Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-5
Bunları düşünürken Rusların Baltık Denizi'nde de donanması olduğuna, oradan kalkıp İngiltere'de bir kaç gün dinlendikten sonra Cebelitarık Boğazını geçerek Akdeniz'e, oradan da Ege Denizi'ne kadar gelebileceğine aklıbasmıyordu Tahir Paşa'nın. Birleşik Osmanlı-Mısır donanması 1827'de Navarin'de Rus ve İngiliz donanmalarının baskınına uğrayıp yakıldığında, Tahir Paşa herhalde, "Yahu, bu Ruslar Boğazlardan nasıl geçti acaba?.."diye şaşırmıştı... Oysa ki Osmanlı; fizik, matematik, mühendislik, felsefe dallarında beyin gücü yetiştirmeye önem verseydi, Kaptan-ı Derya Nasuh Paşa, Tahir Paşa gibiler çımacılık veya hamallıktan başka ne yapabilirlerdi ki? Padişah, Sakız Adası'nda yakılan donanmamızı yeniden kurdurmaya çalışırken,
Fransız François Champollion Napolyon'un emriyle Mısır'a gelmiş ve 1824 yılında 'Hiyeroglif'
afabesini çözmüştü. Napolyon, bu yazıyı Mısır seferindeyken görüp merak etmiş, Champollion'u bunu çözmesi için Mısır'a göndermişti. Mısır'ı üç yüz yıl elinde tutan Osmanlı'nın aklına bu yazıların ne mana ifade edebileceği sırusu takılmamıştı hiç. O yüzden de dünyada Napolyon Buanoparte hakkında yazılan kitaplar elli bine yakın iken, II. Mahmut hakkında neden bir tek kitap yazılmadığı sorusunun cevabı da veriliyordu. M.S. 390 yılında Roma Kralı I. Theodossius tarafından Mısır'dan getirilip İstanbul'da bugünkü yerine dikilen Dikilitaş'taki kabartma yazıları da merak etmemişti Osmanlı'nın bilim(!) adamları ve padişahları... Onlar Kur'an'da Firavunlar hakkında bazı şeyler okumuşlardı ama, M.Ö. 1450 yılında Mısır'da dikilmiş olan bu Dikilitaş'ın üstünde Firavun II. Thutmosis'in zaferlerini anlatan Hiyeroglif yazılarını hiç merak etmemişlerdi... II. Mahmut Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırırken İskoçyalı anatomist Charles Bell, insanda iki çeşit sinir sistemi olduğunu, Robert Brownhücre çekirdeğini, Marshall Hall insan reflekslerinin sinir sistemine bağlı olmaksızın hareket edebildiğini keşfediyor; yine İskoçyali Robert Stirling"Stirling" buhar makinasını buluyor, Fr
ansız Mühendis Marc Brunel tünel açma tekniğinde yeni metodlar geliştiriyordu. Fransiz René Leënnecstethoskopu, İrlandalı doktor James Murray kemikleri sülfrik asitte eriterek suni gübre üretiminde kullanılacak fosforu, Pierre Pelletierve Joseph Caventou kinini, Danimarkalı Hans Christian Orstedelektro manyetizmayı, İskoçyalı çiftçi Patrick Belldikiş makinasını, Alman Georg Ohm'Ohm" kanununu, Fransız Claude Burdinsu türbinini, Fransız mühendisOnésiphore Pecqueur otomobillerde kullanılacak olan differ ansiyeli, Fransız Louis Braille körler "Braille" yazısını, İngiliz Michael Faraday elektromanyetik indüksiyonu, İngiliz William Sturgeon elektrik motorunu, İngiliz Charles Wheatstone stereoskopu ve William Cooke ile birlikte telgrafı, Samuel Morse ile Alfred Veil bu icadı tamamlayıcı Mors Alfabesini, Fransız Louis Deguerre ışığa hassas maddeleri (fotografi), Edwin Budding buyük alanlarda ot biçmek için kullanılan çim biçme makinasını, Galli hakim William Grove şimdi yeni yeni geliştirilmeye çalışılan, hidro jenin yakıt olarak kullanılması tekniğini bulmuşlardı bile.
Robert Edwin Peary Kuzey Kutbunu keşfederken Avrupa'da icatlar, keşifler ardı ardına insanlığın hizmetine sunuluyor, II. Mahmut, Mora isyanını görülmedik bir vahşetle sona erdiriyordu. Batılı bilim adamları, Lord Byron, Viktor Hugo da bu katliamları lânetliyorlardı. Belçikalı İktisatçı Emile de Levaleye, 1885'te yazdığı 'Tuna'nın Berisi ve Ötesi' adlı kitabında bizzat şahit olduğu vahşeti yazıyordu. Bizler, asla öz eleştiriye başvurmadan, onları Türk düşmanı olarak niteliyor ve bununla teselli buluyorduk.
Osmanlı ise, koca tarihinde ilaç için olsun, bir tek yazar yetiştirememiş yani düşünce üretememiş tek İmparatorluk olarak insanlık tarihindeki yerini alıyordu. Bizlere ise, 2000'li yıllarda dahi, altı yüz yıldan fazla hüküm sürdüğü bu Anadolu topraklarında nufusunun %2'sine bile okur yazarlık öğretememiş Osmanlı ile gurur duymamız öğretiliyor... Ve bunu bize öğretenler 1928 harf devrimini eleştirirken, 'halkın bir gündeokur-yazarlığını' kaybettiğini yazıyorlar utanmadan.
32- I. Abdülmecid(1839-1861): RusSuzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz (Cevdet Paşa Tezakir adlı yapıtının 2. cildinde Safiraz'in Ermeni olduğunu yaziyor),Bezmara (Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Sevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan-II. Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli (Gülcemal - Vahideddin'den önceki Padişah Mehmet Reşat'ın annesi).
