ylcaks
New member
- Katılım
- 15 Eki 2006
- Mesajlar
- 350
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
OSMANLILARDA EĞİTİM ÖĞRETİM FAALİYETLERİ-II
Enderun Mektebleri
Birşeyin iç kısmı, dahili, iç yüzü, harem dairesi gibi anlamlara gelen (26) Enderûn, mülkî, idarî ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerlerdir. Osmanlı’yı Osmanlı yapan devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişir ki, bugünkü Amerikan eğitim sisteminin temelini de bu mektebin işleyiş sistemi oluşturur.
II. Murad zamanında kurulan Enderun Mektebi gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmet zamanında kavuşmuştur. Fatih zamanında Enderun Mektebi yalnız bir devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak, devletin korunması için gerekli mülkî ve idarî kadronun eğitimine de yönelmiştir.
1909’a kadar devam eden Enderun Mektebi, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutar, dünya eğitim tarihinde Türklerin bir katkısı olarak geçer.
Topkapı sarayında bulunan Enderûn Mektebi; Birun (Dış Kısım), Enderûn (İç Kısım) ve Harem bölümlerinden oluşan sarayın, Enderûn kısmında bulunurdu.
Bu mekteplere Acemi Oğlanlardan seçilen öğrenciler alınırdı. Bunlar Enderûn Mektebine hazırlık olarak Saray Mektebi’ne dağıtılırlardı. Bu hazırlık sarayları; Edirne sarayı, Galata Sarayı, İbrahimpaşa Sarayı ve İskender Sarayı olmak üzere dört taneydi. Bu sarayların eğitime tahsis edilmiş odalarında eğitim görürlerdi.Enderun Mektebine Hristiyan tebânın yetenekli çocukları alınırdı ki bu çocuklar akıllı ve zeki, kâbiliyetli ve de yakışıklı idiler. Devşirme sistemiyle toplanan bu çocuklar Enderun’da iyi bir müslüman, güvenilir ve nitelikli bir devlet adamı ve usta bir sanatkâr olarak yetiştirilirdi. Osmanlılar’a tabî olan ülkelerin rehine olarak İstanbul’a gönderdikleri çocukları da yine Enderun’da eğitilirlerdi.
Enderun’da eğitim şu dört konu üzerinde toplanmıştı:
* Beden eğitimi yapılırdı.
* Saray işlerini fiili olarak öğrenirlerdi.
* Yeteneklerine uygun bir sanatta uzmanlaşırlardı.
* Teorik bir öğretim görerek İslamî bilgilerini artırırlardı.
Bu eğitim faaliyetleri bir bütün olarak yapılırdı. Eğitim-öğretim birbirini izleyen yedi odada verilirdi. Odalara “Koğuş” da denilirdi. Öğrenciler sarayda her odanın gereklerini yerine getirirlerdi. Odalardaki eğitim süresi bir ile iki yıl arasında değişirdi.
Görüldüğü gibi Enderûn, aşağıdan yukarıya doğru 7 (yedi) odadan oluşuyordu. Bu odalar büyük oda, küçük oda, doğancılar odası, seferli odası, kiler odası, hazine odası ve has oda şeklinde sıralanmaktaydı. Öğrenciler odaların alt basamağında öğretime başlar, üste doğru yükselirdi. Öğretim, uygulamalı ve de teorik olarak iki şekilde yapılırdı. Uygulamalı olanlar; saray ve protokol hizmetleri, güreş, atlama, meç ve ok atma gibi spor çalışmaları, hat sanatı, müzik vb. gibi güzel sanatlardı. Teorik olanlar ise Türkçe, Arapça, Farsça, Sarf, Nahiv, Edebiyat, Tarih, Fen, Cebir ve İslamî bilimler (hadis, tefsir, fıkıh, kelam gibi) idi.
Bu önemli eğitim kurumu Osmanlı devlet hayatına çok sayıda sadrazam, vezir, yüksek rütbeli asker ve bir çok hattat, şair, müzisyen, ressam ve minyatür ustası yetiştirmiştir.
Dini ve Sosyal Müesseselerin
Eğitim ve Öğretimdeki
Fonsiyonu:
Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren diğer önemli müesseselerden birisi de cami ve mescidler, tekke ve zâviyelerdir. Ayrıca kütüphanelerde birer eğitim-öğretim merkezi olarak hizmet veriyordu.
Bu kurumlar, yüzyıllar boyu sadece ibadet yeri olarak değil; aynı zamanda eğitim-öğretimin yapıldığı, toplumu ilgilendiren güncel meselelerin görüşülüp karara bağlandığı, hükümet konağı, mahkeme, misafirhane, genel ve siyasî bilgi edinme yeri, hatta konferans merkezi olarak hizmet vermiştir.
Câmi, Arapça bir kelime olup, halkı toplayan ve halkın toplantı yeri manalarına gelir. Mescid ise yine Arapça bir kelime olup secde edilen, namaz kılınan, Allah’a dua ve niyâzda bulunulan yer manâlarına gelir. Bu yüzden sosyal müesseselerin başında gelen câmi ve mescidler hem ibadet yeri hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle devlet, memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karar bağlandığı yerlerdi. Bu yüzden sosyal bir yapı olarak büyük bir öneme haizdir.
Hz. Peygamber’in (a.s.) Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında ilk olarak Ku’ba Mescidi (Mescid-i Nebevi) inşâ edilmiş, burası eğitim-öğretim merkezi olarak kullanıldığı gibi devlet ve memleket işlerinin, güncel mesele ve olayların görüşülüp karara bağlandığı bir karargâh olarak da kullanılıyordu.
