
Dünya gelişiyor, teknolojiler hemen hemen hayatımızın her alanına fütursuzca hücum ediyor. Modern sanat ve çağdaş sanat kavramları neredeyse birbirini tamamlamaya başlıyor. 18 aylık bir bebek bile eline verilen “game-boy” ile belki de hayatını karartacak alışkanlıklara ilk adımı atıyor. Kanserin tedavisi 21. Yy’da bile yok ama AIDS gibi öldürücü hastalıklar artık tedavi edilebiliyor. İnsanlık artık “ölüm” ile “yaşam” arasındaki ince çizgide gidip gelirken, “yaşam” oranları daha yükseklerde... Bütün bu gelişmeler ve dünya kültüründeki değişmeler bir yana değişmeyen tek şey yine “insan”ın kendi doğası.
“İnsan” doğası var oluşundan bu yana “güzel”, “çirkin” kavramıyla uğraşıp durdu. Bu tanımlamalar hep vardı sadece dönemlere göre bu tanımlamaları ortaya çıkartan faktörler değişti. Bir dönem bedenin uzuvlarıyla belirlenen güzellik, mükemmeliyet kavramı bir dönem sonra yerini bütünlüğe bıraktı. Günümüzde de bütünlüğe ve parçaların tartışılmaz birleşmesine bakılarak bu tanımlamalar yapılıyor. Öyle ki “insan”ı tanımlamakta artık “karakter” bile çok önemli bir yer teşkil ediyor. İyi tahsil almış,ilgi alanıyla ilgili en iyi derecelere sahip birisi, sahip olduğu maddi güçlede birleşince “güzel” insan tanımlamasına kotarılıyor. Bu kişiye nazaran iyi tahsil görmemiş, kendini diğer insanlardan ayıran özellikleri olmayan ve maddi açıdan yetersiz olan insan ise toplumun “ötekileştirme”sine tabi tutuluyor. “İki ucu keskin bıçak” değerlendirmesi tam bu iki örnek üzerine uyarlanabilir.
Orta Çağ’da hakim olan “mükemmeliyet”, “güzellik” tanımlamaları kişinin geldiği “soy”dan çıkarımlar yapılarak sağlanıyordu belki ama o dönemlerde bile beden ve uzuvlarının birbirine uyumu önemliydi. Evren’in “4” tane olmasından dolayı insanın da 4 tane olması gerektiğini düşünen bir akım vardı. Bu akıma göre insan da evren gibi dörtgendi ve kusursuz mükemmeliyeti sayılarla sağlanan simetri belirleyebilirdi.
Beden üzerinden yapılan tanımlarla tarihte “ırk”çılığın ilk tohumlarının atıldığını söyleyebiliriz. Ünlü İtalyan kriminalog Cesare Lombroso’da bu tohumların atılmasında “süs ve suç” düşüncesiyle ön ayak olmuştur. Öyle ki Lambroso’ya göre bedene yapılan süslemeler, kişinin suçlu olduğunun göstergesidir. Ona göre hapishanedekilerin büyük bölümünün vücudunda çeşitli motiflerin ve dövmelerin olması da suç ile süs kavramının ilişkili olmasının kanıtıdır.

Rahmi Öğdül, “Grafomanların Geri Dönüşü” yazısında, Lambroso’nun anlayışını şu sözlerle açıklıyor; “Ondokuzuncu yüzyıl İtalyan kriminologu Cesare Lombroso (1836-1909), süslenme ile ilkellik birlikteliğine bir de suç faktörünü ekledi. Lombroso’ya göre atavistik doğalarından dolayı ilkeller ve suçlular bedenlerine dövme yaptırıyordu. Lombroso, araştırmasını suçlu bedenlerden suçluların kültürüne doğru genişletip suçluların çizimlerini de inceledi. Buldukları her yüzeye (duvarlara, su kaplarına, yatak demirlerine, kitapların kenarlarına) kendi düşünce ve duygularının izlerini bırakıyorlardı. Suçluların önüne geçemedikleri bu çizme, yazı yazma arzusuna grafomani adını verdi Lombroso.”
