kuzay
Pesimist
- Katılım
- 2 Nis 2007
- Mesajlar
- 28,387
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Osmanlılar mabetleri taşan, evleri ise ahşaptan inşa emişler zira taş ölümsüzlüğü, ağaç ise hem daha sağlıklı hem de faniliği hatırlatıyordu.
Osmanlıda her şey sade ve temizdi. Ama özele indiğimizde mükemmellikleri ayrıntıda gizliyor, kendini anlamaya çalışanlara sonuna dek kapılarını
açarak güzelliklerini sunuyordu.
Ahşap evlerin balkonlarında çeşitli manalara gelen çiçekler bulunurdu. Sarı çiçek bulunan bir evin önünden sessizce ve çabucak geçilirdi ki burada hasta
olduğu anlaşılıyordu. Kırmızı çiçeği olan bir balkonun önünden de bağıra çağıra geçilmezdi ki orada evlenme çağına gelmiş kızları bulunan aile,
kızlarının ola ki bir galiz laf duyar da temiz ruhlarının saffetine bir halel gelir diye uyarıda bulunurlardı. Yine Osmanlı evlerinin kapılarında iki tokmak bulunurdu. Birinin sesi kalın, diğeri ise inceden bir ses çıkarırdı. Hanımlar eve vardıklarında kendilerine ait olan ince sesli tokmağı vurur, kendilerini bir hanım kapıda karşılardı, erkekler için de aynı şey geçerliydi.
Yine o dönemde yerde bir kese altın bulunduğunda bunu Osmanlı efendisi almıyor, bulduğu yere bir sopayla etrafını daire çiziyor ve bırakıyor. Yine
tekrar rastlayan ikinci daireyi üçüncü, dördüncü…yedinci daire çiziliyor ve yedi kişiye de nasip olmazsa eğer sekizinci kişi almak hakkına sahip
oluyor, ihtiyacı varsa kendine yoksa bir ihtiyaç sahibine sessizce takdim ediyor.
Şimdi her Osmanlı ailesinde geçebilecek nitelikte olan hadiselerden birine tanık olalım. 1700 yıllar Zehra nine M. Selahaddin Efendiyi sabah kahvaltısı için uyandırıyor ve kahvaltılık malzeme almasını rica ediyor. Efendi gidiyor ama normal vakit geçmesine rağmen dönmüyor, eşi gayet merakta, yaşlı adam bir şey mi oldu acep? diye kendi kendine telaşlanırken aradan bir saat geçince beyi kapıya soluk soluğa dayanıyor. Zehra nine bu neden bu kadar geç
kaldığını sorunca aldığı cevap çok manidar: “Hanım, mahallenin sonunda yeni bir bakkal açılmış, o adam Allah’a tevekkül ediyor, bizim ise onu bu kararında fikrinde yüzünü kara çıkartmamak görevimiz.”Onun için onca yokuşa ve yaşlı-hasta olmasına rağmen gidiyor, alış-verişini oradan yapıp geliyor, bu ne ince düşünce!
İstanbul efendisi! Küfür yiyince karşıdakine aynıyla mukabele edeceği yerde şöyle diyor “seni küfür edecek derecede küçük düşürdüğüm için özür
diliyorum. Eğer ben seni bu derece sinirlendirmeseydim sen de bu galiz küfürleri bana sarf edip küçük düşmeyecektin.” buyuruyor. Bir ülkenin kültür düzeyi insan başına düşen kağıt kilosuna oranla anlaşılır. Bizde yılda 18 kilo, ABD’de ise 391 kilo. Cemil Meriç şöyle der: “Asıl büyüklük ölçüsü-medeniyetin ölçüsü- insana verilen değerdir.”