Bu önemi nedeniyledir ki Osmanlılar da cami ve mescidler bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Ayrıca cami ve mescidlerin yanına medrese, kütüphane, sebil, aşevi vb.. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldüğü binalar tesis edilirdi. Bu hâliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasına yardım ederlerdi. Çünkü bir cami yaptırmak isteyen hayır sahibi toprağa ağaç diker gibi, binasını tek başına yalnız bırakmazdı. Yanına diğer hayır kurumları da yaptırırlardı.
Zengin fakir herkesin katılabildiği dersleri “dersiam” denilen kişiler yapardı. Öğrencilerden de hiçbir ücret alınmazdı. Halk, konuşmacının çevresinde halka oluşturur ve dersi dinlerdi. Bu derslere gösterilen ilgi oldukça fazlaydı. Genellikle ikindi namazından sonra yapılan bu derslere “İkindi dersleri” de denilirdi.
Camilerin en önemli görevlerinden birisi de siyasî eğitim merkezi olarak kullanılmalarıdır. Ülkeyi ilgilendiren herhangi bir konu hakkında halkı bilinçlendirmek, yönlendirmek ve canlı tutmak için camilerden yararlanılmıştır. Yine her semtin camiine gelen hükümet bildirileri burada halka açıklanırdı.Görüldüğü gibi camiler sadece ibadet yönüyle değil, pek çok bakımdan halka hizmet ediyorlardı. Burada vazife görenlerin de günümüzle mukayese edilemeyecek kadar, toplumda itibar sahipleri oldukları düşünülürse caminin bu görev ve fonksiyonları daha iyi anlaşılır. Gerçekten de günümüzde vazifesi, hemen hemen mihrabla minber arasına sıkışıp kalan imamların, selahiyetleri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. Osmanlıda imamlık, sorumluluk alanı geniş ve önemli bir vazife idi. Osmanlı Devleti’nde hükümdar berâtıyla göreve getirilen imamlar, özellikle sosyal faaliyetleriyle mühim bir rol üstleniyorlardı. Ülkemizde 1829’da muhtarlık teşkilatı kurulana kadar mahalle yöneticisi olarak kadıların bir nevî temsilciliğini de yapıyorlardı.
Camilerin dışında tekke ve zaviyeler, dergâhlarda birer yaygın eğitim-öğretim kurumu olarak hizmet vermişlerdir
Tekke, bir şeyhin idaresi altında, dervişler grubunun dayandıkları zikir, murâkabe ve niyazla uğraştıkları yer anlamlarına gelmektedir. Zaviye ise bir zâhidin ibadetle meşgul olmak üzere inzivaya çekildiği köşe, tenha yer anlamındadır.
İslam eğitim ve kültür tarihinde önemli bir yeri bulunan müesseselerden birisi de tekke ve zâviyelerdir. Tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin işlendiği, derinleştirildiği ve halka aktarılıp öğretildiği tekkeye (tekye); dergâh, hangâh gibi isimler de veriliyordu. Bu konuda anlatılan özellikleri nedeniyle tekke ve zaviyeler, önemli birer eğitim müesseseleri olarak faaliyet gösteriyorlardı.
Nitekim Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devletin ilerleyip genişlemesinde, eğitim-öğretim kurumu olarak da kullanılan tekke ve zaviyelerin rolü çok büyüktür. Osmanlılarda tekkeler edebiyat, tarih, musikî ocakları idi. Yine tekkelerde yetişen, konusu daha çok dinî, ahlakî, mistik değerler olan bir edebiyat türü ortaya çıkmıştır ki bu edebiyata “Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı” denir. Ayrıca tekkelerle zaviyeler Anadolu’nun İslamlaşmasında çok mühim rol oynamışlardır.
İslam’da dînî tedrisat ile ibadet birbiriyle bir bütün oluşturdukları için tekke ve zaviyede bulunan şeyh, burada çeşitli dînî dersler verirdi. Bununla beraber tekke ve zaviyelerin esas gayesi zikir ve niyaz yapılabilecek yerler olmasıdır. Programlarında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, kıraat, ahlâk gibi dînî ilimlerin yanında Osmanlıca, Farsça, biyografi, tarih, musikî ve edebiyat gibi dersler de yer alırdı.
Tekke ve zâviyelerin Osmanlı fütûhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyete haiz olduklarını biliyoruz. Osmanoğullarıyla birlikte birçok şeyh gelip Anadolu’nun batı taraflarına yerleştiler. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı gazilerle birlikte fütûhat yapmak, memleket açmakla meşgul oluyor; diğer bir kısmı ise civardaki mekânlara yerleşiyor, ziraat ve hayvancılıkla meşgul oluyordu. Buraları, kısa zamanda din, eğitim ve kültür, imâr merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordudan önce gelip sınır boylarına yerleşmesi ordunun ileri harekâtını kolaylaştırıyordu.
Bundan başka tekke ve zaviyelerin, köylerin gelişmesinde ve ilerlemesinde büyük bir hizmet yaptığını bilmekteyiz. Zaviye şeyhleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren “köy gençlik ocaklarını” nüfûzları altına alarak buralara tasavvuf ilkelerini yerleştirmişlerdi. Böylece bunlar da şehirlerdeki ahi teşkilatları gibi manevî birlik kazanmışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı devlet tarafından, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde, tesis ediliyordu. Bu bakımdan dağlarda, korkunç ve tehlikeli boğaz ve geçitlerde tesis edilen tekke ve zâviyeler; askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak, ticarete engel olabilecek eşkiya, haydut vb.. gibi kimselere mâni olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardı. Tamamen vakıflara bağlı olan bu müesseseleri hemen her yerleşim merkezinde görmek mümkün idi.