I. Abdülmecid Padişah iken İngiliz George Elkington galvanizasyonu, İskoçyalı mühendis James Nasmythbuharlı şahmerdanı, Amerikan Richard Hoe matbaa rotatifini, İtalyan Ascanio Sobrero nitrogliserini, Amerikalı John Gorrie buzdolabını, Jean Foucault giroskopu, İngiliz asılzade George Cayley planörü, Fransız Charles Pravaz enjektörü, Alman Robert Bunsen spektroskopu üretiyor; William Thomson ve Rudolf Clausiustermodinamik kanunlarını, Avusturyalı Christian Doppler "Doppler" efektini (Doppler radarı), Alman kimyager Christian Schönbein ozonu, Fransız cerrah ve anteroplog Paul Broca beyindeki konuşma merkezini, Alman hukukçu Matthias Schleidenorganik yapı taşları olan hücreleri, Alman fizyolog Emil Du Bois-Reymondinsan sinirlerinin hareket esnasında elektrik akımı ürettiklerini (kardiografi) keşfediyordu. Alman Herman vonHelmholtz sinirlerdeki elektrik impülslerinin hızını ölçerken, İngiliz Charles DarwinEvrim Yasasını buluyor; İngiliz Richard Owen gibi bilim adamları, sanki yapacak başka bir iş kalmamış gibi vaktini dinozor fosilleri aramakla, dünyadaki yaşamın nasıl meydana geldiği hakkında teoriler üretmekle geçiriyordu. Alman doktor Juius von Mayer1842 yılında enerjinin hiçbir şekilde yok olmayacağına dair kuramını ortaya koymuştu. Bu kuram, 1846'da William Grove ve 1847'de James Joule ile Helmholz tarafından da doğrulandı. 1843'te İngiliz Marc Brunel ve Isambard Brunel ilk su altı tünelini inşa ediyorlardı. Aynı yıl İskoçyalı m akinist Alexander Bain bügün kullandığımız faksın çalışma prensibini bulmuş, patentini almış fakat üretime geçmemişti. Amatör Alman Astronom Samuel Schwabe güneşteki lekeleri tesbit etmişti. Bilim adamları Charles Bright ve William Thomson, yatırımcı Cyrus Field'in maddi desteğiyle ilk transatlantik telgraf iletişimini gerçekleştirdiklerinde tarih 1858'i gösteriyordu. 1859'da Amerikalı Edwin Drake ve George Bissel dünyada ilk kez petrol sondaj kuyusunu Pennsylvania'da açmışlardı. 1860'ta Amerikalı mühendis L.O. Colvin ilk otomatik süt sağma makinasını piyasaya çıkarmış bundan para kazanıyordu.
Gregor Mendel, Francis Galton, Carl Marx gibi bilim adamları yepyeni fikirler, geliştirdikleri kuramlarla adlarını ölümsüzler arasına yazdırıyorlardı.
David Livingstone, 1849'da Güney Afrika'yı keşfedip, o ülkeyi sömürmenin yolunu açımıştı. Osmanlı ise, kendisi batılı devletler tarafından sömürülürken, içerde çaresiz kalmış, sadece fakir köylüsünü ömürebiliyordu... Bütün bunlara rağmen Abdülmecid, 3 Kasım 1839'da yayınladığı Tanzimat Fermanıyla (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) bazı büyük reformlara imza atmıştı. Osmanlı'da artık kölelik yasaklanıyor, gayrimüslimler eşit vatandaş statüsüne sahip oluyordu. Artık onlar da askere gideceklerdi. Karma evlilik yasağı kalkmıştı. Yasalar dîni ve mezhebi ne olursa olsun, herkes için geçerli olacaktı. Bu reformların uygulanmasında zorluklarla karşılaşan Padişah, 18 Şubat 1856'da 'Islahat Fermanı'nı' yayınladı. Buna karşı (özellikle köleliğin kaldırılması ve kadınların özgürleşmesi) en büyük tepki, kendilerine Peygamber torunu diyen Güney Arabistan Araplarından geldi. Mekke Şerifi, önce Reis Uluması Şeyh Cemal'e danışarak Hicaz Valisi ve arkasından Mekke Kaymakamına bu reformları kınayan bir fetva yayınlattı:
'Üseranın men'i maddesi (esirleri yasak eden madde) şer'i şerife mugayirdir (aykırıdır) ve bundan başka ezan-ı şerif terkle yerinde top atılmak (ezan yerine top atılması) ve tâife-i nisvan (kadınların) açık gezmek ve nikâhın feshi (boşanmak) nisvan yedinde (kudretinde) olmak gibi şeri'at-i mutaharraya (esas, temiz şeriata) mugayir teklifleri olmağla Türkler müşriklerdir (Tanrı'ya eş koşan). Demleri hederdir (Zamanları boşa harcamışlardır) ve evlladlarını esir etmek helâldır' (Silahdar Fındıklı Mehmet, Tarih, İstanbul 1928).
Bizim şairler ise aynı tarihlerde hâlâ Peygamber ve o topraklar hakkında şiirler döşeniyordu:
Suları tükendi gülâbdanların (gülsuyu kabı)Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.Külleri soğudu buhurdanların,Aşkınla bağrını yakmada millet.Ne kanlar akıttık hep senin için,O ulu Kitâb'ın hakkıçün aziz...Gücümüz erişsin ve erişmesin,Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,Can verir, cânanı veremez Türkler.Ebedî hadim'ül haremeyniniz,Ölsek de Ravza'nı (bahçe) rûhumuz bekler'
****************
18. yüzyıl sonunda İngiltere'ye gitmiş bir Müslüman gezgin Britanya Avam Kamarası'na ilişkin düşüncelerini yazmıştı:
'Müslümanların tersine, Allah'ın vahyettiği yasaları olmadığından maalesef kendi yasalarını yapmak yoluna baş
vurmak durumuna düşmüş bir halkın yazgısıkarşısında uğradığı şaşkınlığı' dile getiriyordu.
Osmanlı, yüzyıllar boyunca ektiği tohumlardan yetişen meyvaları artık toplamak zorundaydı...
Sadece %2'si okur yazar olan 'Osmanlıları'Avrupalı yaparak kalkınacağımızı düşünen I. Abdülmecid, 1856 yılında başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya, Prusya ve Sardunya devletleriyle 'Paris Antlaşması'
nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu artık bir Avrupa! devleti olmuştu ve taraf devletler Osmanlı Devlet inin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstereceklerini taahhüt ediyorlardı.
(Şimdi de AB devletleri, Türkiye'de laikliğin güvencesi olarak kendilerini gösteriyorlar zaten.)
