snıper
New member
- Katılım
- 17 Ocak 2006
- Mesajlar
- 2,345
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Allahın adıyla...
Hamd, bizlere rahmet, bereket ve kurtuluş ayı olan mübarek Ramazan ayında mükâfatı bol işler (ibadetler) yapmayı nasip eden, bizleri bin aydan daha kıymetli Kadir gecesinin güzelliklerinden mahrum bırakmayan ve bir Ramazan Bayramına daha ulaştıran Allah Sübhanehu ve Teâlâya olsun.
Salât ve selam mübarek Ramazan ayının -özellikle- son on gününde Allaha biraz daha yaklaşmak için itikâfa girip bunun bir sünnet olmasına vesile olan ve bayram günleri içinde bayramlar sevinç günleridir diye buyuran güllerin ve gönüllerin incisi Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.v)e olsun.
Yine salât ve selam Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.v)in pak ve temiz ailesine, kıymettar ashabına ve kıyamete kadar nurlu yolundan gideceklerin üzerine olsun.
Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden azadelik olan mübarek Ramazan ayını ve sevinç ile hüznü bir arada yaşadığımız Ramazan Bayramını geride bıraktık, ülkemin mazlum coğrafyasındaki mustazaflarla...
Belki de planlarımız vardı, Allahın rızasını kazanmak için... Yapacaklarımız, yaptıracaklarımız, vereceklerimiz vardı. Gidip göreceklerimiz, davet edeceklerimiz, İslamı anlatacaklarımız... Yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız ve yükümlülüklerimiz vardı, Allahın bizden istediği...
Yaptık mı, yapmamız gerekenleri ve yerine getirdik mi, sorumluluklarımızı?
Oysa Rabbimizin bizden istedikleri belliydi, helal ve haram olan... Yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızda belliydi, doğru ve fasit olan... Aslında biz istedik bu ağır sorumluluğu, kaldırılması zor yükü... Şimdi ise bu sorumluluğumuzun farkında değiliz belki de... Oysa dağlar bile yüklenememişti bu ağır sorumluluğu... Dağlar yükü kaldıramayacağına inandığı için yüklenmedi. Dağlara yüklenseydi eğer, paramparça olacaktı o devasa dağlar.
Yerler ve göklerde yüklen(e)medi, sorumluluğu ağır olan bu yükü... Yerler bu ağırlığı yüklenemeyeceğine, göklerde bu sorumluluğu noksansız yerine getireceğine inanmadığı için yüklenmedi. Ama biz her zaman yaptığımız gibi hemen karar verdik ve bu sorumluluğu yerine getirebileceğimizi söyledik yaratıcımız olan büyük saltanatın sahibine... Büyük saltanatın yegâne sahibi Allah Teâlâ da bu ağır ve kaldırılması zor yükü biz insanoğluna yükledi, imtihan edilmemiz için...
Sonra biz söz verdik Allaha, şanı yüce ilaha... Yüce dinimiz İslama sarılacağımıza, kutsal kitabımız Kuranla amel edeceğimize ve gözlerimizin nuru Efendimiz Resulullahı takip edip örnek alacağımıza... Mazlumlara dost, müstekbirlere karşı olacağımıza söz verdik.
Peki, hiç düşündük mü verdiğimiz sözü ne kadar yerine getirdik diye?Sözümüze ne kadar sadık kaldık diye? Oysa söz vermiştik Allaha... Ve verilen sözün tutulması gerektiğini de biliyorduk!
Allahın bizleri verdiğimiz/söylediğimiz sözlerden dolayı hesaba çekmeyeceğini mi sanıyoruz veya Allahın unutacağını mı? Asla! Allah unutmaz! İşte bu yüzden; geçmişte söyleyip yerine getirmediklerimizden mesul tutulacağız. Allah bizlerden soracak, bizleri hesaba çekecektir. Hesabını vermemiz gerekecek yaptıklarımızın... Hesapsız kalmayacak hiçbir şey, hem iyiliklerimiz, hem de işlediklerimiz...
Ne yapmışsak bizlerden sorulacak, Mahşer-i kübrada... O zaman bizlerin feryadını işitecek kimse olmayacak. Bizlere fayda verebilecek, sıkıştığımızda yanımıza gelip bizleri zorluklardan kurtarabilecek bir dostumuz, hamimiz olmayacak.