Yine ayrıca Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Babaîlik, Ahilik gibi tarikatlar mühim rol oynamıştır. 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda bu tarikatlerin kuvvetlenerek Anadolu’nun siyasî tarihinde söz sahibi olmaları ise, beyliğin bunları himayesinden doğmuştur.
Osmanlı padişahlarıyla devlet adamları tarikat erbabına karşı, kuruluştan itibaren büyük bir hürmet göstermişler, birçoğu tarikat şeyhlerine intisap etmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak da adlarına tekkeler açtırıp vakıflar yaptırmışlardır. Osmanlı sultanlarından bazıları tarikat mensubu kişilerden, savaşa giderlerken gaza kılıcı kuşanmışlar, onları seferde beraberinde götürmüşlerdir. İşte bu hürmet 14. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlılarda Ekberiyye, Bistamiyye, Zeyniye gibi tarikatlerin yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Bundan başka yine 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda Halvetilik, Kadirilik, Mevlevilik de yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmıştır.
Fakat son zamanlarda çok istisnai olarak tekkeler esrar içenler, işsiz güçsüz kimselerin buluştukları, sazlı-sözlü eğlenceler düzenlendikleri yerler olarak telakki edilmiş (bazı artniyetli kişiler tarafından abartılı ve maksatlı olarak) bu müesseselerin son zamanlardaki nahoş durumlarına bakıp da bunların hep böyle olduğunu zannetmek çok büyük haksızlık olur. Nitekim M. Cevdet de bu mevzuya temasla “Son zamanlardaki yozlaşmasına bakıp da tekke ve zaviyelerin, daima öyle olduğuna hükmedilmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığa yapraksız ve yeşilliksiz sanmak, doğru olmadığı gibi; Kemâl zamanlarında tekke ve zâviyeler ruhları çok terbiye etmiştir. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırdı. Hasılı tekkeler, ye’s ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların yeniden hayat buldukları yerlerdir.”
Yine Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim-öğretim yeri olarak kabul edilmelidir.
Selçuklular döneminde Anadolu’da yaygın olarak görülen ve bir esnaf teşkilatı olan “Ahilik”, Osmanlılar döneminde de varlığını sürdürdü. Ahilik esnaf, zeneatkâr ve işçileri bünyesinde toplayan, üyelerine mesleki bilgi ve eğitim veren, dini bilgilerini artıran ve en önemlisi iş ve ticaret ahlâkına dayanan bir eğitim-öğretim kurumudur.
Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken geniş ölçüde ahilik ve ahî reislerinin nüfuzlarından istifade edilmiştir. Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin Kayınpederi Şeyh Edebali'nin ahilerin büyüklerinden olması da rol oynamıştır. Nitekim kuruluşta büyük hizmetleri görülen Ahî Hasan Çelebi, Ahî Mahmut, Çandarlı Kara Halil gibi değerli kimseler de bu teşkilattan idiler.
Yine Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere ilk Osmanlı Sultanları ahi teşkilatının da başı idiler. Devletin yerleşmesinden sonra ahiler siyasî yönlerini bırakarak esnaf teşkilatı olarak varlık ve etkilerini, etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yüzden esnaf, “fütüvvetname” denilen yönetmeliklere tâbî, hizmet ehli, diğergam, dayanışma ve özerk bir yapıya sahiptir. Sistem rekabete değil işbirliğine, çıkarcılığa değil dayanışmacılığa, bencilliğe değil diğergamlığa, karşılıklı kontrol ve tahsis ilkelerine dayanmaktadır. İş ve çalışma hayatı belli bir disiplin altına alınmıştır. Yükselebilmek için ehliyet ve liyakat esastır. Bu yolda herşey sıralıdır. Esnaflığa giren genç mesleğinde uzmanlaşmadıkça ve zamanı gelmedikçe yükselemez ve ayrı dükkan açamaz.
Ahilik teşkilatının amacı, üyeleri arasında sevgi ve dayanışmayı sağlamak, gerek duyulduğu durumlarda da devlete her türlü yardımda bulunmaktır. Ahilik teşkilatının kendine özgü “fütüvvetnâme” adlı yasaları vardır. Ahilik, çeşitli dönemlerde birer teknoloji ve sanat okulu, ilim ve kültür merkezi, gerektiğinde asker yetiştiren bir kurum ve tarikat rolünü üstlenmiştir.
Ahilikte öğretici, örgüte bağlı çıraklara sanat ve teknikle ilgili bilgiler yanında, toplum hayatının gerektirdiği kültür ve terbiyeyi de öğretirdi. Müslüman-Türk toplumunun dînî sosyo-iktisadî, siyasal ve kültürel hayatında önemli rol oynayan ahi teşkilatı, kaliteli rol üretiminde bugün dahi örnek alınacak iyi bir sistem geliştirmiş ve uygulamıştır. Ahi ocağı üretilen mallarda kaliteyi sağlamayı yalnız ekonomik olarak değil; ahlâkî olarak da önemli saymıştır. Belirlenen ölçü ve kalitede mal üretmeyen üyelerini ağır bir biçimde cezalandırmıştır.
Yüzyıllarca Müslüman-Türk toplumun temel kurumlarından biri olan Ahilik, 16. yüzyılın sonlarında Batı sanayi ürünlerinin Anadolu pazarlarını ele geçirmesi sonucunda çözülmeye başlamıştır. El tezgahlarında mal üreten esnafın sanayileşme faaliyetlerine uyum sağlayamaması ve mallarına alıcı bulamaması, Osmanlı ülkesinin Avrupalı devlet ve tüccarların açık pazarı haline gelmesi Ahilik teşkilatını bir bunalıma itmiştir.
