Resulullah Canakkalede

AfrA

New member
*Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti


Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi
ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni
kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on
yılı aşkın bir zaman geçmiştir.


Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye
gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı
coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur.
Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük
çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.


Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu
arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir
dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı
türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar
ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.


Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini
çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki
Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi
gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli
olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:


"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel
bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre
sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:


"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt
Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz
hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde
değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar
eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:


"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."


1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.


1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir
yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından,
âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah
dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar
güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu.
O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar,
İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş
oluyordu.


Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor,
namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu.
Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir
gün kendisine bunun sebebini sordum:


"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı
ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti
nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak
akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:


"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın
Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara
geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz
ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir
günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti
mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun
ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi
budur."


Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum
getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası
karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir
durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir.
Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde
değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah
Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli
âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu
âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?


Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına
yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.


Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın
Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz.
Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine
Kâinatın Efendisi cevap verir:


"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç
zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız
bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"


Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle
bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden
çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve
Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine
gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.


Yetiş ya Muhammed Kur-an'ın elden gidiyor!


Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri
ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla
saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna
mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine
kulak verelim.


Alman Subay Sanders anlatıyor:


Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz
askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu.
Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi
bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi
parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten
başka bir şey yapamıyorduk.


Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden
yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir
Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem
kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda
bulunan tercümanıma dedim ki:


–Şu koşan asker ne diyor?


–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.


Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman
mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden
hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya
çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir
şey görünmüyordu
 

Pax_deorum

cursum perficio
bu 'sanders' liman von sanders se çankkale genel komutanı idi osmanlı tarihinin en büyük hatalarından biri olan yanlış devletlerle beraber savaşa girmenin devamı olan ordu yönetimini almanlara vermenin uzantısıydı savaşta almanlar nereye istediyse orda cephe açtık son sözü onlara bıraktık bu sanders denen akıl özürlü adam yüzünden türk komutanların karşı çıkmalarına rağmen birleşik donanmanın çıkartma yapacağı belli olduğu halde kıyılardaki ilk mevzilerden bir avuç kahraman asker bırakarak çekildik savaş boyunca yaptığı tek olumlu hareket kaybetmek üzere olduğumuz anafartalar cephesine M Kemal i komutan tayin etmek oldu
 

HTML

Üst