk karar, yüzyıllar boyu devletin-halk gözünde en değişmez sembolü sayılan kırbacı parçalamak oldu. Bu kırbaç devletin çeşitli ellerindeydi. Polis, jandarma, asker sırtını devlete dayamış, köy ve şehir ağa ve beyleri imparatorluğun saray ve Bâbıâlisi yerine geçmiş bir teşekkülün, Halk Partisi'nin derece' derece yöneticileri! Demokrat Parti, köylü, işçi, esnaf, bir kelimeyle haljan sırtından baskı kırbacını uzaklaştırırken, bir yandan da değişik yollarla idareyi halka yaklaştırıyor, köye giriyor, en uzak dağ başlarındaki çoban kulübesine kadar bir fikri meharetle aşılıyordu: Devlet halkın içinden çıkar halkın isteklerine göre hareket eder,'halkın hayrına çalışır.»

Demokrat Parti bu özelliğiyle, memleketimizde geniş mâ-nasıyle «ilk büyük sosyalist hareket sayılabilir.» Ne var ki Ağa-oğlu'nun «ilk büyük sosyalist hareketi», tefeci- ağa -aracı ve komprador egemenliğini güçlendiren toprak reformuna ve devletçiliğe karşı çıkan bir harekettir! Teori, milliyetçi devrimcileri, «kırbaçlı bürokrasi» diye damgalayarak üretim araçlarını ellerinde tutan sınıfların varlığını ve kırbacın esas itibari ile kimin çıkarına işlediğini gizleyerek, tutcular koalisyonu lehine ustaca bir tez ortaya koymaktadır. Halkı ezen bürokrasi suçlanmakta, fakat bu "ceberrutluk"tan hangi sınıfların faydalandığı saklanmaktadır.Devlet ve bürokrasi, egemen sınıfların dışşında ve üstünde «başlı başına bir sınıf» sayılmaktadır. Teori aynı zamanda, «kırbaçlı devletin» temsilcisi partinin halkın yüzde kırkına yakın oyunu nasıl alabildiğini açıklayamamakta-dır. Şüphesiz, çok partili hayat ve DP'nin iktidara gelişiyle birlikte, bürokrasinin sert tutumu yumuşamıştır. Bu yumuşama yeni partiye coşkun bir sempati ve bir miktar serbest oy sağlamıştır. Fakat toprak reformu yapmak, Köy Enstitülerini yaymak isteyen ve devletçi eğilimler gösteren güçlerin etkisiz kılınmasından en büyük rahatlığı duyanlar, kompradorlar, ağalar ve aracılar olmuşlardır. Köylü ve işçi kitleleri, bürokratik baskının azalması gibi bazı tavizler elde ederken, tutucu güçler koalisyonu, devlet üzerinde tam egemenliğini kurmuştur. Fakat bu egemenlik, tutucu güçlerin tek bir partide toplanması biçiminde ortaya çıkmış değildir. CHP'den çıkar sağlayan tutucu güçlerin önemli bir kısmı partide kalmıştır. CHP'nin şehirlerde değilse bile köylerde DP'ye yakın oy alması, oy üzerinde egemen sınıfların varlığıyla tutarlı olarak açıklanabilir.

Bürokrasinin tutumundaki yumuşama, Ağaoğlu'nun iddia ettiği gibi, DP ile «halk iktidarı» kurulmasının değil, çok partili hayat ve genel oyun sonucudur. Nitekim 1961'de «kırbaçlı bürokrasi» nin partisi CHP'nin iktidara gelmesiyle, jandarma zulmü yeniden başlamış değildir. Toprak reformu aleyhindeki AP'nin iktidarı almasıyla, Elmalı olaylarının gösterdiği üzere, jandarma baskısı belki de bir parça çoğalmıştır. Toprak kavgaları ve fabrika işgallerine kadar giden grevler genişledikçe, bürokratik sertlik daha da artabilecektir. Bütün bunlar, egemen toplumsal sınıfları görmezlikten gelen «ceberut devlet - halk» teorisinin 'tutarsızlıklarını göstermeye yeterlidir. İşin şaşırtıcı yanı, tutucu güçler yararına işleyen ve onlarca bir propaganda silâhlı olarak kullanılan bu teorinin, bazı sosyalist bilim adamları ve politikacılar tarafından da benimsenmesidir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıflar dışında ve üstünde bir devlet düşünemiyen ve toplumdaki temel çelişkiyi, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bulunanlarla bundan yoksun olanlar arasındaki çatışmada gören sosyalist düşüncenin, «ceberrut devlet - halk» teorisiyle bağdaşamayacağı açıktır.

*Orman köylerinde dahi bu tip ilişkiler önem kazanmaktadır. Sertaç Tözün, Orman Vurgunu adlı incelemesinde bu durumu şöyle anlatmaktadır: Orman kanununa göre, devlet ormanı bulunan köy ve kasaba halkı, kesip istif yerine taşıdıkları kerestelik tomrukların yüzde yirmi beşini, 10 metreküpü geçmemek şartıyla maliyet bedeline, müzayedesiz satın alma hakkına sahiptir. Orman köylüsü satın alma bedelini ödeyemeyecek durumda olduğundan bu hak, çok ucuz bedelle aracıya devredilmektedir. Bu ticaretten köylü bir kazanırken, aracı 20 kazanmaktadır. Fakat aracılar köylünün «koruyucu meleği» durumundadırlar: «Bu işi yapan aracılar, çoğunlukla ilçe merkezinde oturmakta ve odun - tomruk hakkını kullandığı halde köylerle ilişkisini kesmemektedir. Bu aracılar, sömürdükleri köylülerin «koruyucu meleği» görünüşündedirler. Köylülerden birinin kızı mı evlenecek, en gösterişli armağanı bu aracılar gönderir. Bir köylünün öküzü mü öldü, hiç çekinmeden çıkarır parasını verirler. Orman köylülerinin gözünde, bu aracılar bir çeşit «Sosyal Sigortalar Kurumu»dur. (Ulus, 8 Kasım 1968).

DOĞAN AVCIOĞLU - TÜRKİYE'NİN DÜZENİ (1191-1208) http://www.ulusalcephe.net/forum/index.php?topic=1305.0
 

HTML

Üst