Osmanlı ekonomisinin zayıflamasının bir sonucu olarak sanat, ticaret ve iş hayatına askerlerin ve köyden şehre göç eden grupların katılmasıyla Ahilik teşkilatı etkinliğini bütünüyle yitirerek çözülmüştür.
Diğer önemli bir eğitim-öğretim yuvaları ise kütüphanelerdir.
Bir milletin medeniyet seviyesi kütüphanelerinin ve ondan faydalananların çokluğuyla ölçülürdü. İlmin, şefkatli kollarıyla insanları sardığı İslam dünyasında kütüphaneler okulların vücuduydu. Herkes gücü ölçüsünde kütüphane kurmaya yönelirdi. Adeta birbirleriyle yarışırlardı. Özel kütüphanelerden resmi kütüphanelere kadar ağaç yetiştirir gibi her tarafa kütüphaneler dikmişlerdi. Kütüphaneler ya umûmî, ya da hususî mahiyette kurulurlardı. Başlangıçta cami ve mescid yanlarına kurulan kütüphaneler sonraları medrese, hatta hastahane bitişiklerinde kuruldular. Herkese açık olan bu kütüphaneler şehirlerin gülistanları oldular. Kütüphanelerin birçoğunun vakıfları vardı. Kütüphaneye alınan kitaplardan tutunuz, personeline varıncaya kadar bütün masraflar vakıflardan karşılanırdı.
Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da kütüphaneler ilmin yayılıp genişlemesinde (özellikle yükselme döneminde) çok mühim bir rol oynadılar. Ve yine özellikle Fatih, Yavuz ve Kanunî zamanlarında kütüphaneler birer bilim ve kültür yuvası haline geldiler.
Kuruluş döneminde kütüphanelerle ilgili olarak elimizde maalesef ciddi olarak bir kaynak yok. Yani devrin anlayışına göre bir kitap dolabından veya kitap için ayrılmış odadan ve kütüphaneciden söz etmek için elimizde yeterli bir bilgi yoktur. Kuruluş döneminde rastladığımız kütüphane örneklerinin ortak özelliği, bu kütüphanelerin küçük bir koleksiyona sahip olmaları, bu koleksiyonun korunması için tayin edilen görevliye ücret tahsis edilmesi, genellikle bu görevin kütüphanenin kurulduğu hayır kurumunda görevli kimseler tarafından yapılmasıdır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlılar’da kütüphanelerden ciddi olarak istifade edilmesi, kütüphanelerin bilim ve kültür merkezi olması yükselme dönemine (özellikle de Fatih ve Kanuni) rastlar.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, şehri siyasî ve idarî merkez haline getirdiği gibi ilmî ve kültürel olarak da bir merkez haline getirdi. Fatih Sultan Mehmet, sadece kendisi ve saray için değil; halk için de ilk kütüphaneyi açan padişahtı.
Yavuz Sultan Selim de kitapsever bir padişahtı. Padişahlığı zamanında İstanbul’a İslam dünyasından birçok âlimin gelmesini sağlamıştır. Bu dönemde fethedilen Suriye, Mısır gibi ülkelerden çok sayıda kitap getirtilmişti. Ayrıca sarayda büyük bir kolleksiyon meydana getirilmiş, bu daha sonraki dönemlerde Osmanlı padişahları tarafından kurulacak olan birçok vakıf kütüphanesinin temelini teşkil etmiştir.
Kanunî’nin yaptırdığı Süleymaniye Kütüphanesi ise dünyanın sayılı kütüphaneleri arasında yer almaktadır. İstanbul’da Süleymaniye Cami külliyesinde hâlâ faaliyetini sürdüren kütüphane binlerce el yazma esere sahiptir. Bu kütüphane dünya kütüphaneleri arasında el yazma eserlere sahip birinci kütüphanedir.
Daha sonraki dönemlerde başta İstanbul olmak üzere birçok yerde (Anadolu ve Rumeli) halka ve medrese öğrencilerine yönelik bir çok vakıf kütüphanesi kurulmuştur.
Osmanlılarda eğitim-öğretim konusunda mahallenin de rolü büyüktür. Mahalleler bilgi iletişimin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahalle sakinleri arasında bilgisi ve kültürüyle tanınan kişilerin çevresinde toplanılarak yapılan sohbetlerde her türlü konu tartışılır, karara bağlanırdı. Mahalledeki bu bilgi aktarımı duruma göre bazen mahalle mekteplerinde yapılırdı.
Sonuç olarak şunları söylemek gerekir ise yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı’yı “Osmanlı” yapan unsurların en başında onun asırlardır başarıyla uyguladığı ideal eğitim-öğretim sistemi gelir.
Ne zaman ki bu ideal eğitim-öğretim sisteminden uzaklaşılmış, eğitime bağlı olarak Devlet-i Â’liyye’nin diğer müessese ve kurumlarındaki yozlaşma ve bozulmalar da artmış, koskoca cihangir devlet tarih sayfalarına karışıp gitmiştir.
Kaynaklar
26- Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ferit Develioğlu, s. 222
27- İlkadım, Eğitim Özel Sayısı, s. 111-112
28- İlkadım, a.g.sayı
29- İlkadım, a.g.sayı
30- Şaban Döğen, a.g.e.
31- Liseler İçin Tarih II, M.E.Bakanlığı 1995, Komisyon
34- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
36- Liseler için Tarih II.
37- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
38- İslami Terimler Sözlüğü, Dr. Hasan Akay, İşaret Yayınları
- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
42- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
43- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
44- Liseler İçin Tarih II.
45- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
46- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, c. 3, s. 166
47- Liseler İçin Tarih II.
49- Şaban Döğen, a.g.e.
50- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
51- Şaban Döğen, a.g.e.