Bir ülkede vakıf ne kadar çoksa o kadar medeniyet açısından gelişmişlik vardır. ABD’de bu oran %3 tür ki bu şu an dünyada bulunan en yüksek rakamdır. Sıkı durun şimdi, bu rakam Osmanlıda %26/27! yani her 5 yapıdan…vs biri vakıf malı. Her türlü ihtiyacı da vakfın sahibi tarafından gideriliyor, bu yolda insanlar sırf Allah rızası için birbirleriyle yarışıyor. Osmanlı tam anlamıyla bir VAKIF MEDENİYETİ idi. Yine Osmanlıda zengin olup da bir vakıf sahibi olmamak büyük utanç vesilesiydi. Birkaç vakıf ismi zikretmek gerekirse; “Şehit ailelerini besleme vakfı.” Bu vakıf gece, kimse görmeden bu ailelere yemek, giyecek…vs dağıtırlardı. Şu an yabancı ülkelerde uygulanan ve bize de geçen bir yemek dağıtma yöntemi var, dağıtanla yemeği alan arasında bir paravan var ve karşıdakini göremiyorsun, bizde bu tanıdık olup da fazla yemek verilmesin diye yapılıyor bu ama Osmanlıda alan el vereni görmesin diye yapılıyordu ki Eyüp imarethanesinde Padişahlar bizzat kendi elleriyle halka yemek dağıtırlardı. Yine bir vakıf var ki çok ilginç; “Hamal taşı vakfı” bu vakfın yaptığı şey o dönemin insana verdiği önemi ve ne kadar inceliklerle inceldiklerini apaçık göstermektedir. Hamallar ağır yükler taşıyorken ola ki durmak zorunda kaldılar ya da uzun yol yorunca dinlenme ihtiyacı baş gösterdi. İşte hamallar vakıflar tarafından kendilerine hibe edilmiş bu taşlara
sırtlarındaki yükü tamamen aşağı indirme zahmetine katlanmadan bırakıyorlar, soluk alıp su içtikten sonra tekrar o yükü yeniden yükleme zahmetinden de beri olarak yollarına kolaylıkla devam ediyorlardı.
O dönemde Batıda akli açıdan rahatsız olanlar diri diri yakılırken Osmanlıda musıki ve su sesiyle tedavi yoluna gidilmişti-hatta her hastanın ruh
haline göre ayrı ritm ve makam kullanılmaktaydı.- ki şu an bu işleme yeni yeni baş vurulmaktadır ve çok da iyi neticeler alınmaktadır. Yine tarihe dönüp baktığımızda o dönemde suç vakaları çok azdır, 46 yıllık saltanat süren Kanuni sultan Süleyman döneminde sadece 1 tek cinayet suçu işlenmiştir.
Osmanlı dirilerine değer verdiği gibi ölülerine de değer verirdi ve Osmanlıda ayrıca bir “mezarlık kültürü” oluşmuştu. Her mezar taşından kişinin tüm özellikleri görülebilirdi. Çiçek motifleri olan kabirde çocuk, kadın yatıyor demektir. Yine erkeklerin de kendi durumlarına göre alim, talebe, esnaf, hakim, polis….vs oldukları anlaşılıyordu.
Osmanlı tüm bu yaptıklarını Allah rızası ve sevap kazanma umuduyla, ibadet neşvesi içinde yapıyordu. Hatta o dönemde Batı bu yapılanları “Çılgın
Türklerdeki ibadet anlayışı” olarak yorumluyordu. İşte bu şefkat medeniyetine bir örnek verecek olursak; Osmanlıda tüm servetini meyve vermeyen ağaçları sulamaya adayacak kadar şefkatte ileri gitmiş çılgın Türkler mevcuttu. Haydi meyve veren ağacı sularsın, onu anladık da meyve vermeyen ağacı sulamak hangi aklın işi? İşte Osmanlıdaki şefkatin doruk noktası!
Yine bir vakıf ismi “Dağdaki aç kurtları besleme vakfı.” Başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum, kışın aç kalan kurtlar ölmesin diye parça etler atılıyor ve onlar ölüme terk edilmiyordu, böylece çiftliklere gelebilecek olan zararlar da bertaraf ediliyordu. Evler ahşap olur dedik, biliyoruz ki ahşap evlerde tahta kurusu- hamam böceği…vs haşarat çok olur. Bunlar için yapılan özel kaplar vardı, evin bir köşesine su dolu tepsi konur, ortasına da taş, evde yakalanan böcekler bu aşın üstüne koyularak sabah münasip bir yere dökerek onları da öldürmeden bir sonuca varılıyordu.
İşte OSMANLI, KURTLARIN-KUŞLARIN MUTLU OLDUĞU BİR MEDENİYETTİ!