Öğdül, Lambroso dışında onun akımını geliştirerek devam ettiren Adolf Loos’un da “suç ile süs” kavramını devam ettirdiğini “Lombroso’yu izleyen Loos, duvarlara erotik semboller çizen modern bireyin sapkın ya da yozlaşmış biri olduğu sonucuna vardı. O da dövmeleri ve duvar yazılarını evrimsel gelişimin açık bir göstergesi olarak görüyor ve şöyle diyordu: “Bir ülkenin kültürel gelişimini tuvalet duvarlarındaki grafiti miktarıyla ölçmek mümkün. Çocuklarda ve ilkellerde bu arzu anlaşılabilir, fakat Papualı ve çocukta doğal sayılabilecek bu şey, modern insanda bir yozlaşma belirtisidir.”” sözleriyle açıklıyor. Yine Rahmi Öğdül bu yazısında Lambroso’nun düşüncesinin çoktan terkedildiğini ve Adolf Loos’un düşüncesinin modern döneme kadar devam ettirildiğini düşündüğünü söylüyor. Günümüzdeyse bu çalışmaların tam aksine bir durum söz konusu...
21.yy’dayız ve artık vücuda yapılan çeşitli dövmeler veya eşyalara, duvarlara eklenen çeşitli motifler “modern”leşmenin göstergesi gibi görülüyor. Hatta daha ileriye gidilerek bu gibi gelişmelere toplumların vermiş olduğu tepkilerin, toplumların ne kadar “modern” olduğu konusunda ipucuları verdiği düşünülüyor.
Bedenin farklılaştırılması, duygu ve düşüncelerin çeşitli motiflerle dile getirilmesi, vücuda çeşitli piercing, küpe gibi materyallerin eklenmesi günümüzde “öteki”leştirmeye yol açmıyor. Aksine bu gibi seçimler yapan kişilerin farklı karakter yapılarına sahip olduğu ve bu seçimlerin bu karakter yapılarını gösterdiği düşünülüyor.

Serenay Şahin – KOÜ GSF
İngiliz sosyolog Bryan S. Turner’a göre ise toplum, beden ve onun üzerinden açıklanan siyasal, ahlaksal problemlerin tümünü ifade etmektedir ve bu sebeple modernite bedensel toplumun başlangıcını oluşturmaktadır. Serenay Şahin’in resimde görülen süslemesinde de bu anlayışın etkilerini görebiliyoruz. Şahin ayrıca Bryan Turner’ın düşüncesini şu sözlerle anlatıyor; “Batı kültüründe gerçekleşen sosyo-ekonomik değişimler, yeni bir insan bedeni yaratmış ve Hollywood ve kitle iletişim araçlarının da desteğiyle, “güzel beden” üzerine odaklanılmasını sağlamıştır. Spor ve zinde kalmanın önemi her fırsatta vurgulanmakta, beden odaklı boş zaman faaliyetleri ön plana çıkarılmaktadır. Yeni beden, uzun ömürlü ve güzel olma arzusundadır ve günlük yaşantısından ölümü çıkarmıştır. Bu yeni beden, genç kültürü de, bir nevi kabileye ait ortak bir sembol haline gelen tattoo ve piercing gibi aktivitelerle, etkisi altına alarak, neredeyse yaşamın tüm alanlarına nüfuz etmiştir.
Modernitenin ortaya koyduğu yeni beden, bireyselleşmiş bir bedendir ve bu bireysel beden, meşgul olduğu aktivitelerce tanımlanmaktadır artık. Beden, üzerinde çalışılan bir proje haline dönüşmüştür ve bireyin öz-kimliğinin temel bir görünüşüdür. Norbert Elias şöyle der: 20. Yy’da kişisel bakım, güvenilir yaşam, organik gıda ve formda olma, yalnızca öz-gerçekleştirimin hızla çoğalmasına yardımcı olan bir takım sloganlardır ve sonuç bütünüyle hükmedilen ve kontrollü bir bedendir.”