52- Liseler için Tarih II.
http://www.ilkadimdergisi.com/136/kapak-deri.htm
Enderun Mektebleri
Birşeyin iç kısmı, dahili, iç yüzü, harem dairesi gibi anlamlara gelen (26) Enderûn, mülkî, idarî ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerlerdir. Osmanlı’yı Osmanlı yapan devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişir ki, bugünkü Amerikan eğitim sisteminin temelini de bu mektebin işleyiş sistemi oluşturur.
II. Murad zamanında kurulan Enderun Mektebi gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmet zamanında kavuşmuştur. Fatih zamanında Enderun Mektebi yalnız bir devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak, devletin korunması için gerekli mülkî ve idarî kadronun eğitimine de yönelmiştir.
1909’a kadar devam eden Enderun Mektebi, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutar, dünya eğitim tarihinde Türklerin bir katkısı olarak geçer.
Topkapı sarayında bulunan Enderûn Mektebi; Birun (Dış Kısım), Enderûn (İç Kısım) ve Harem bölümlerinden oluşan sarayın, Enderûn kısmında bulunurdu.
Bu mekteplere Acemi Oğlanlardan seçilen öğrenciler alınırdı. Bunlar Enderûn Mektebine hazırlık olarak Saray Mektebi’ne dağıtılırlardı. Bu hazırlık sarayları; Edirne sarayı, Galata Sarayı, İbrahimpaşa Sarayı ve İskender Sarayı olmak üzere dört taneydi. Bu sarayların eğitime tahsis edilmiş odalarında eğitim görürlerdi.Enderun Mektebine Hristiyan tebânın yetenekli çocukları alınırdı ki bu çocuklar akıllı ve zeki, kâbiliyetli ve de yakışıklı idiler. Devşirme sistemiyle toplanan bu çocuklar Enderun’da iyi bir müslüman, güvenilir ve nitelikli bir devlet adamı ve usta bir sanatkâr olarak yetiştirilirdi. Osmanlılar’a tabî olan ülkelerin rehine olarak İstanbul’a gönderdikleri çocukları da yine Enderun’da eğitilirlerdi.
Enderun’da eğitim şu dört konu üzerinde toplanmıştı:
* Beden eğitimi yapılırdı.
* Saray işlerini fiili olarak öğrenirlerdi.
* Yeteneklerine uygun bir sanatta uzmanlaşırlardı.
* Teorik bir öğretim görerek İslamî bilgilerini artırırlardı.
Bu eğitim faaliyetleri bir bütün olarak yapılırdı. Eğitim-öğretim birbirini izleyen yedi odada verilirdi. Odalara “Koğuş” da denilirdi. Öğrenciler sarayda her odanın gereklerini yerine getirirlerdi. Odalardaki eğitim süresi bir ile iki yıl arasında değişirdi.
Görüldüğü gibi Enderûn, aşağıdan yukarıya doğru 7 (yedi) odadan oluşuyordu. Bu odalar büyük oda, küçük oda, doğancılar odası, seferli odası, kiler odası, hazine odası ve has oda şeklinde sıralanmaktaydı. Öğrenciler odaların alt basamağında öğretime başlar, üste doğru yükselirdi. Öğretim, uygulamalı ve de teorik olarak iki şekilde yapılırdı. Uygulamalı olanlar; saray ve protokol hizmetleri, güreş, atlama, meç ve ok atma gibi spor çalışmaları, hat sanatı, müzik vb. gibi güzel sanatlardı. Teorik olanlar ise Türkçe, Arapça, Farsça, Sarf, Nahiv, Edebiyat, Tarih, Fen, Cebir ve İslamî bilimler (hadis, tefsir, fıkıh, kelam gibi) idi.
Bu önemli eğitim kurumu Osmanlı devlet hayatına çok sayıda sadrazam, vezir, yüksek rütbeli asker ve bir çok hattat, şair, müzisyen, ressam ve minyatür ustası yetiştirmiştir.
Dini ve Sosyal Müesseselerin
Eğitim ve Öğretimdeki
Fonsiyonu:
Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren diğer önemli müesseselerden birisi de cami ve mescidler, tekke ve zâviyelerdir. Ayrıca kütüphanelerde birer eğitim-öğretim merkezi olarak hizmet veriyordu.
Bu kurumlar, yüzyıllar boyu sadece ibadet yeri olarak değil; aynı zamanda eğitim-öğretimin yapıldığı, toplumu ilgilendiren güncel meselelerin görüşülüp karara bağlandığı, hükümet konağı, mahkeme, misafirhane, genel ve siyasî bilgi edinme yeri, hatta konferans merkezi olarak hizmet vermiştir.
Câmi, Arapça bir kelime olup, halkı toplayan ve halkın toplantı yeri manalarına gelir. Mescid ise yine Arapça bir kelime olup secde edilen, namaz kılınan, Allah’a dua ve niyâzda bulunulan yer manâlarına gelir. Bu yüzden sosyal müesseselerin başında gelen câmi ve mescidler hem ibadet yeri hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle devlet, memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karar bağlandığı yerlerdi. Bu yüzden sosyal bir yapı olarak büyük bir öneme haizdir.
Hz. Peygamber’in (a.s.) Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında ilk olarak Ku’ba Mescidi (Mescid-i Nebevi) inşâ edilmiş, burası eğitim-öğretim merkezi olarak kullanıldığı gibi devlet ve memleket işlerinin, güncel mesele ve olayların görüşülüp karara bağlandığı bir karargâh olarak da kullanılıyordu.
