Ruh, genel olarak insan varlığının maddi olmayan boyutu ya da özü. Bireyselliğin ve insan olmanın temeli olarak görülür; çoğunlukla da zihin ya da benlikle eşanlamlı sayılır. Dinsel düşüncede ise genellikle bireyin tanrısal varlığı paylaşan bileşeni olarak tanımlanır ve bedenin ölümünden sonra da yaşadığına inanılır.
Tarih boyunca ortaya çıkmış pek çok kültür, insan yaşamının ya da varoluşunun, "ruh" kavramıyla ilişkilendirilebilecek maddi olmayan bir ilkeye dayandığı inancını paylaşır; çoğunda da bütün canlı nesnelerin ruhu olduğu inancına rastlanır. Tarihöncesi halkların bile bedenden ayrı ve bedenin içine yerleşmiş bir ilkeye inandıklarını gösteren kanıtlar vardır. Ama ruhun varlığının genel olarak kabul edilmesine karşın, değişik dinler ve felsefeciler ruhun yapısı, bedenle ilişkileri, kökeni ve ölümsüzlüğü üzerinde çok çeşitli kuramlar geliştirmişlerdir.
İlkçağda hem Mısırlılar hem de Çinliler arasında ikili bir ruh kavramı vardı. Mısırlılar ka'nın (soluk) ölümden sonra da yaşamakla birlikte bedenin yanında kaldığına, tinsel nitelikteki ba'nın ise ölüler ülkesine gittiğine inanılırdı. Çinliler de duyarlılığı bulunan ve ölümden sonra kaybolan daha aşağı bir ruhla, ölümden sonra da yaşayan ve sonraki kuşakların tapınması gereken ussal bir ilke olan hun'u ayırt ederlerdi.
İlk İbranilerde bir ruh kavramı bulunmakla birlikte bu, bedenden ayrı bir varlık sayılmazdı. Ama sonraki Yahudi yazarlar ruh düşüncesini geliştirdiler. Eski Ahit'te sözü edilen ruh kavramı "soluk" kavramıyla bağlantılıydı ve cisimsel olmayan ruh ile beden arasında bir ayrım varsaymıyordu. Eski Yunan'da ortaya çıkan beden-ruh ikiliği kavramı Nyssalı Aziz Gregorios ve Aziz Augustinus gibi düşünürlerce Hıristiyan ilahiyatına aktarılmıştı.
Eski Yunanlıların ruh kavramı döneme ve felsefe okuluna göre değişiyordu. Epikurosçulara göre bütün beden gibi ruh da atomlardan oluşuyordu. Platoncular ise ruhu tanrılarla soy birliği olan maddesiz ve cisimsiz bir töz olarak görüyorlardı. Aristotales'in, bedenden ayrılmaz bir biçim olarak tanımladığı ruh kavramı ise oldukça bulanktı.
Ruhu bedenin üzerinde bir "binici" gibigören Aziz Augustinus, maddi olan ve olmayan ayrımını belirginleştirdi ve "gerçek" insanı ruhla özdeşleştirdi. Ama ruh bedenden ayrı olsa bile bedensiz bir ruh düşünmez olanaksızdı. Ortaçağda Aquinolu Aziz Tommaso Eski Yunan filozoflarının ruh kavramına döndü. Buna göre ruh bedeni devindiren bir ilkeydi; bedenin tözünden bağımsızdı ama bir insan bireyi oluşturabilmek için ona gereksinimi vardı.
Ortaçağdan sonra da ruhun varlığı ve yapısı ile bedenle ilişkisi sorunu üzerinde batı felsefesindeki tartışma sürdü. Descartes'a göre insan, birbiri üzerinde etkide bulunan apayrı iki töz olarak beden ile ruhun birliğinden oluşuyordu ve ruh zihinle eşanlamlıydı. Spinoza ise beden ve ruhu tek bir gerçekliğin iki ayrı yönü ya da boyutu olarak görüyordu. Kant'a göre ruhun varlığını us(akıl) yoluyla kanıtlamak olanaksızdı. Ama zihnin ruhun varlığı vargısına ulaşması kaçınılmazdı; çünkü insanın ahlaki ve dinsel gelişmesi için bu kabul zorunluydu. 20. yüzyılın başlarında William James ruhun hiçbir zaman kendi başına varolmadığını, yalnızca ruhsal olguların bir toplamı olduğunu öne sürdü.