Sonra ne mu oldu? Önce kendi yasalarını bize kabul ettirdiler ve sonra bu yasalara dayanarak Osmanlı Devleti'nin bütün altyapısını, sağlık, liman işletmeciliği, denizyolları, demiryolları, su işletmeciliği, madenler, elektrik üretimi, tramvay, havagazı, tuz, tütün, iç ve dış ticaret, gümrükler, banka ve sigortalar ile ilgili bütü
n işletmelerimizi ellerine aldılar. Bu şekilde kalkınmamızı(!) sağlayacaklardı. Bir süre sonra devletin gelirleri toplanamayan vergiler ve dışarıya yapılan kâr transferleri dolayısıyle azalınca borçlarımızın faizlerini bile ödeyemez hale geldik. Bunun üzerine 1881 yılında Duyunu Umumiye devreye girdi. Devletin bütün gelirlerini alacaklı devletler toplamaya başladı. En sonunda Sevr'de ülkemizi kendi aralarında paylaştılar. Paris Antlaşmasından 156 yıl sonra ülkemizin getirildiği noktaya bakarsak, tarihin tekerrür ettiğini görmemek elde değil.
Ne yazık ki Sevr'i yaşamış, acısını hissetmiş olan Garp Cephesi Komutanı koca İsmet İnönü, bütün bunları bilmezden gelircesine 23 Şubat 1945’te ABD ile 10 yıl vadeli 10 milyon dolarlık kredi antlaşması, bir yıl sonra da60 milyon dolar borç alabilmek için 27 Şubat 1946 tarihinde ikinci bir antlaşmayı imzaladı. Bu antlaşmanın içyüzü, yapılan ek bir antlaşmayla meydana çıkmıştı. İnönü tarafından imzalanan bu antlaşma iki yıl boyunca milletvekillerinden ve halktan gizlenmişti. "Bu ek antlaşma gereğince (ABD'ce) yapılacak gayri menkul satın alma, tamir, ıslah ve tevsi-genişletme -işleri, Arttırma ve Eksiltme ve İhale Kanununa tabî olmaksızın Maliye Bakanlığınca yapılabilir veya yaptırılabilir."
(TBMM 1946, 5002 sayılı yasa) 60 milyon dolar karşılığı kimlere neler hediye ediyorduk! O devirde bile; onca acı tecrübeye rağmen? Lozan Konferansı'nda 'İstediklerimizin hiçbirini alamadık. Bunları cebimize koyuyoruz. Ülkeniz harap, barıştan sonra bize gelip yardım isteyeceksiniz; o zaman cebimizdekileri önünüze koyacağız!'diyen Lord Curzon'a istihza ile 'Yardım istersek o zaman vermeyin !'
diye cevap veren İnönü aradan 26 yıl geçince, hem de hiç gereği yokken, yabancılara ilk el açan oluyordu. Lozan Konferansı sürecinde arkasında kendisini yönlendiren bir Mustafa Kemal vardı İnönü'nün, şimdi ise kendi fikirlerini uygulama fırsatı eline geçmişti...
1946'da yok edilen bağımsızlığımızın1956 yılındakiiz düşümü nasıl olmuştu?
"Oltaya yakalanmışbalığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim. Genişletilmiş iktisadi yardım - örneğin Türkiye'ye - bazı hallerde düşünülenin tersi sonuç verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini arttırıp, mevcut askeri paktları zayı flatabilir."
(Nelson Rockefeller, 1956) İsmet İnönü, Şubat 1945’te II. Cihan Savaşından arta kalmış, geri götülmesi yapılacak ağır nakliyat masrafları yüzünden düşünülmeyen modası geçmiş silahları 10 milyon dolar kredi karşılığında ABD'den satın almış ama bu silahların kullanımının denetlenme yetkisini de ABD'ye vermişti.
27 Şubat 1947’deki antlaşmanın 2. maddesinde bu işin foyası meydana çıkıyordu:
" Türkiye Hükümeti yapılan yardımıtahsis edilmişbulunduğu gayeler uğruna kullanacaktır. Türkiye bunun kontrolunu sağlamak için Misyon Şefine ve temsilcilerine her türlü kolaylık ve yardımıgösterecektir."
yazılı idi. 3. maddenin 1. fıkrası:
"ABD basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın kullanılışınıserbestçe müşahede etmelerine ve bu müğahadelerini tam olarak bildirmelerine müsade edilecektir."
İnönü, KurtuluşSavaşı öncesi Kâzım Karabekir'e yazdığıbir mektupta Amerikan mandası yandaşı olduğunu belirtiyor ve şöyle devamediyordu:
' Kardeşim Kâzım'cığım, .....
Eğer Anadolu'da halkın Amerikalılar'ı herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniliyor ki ben de tamamen bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalanmadan Amerika'nı n murakabesine (denetimine) tevdi etmek (vermek) yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir....... Sen Erzurum'a giderken, korkuyorum ki seni bir şeye (milli mücadeleye yardım) karıştıracaklar demiştin. Evimden dışarıçıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Anadolu'ya silah ve cephane giderse ben gönderirmişim, hep ben idare edermişim. Adil Bey'in kanaati bu... Merhumun her bildiği böyle ise vay milletin başına' (Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün doğumundan ölümüne Kadar - Çankaya)İnönü, Köy Enstitülerinin
kapatılma kararıile ilgili olarak ta kendini şöyle savunuyordu:
'..... Ben Köy Enstitüsü fikrine inanmışımdır. İnanmışbir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir; ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben, gücüme göre gücümün var olduğ(yani sadece güçsüzlere karsıA.D.)
..... Benim gücüm o zaman nereden geliyordu? Partiden, parti meclis gurubundan, gücümü ben buradan alıyordum. Bu konuda, bütün bu organlarda gücümü kaybetmiştim... Artık Köy Enstitüleri'ni eski gücüyle, eski ruhuyla devam ettirmek olanaklarıbenim elimden çıktı.'
Aslında İnönü’nün Atatürk karşıtlığının tohumları, kendisinin ekonomi siyasetini beğenmeyen ve bu yüzden Cumhuriyet Halk Fırkası’ımecliste denetlemek için Atatürk’ün Fethi Bey’e (Okyar) kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasısırasında atılmıştı. Daha sonralarıdinci ve Turancıların doldurduğu bu fırka, ekonominin liberalleştirilmesini, yabancısermayeye açılmasınısavunuyordu. Buna karşıgelen İnönü 2 Ekim 1930 yılındaki TB
MM oturumunda yaptığıkonuşmada en ağır suçlamalarıyaptıktan sonra, ‘Samimi olarak insan milli iktisat politikasının aleyhinde bulunabilir. Sarih ve açık olmak şartıile. Fethi Beye tavsiye ederim ki, milli iktisat aleyhine açıkça söylesinler. Kendilerine düşen budur…’diyordu.