Bu önemi nedeniyledir ki Osmanlılar da cami ve mescidler bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Ayrıca cami ve mescidlerin yanına medrese, kütüphane, sebil, aşevi vb.. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldüğü binalar tesis edilirdi. Bu hâliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasına yardım ederlerdi. Çünkü bir cami yaptırmak isteyen hayır sahibi toprağa ağaç diker gibi, binasını tek başına yalnız bırakmazdı. Yanına diğer hayır kurumları da yaptırırlardı.
Zengin fakir herkesin katılabildiği dersleri “dersiam” denilen kişiler yapardı. Öğrencilerden de hiçbir ücret alınmazdı. Halk, konuşmacının çevresinde halka oluşturur ve dersi dinlerdi. Bu derslere gösterilen ilgi oldukça fazlaydı. Genellikle ikindi namazından sonra yapılan bu derslere “İkindi dersleri” de denilirdi.
Camilerin en önemli görevlerinden birisi de siyasî eğitim merkezi olarak kullanılmalarıdır. Ülkeyi ilgilendiren herhangi bir konu hakkında halkı bilinçlendirmek, yönlendirmek ve canlı tutmak için camilerden yararlanılmıştır. Yine her semtin camiine gelen hükümet bildirileri burada halka açıklanırdı.Görüldüğü gibi camiler sadece ibadet yönüyle değil, pek çok bakımdan halka hizmet ediyorlardı. Burada vazife görenlerin de günümüzle mukayese edilemeyecek kadar, toplumda itibar sahipleri oldukları düşünülürse caminin bu görev ve fonksiyonları daha iyi anlaşılır. Gerçekten de günümüzde vazifesi, hemen hemen mihrabla minber arasına sıkışıp kalan imamların, selahiyetleri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. Osmanlıda imamlık, sorumluluk alanı geniş ve önemli bir vazife idi. Osmanlı Devleti’nde hükümdar berâtıyla göreve getirilen imamlar, özellikle sosyal faaliyetleriyle mühim bir rol üstleniyorlardı. Ülkemizde 1829’da muhtarlık teşkilatı kurulana kadar mahalle yöneticisi olarak kadıların bir nevî temsilciliğini de yapıyorlardı.
Camilerin dışında tekke ve zaviyeler, dergâhlarda birer yaygın eğitim-öğretim kurumu olarak hizmet vermişlerdir
Tekke, bir şeyhin idaresi altında, dervişler grubunun dayandıkları zikir, murâkabe ve niyazla uğraştıkları yer anlamlarına gelmektedir. Zaviye ise bir zâhidin ibadetle meşgul olmak üzere inzivaya çekildiği köşe, tenha yer anlamındadır.
İslam eğitim ve kültür tarihinde önemli bir yeri bulunan müesseselerden birisi de tekke ve zâviyelerdir. Tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin işlendiği, derinleştirildiği ve halka aktarılıp öğretildiği tekkeye (tekye); dergâh, hangâh gibi isimler de veriliyordu. Bu konuda anlatılan özellikleri nedeniyle tekke ve zaviyeler, önemli birer eğitim müesseseleri olarak faaliyet gösteriyorlardı.
Nitekim Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devletin ilerleyip genişlemesinde, eğitim-öğretim kurumu olarak da kullanılan tekke ve zaviyelerin rolü çok büyüktür. Osmanlılarda tekkeler edebiyat, tarih, musikî ocakları idi. Yine tekkelerde yetişen, konusu daha çok dinî, ahlakî, mistik değerler olan bir edebiyat türü ortaya çıkmıştır ki bu edebiyata “Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı” denir. Ayrıca tekkelerle zaviyeler Anadolu’nun İslamlaşmasında çok mühim rol oynamışlardır.
İslam’da dînî tedrisat ile ibadet birbiriyle bir bütün oluşturdukları için tekke ve zaviyede bulunan şeyh, burada çeşitli dînî dersler verirdi. Bununla beraber tekke ve zaviyelerin esas gayesi zikir ve niyaz yapılabilecek yerler olmasıdır. Programlarında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, kıraat, ahlâk gibi dînî ilimlerin yanında Osmanlıca, Farsça, biyografi, tarih, musikî ve edebiyat gibi dersler de yer alırdı.
Tekke ve zâviyelerin Osmanlı fütûhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyete haiz olduklarını biliyoruz. Osmanoğullarıyla birlikte birçok şeyh gelip Anadolu’nun batı taraflarına yerleştiler. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı gazilerle birlikte fütûhat yapmak, memleket açmakla meşgul oluyor; diğer bir kısmı ise civardaki mekânlara yerleşiyor, ziraat ve hayvancılıkla meşgul oluyordu. Buraları, kısa zamanda din, eğitim ve kültür, imâr merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordudan önce gelip sınır boylarına yerleşmesi ordunun ileri harekâtını kolaylaştırıyordu.
Bundan başka tekke ve zaviyelerin, köylerin gelişmesinde ve ilerlemesinde büyük bir hizmet yaptığını bilmekteyiz. Zaviye şeyhleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren “köy gençlik ocaklarını” nüfûzları altına alarak buralara tasavvuf ilkelerini yerleştirmişlerdi. Böylece bunlar da şehirlerdeki ahi teşkilatları gibi manevî birlik kazanmışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı devlet tarafından, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde, tesis ediliyordu. Bu bakımdan dağlarda, korkunç ve tehlikeli boğaz ve geçitlerde tesis edilen tekke ve zâviyeler; askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak, ticarete engel olabilecek eşkiya, haydut vb.. gibi kimselere mâni olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardı. Tamamen vakıflara bağlı olan bu müesseseleri hemen her yerleşim merkezinde görmek mümkün idi.
Yine ayrıca Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Babaîlik, Ahilik gibi tarikatlar mühim rol oynamıştır. 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda bu tarikatlerin kuvvetlenerek Anadolu’nun siyasî tarihinde söz sahibi olmaları ise, beyliğin bunları himayesinden doğmuştur.