Biz her ne kadar atalarımızın değerini bilmesek de hala Türklere bizden daha çok değer veren milletler mevcut. Örneğin Arnavutlarda halk deyimi olarak
kullanılan bir cümle o dönemin ihtişamını günümüze taşımaya yetiyor :bizler kendi doğruluğumuzu ispatlamak için yemin dereken bir Arnavut; “yalan
söylüyorsam Türk olmayayım!” diyerek Türk olmanın ne kadar şeref vesilesi olduğunu vurguluyor. Yine Ukrayna’da çözülmesi çok zor olan problemler için
“bir Türk adamı bulunmalı” deniyor hala günümüzde…
Hollanda ticaret odasında karar için oylamaya gidildiğinde bir Türk’ün de bu gurup içinde bulunması şartı geçerlidir. Çünkü Türk asla haksızlık yapmayacağı gibi yapılabilecek olan haksızlıklara da izin vermeyecektir. Thomas More, Farabi, Compenella (Güneş Ülkesi), idealist bakış açısıyla mutlak mutluluğa ulaşmış, ütopyacı devlet anlayışını yansıtan eserler yazmışlardır. Ve Thomas More’a böyle bir şeyin mümkün olabileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz yani diye sorulunca; Osmanlı bizim hayal ettiğimizi 600 yıl yaşamayı başarmışsa ben neden inanmayayım. Onun mevcudiyeti yarın da böle bir medeniyetim mevcudiyetine olan inancımı sağlamlaştırıyor.
Tarih Osmanlının son dönemleri, 1811, Tokapı İskelesi- Batılı bir tüccar gemiden inince elbisesinin bir köşesinde sakladığı altın dolu kesesi dağılır ve damcağız feryat figan onları toplamaya çalışır, bir yandan da etraftaki kişileri kovalamaya … oysa etraftan yardıma gelen kişilerden hiç biri tek bir altınına el sürmeden kendine teslim ederler. Tabi batılı tüccar bu durum karşısında ne kadar şaşırsa, ne kara çılgın bunlar dese az…
1811′den 1999′a geliyoruz; ANAP eski milletvekili Tınaz Titiz şöyle sitem ediyor : “Ben bu insanlarla aynı ülkeyi paylaşmaktan utanç duyuyorum.
İstanbul kapalı çarşısında altın taşıması yapan bir çocuk elindeki altınlar yere saçılınca 1 dakika içinde tüm altından eser kalmıyor, hepsi kişiler
tarafından yağma ediliyor. Peki biz bu hale nasıl geldik? Havas nasıl kayboldu? Her şeyimiz yabancılaştırıldı, aklımıza ne gelirse hepsi…
Alimin ölümü alemin ölümü gibidir, biz onları öldürebilmek için ayrıca bir efor harcadık, onları gömdüğümüz yerden bir daha hiç çıkarmadık…
Hasan Celal Güzel, ANAP Milli Eğitim Bakanı, en nankör bakanlık bana düştü diyor, haklı, biz bu kadar körpe ve açık zihinlere adeta uyuşturucu
aşıladık, eğitim sistemini sistemsizlik haline getirerek yap-boz tahtasına çevirdik…
Bir öğrenci ABD’de okul kazanıyor, okuması gayet zor bir okul, annesi gidip üniversitenin dekanı ile konuşarak bu okulun çok zor olduğunu, onun için
başka bir bölüme geçirmesini istiyor çocuğunu. Dekan hay hay diyor, yalnız yavrunuzun kabak mı yoksa çınar mı olmasını istersiniz? Biri 3 ayda
yetişir, diğerinin yetişmesi içinse en az 30 yıl ister!… işte bizler insana endeksli ve hep kazanmaya mecbur olan bir milletin evlatları olarak o
çınardan aldığımız asaletle yolumuza devam etmek zorundayız… Tarih boyunca tüm değişmeler içten dışadır. Öyleyse ferden ferda değişmedikçe bu ülkenin Osmanlı olmaya hiç niyeti yok.
En son olarak, I. Dünya savaşından çıkan ülkemiz, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale’de binlerce şehit vermiş, yokluklar arenasında hasta adamın son
anlarını yaşarken bir batılı gazeteci ülkemizi gezip görmeye geliyor, yolda ayakları çıplak, Per perişan çocuklar oynaşıyorlar, evlerinin ailelerinin
olmadığı aşikar,onlara kiminiz kimseniz yok mu? size kim bakıyor diye sorduğunda bir nineyi işaret ederek bize o bakıyor diyorlar, kısa bir süre
sonra çileyle pişirdiği aşından çocukların karnını doyurmak isteyen nine tek tek çocuklarını çağırıyor; GAZANFER! MUZAFFER!! MÜCAHİD!!! İşte, ayakları
çıplak, isimlere bak! İnsana endeksli bir medeniyet her zaman kazanır!….
alıntı : samanyolu haber
__________________
Osmanlıda her şey sade ve temizdi. Ama özele indiğimizde mükemmellikleri ayrıntıda gizliyor, kendini anlamaya çalışanlara sonuna dek kapılarını
açarak güzelliklerini sunuyordu.