Halbuki 1945, 1946 ve 1947’de ABD ile yapılan yüz kızartıcı antlaşmalara imza atan İnönü idi, bunlarısöyleyen...
1946 yılında İstanbul'a gelen Missuri Zırhlısı için İnönü güdümlü Ahmet Emin Yalman şöyle yazıyordu:
'(...) Bu koca döğüş gemisi; bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır, çünkü insanlığa karşıcinayet işleyebilmek şöyle dursun, başlıca vazifesi cinayetleri iptidadan (önceden) önlemekten ve dünyanın asayişini korumaktan ibarettir.'
Kıbrıs semalarında boy gösteren uçaklarımızdan dolayı, ABD BaşkanıLyndon Johnson'un 5 Haziran 1964'te İnönü'ne yazdığıaşağılayıcı, tehdit dolu meşhur mektup, işte İnönü'nün 1947 yılında imzaladığıbu antlaşmaya dayanarak önümüze konulmuştu. Rahmetli İnönü, bu mektuptan sonra uğradığı hayal sükûtunu şu cümlelerle belli etmişti:
"Amerika'nın sorumluluğuna inanıyordum, bunun cezasını çekiyorum demektir. Yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur..."
Askeri ve siyasi yaşamı boyunca Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın üstün kişiliği altında ezilmiş, O'na için için kin ve kıskançlık karışımı duygular besleyen 'İkinci Adam' İnönü, 'Tak Adam' rolüne soyununca bir devlet adamının düşmemesi gereken hatalara düşmüştü
... Üstelik bir savaş kahramanı olarak, '12 Mart, 12 Eylül paşaları ve sonra gelen bazı siyaset cambazları gibi
'efendisinin çoban köpekliğini'pek te yapmadığı halde....
26 Şubat Antlaşması'ndaki 1. maddenin 2. fikrası ise şöyle dikte ettirilmişti Türkiye’ye:
"Türkiye Hükümeti bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarıve işleyişi hakkında Türkiye'de tam ve devamlıyayın yapacaktır."
Görüldüğü gibi, kendi paramızla aldığımız malzemenin dahi kullanımını satanın keyfine bırakırken, üstüne üstl
ük satıcının propogandasını kendi halkımıza bedavadan yapmayı taahhüt ediyorduk...
O günlerde İsmet Paşa, "Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğuyakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamalıdır."
diyordu (A.İlhan - Batının Deli Gömleği. s. 217)
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-5_4323652.html
İsmet İnönü, bu antlaşmalara sebep olarak Stalin'in Türkiye'den toprak taleplerini (Kars ve Ardahan) öne sürmüştü. Oysa ki, Gazi Mustafa Kemal'in 3 Ocak 1920 yılında Lenin'le imzalamış olduğu Moskova Dostluk Antlaşmasını, 22 Şubat 1921'de başlayıp ve 16 Mart 1921’de Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye terkedilmesiyle neticelenen Sovyet-Türk Dostluk ve Kardeşlik Antlaşmasını (ki bu arada 1 Mart 1921'de yine Moskova'da Türkiye ve Afganistan arasında da bir Dostluk Antlaşması imzalanmıştı),
13 Ekim 1921'de bir yandan Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan,
Sovyet Cumhuriyetleriyle öte yandan Türkiye arasında imzalanan
Dostluk Antlaşması, 17 Aralık 1925’teki tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşmalarını ihlâl ederek Hitler'e yaklaşmaya çalışan, doğum gününde Berlin'e resmi heyetler gönderen, bakanlık kadrolarını Hitler sempatizanlarıyla dolduran İsmet İnönü'nün bizzat kendisi idi... (Bu konuda ayrıntılı bilgi için: Turkish Foreign Policy 1943-1945, Prof. Edward Weisband, Princeton University Press) Dahası da var:
Almanya'nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, 17 Haziran 1941'de kendi Dışişleri Bakanlığı'da gönderdiği gizli telgrafta :
'Antlaşma (Türk-Alman Dostluk Antlaşması), istediğinize göre 19 Haziran sabahı yayınlanacaktır. Alman ve Türk radyoları 18 Haziran'ı 19'a bağlayan gece yayınlarında hiçbir şeyden bahsetmeyeceklerdir. Böylece bildiri, iki ülkenin basınında sadece 19 Haziran sabahı yayınlanacaktır.
Saracoğlu, Türk radyo ve basınının gereken sıcak ilgiyi göstermesini sağlayacaktır' diyordu. İngiliz Amiral Kelly ise, hükümetinin kızgınlığını zamanın Ulaştırma Bakanı Fahri Ergin'e belli ediyordu:
'Kahve veriyoruz, Almanlara hediye ediyorsunuz. Gaz, benzini biraz fazla versek, onları da Almanlara hediye edeceksiniz. Büyük ölçüde Almanya'ya balık ihraç ederek onları besliyorsunuz' Ruslar 1944 yılında, hem de Almanya’nın savaşı kaybedeceği belli olmasına rağmen yine Türkiye'ye yaklaşmaya çalıştılar. '
Türkiye hiç gecikmeden müttefiklerin safında savaşa katılacak olursa, Sovyetler Birliği yalnız sınırlı bir dayanışma antlaşması değil, genel bir karşılıklı yardımlaşma paktı bile imzalamaya hazırdı.'
Ne yazık ki, böyle bir antlaşmayı Türkiye'nin çıkarları için gerekli gören, ve müttefiklerle olan ilişkilerin daha fazla bozulmasını istemeyen Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu, beklediği desteği bulamıyor ve
istifa etmek zorunda kalıyordu. Son olarak aynı yıl, Von Papen’in bir ticaret gemisi olduğu güvencesini verdiği Alman gemileri Boğazlardan geçecekken bunu haber alan İngiltere, Büyükelçileri Hugessen aracılığı ile bunların savaş gemileri olduğunu ileri sürerek 4 Haziran’da sert bir nota vermişti. Bunun üzerine gemide mecburen yapılan aramada gizlenmiş silahlar, radarlar ve sivil gemici elbiseleri giymiş olan Alman denizcilerinin üniformaları bulunacaktı.