Tek dostumuz ve hamimiz Allah olacaktır, eğer ki dünyada İslami bir yaşam sürdürmüşsek...Sürdürdüğümüz İslami yaşantımızda karşılaştığımız zorluk ve sıkıntıları Allahın istediği şekilde karşılamışsak... Zalimlere, tağutlara, müstekbirlere, mürtet ve mülhitlere karşı, Hüseyinvari bir direniş ile mücadele edip İslam bayrağını yükseltmeye çalışmışsak...Yardıma muhtaç insanlara yardım etmeyi, fakirlere vermeyi, açları doyurmayı insani ve İslami bir görev edinmişsek...
Yok, eğer ki yaşamımızı İslami değil de, fısk-u fücur içinde geçirmiş, Allahın emirlerine karşı muhalif davranmışsak... Gelmiş geçmiş en büyük lider olan Resulullahtan başkalarını önder bilmiş ve onların arkasından yürümüş veya yürüyorsak... İslami hassasiyet sahiplerini düşman bilmiş, onlara karşı karalamalar yapmışsak... Mazlum ve savunmasız insanlara karşı hain ve kalleşçe saldırılar gerçekleştirip, onları şehit etmişsek... Namus mefhumunu, siyasi ranta çevirmeye çalışacak kadar haddi aşmışsak... İşte o zaman vay halimize...
Vay halimize ki, zamanımızı faydasız ve hayırsız işlerle tüketmişiz. Güçsüz ve aciz olmamıza rağmen kendimizi üstün görmüşüz. Boş batıl inanç ve ideolojilerin peşinden gitmiş, sosyalizmi ise kurtarıcımız olarak bilmişiz.
Allah (c.c) bizleri; batıl ideolojilerin peşinden gidenlerden, fısk-u fücur içinde olanlardan, Resulullahtan başkasını önder bilenlerden, Resulullahın sevdalılarına düşmanlık edenlerden, Resulullahın kutlu viladeti sebebiyle programlar düzenleyenlere zorluk çıkaranlardan, İslami hassasiyet sahiplerine düşmanlık güdenlerden, İslamın kadına verdiği değeri görmezden gelip kadını önemsizleştirenlerden ve bu düşüncelere sahip olanlardan eylemesin.
Allah (c.c) bizleri; İslami görev ve sorumlulukları eksiksiz ve noksansız bir şekilde yerine getirenlerden, İslama ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden, Kuran ve sünneti yol güzergâhı yapanlardan, karşılaştıkları bela ve musibetlere karşı sabredenlerden, kazancının bir bölümünü infak edenlerden, İslami tebliğ vazifesini yerine getirmek için bilmediklerini öğrenenlerden, öğrendikleriyle amel edenlerden, hal ve hareketiyle, giyim ve kuşamıyla insanlara örnek olanlardan eylesin inşAllah.
İslâm, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu iradesini kullanmak suretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kurân-ı Kerîmde Yüce Rabbımız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbımız, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir" (el-İsrâ, 17/84).
Şayet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mübahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâmda insan, kendi hür iradesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur:
"Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür" (Zilzâl, 99/7-8); "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır" (el-Enbiyâ, 21/23).
Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir (el-Beled, 90/10). İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü, yaptığı her fiili kendi niyeti, ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenabı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.
Dünya ve âhiret sorumluluğu:
İslâm hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allahın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Ahiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, ahiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.
İslamın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kurân-ı Kerimde Yüce Rabbımız buyuruyor ki: "Ândolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız" (el-Araf, 7/6). Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen Ashabına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında "Evet!. cevabını aldıkça: "Şahid ol yâ Râb!. " demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir (Tirmizi, Kıyame, 9). Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, ahiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
Hz. Peygamber (S.A.s)in: "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..." (Müslim, Kitâbül-Vasıyye, 3) hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, ahiret aleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile ahiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırd etmek mümkün değildir.
İnsanın dünya ve ahiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar:
Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhafızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz " (Buhârî, Cenâiz, 32; Ahkam, 1).
Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince;
İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Halbuki Hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdemin işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını feda etmek suretiyle bu lanet ve azaptan insanları kurtarmıştır". İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını red ederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsi sorumluluk prensibini koymuştur.
"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" (Fâtır, 35/18)." De ki; Âllaha itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz" (en-Nûr, 24/54); "Ey iman edenler! Rabbınıza karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." (Lokman, 31/33) hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette Yüce Rabbımız (c.c.) şöyle buyuruyor: Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!" (en-Nahl, 16/25).
Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor: Her kim İslam içinde güzel bir çığırı açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç birşey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır" (Müslim, İman, 15; Tirmizi, İlm, 14). İslâmi anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.
Demek ki, İslâma göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mahiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazan uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mümin, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Allah Resulû Hz. Muhammed Aleyhissalatuvesselâm): "Mümin, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münafığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder" buyurmaktadır.(Tirmizi, Kıyâmet, 9).