Bryan Turner düşüncelerinde haksız değildir çünkü Batı’nın pompaladığı yeni anlayış artık iliklerimize kadar işlemiştir. Reklamlar üzerinden ele alacak olursak, reklamlarda gösterilen bir şampuanın veya vücut kreminin, bedeni “zinde” ve “güzel” tutacağı düşüncesi yansıtılmaktadır. Neredeyse doğduğu günden bu yana televizyonla büyüyen bir çocuk zaten hayata önüne sunulan bu gerçeklerle başlamaktadır. Hayatın sunduklarını “kabullenmeme” gibi bir şansı bulunmayan çocuk, büyüyünce de bu gerçekler doğrultusunda hareket etmekte, iş ve özel yaşantısını bu gerçekler üzerine inşa etmektedir.
Bir başka örnek ele alacak olursak, filmlerde veya milyonlarca kişinin takip ettiği televizyon dizilerinde de “beden”in güzelliği bir kalıba sığdırılmıştır. Bu yapımlara göre bedenin güzelliğini sağlayanlar olarak giyim, yaşam standartları yani “para” ön plana çıkmaktadır. Villada yaşayan bir iş adamı, sokakta dilenen bir başka adamdan daha “güzel” ve daha “normal” olarak gösterilmektedir. Bu normların dışında olanlar çeşitli sınıflandırmalara sokularak “öteki”leştirilmektedir. Bunu “grotesk” anlayışının günümüze yansımaları olarak da değerlendirebiliriz.
Modernitenin beraberinde getirmiş olduklarıyla geliştirdiğimiz ve değiştirdiğimiz insanlık, artık olabildiğince “robot”laşmakta ve önüne sunulanı kabul etmektedir. Önüne koyulanı kabul eden, kendi kararlarını verebilme yetisi elinden alınan ve otoriteye koşulsuz itaat eden bu yeni insanlık kendi bedeniyle veya başkalarının bedenleriyle ilgili kanıları da özgür düşünce ve iradesiyle verememektedir. La Fontaine’nin “mide ve uzuvları”nda da bu durum anlatılmıştır. Uzuvlar, mideye baş kaldırır ve çalışmayı bırakır. Bir süre geçtikten sonra ise uzuvlar anlamışlardır ki “mide” olmadan durumları kötüye gitmektedir ve “uzuvlar” af dileyerek “mide”ye itaat etmeye devam ederler. Mide olmadan yaşayamayacak olan uzuvlar ile günümüz toplumunda ki insan figürünü tam tamına eşleştirebiliriz. Otoriteye itaat eden insanlık, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerini arama şansını bulamazken, önüne sunulan seçeneklerden kendisi için en “yararlı” olanı seçmektedir.
Antik-Roma’da olimpiyatların çıplak oynandığı dönemlerden, çıplaklığın “utanılacak” bir tabu haline geldiği dönemde yaşıyoruz. Sahip olduklarımızı paylaşabilmenin hazzını yaşamak yerine, kendimizi sınırlandırarak bedenimizi önümüze sunulan normlara göre örtüyoruz ve bu durumdan rahatsızlık duymuyoruz. “Acaba örtünmek gerekli mi?” sorusunu asla gündeme getirmiyoruz çünkü bunu sorgulamak bile başlı başına “utanılacak” ve “gülünç” birşey olarak beynimize empoze edilmiş. Kim bilir belki başka bir yüzyılda Mikail Bakhtin’in düşüncesini kabullenip, bize dayatılan gerçekleri reddedebilir ve kendi gerçeklerimizle yüzleşme şansını elde edebiliriz...