Atatürk ise, dostunu-düşmanını, hele Batı mantalitesini iyi tanıyan bir devlet adamı olarak mecliste İstiklal Savası döneminde Rusya'nın yardımına tepki gösteren sağcı milletvekillerine şöyle söylemişti:
'Amerika Birleşik Devletleri ve egemenliğimizi gasp eden tüm Batı dünyası, doğal olarak, muazzam bir askeri güce sahiptir.
Temelde kendi öz gücümüze dayanmamıza karşın, varlığımızla ilgili olan güçlerden en çok ölçüde yararlanmayı reddetmiyoruz ve bu bakımdan onların (Rusların) yardımını reddetmek yanlıştır.
' Bu sözler ne zaman söylenmişti, buna dikkat etmek gerekir:
Mayıs 1921’de İngiltere’nin müttefiklere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne Pontos ve İzmir yöresine asker gönderilmesi teklifini Fransa ve İtalya’nın kabul etmesine karşı, Amerika’nın kabul etmediğini dünya âlem duymuştu, zira bunu Avam Kamarası’nda açıklayan İngiliz bakan Neville Chamberlein idi. Lord Balfour’un Türkiye aleyhindeki çabaları da neticesiz kalmıştı.
Görüşmeler için İngiltere’ye giden Ankara Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar) Daily Mail muhabirine, İngiltere’nin Türkiye ile bir barış yapmak istemediği kanaatinde olduğunu söylemişti.
Muhabir 15 Eylül 1922’de gazetesinde şöyle yazıyordu:
‘Fethi’nin, özel görevinin başarısızlığa uğradığıyla ilgili olarak gönderdiği bir telgrafın, M. Kemal’ın bir saldırı emri vermesine yol açtığı söylencesi gerçeğe pek uygun değildir.
Çünkü bu saldırı (İstanbul ve Edirne’ye) çoktan beri hazırlanmakta olduğu için, Londra’dan gelecek daha uygun bir haber yüzünden durdurulacak değildi (…)’
Fransa'nın Fas Genel Valisi Mareşal Lyautey'un 20 Mart 1922'de Mustafa Kemal'e gönderdiği mektupta,' (...) şu kanaate vardık ki, dünya barışı, genel huzur ve Fransa'nın ve İslâmın özel çıkarları için bu iki büyük gücün dürüstçe birleşmelerinden daha iyi birşey olamaz.'
denirken ülkemizin, 2007'de Fransa Devlet Başkanı'nın ülkesine yerleşmek isteyen kişilerden (tabii Türkler ve Kuzey Afrikalılar) DNA analizi isteyecek kadar 'parya'durumuna düşürülmüş olmasının suçluları kimdir acaba?.. Bunun cevabını Fransa Dışişleri Bakanı birkaç gün önce verdi zaten:
'Modern İslâm imajı sunan büyük ulusun liderini selamlamaya geliyorum!'
Mareşal Lyautey'un'birleşecek iki büyük gücü' gitmiş, yerini'Modern İslâm imajı sunan' büyük ulus almıştı...
Rusya, kendisine on milyonlarca insanının can kaybına mâl olan Nazi Almanya'sı ile savaşırken, Türkiye Almanya'dan 100 milyon dolarlık silah almak için anlaşma yapacak ve bunu, Alman savaş sanayii için hayati öneme sahip kromla ödeyecekti. Gerçi Türkiye hem Mihver devletlerine hem de müttefiklere krom satmayı istiyordu ama, uyguladığı cambaz siyaseti ile hiçbir tarafa güven vermiyordu.
İngilizlerin, 1939 yılında Türkiye'nin krom satma teklifine olumsuz yanıt vermeleri bu siyasetin bir sebebi midir,
bilmiyorum. Ama, savaş sırasında bu teklifi kabul eden İngiltere'ye kapasite azlığı bahanesiyle olumlu yanıt verilmiyordu. Neticede, Mihver devletleriyle müttefikleri birbirine karşı koz olarak kullanmayı 'tarafsızlık' olarak tanımlayan İnönü, savaştan hemen sonra Amerika'nın kucağına düşüyordu...
28 Aralık 1938 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Alî Yücel 1940 yılında Köy Enstitüleri Kanunu'nu çıkardı. II. Cihan Savaşı sürerken İnönü Hükümeti'nde başlayan Almancılık ve buna paralel olarak gelişen Rusya karşıtlığı yüzünden, Köy Enstitüleri komünist yuvaları olarak gösterilmeye başlanmıştı.
Neticede 5 Ağustos 1946'da istifa eden Hasan Alî Yücel'lin yerine İnönü, Komünizm ve Köy Enstitüleri düşmanı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanlığı’na, yapılacakmış gibi görüntü verilen Toprak Reformu'nun (11 Haziran 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu) uygulanması için toprak ağası, reform düşmanı Cavit Oral'ı Tarım Bakanlığı'na getirmişti. Dolayısiyle Türkiye'de Köy Enstitüleri'nden beklenen hizmetin tamamlayıcısı olan toprak reformu da ortadan kaldırılmış oluyor ve artık komünist avı başlatılıyordu... Çıkartılan Milli Koruma Kanunu’nun 41. maddesi ile‘Ekilen her dört hektar arazi için bir çift öküz Milli Mudafaa mükellefiyetinden istisna edilir’denilerek 4 hektar yani 40 dönümden az toprağı olan köylünün öküzlerine savunma yükümlülüğü bahanesiyle el konuyordu. Yine aynı yasanın 26. maddesinin 2. fıkrasında toprak ağalarının ihraç edecekleri ürünlere devletçe kâr garantisi verilmişti. Ne ilginçtir ki, aniden ölen Başbakan Refik Saydam’ın evinde çuvallarla stoklanmış çeşitli mallara rastlanacaktı. Atatürk ise 1 Kasım 1929'da şunları söylemişti:
'.... Çiftçiye arazi vermek de hükümetin mütemadiyen takip etmesi lâzım gelen bir keyfiyettir. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmek memleketin istihsalâtını (üretimini) zenginleştirebilecek baslıca çarelerdendir.' (İnönü konusunda başka ve daha ayrıntılı bilgiler için, Prof. Çetin Yetkin, Karşıdevrim)
Zaman zaman İnönü'ye, bizi savaşa sokmadığı için methiyeler yayınlanır. Terazinin bir kefesine savaşa girmediğimiz için elde ettiklerimiz veya koruduklarımız; diğer kefesine, girseydik'perişan olacağımız' varsayımı konur... Ben ise; İnönü, yetenekli bir kurmay olarak tercihini doğru yönde, yani Almanya karşıtı olarak kullansaydı ne olurdu diye düşünmüşümdür hep. Terazinin hangi kefesine konurdu bu varsayım? Kimse demesin ki: Eğer İsmet Paşa, Hitler'e karşı tavır takınsaydı, Alman Orduları Türkiye'yi ezer, geçerdi...
