Ruh yağması!
“GAZETECİLİK ve insanlık gereği” dizilerine tekrar tekrar döneceğim.
“Kamusal haksızlıklar” sadece “profesyonel askerler”in maruz kaldıklarından ibaret değil elbet.
Kamusal yağma da sadece arazi, rant, ihale yağmasından ibaret değil. Her köşede binlerce insanın ruhu kamusal yağmaya maruz kalıyor. Gündelik hayat, hukuksuz cezalarla dolu; “özel piyasa”daki köleleştirme eğilimleri yetmiyor, bizzat devlet can acıtıyor, can yakıyor, yaralıyor, enkazlaştırıyor. Anayasa esas bu yağmayı değiştirecekse “yeni” olabilir! Bugün on binlerce insan adına iki “genç kadın”ın sesi.
“Umur Bey; biz sözleşmeli öğretmenler, sendikal haktan yoksun, fazla mesai kavramı uygulanmayan, iş garantisi olmayan, aynı işi yapan meslektaşların sahip olduğu haklardan mahrum kişileriz.
Ne uzman onbaşılar ne de işinden edilen devlet işçileri kadar da değer görmüyoruz basında. Bizler onların da yanındayız ama kimse bizlerin yanında değil. Belki iktidardan basına baskı dedikleri şey doğrudur.
Kadrolu öğretmen kadar, hatta daha fazla çalışıyoruz ama ne emeklilik şartları ne de iş güvencesi açısından onlar kadar hakka sahibiz. Sözleşmeli öğretmenlerin çoğu, işten ediliriz korkusuyla konuyu gündeme bile getiremiyor. 200 yıl önceki kölelerden tek farkımız, önümüze yemek değil, asgari ücretin az fazlasının konması.
Genellikle devletin haksızlıklarını gündeme getirmenize güvenerek bu mektubu yazıyorum. Her seçimden önce kadroya alınma sözü veriliyor ve tutuluyor da. Ama seçimden sonra sözleşmeli alınan yeni seçim için 4 yıl bekleyip bu zulme katlanıyor.
Sorarım Umur Bey, haftada 60 saat üzerinde çalıştırılan, evine 700 TL aylık götüren, iş güvencesi olmayan öğretmene çocuğunuzu ne kadar güvenerek teslim edersiniz!”
“Biraz önce birkaç yazınızı birden okudum. Elinize sağlık. Askerlik benim özel meselem olmuşken bir anda tüm ülkenin de meselesi oluverdi. Hafta sonu eşimi ziyaret ettim; sanki bir tutukluya görüşe gider gibi.
Kapıda bir tabela vardı, camlı çerçeveli: ‘Çağdaş olmayan, dini veya siyasi sembol olan kılık kıyafetle girilemez’ tarzı. Ziyaretçilerin en az yarısı başörtülüydü. Örtülerini açmalarını söyleyen erlerin de eminim yarısının annesinin başı örtülüdür. Zavallı çocuklar uyarı yaparken kıpkırmızı oluyordu. (Askere alırken ‘Annesi başörtülü olan alınmaz, ölemez’ denmiyor ama.)
Birkaç saat bir masa etrafında ne konuşacağını, ne yapacağını bilemeden, üzmemek için üzüntünü saklamaya çalışarak, etraftan utanıp doğru düzgün sarılamadan, öpemeden, en kötüsü bırakıp giderken. ‘Neden orda olmak zorunda. O benim eşim. Binlerce yeşilden biri değil. Saçlarını kesmekle aynılaştıramazsınız’ diye düşünerek. Çıkışta bir süre bekledim. İnsan hemen arkasını dönüp gidemiyor. Diğer aileleri seyrettim. Erkekler ‘Eee yapacak tabii. Vatan borcu’ gibi laflar gevelerken kadınlar gözlerini kuruluyordu.
İnsanlar düşünmemeyi öğreniyor. Sorgulamayacaksın. Bir de öldürmeyi öğretiyorlar.
Girişte dört kere adınızı yazdırıyorsunuz. Sıra bekliyorsun 1-2 saat. Beklemede bir teyze, ‘Üzülme kızım, bak ne iyi olacak, senin kıymetini anlayacak, çok değişecek çoook, erkek olup gelecek’ gibi şeyler söyledi. Ben de dedim ki: ‘Benim kocam askere gelmeden önce de erkekti. Değişmesini hiç istemiyorum. Kıymetimi zaten bilir.’
Eşimin öğrenim kredisi ödemesi vardı. Devlet, o vatan borcunu yaparken dondurmayı kabul etmiyor. Başka gelirimiz de yok, ne olacak şimdi. 2 yıl önce 18 ayda bitecek vaadiyle Kiptaş’tan ev almıştık. Hâlâ inşaat halinde ve bir muhatap bile bulamıyoruz. Hâlâ ödüyoruz. Hem kira hem ev taksiti, süper oluyor!”