Hamd, bizlere rahmet, bereket ve kurtuluş ayı olan mübarek Ramazan ayında mükâfatı bol işler (ibadetler) yapmayı nasip eden, bizleri bin aydan daha kıymetli Kadir gecesinin güzelliklerinden mahrum bırakmayan ve bir Ramazan Bayramına daha ulaştıran Allah Sübhanehu ve Teâlâya olsun.
Salât ve selam mübarek Ramazan ayının -özellikle- son on gününde Allaha biraz daha yaklaşmak için itikâfa girip bunun bir sünnet olmasına vesile olan ve bayram günleri içinde bayramlar sevinç günleridir diye buyuran güllerin ve gönüllerin incisi Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.v)e olsun.
Yine salât ve selam Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.v)in pak ve temiz ailesine, kıymettar ashabına ve kıyamete kadar nurlu yolundan gideceklerin üzerine olsun.
Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden azadelik olan mübarek Ramazan ayını ve sevinç ile hüznü bir arada yaşadığımız Ramazan Bayramını geride bıraktık, ülkemin mazlum coğrafyasındaki mustazaflarla...
Belki de planlarımız vardı, Allahın rızasını kazanmak için... Yapacaklarımız, yaptıracaklarımız, vereceklerimiz vardı. Gidip göreceklerimiz, davet edeceklerimiz, İslamı anlatacaklarımız... Yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız ve yükümlülüklerimiz vardı, Allahın bizden istediği...
Yaptık mı, yapmamız gerekenleri ve yerine getirdik mi, sorumluluklarımızı?
Oysa Rabbimizin bizden istedikleri belliydi, helal ve haram olan... Yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızda belliydi, doğru ve fasit olan... Aslında biz istedik bu ağır sorumluluğu, kaldırılması zor yükü... Şimdi ise bu sorumluluğumuzun farkında değiliz belki de... Oysa dağlar bile yüklenememişti bu ağır sorumluluğu... Dağlar yükü kaldıramayacağına inandığı için yüklenmedi. Dağlara yüklenseydi eğer, paramparça olacaktı o devasa dağlar.
Yerler ve göklerde yüklen(e)medi, sorumluluğu ağır olan bu yükü... Yerler bu ağırlığı yüklenemeyeceğine, göklerde bu sorumluluğu noksansız yerine getireceğine inanmadığı için yüklenmedi. Ama biz her zaman yaptığımız gibi hemen karar verdik ve bu sorumluluğu yerine getirebileceğimizi söyledik yaratıcımız olan büyük saltanatın sahibine... Büyük saltanatın yegâne sahibi Allah Teâlâ da bu ağır ve kaldırılması zor yükü biz insanoğluna yükledi, imtihan edilmemiz için...
Sonra biz söz verdik Allaha, şanı yüce ilaha... Yüce dinimiz İslama sarılacağımıza, kutsal kitabımız Kuranla amel edeceğimize ve gözlerimizin nuru Efendimiz Resulullahı takip edip örnek alacağımıza... Mazlumlara dost, müstekbirlere karşı olacağımıza söz verdik.
Peki, hiç düşündük mü verdiğimiz sözü ne kadar yerine getirdik diye?Sözümüze ne kadar sadık kaldık diye? Oysa söz vermiştik Allaha... Ve verilen sözün tutulması gerektiğini de biliyorduk!
Allahın bizleri verdiğimiz/söylediğimiz sözlerden dolayı hesaba çekmeyeceğini mi sanıyoruz veya Allahın unutacağını mı? Asla! Allah unutmaz! İşte bu yüzden; geçmişte söyleyip yerine getirmediklerimizden mesul tutulacağız. Allah bizlerden soracak, bizleri hesaba çekecektir. Hesabını vermemiz gerekecek yaptıklarımızın... Hesapsız kalmayacak hiçbir şey, hem iyiliklerimiz, hem de işlediklerimiz...
Ne yapmışsak bizlerden sorulacak, Mahşer-i kübrada... O zaman bizlerin feryadını işitecek kimse olmayacak. Bizlere fayda verebilecek, sıkıştığımızda yanımıza gelip bizleri zorluklardan kurtarabilecek bir dostumuz, hamimiz olmayacak.
Tek dostumuz ve hamimiz Allah olacaktır, eğer ki dünyada İslami bir yaşam sürdürmüşsek...Sürdürdüğümüz İslami yaşantımızda karşılaştığımız zorluk ve sıkıntıları Allahın istediği şekilde karşılamışsak... Zalimlere, tağutlara, müstekbirlere, mürtet ve mülhitlere karşı, Hüseyinvari bir direniş ile mücadele edip İslam bayrağını yükseltmeye çalışmışsak...Yardıma muhtaç insanlara yardım etmeyi, fakirlere vermeyi, açları doyurmayı insani ve İslami bir görev edinmişsek...