Hitler'in Rusya'ya saldırısının en önemli sebebi, Kuzey Afrika'da istediği petrol kaynaklarını ele geçiremeyen ordusu için hayati öneme sahip olan Bakü petrollerine ulaşabilmekti. Bakü'ye ise en kısa yoldan, yani Türkiye'yi işgâl ederek ulaşmak (Yunanistan'ı ele geçirken bir ay vakit kaybetmişti) varken buyolu tercih etmemesinin sebebi, Bakü'ye göndereceği ordusunun Anadolu bozkırlarında güvenliğini sağlamak için, asgari 1-1,5 milyon askeri orada çakılı vaziyette bırakmak zorunluluğunun ortaya çıkmasıydı. Hitler'in, Ankara üyükelçisi Von Papen'den aldığı raporlar da bu olasılığa dikkati çekiyordu. Türklerin Kurtuluş Savaşını yakından izlemiş olan Almanlar, Fransız Başbakan'ı Brian'ın, Sevr’deki Yunanistan delegesi Nikolaos Kalogeropulos'a‘Fransa Klikya’da Türklere mükemmel donatılmış, iyi talim edilmiş vatansever, cesur askerlerden mürekkep altmış bin kişilik bir orduyla karşı durdu. Harbin bu sahasında bir yılı aşan müddet içinde hasıl olan netice kendilerine şu kanaati verdi ki Yunan Başvekilinin istihfaf (alay) ettiği, haydut çetesi diye anılanlara kararlı bir hürmet gerekir.’Fransız General Gourand’ın: ‘Antep’i düşürmek için Fransız ordusunun hemen hemen on ay yitirmesi gerekti. Tüm Anadolu ise yüzlerce değil, binlerce Antep demektir. Türk ordusunu Anadolu’da bozguna uğratıp yok etmek için tüm ülkeyi işgal etmek gerekir ki, bunu da milyonluk ordu başarabilir ancak.’dediklerini bilmezlermiydi?
Kaldı ki, soğuk Rusya steplerinde son derece zor duruma düşen Alman Genelkurmayı'nın elinde Anadolu'ya gönderebileceği ne askeri vardı, ne de yeterli silahı...
-------------
AKP İktidarı ve kurucuları da, ABD ve AB ile yapılan gizli/açık anlaşmalarla satranç tablasındaki 32 oyuncunun da kullanım hakkını tamamen Batılı emperyalist devletlere devretmiş bulunmaktadır.
Onlar ida şimdi: 'Şah Mat' diyorlar... Buyurun beyler...
Birkaç yüz kilo kömüre, bir torba erzaka ve biraz sadakaya beş yıllık oyunu satan efendiler...
Sizler de mi sesinizi yükseltmek için Sütçü İmam'ın yaptığı gibi, Fransız askerlerini bekliyorsunuz?..
Tanınmış hukuk âlimlerimizden Ord. Prof. Dr. Ebulula Mardin şöyle demişti:
"Boşuna kendini yorup durma. Şark dünyalarında, burjuva sınıfı - işçi sınıfı gibi ayırımlar yoktur. Sadece hırsızlar ve dilenciler vardır. Dilenciler, hırsız olmaya uğraşırlar; hırsızlar ise dilenci olmamaya..."
Başında, bir mollanın bulunduğu AKP İktidarı, Türk Telekom'un %55 hissesini 2005 yılında Dubai'li Arap kardeşlerimize!, yani Öger Telecom'a taksitle 6,5 milyar dolara sattı ve Öger Telecom 2005 yılında bir buçuk ve 2006 yılında 2 milyar 700 milyon doları resmi kâr olarak kasasına koydu. 2007 yılında da ödemiş olduğu parayı fazlasıyla geri almış olacak.
Üstelik, Fransız telekom şirketi Vivendi, Öger Telecom'daki %55 hissenin yaklaşık ± %30'unu 3 milyar dolara alma hazırlığında... Diğer bir ifade ile, Öger Telecom'un %55'lik hissesinin tümü, Fransız Vivendi için 10 milyar dolar civarında bir değere sahip...
ABD ve AB karşısında şamar oğlanına döndük.
Kıbrıs zaten elden gitti.
2002’de neredeyse sıfırlanmış olan PKK terörizmi yine dirildi ve her gün canlar almaya başladı.
İktidar partisine yakın müteahhitler Kuzey Irak’da büyük işler çevirirken, Barzani bunlara verdiği parayı Türkiye’deki şirketleri, Serbest Bölgeler aracılığıyla yürüttüğü sigara ve içki kaçakçılığıyla yine senden çıkarıyor.
Ey benim, Bekir Coşkun'un deyimiyle, göbeğini kaşıyan sevgili vatandaşım...
Diyeceksin ki: Bunlardan bana ne?..
Sen de haklısın...
Gününü gün etmeye bak!..
Fransız askerleri gelene kadar!..
Tabii bu gerçekler, ülkemizin özellikle son 87 yıldır milyonlarca insanının alın teri bahasına meydana getirdiği
ülke varlıklarını 'babalarının malı'gibi yok pahasına emperyalistlere satan, ülke halkından topladıkları vergileri yabancı rantçıların ceplerine transfer eden ve bu sayede köşeyi dönen işbirlikçiler ve çevrelerindeki güruh için geçesiz argümanlar, hatta bilinmesine bile gerek olmayan şeylerdir... Halk siyasi bilincini, milli hassasiyetini kaybettikten, bedevileştikten sonra; iktidar kendi dolar milyarderlerini yaratırken kim ses çıkarır ki?