Osmanlı padişahlarıyla devlet adamları tarikat erbabına karşı, kuruluştan itibaren büyük bir hürmet göstermişler, birçoğu tarikat şeyhlerine intisap etmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak da adlarına tekkeler açtırıp vakıflar yaptırmışlardır. Osmanlı sultanlarından bazıları tarikat mensubu kişilerden, savaşa giderlerken gaza kılıcı kuşanmışlar, onları seferde beraberinde götürmüşlerdir. İşte bu hürmet 14. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlılarda Ekberiyye, Bistamiyye, Zeyniye gibi tarikatlerin yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Bundan başka yine 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda Halvetilik, Kadirilik, Mevlevilik de yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmıştır.
Fakat son zamanlarda çok istisnai olarak tekkeler esrar içenler, işsiz güçsüz kimselerin buluştukları, sazlı-sözlü eğlenceler düzenlendikleri yerler olarak telakki edilmiş (bazı artniyetli kişiler tarafından abartılı ve maksatlı olarak) bu müesseselerin son zamanlardaki nahoş durumlarına bakıp da bunların hep böyle olduğunu zannetmek çok büyük haksızlık olur. Nitekim M. Cevdet de bu mevzuya temasla “Son zamanlardaki yozlaşmasına bakıp da tekke ve zaviyelerin, daima öyle olduğuna hükmedilmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığa yapraksız ve yeşilliksiz sanmak, doğru olmadığı gibi; Kemâl zamanlarında tekke ve zâviyeler ruhları çok terbiye etmiştir. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırdı. Hasılı tekkeler, ye’s ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların yeniden hayat buldukları yerlerdir.”
Yine Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim-öğretim yeri olarak kabul edilmelidir.
Selçuklular döneminde Anadolu’da yaygın olarak görülen ve bir esnaf teşkilatı olan “Ahilik”, Osmanlılar döneminde de varlığını sürdürdü. Ahilik esnaf, zeneatkâr ve işçileri bünyesinde toplayan, üyelerine mesleki bilgi ve eğitim veren, dini bilgilerini artıran ve en önemlisi iş ve ticaret ahlâkına dayanan bir eğitim-öğretim kurumudur.
Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken geniş ölçüde ahilik ve ahî reislerinin nüfuzlarından istifade edilmiştir. Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin Kayınpederi Şeyh Edebali'nin ahilerin büyüklerinden olması da rol oynamıştır. Nitekim kuruluşta büyük hizmetleri görülen Ahî Hasan Çelebi, Ahî Mahmut, Çandarlı Kara Halil gibi değerli kimseler de bu teşkilattan idiler.
Yine Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere ilk Osmanlı Sultanları ahi teşkilatının da başı idiler. Devletin yerleşmesinden sonra ahiler siyasî yönlerini bırakarak esnaf teşkilatı olarak varlık ve etkilerini, etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yüzden esnaf, “fütüvvetname” denilen yönetmeliklere tâbî, hizmet ehli, diğergam, dayanışma ve özerk bir yapıya sahiptir. Sistem rekabete değil işbirliğine, çıkarcılığa değil dayanışmacılığa, bencilliğe değil diğergamlığa, karşılıklı kontrol ve tahsis ilkelerine dayanmaktadır. İş ve çalışma hayatı belli bir disiplin altına alınmıştır. Yükselebilmek için ehliyet ve liyakat esastır. Bu yolda herşey sıralıdır. Esnaflığa giren genç mesleğinde uzmanlaşmadıkça ve zamanı gelmedikçe yükselemez ve ayrı dükkan açamaz.
Ahilik teşkilatının amacı, üyeleri arasında sevgi ve dayanışmayı sağlamak, gerek duyulduğu durumlarda da devlete her türlü yardımda bulunmaktır. Ahilik teşkilatının kendine özgü “fütüvvetnâme” adlı yasaları vardır. Ahilik, çeşitli dönemlerde birer teknoloji ve sanat okulu, ilim ve kültür merkezi, gerektiğinde asker yetiştiren bir kurum ve tarikat rolünü üstlenmiştir.
Ahilikte öğretici, örgüte bağlı çıraklara sanat ve teknikle ilgili bilgiler yanında, toplum hayatının gerektirdiği kültür ve terbiyeyi de öğretirdi. Müslüman-Türk toplumunun dînî sosyo-iktisadî, siyasal ve kültürel hayatında önemli rol oynayan ahi teşkilatı, kaliteli rol üretiminde bugün dahi örnek alınacak iyi bir sistem geliştirmiş ve uygulamıştır. Ahi ocağı üretilen mallarda kaliteyi sağlamayı yalnız ekonomik olarak değil; ahlâkî olarak da önemli saymıştır. Belirlenen ölçü ve kalitede mal üretmeyen üyelerini ağır bir biçimde cezalandırmıştır.
Yüzyıllarca Müslüman-Türk toplumun temel kurumlarından biri olan Ahilik, 16. yüzyılın sonlarında Batı sanayi ürünlerinin Anadolu pazarlarını ele geçirmesi sonucunda çözülmeye başlamıştır. El tezgahlarında mal üreten esnafın sanayileşme faaliyetlerine uyum sağlayamaması ve mallarına alıcı bulamaması, Osmanlı ülkesinin Avrupalı devlet ve tüccarların açık pazarı haline gelmesi Ahilik teşkilatını bir bunalıma itmiştir.
Osmanlı ekonomisinin zayıflamasının bir sonucu olarak sanat, ticaret ve iş hayatına askerlerin ve köyden şehre göç eden grupların katılmasıyla Ahilik teşkilatı etkinliğini bütünüyle yitirerek çözülmüştür.