Ahşap evlerin balkonlarında çeşitli manalara gelen çiçekler bulunurdu. Sarı çiçek bulunan bir evin önünden sessizce ve çabucak geçilirdi ki burada hasta
olduğu anlaşılıyordu. Kırmızı çiçeği olan bir balkonun önünden de bağıra çağıra geçilmezdi ki orada evlenme çağına gelmiş kızları bulunan aile,
kızlarının ola ki bir galiz laf duyar da temiz ruhlarının saffetine bir halel gelir diye uyarıda bulunurlardı. Yine Osmanlı evlerinin kapılarında iki tokmak bulunurdu. Birinin sesi kalın, diğeri ise inceden bir ses çıkarırdı. Hanımlar eve vardıklarında kendilerine ait olan ince sesli tokmağı vurur, kendilerini bir hanım kapıda karşılardı, erkekler için de aynı şey geçerliydi.
Yine o dönemde yerde bir kese altın bulunduğunda bunu Osmanlı efendisi almıyor, bulduğu yere bir sopayla etrafını daire çiziyor ve bırakıyor. Yine
tekrar rastlayan ikinci daireyi üçüncü, dördüncü…yedinci daire çiziliyor ve yedi kişiye de nasip olmazsa eğer sekizinci kişi almak hakkına sahip
oluyor, ihtiyacı varsa kendine yoksa bir ihtiyaç sahibine sessizce takdim ediyor.
Şimdi her Osmanlı ailesinde geçebilecek nitelikte olan hadiselerden birine tanık olalım. 1700 yıllar Zehra nine M. Selahaddin Efendiyi sabah kahvaltısı için uyandırıyor ve kahvaltılık malzeme almasını rica ediyor. Efendi gidiyor ama normal vakit geçmesine rağmen dönmüyor, eşi gayet merakta, yaşlı adam bir şey mi oldu acep? diye kendi kendine telaşlanırken aradan bir saat geçince beyi kapıya soluk soluğa dayanıyor. Zehra nine bu neden bu kadar geç
kaldığını sorunca aldığı cevap çok manidar: “Hanım, mahallenin sonunda yeni bir bakkal açılmış, o adam Allah’a tevekkül ediyor, bizim ise onu bu kararında fikrinde yüzünü kara çıkartmamak görevimiz.”Onun için onca yokuşa ve yaşlı-hasta olmasına rağmen gidiyor, alış-verişini oradan yapıp geliyor, bu ne ince düşünce!
İstanbul efendisi! Küfür yiyince karşıdakine aynıyla mukabele edeceği yerde şöyle diyor “seni küfür edecek derecede küçük düşürdüğüm için özür
diliyorum. Eğer ben seni bu derece sinirlendirmeseydim sen de bu galiz küfürleri bana sarf edip küçük düşmeyecektin.” buyuruyor. Bir ülkenin kültür düzeyi insan başına düşen kağıt kilosuna oranla anlaşılır. Bizde yılda 18 kilo, ABD’de ise 391 kilo. Cemil Meriç şöyle der: “Asıl büyüklük ölçüsü-medeniyetin ölçüsü- insana verilen değerdir.”