“GAZETECİLİK ve insanlık gereği” dizilerine tekrar tekrar döneceğim.
“Kamusal haksızlıklar” sadece “profesyonel askerler”in maruz kaldıklarından ibaret değil elbet.
Kamusal yağma da sadece arazi, rant, ihale yağmasından ibaret değil. Her köşede binlerce insanın ruhu kamusal yağmaya maruz kalıyor. Gündelik hayat, hukuksuz cezalarla dolu; “özel piyasa”daki köleleştirme eğilimleri yetmiyor, bizzat devlet can acıtıyor, can yakıyor, yaralıyor, enkazlaştırıyor. Anayasa esas bu yağmayı değiştirecekse “yeni” olabilir! Bugün on binlerce insan adına iki “genç kadın”ın sesi.
“Umur Bey; biz sözleşmeli öğretmenler, sendikal haktan yoksun, fazla mesai kavramı uygulanmayan, iş garantisi olmayan, aynı işi yapan meslektaşların sahip olduğu haklardan mahrum kişileriz.
Ne uzman onbaşılar ne de işinden edilen devlet işçileri kadar da değer görmüyoruz basında. Bizler onların da yanındayız ama kimse bizlerin yanında değil. Belki iktidardan basına baskı dedikleri şey doğrudur.
Kadrolu öğretmen kadar, hatta daha fazla çalışıyoruz ama ne emeklilik şartları ne de iş güvencesi açısından onlar kadar hakka sahibiz. Sözleşmeli öğretmenlerin çoğu, işten ediliriz korkusuyla konuyu gündeme bile getiremiyor. 200 yıl önceki kölelerden tek farkımız, önümüze yemek değil, asgari ücretin az fazlasının konması.
Genellikle devletin haksızlıklarını gündeme getirmenize güvenerek bu mektubu yazıyorum. Her seçimden önce kadroya alınma sözü veriliyor ve tutuluyor da. Ama seçimden sonra sözleşmeli alınan yeni seçim için 4 yıl bekleyip bu zulme katlanıyor.
Sorarım Umur Bey, haftada 60 saat üzerinde çalıştırılan, evine 700 TL aylık götüren, iş güvencesi olmayan öğretmene çocuğunuzu ne kadar güvenerek teslim edersiniz!”
“Biraz önce birkaç yazınızı birden okudum. Elinize sağlık. Askerlik benim özel meselem olmuşken bir anda tüm ülkenin de meselesi oluverdi. Hafta sonu eşimi ziyaret ettim; sanki bir tutukluya görüşe gider gibi.
Kapıda bir tabela vardı, camlı çerçeveli: ‘Çağdaş olmayan, dini veya siyasi sembol olan kılık kıyafetle girilemez’ tarzı. Ziyaretçilerin en az yarısı başörtülüydü. Örtülerini açmalarını söyleyen erlerin de eminim yarısının annesinin başı örtülüdür. Zavallı çocuklar uyarı yaparken kıpkırmızı oluyordu. (Askere alırken ‘Annesi başörtülü olan alınmaz, ölemez’ denmiyor ama.)
Birkaç saat bir masa etrafında ne konuşacağını, ne yapacağını bilemeden, üzmemek için üzüntünü saklamaya çalışarak, etraftan utanıp doğru düzgün sarılamadan, öpemeden, en kötüsü bırakıp giderken. ‘Neden orda olmak zorunda. O benim eşim. Binlerce yeşilden biri değil. Saçlarını kesmekle aynılaştıramazsınız’ diye düşünerek. Çıkışta bir süre bekledim. İnsan hemen arkasını dönüp gidemiyor. Diğer aileleri seyrettim. Erkekler ‘Eee yapacak tabii. Vatan borcu’ gibi laflar gevelerken kadınlar gözlerini kuruluyordu.
İnsanlar düşünmemeyi öğreniyor. Sorgulamayacaksın. Bir de öldürmeyi öğretiyorlar.
Girişte dört kere adınızı yazdırıyorsunuz. Sıra bekliyorsun 1-2 saat. Beklemede bir teyze, ‘Üzülme kızım, bak ne iyi olacak, senin kıymetini anlayacak, çok değişecek çoook, erkek olup gelecek’ gibi şeyler söyledi. Ben de dedim ki: ‘Benim kocam askere gelmeden önce de erkekti. Değişmesini hiç istemiyorum. Kıymetimi zaten bilir.’
Eşimin öğrenim kredisi ödemesi vardı. Devlet, o vatan borcunu yaparken dondurmayı kabul etmiyor. Başka gelirimiz de yok, ne olacak şimdi. 2 yıl önce 18 ayda bitecek vaadiyle Kiptaş’tan ev almıştık. Hâlâ inşaat halinde ve bir muhatap bile bulamıyoruz. Hâlâ ödüyoruz. Hem kira hem ev taksiti, süper oluyor!”