Diğer önemli bir eğitim-öğretim yuvaları ise kütüphanelerdir.
Bir milletin medeniyet seviyesi kütüphanelerinin ve ondan faydalananların çokluğuyla ölçülürdü. İlmin, şefkatli kollarıyla insanları sardığı İslam dünyasında kütüphaneler okulların vücuduydu. Herkes gücü ölçüsünde kütüphane kurmaya yönelirdi. Adeta birbirleriyle yarışırlardı. Özel kütüphanelerden resmi kütüphanelere kadar ağaç yetiştirir gibi her tarafa kütüphaneler dikmişlerdi. Kütüphaneler ya umûmî, ya da hususî mahiyette kurulurlardı. Başlangıçta cami ve mescid yanlarına kurulan kütüphaneler sonraları medrese, hatta hastahane bitişiklerinde kuruldular. Herkese açık olan bu kütüphaneler şehirlerin gülistanları oldular. Kütüphanelerin birçoğunun vakıfları vardı. Kütüphaneye alınan kitaplardan tutunuz, personeline varıncaya kadar bütün masraflar vakıflardan karşılanırdı.
Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da kütüphaneler ilmin yayılıp genişlemesinde (özellikle yükselme döneminde) çok mühim bir rol oynadılar. Ve yine özellikle Fatih, Yavuz ve Kanunî zamanlarında kütüphaneler birer bilim ve kültür yuvası haline geldiler.
Kuruluş döneminde kütüphanelerle ilgili olarak elimizde maalesef ciddi olarak bir kaynak yok. Yani devrin anlayışına göre bir kitap dolabından veya kitap için ayrılmış odadan ve kütüphaneciden söz etmek için elimizde yeterli bir bilgi yoktur. Kuruluş döneminde rastladığımız kütüphane örneklerinin ortak özelliği, bu kütüphanelerin küçük bir koleksiyona sahip olmaları, bu koleksiyonun korunması için tayin edilen görevliye ücret tahsis edilmesi, genellikle bu görevin kütüphanenin kurulduğu hayır kurumunda görevli kimseler tarafından yapılmasıdır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlılar’da kütüphanelerden ciddi olarak istifade edilmesi, kütüphanelerin bilim ve kültür merkezi olması yükselme dönemine (özellikle de Fatih ve Kanuni) rastlar.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, şehri siyasî ve idarî merkez haline getirdiği gibi ilmî ve kültürel olarak da bir merkez haline getirdi. Fatih Sultan Mehmet, sadece kendisi ve saray için değil; halk için de ilk kütüphaneyi açan padişahtı.
Yavuz Sultan Selim de kitapsever bir padişahtı. Padişahlığı zamanında İstanbul’a İslam dünyasından birçok âlimin gelmesini sağlamıştır. Bu dönemde fethedilen Suriye, Mısır gibi ülkelerden çok sayıda kitap getirtilmişti. Ayrıca sarayda büyük bir kolleksiyon meydana getirilmiş, bu daha sonraki dönemlerde Osmanlı padişahları tarafından kurulacak olan birçok vakıf kütüphanesinin temelini teşkil etmiştir.
Kanunî’nin yaptırdığı Süleymaniye Kütüphanesi ise dünyanın sayılı kütüphaneleri arasında yer almaktadır. İstanbul’da Süleymaniye Cami külliyesinde hâlâ faaliyetini sürdüren kütüphane binlerce el yazma esere sahiptir. Bu kütüphane dünya kütüphaneleri arasında el yazma eserlere sahip birinci kütüphanedir.
Daha sonraki dönemlerde başta İstanbul olmak üzere birçok yerde (Anadolu ve Rumeli) halka ve medrese öğrencilerine yönelik bir çok vakıf kütüphanesi kurulmuştur.
Osmanlılarda eğitim-öğretim konusunda mahallenin de rolü büyüktür. Mahalleler bilgi iletişimin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahalle sakinleri arasında bilgisi ve kültürüyle tanınan kişilerin çevresinde toplanılarak yapılan sohbetlerde her türlü konu tartışılır, karara bağlanırdı. Mahalledeki bu bilgi aktarımı duruma göre bazen mahalle mekteplerinde yapılırdı.
Sonuç olarak şunları söylemek gerekir ise yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı’yı “Osmanlı” yapan unsurların en başında onun asırlardır başarıyla uyguladığı ideal eğitim-öğretim sistemi gelir.
Ne zaman ki bu ideal eğitim-öğretim sisteminden uzaklaşılmış, eğitime bağlı olarak Devlet-i Â’liyye’nin diğer müessese ve kurumlarındaki yozlaşma ve bozulmalar da artmış, koskoca cihangir devlet tarih sayfalarına karışıp gitmiştir.
Kaynaklar
26- Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ferit Develioğlu, s. 222
27- İlkadım, Eğitim Özel Sayısı, s. 111-112
28- İlkadım, a.g.sayı
29- İlkadım, a.g.sayı
30- Şaban Döğen, a.g.e.
31- Liseler İçin Tarih II, M.E.Bakanlığı 1995, Komisyon
34- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
36- Liseler için Tarih II.
37- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
38- İslami Terimler Sözlüğü, Dr. Hasan Akay, İşaret Yayınları
- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
42- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
43- Prof. Dr. Ziya Kazıcı, a.g.e.
44- Liseler İçin Tarih II.
45- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
46- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, c. 3, s. 166
47- Liseler İçin Tarih II.
49- Şaban Döğen, a.g.e.
50- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi
51- Şaban Döğen, a.g.e.
52- Liseler için Tarih II.
http://www.ilkadimdergisi.com/136/kapak-deri.htm