Bir ülkede vakıf ne kadar çoksa o kadar medeniyet açısından gelişmişlik vardır. ABD’de bu oran %3 tür ki bu şu an dünyada bulunan en yüksek rakamdır. Sıkı durun şimdi, bu rakam Osmanlıda %26/27! yani her 5 yapıdan…vs biri vakıf malı. Her türlü ihtiyacı da vakfın sahibi tarafından gideriliyor, bu yolda insanlar sırf Allah rızası için birbirleriyle yarışıyor. Osmanlı tam anlamıyla bir VAKIF MEDENİYETİ idi. Yine Osmanlıda zengin olup da bir vakıf sahibi olmamak büyük utanç vesilesiydi. Birkaç vakıf ismi zikretmek gerekirse; “Şehit ailelerini besleme vakfı.” Bu vakıf gece, kimse görmeden bu ailelere yemek, giyecek…vs dağıtırlardı. Şu an yabancı ülkelerde uygulanan ve bize de geçen bir yemek dağıtma yöntemi var, dağıtanla yemeği alan arasında bir paravan var ve karşıdakini göremiyorsun, bizde bu tanıdık olup da fazla yemek verilmesin diye yapılıyor bu ama Osmanlıda alan el vereni görmesin diye yapılıyordu ki Eyüp imarethanesinde Padişahlar bizzat kendi elleriyle halka yemek dağıtırlardı. Yine bir vakıf var ki çok ilginç; “Hamal taşı vakfı” bu vakfın yaptığı şey o dönemin insana verdiği önemi ve ne kadar inceliklerle inceldiklerini apaçık göstermektedir. Hamallar ağır yükler taşıyorken ola ki durmak zorunda kaldılar ya da uzun yol yorunca dinlenme ihtiyacı baş gösterdi. İşte hamallar vakıflar tarafından kendilerine hibe edilmiş bu taşlara
sırtlarındaki yükü tamamen aşağı indirme zahmetine katlanmadan bırakıyorlar, soluk alıp su içtikten sonra tekrar o yükü yeniden yükleme zahmetinden de beri olarak yollarına kolaylıkla devam ediyorlardı.
O dönemde Batıda akli açıdan rahatsız olanlar diri diri yakılırken Osmanlıda musıki ve su sesiyle tedavi yoluna gidilmişti-hatta her hastanın ruh
haline göre ayrı ritm ve makam kullanılmaktaydı.- ki şu an bu işleme yeni yeni baş vurulmaktadır ve çok da iyi neticeler alınmaktadır. Yine tarihe dönüp baktığımızda o dönemde suç vakaları çok azdır, 46 yıllık saltanat süren Kanuni sultan Süleyman döneminde sadece 1 tek cinayet suçu işlenmiştir.
Osmanlı dirilerine değer verdiği gibi ölülerine de değer verirdi ve Osmanlıda ayrıca bir “mezarlık kültürü” oluşmuştu. Her mezar taşından kişinin tüm özellikleri görülebilirdi. Çiçek motifleri olan kabirde çocuk, kadın yatıyor demektir. Yine erkeklerin de kendi durumlarına göre alim, talebe, esnaf, hakim, polis….vs oldukları anlaşılıyordu.
Osmanlı tüm bu yaptıklarını Allah rızası ve sevap kazanma umuduyla, ibadet neşvesi içinde yapıyordu. Hatta o dönemde Batı bu yapılanları “Çılgın
Türklerdeki ibadet anlayışı” olarak yorumluyordu. İşte bu şefkat medeniyetine bir örnek verecek olursak; Osmanlıda tüm servetini meyve vermeyen ağaçları sulamaya adayacak kadar şefkatte ileri gitmiş çılgın Türkler mevcuttu. Haydi meyve veren ağacı sularsın, onu anladık da meyve vermeyen ağacı sulamak hangi aklın işi? İşte Osmanlıdaki şefkatin doruk noktası!
Yine bir vakıf ismi “Dağdaki aç kurtları besleme vakfı.” Başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum, kışın aç kalan kurtlar ölmesin diye parça etler atılıyor ve onlar ölüme terk edilmiyordu, böylece çiftliklere gelebilecek olan zararlar da bertaraf ediliyordu. Evler ahşap olur dedik, biliyoruz ki ahşap evlerde tahta kurusu- hamam böceği…vs haşarat çok olur. Bunlar için yapılan özel kaplar vardı, evin bir köşesine su dolu tepsi konur, ortasına da taş, evde yakalanan böcekler bu aşın üstüne koyularak sabah münasip bir yere dökerek onları da öldürmeden bir sonuca varılıyordu.
İşte OSMANLI, KURTLARIN-KUŞLARIN MUTLU OLDUĞU BİR MEDENİYETTİ!