Ruhun ne zaman ortaya çıktığı ve ölecekse ne zaman öleceği konusunda da Eski Yunanlıların inançları zamanla değişerek çeşitlendi. Pythagoras'a göre tanrısal bir kökeni olan ruh, ölümden önce de sonra da vardı. Platon ve Sokrates de ruhun ölümsüzlüğünü kabul ediyordu. Oysa Aristotales'e göre ruhun yalnızca bir bölümü, yani nous (zihin ya da us) ölümsüzdü. Epikuros ise hem bedenin hem de ruhun ölümle birlikte sona erdiğini savunuyordu. İlk hıristiyan filozoflar ruhun ölümsüzlüğü kavramını Yunanlılardan aktardılar; buna göre tanrının yarattığı ruh, ana rahmine düştüğü sırada bedene katılıyordu.
Hindular her atman'ın (bireysel ruh) zamanın başlangıcında yaratıldığına ve doğum sırasında dünyevi bedene hapsedildiğine inanırlar. Bu inanca göre bedenin ölümü sırasında atman yeni bir bedene geçer; her atman'ın varlık zincirindeki konumunu karman (geçmiş eylemlerinin etkisi) belirler. Bazı hindulara göre ölüm ve yeniden doğum çevrimi sonsuza değin sürer; ötekiler ise ruhun yetkin bir karman'a ulaşarak Mutlak'la bütünleşmesiyle bu çevrimin de sona ereceğine inanırlar. Atman kavramını reddeden Budacılık insanın bireysel bir ruhu ya da benliği bulunduğu yönündeki her türlü izlenimin yanılsama olduğunu öne sürer.
İslam düşünürleri ve mutasavvıflar insanın tinsel varlığında genellikle nefs ve ruh olmak üzere iki boyutu birbirinden ayıet ederler. Nefs kavramı çoğunlukla arzularıyla ve eğilimleriyle bireysel benliği dile getirir; ruh kavramı ise tekil benlikleri öz olarak kendisinde birleştiren, ama onları biçimlendirerek bireysellik kazandıran üstün ilkedir. Bir başka deyişler ruhun nefsle ilişkisi, özün tözle ve biçimin maddeyle ilişkisi gibidir.
Kuran, tanrının insanı yaratırken, onu balçıktan biçimlendirdikten sonra "ruhundan üflediğini" bildirir (hicr 29, secde 9, sad 72). "Ruh, rabbimin emrindedir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir" anlamındaki ayet (isra 85) ruhun tanrının buyruğuyla özdeş olduğu ve niteliğinin insanlarca hiçbir zaman bütünüyle anlaşılamayacağı biçiminde yorumlanır. Bu bağlamda kuran'da "ruh" terimi tanrının kendi buyruğuyla melekler aracılığıyla indirdiği vahiy anlamında da kullanılır (mümin 15, nahl 2, zuhruf 52) ve özel ad olarak Cebrail'le özdeşleştirilir. Ayrıca meleklerin tümü için "ruh"un çoğulu olan "ervah" terimi kullanılır. Kuran'da hz. isa da tanrının "kendisinden bir ruh" olarak nitelenir (nisa 171). İslam kelamcılarının çoğu bireysel ruhların bağlı oldukları bedenle birlikte dirileceğini kabul ederler. Ama Yunan düşüncesinden etkilenen islam filozofları ruhun bedenden ayrı bir ölümsüzlük taşıdığı varsayımını islam düşüncesine aktarmışlardı.