2007 yılında halkımızın yarısının verdiği oylarla iktidara gelen AKP, İstiklâl Savaşında binlerce şehit vererek
koruduğumuz, istilâcılardan geri aldığımız toprakların 155 bin kilometrekaresinde, yani ülkemizin beşte birindeki egemenliğimizi 'Maden ve petrol arama ruhsatı' vermek bahanesiyle 'De Facto' olarak Fethullahçılar başta olmak üzere diğer yerli paravan ortaklıkları kullanan neo-emperyalistlerin hükümranlık alanlarına terk etmiştir... Maden arama ruhsatı verilen yerlerin nedense tümü; yeraltı sularının, jeotermal yatakların, sulak alanların, ormanlık alanlarının bulunduğu bölgeleri kapsıyor...
-------------
Fethullah Gülen'in mürşiti Said-i Nursî'nin bir de Kıbrıs'lı versiyonu vardır. Şeyh Nazım Kıbrisî...
Bu zatın müritleri anlatıyor:
'Bir keresinde de, Şeyh Nazım hac mevsiminde iki aylığına Lübnan’ı ziyaret ediyordu. Trablus valisi, Aşar ed-Daya, resmi hac kafilesinin başıydı. Şeyh Nazım’ı kendisiyle beraber hacca gitmeye davet etti. Şeyh Nazım, ‘
Seninle hacca gelemem ama inşallah seninle orada karşılaşırız’ dedi. Vali ısrar etti: ‘Eğer gidiyorsan, lütfen benimle git, başkasıyla gitme’. Şeyh Nazım, ‘Henüz gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum’ diye cevap verdi. Hac mevsimi geçtikten ve vali de döndükten sonra hemen Şeyh Efendinin kaldığı eve koştu. Yüz kişinin önünde ‘Şeyh Efendi, niye benimle gelmeyip başkasıyla hacca gittin?’ diye sordu. Biz, ‘Şeyh Efendi hacca gitmedi ki!
Burada kaldığı iki ay boyunca bizimle Lübnan’ı dolaştı’ dedik. ‘Hayır’ dedi, “Hacdaydı, şahitlerim var. Bir gün, Kabe’yi tavaf ederken Şeyh Nazım bana gelip, ‘Oo Aşar, burada mısın?’
dedi. Ben ‘Evet Şeyhim’ dedim. Sonra benimle tavaf etti. Geceyi Mekke’deki otelimizde beraber geçirdik. Arafat’ta günü bizim çadırımızda geçirdi. Üç gün Mina’da bizimle kaldı. Sonra bana ‘Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gitmeliyim’ dedi”. Vali bunları anlatırken, dikkatlice Şeyh Nazım’ı izliyorduk,
çünkü Lübnan’ı hiç terk etmediğini çok iyi biliyorduk. Onun benzersiz, gizli gülümsemesini gördük. Adeta şöyle demek istiyordu:
“Bu, Allah’ın evliyalarına bahşettiği kuvvettir. Onun yolunda olduklarında, onun ilahi aşkına ve ilahi huzuruna
ulaştıklarında, Allah onlara her şeyi bahşeder...”
Müritler, şeyhleri nasıl da uçuruyorlar değil mi?
1950 yılında Lefkoşa Camisinde Arapça ezan okuduğu için hakkında hapis cezası istenen bu şeyh kılığındaki satılmış sahtekâr, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle mahkûmiyetten kurtulmuştu.
İngiltere, daha dün kerametleri müritlerinden menkul bu Nakşibendi Şeyhi Nazım Kıbrisî'yi nasıl Kıbrıs'taki emelleri için piyasaya sürdü ise, bugün de Amerika ve AB, Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için Şeyhülislâm Dürrizade'nin son versiyonu Nurcu Fethullah'ı, AKP'yi, cumhuriyet çetelecilerini Soroz de
stekli STÖ ile işbirliği çerçevesinde piyasaya sürmüştür.
Bu strateji, öylesine tıkır tıkır işlemektedir ki, yerli işadamlarımız dahi birbirlerinin kuyusunu kazarken, işbirliği
yapmak, sinerji yaratmak için tümden yabancı ortakları seçmektedirler... Bir Genel Kurmay Başkanı'mız resmi sitesinde kendisinin Başbakan'a bağlı olduğunu en ufak bir tereddüt göstermeden yayınlayabilmektedir.
'Genelkurmay Başkanı Başbakan'a bağlıdır'diyor!.. Halbuki bizlere Genel Kurmay Başkanlığı'nın
Başbakanlığa bağlı olduğunu öğretmişlerdi. TBMM'de Atatürk'ün mareşal üniformalı resminin kaldırılmasını isteyen AKP'li Milletvekillerine de eşzamanlıdestek te zaten Kara Kuvvetlerinin brövesinden Atatürk'ün
Kocatepe'deki resmini çıkartartan zamanın Genelkurmay Başkanı'ndan gelmişti.
Muhalefet lideri Baykal, karşısında 'Laisizmin'dinsizlik olduğuna inandırılmış on milyonlarca 'göbeğini kaşıyanlara'rağmen ille de 'Laiklik'diye tutturmuş... Memurların grev hakları yokmuş, eksik
Danıştay üyeliği kadroları iki yıldır atanmıyormuş; ne gam... Ağzından iktidar olabilmek için ne yapmaları
gerektiğine dair bir tek sözcük çıkmadan Fatih'te konuşup türbanlılardan da oy istemek, Erdoğan veya Gül veya Arınç olmasın da kim olursa olsun; Atatürk'ün makamına oturacak adamın karısı türbanlı da olsa
kabulumdur demek... İşçiler, Gençlik ve Kadın Kolları, Cumhuriyetçi STÖ'i, İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de,
Manisa'da, Samsun'da sokaklara dökülen, 'Ata'nın İzindeyiz'diye bağıran milyonlarca aydınlık yüzlü insanımızın, on beş milyon köylümüzün kendilerini kurtaracak 'prensi'aramaları kuru gürültüden başka bir şey ifade etmiyor,
iktidara gelme hedefini asla taşımamamış muhalefet liderimize.