Biz her ne kadar atalarımızın değerini bilmesek de hala Türklere bizden daha çok değer veren milletler mevcut. Örneğin Arnavutlarda halk deyimi olarak
kullanılan bir cümle o dönemin ihtişamını günümüze taşımaya yetiyor :bizler kendi doğruluğumuzu ispatlamak için yemin dereken bir Arnavut; “yalan
söylüyorsam Türk olmayayım!” diyerek Türk olmanın ne kadar şeref vesilesi olduğunu vurguluyor. Yine Ukrayna’da çözülmesi çok zor olan problemler için
“bir Türk adamı bulunmalı” deniyor hala günümüzde…
Hollanda ticaret odasında karar için oylamaya gidildiğinde bir Türk’ün de bu gurup içinde bulunması şartı geçerlidir. Çünkü Türk asla haksızlık yapmayacağı gibi yapılabilecek olan haksızlıklara da izin vermeyecektir. Thomas More, Farabi, Compenella (Güneş Ülkesi), idealist bakış açısıyla mutlak mutluluğa ulaşmış, ütopyacı devlet anlayışını yansıtan eserler yazmışlardır. Ve Thomas More’a böyle bir şeyin mümkün olabileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz yani diye sorulunca; Osmanlı bizim hayal ettiğimizi 600 yıl yaşamayı başarmışsa ben neden inanmayayım. Onun mevcudiyeti yarın da böle bir medeniyetim mevcudiyetine olan inancımı sağlamlaştırıyor.
Tarih Osmanlının son dönemleri, 1811, Tokapı İskelesi- Batılı bir tüccar gemiden inince elbisesinin bir köşesinde sakladığı altın dolu kesesi dağılır ve damcağız feryat figan onları toplamaya çalışır, bir yandan da etraftaki kişileri kovalamaya … oysa etraftan yardıma gelen kişilerden hiç biri tek bir altınına el sürmeden kendine teslim ederler. Tabi batılı tüccar bu durum karşısında ne kadar şaşırsa, ne kara çılgın bunlar dese az…
1811′den 1999′a geliyoruz; ANAP eski milletvekili Tınaz Titiz şöyle sitem ediyor : “Ben bu insanlarla aynı ülkeyi paylaşmaktan utanç duyuyorum.
İstanbul kapalı çarşısında altın taşıması yapan bir çocuk elindeki altınlar yere saçılınca 1 dakika içinde tüm altından eser kalmıyor, hepsi kişiler
tarafından yağma ediliyor. Peki biz bu hale nasıl geldik? Havas nasıl kayboldu? Her şeyimiz yabancılaştırıldı, aklımıza ne gelirse hepsi…
Alimin ölümü alemin ölümü gibidir, biz onları öldürebilmek için ayrıca bir efor harcadık, onları gömdüğümüz yerden bir daha hiç çıkarmadık…
Hasan Celal Güzel, ANAP Milli Eğitim Bakanı, en nankör bakanlık bana düştü diyor, haklı, biz bu kadar körpe ve açık zihinlere adeta uyuşturucu
aşıladık, eğitim sistemini sistemsizlik haline getirerek yap-boz tahtasına çevirdik…
Bir öğrenci ABD’de okul kazanıyor, okuması gayet zor bir okul, annesi gidip üniversitenin dekanı ile konuşarak bu okulun çok zor olduğunu, onun için
başka bir bölüme geçirmesini istiyor çocuğunu. Dekan hay hay diyor, yalnız yavrunuzun kabak mı yoksa çınar mı olmasını istersiniz? Biri 3 ayda
yetişir, diğerinin yetişmesi içinse en az 30 yıl ister!… işte bizler insana endeksli ve hep kazanmaya mecbur olan bir milletin evlatları olarak o
çınardan aldığımız asaletle yolumuza devam etmek zorundayız… Tarih boyunca tüm değişmeler içten dışadır. Öyleyse ferden ferda değişmedikçe bu ülkenin Osmanlı olmaya hiç niyeti yok.
En son olarak, I. Dünya savaşından çıkan ülkemiz, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale’de binlerce şehit vermiş, yokluklar arenasında hasta adamın son
anlarını yaşarken bir batılı gazeteci ülkemizi gezip görmeye geliyor, yolda ayakları çıplak, Per perişan çocuklar oynaşıyorlar, evlerinin ailelerinin
olmadığı aşikar,onlara kiminiz kimseniz yok mu? size kim bakıyor diye sorduğunda bir nineyi işaret ederek bize o bakıyor diyorlar, kısa bir süre
sonra çileyle pişirdiği aşından çocukların karnını doyurmak isteyen nine tek tek çocuklarını çağırıyor; GAZANFER! MUZAFFER!! MÜCAHİD!!! İşte, ayakları
çıplak, isimlere bak! İnsana endeksli bir medeniyet her zaman kazanır!….
alıntı : samanyolu haber
__________________