Yok, eğer ki yaşamımızı İslami değil de, fısk-u fücur içinde geçirmiş, Allahın emirlerine karşı muhalif davranmışsak... Gelmiş geçmiş en büyük lider olan Resulullahtan başkalarını önder bilmiş ve onların arkasından yürümüş veya yürüyorsak... İslami hassasiyet sahiplerini düşman bilmiş, onlara karşı karalamalar yapmışsak... Mazlum ve savunmasız insanlara karşı hain ve kalleşçe saldırılar gerçekleştirip, onları şehit etmişsek... Namus mefhumunu, siyasi ranta çevirmeye çalışacak kadar haddi aşmışsak... İşte o zaman vay halimize...
Vay halimize ki, zamanımızı faydasız ve hayırsız işlerle tüketmişiz. Güçsüz ve aciz olmamıza rağmen kendimizi üstün görmüşüz. Boş batıl inanç ve ideolojilerin peşinden gitmiş, sosyalizmi ise kurtarıcımız olarak bilmişiz.
Allah (c.c) bizleri; batıl ideolojilerin peşinden gidenlerden, fısk-u fücur içinde olanlardan, Resulullahtan başkasını önder bilenlerden, Resulullahın sevdalılarına düşmanlık edenlerden, Resulullahın kutlu viladeti sebebiyle programlar düzenleyenlere zorluk çıkaranlardan, İslami hassasiyet sahiplerine düşmanlık güdenlerden, İslamın kadına verdiği değeri görmezden gelip kadını önemsizleştirenlerden ve bu düşüncelere sahip olanlardan eylemesin.
Allah (c.c) bizleri; İslami görev ve sorumlulukları eksiksiz ve noksansız bir şekilde yerine getirenlerden, İslama ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden, Kuran ve sünneti yol güzergâhı yapanlardan, karşılaştıkları bela ve musibetlere karşı sabredenlerden, kazancının bir bölümünü infak edenlerden, İslami tebliğ vazifesini yerine getirmek için bilmediklerini öğrenenlerden, öğrendikleriyle amel edenlerden, hal ve hareketiyle, giyim ve kuşamıyla insanlara örnek olanlardan eylesin inşAllah.
İslâm, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu iradesini kullanmak suretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kurân-ı Kerîmde Yüce Rabbımız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbımız, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir" (el-İsrâ, 17/84).
Şayet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mübahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâmda insan, kendi hür iradesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur:
"Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür" (Zilzâl, 99/7-8); "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır" (el-Enbiyâ, 21/23).
Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir (el-Beled, 90/10). İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü, yaptığı her fiili kendi niyeti, ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenabı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.
Dünya ve âhiret sorumluluğu:
İslâm hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allahın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Ahiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, ahiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.
İslamın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kurân-ı Kerimde Yüce Rabbımız buyuruyor ki: "Ândolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız" (el-Araf, 7/6). Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen Ashabına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında "Evet!. cevabını aldıkça: "Şahid ol yâ Râb!. " demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir (Tirmizi, Kıyame, 9). Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, ahiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
Hz. Peygamber (S.A.s)in: "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..." (Müslim, Kitâbül-Vasıyye, 3) hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, ahiret aleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile ahiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırd etmek mümkün değildir.
İnsanın dünya ve ahiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar:
Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhafızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz " (Buhârî, Cenâiz, 32; Ahkam, 1).
Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince;
İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Halbuki Hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdemin işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını feda etmek suretiyle bu lanet ve azaptan insanları kurtarmıştır". İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını red ederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsi sorumluluk prensibini koymuştur.
"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" (Fâtır, 35/18)." De ki; Âllaha itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz" (en-Nûr, 24/54); "Ey iman edenler! Rabbınıza karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." (Lokman, 31/33) hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette Yüce Rabbımız (c.c.) şöyle buyuruyor: Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!" (en-Nahl, 16/25).
Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor: Her kim İslam içinde güzel bir çığırı açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç birşey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır" (Müslim, İman, 15; Tirmizi, İlm, 14). İslâmi anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.
Demek ki, İslâma göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mahiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazan uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mümin, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Allah Resulû Hz. Muhammed Aleyhissalatuvesselâm): "Mümin, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münafığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder" buyurmaktadır.(Tirmizi, Kıyâmet, 9).