Kendi Polit Bürosuna diktatörce hakim olurken, AKP Hükümetinin TRT'yi şeriatçı meşrebe uygun olarak
'İslâmiyetçileştirmesi'için gerekli Anayasa değişikliğine payanda olmak görevini de üstlendi liderimiz. Bu payandalığı daha önceden de yaparak mollalara Başbakan olabilme yolunu açmıştı hazret... RTÜK
seçiminde 9 üyelikten 6'sını AKP'ye bırakarak 3'ün birine razı olmak, AKP'yi iktidara taşıyan süreçte buna yasal veya yasadışı her türlü desteği vermiş olan İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerini hizipçilik yüzünden şeriatçı taifesine teslim etmek te 'Atatürkçülüktür'onun için. Bundan sonra da aynı liderimizin gere
k Erdoğan'a ve gerekse Gül'e en kritik zamanlarda stepnelik yapacağına emin olabiliriz.
- Laiklik elden giderse, ne olur hemşerim?
Şeriat gelir!
Karnımı doyuruyorsa, neden gelmesin ki?
Biz neden CHP'ye oy verelim?
Çünkü biz Atatürk'ün partisıyiz! (Onur Öymen'in Bursa'daki seçim gezisi) Bey, bey... İş yok, para yok, aş yok... Karnımız aç, n'örek?
Boşver, kahvaltıda Atatürk, akşamları da laiklik yer karnımızı doyururuz...
-----------
İBDA-C'ninyayın organı Taraf dergisinde yayımlanan bir yazıda, AKP Hükümetini uzak kumanda düğmelerine basarak yöneten Fethullah Gülen'in şeyhi Said-i Nursî hakkında:"Said Nursî'nin rüyası İBDA- C'nin elinde gerçekleşecektir.
Said-i Kürdî, Kemalistlerin tabiri ile Said-i Nursî, Kürt ve İslâm tarihinde yetişen dahi bir ulemadır (...) Said-i Kürdî zındandan çıktıktan sonra İstanbul'u terk eder. Vapurla Tiflis üzerinden Kürdistan'ın Xuy kentine geçer. Van ve Bitlis Kürt beylik aşiretlerine ulaşır. Buralarda Kürdistan'ın kurtuluşu için ilim, irfan, plan ve proje yolları arar. Tiflis'teyken bir tepenin başına çıkar. Kafasındaki özgür Kürdistan ve Birleşik İslâm Alemi projesini tasarlarken birisi ile Said-i Kürdi arasında şu konuşma geçer:
- Nerelisin?
- Bitlis'liyim.
- Ne yapıyorsun burada?
- Ben müstakbel Kürdistan'ın ve İslâm aleminin plan ve projesini çiziyorum.Benim kafamdaki plan ve proje bu, planım er geç gerçekleşecek.İslâm aleminin kalbinde müstakil bir Kürdistan'ın kurulması ile İslâm alemi o merkez etrafında dönerek bir araya gelecek ve büyük federatif İslâm devleti kurulacaktır..." diye yazılıyordu...
Ört ki ölem...
Bakın, nereden nereye geldik?..
Biz yine esas konumuza dönelim...
33- Abdülaziz(1861-1876): Hamam natırı Çingene Besime'den doğma. Eşleri: Camelia (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis (Nesrin). İlk kurulduğu 1481 yılından itibaren birçok evreler geçiren bugünkü Galatasaray Lisesi, çağdaş anlamda eğitim verebilmek için 1 Eylül 1868 yılında Abdülaziz tarafından "Mekteb-i Sultanî" adı altında yeniden açıldı. Eğitim dili Fransızca idi ve Türkçe yine ya
saktı. Amaç, Enderun'a (Saray'a) adam yetiştirmek olduğundan lisan olarak Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi. Türkçe bilinmese de olurdu. 1481 yılından beri devam eden Müslüman öğrenci alma yasağı yine devam etti.
Bu yasak nihayet Atatürk zamanında, 1924 yılında kaldırıldı...
Sultan Abdülaziz'in de ödeyemediği dış borçlar 250 milyon altına çıkarken, 1843'te İskoçyalı Alexander Bain'in
bulduğu faks prensibi 1863'te Giovanni Casellitarafından yaşama geçirilmiş, Paris Lyon arasında ilk kez kullanılmıştı. Adamlar buluşlarıyla para kazanıp hem zengin oluyor, hem ülkelerini zenginleştiriyorlardı... İsveçli fizikçi Anders Ångström spekstoskopi cihazıyla güneş atmosferinde hidrojen olduğunu ispatlarken, İskoçyalı
Joseph Listerameliyat elbiselerinin dezenfekte edilmesinde kullanılan carbol asiti buluyordu.
Louis Pasteur pastörizasyonu, Hermann Sprengelkatot lambalarındaki havayı boşaltmak için kullanılacak cıvalı
vakum pompasını, Georges Leclanché modern pillerin atası sayılacak Lechlanché pilini, Alfred Nobel
dinamiti, George Westinghousehava frenini,Zènobe Gramme dinamoyu, Ernst Abbe mikroskop kondansörünü,
Christopher Sholes iki mucit arkadaşıyla beraber daktilo makinasını icat etmişlerdi.
Gregor Mendel kalıtım yasalarını, Pierre Janssen ve Norman Lockyer güneşteki helyum gazını, Dimitri Mendeleyev kimyadaki periyodik sistemi ortaya koymuşlardı.
34- V. Murat(1876-1876): Fransız Vilma (Sevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone (Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Resan) v.b.
V. Murat, 1710 yılında Şibanoğlu Şahruh'un kurduğu Hokan Hanlığı'nın 1868'de Rusya tarafından ortadan kaldırıldığını duymuşmuydu acaba? Taşkent ve Yesi şehirlerine de sahip olan bu Türk Hanlığı'nın toprakları, B
alkaş Gölüne kadar uzanıyordu. Ne ilginçtir ki, bir taraftan Said-i Nursî ve İstiklâl Mahkemeleri'nce idam edilen İskilipli Atıf Hoca; diğer taraftan Ziya Gökalp ve Fevzi Çakmak 1876 yılında doğmuşlardı. İskilipli Atıf Hoca hızlı zamanlarında Sünnî'lik dışındaki bütün inanışları batıl olmakla niteliyordu:
'Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ıHakkın Kur’an-ıKerim ve Peygamberin(sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları
müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.'
Said-i Nursî, Kıyafet Kanunu'na da karşıidi. Fes, sarık gibi şeylerin yasaklanıp şapka giyilmesini, kravat tak
ılmasını, pantolon giyilmesini gâvur taklitçiliği olarak görüyordu.
İskilipli Atıf Hoca'nın 'fetvalarıyla' coşmuş, o da kendi fetvalarınıveriyordu: ”Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
“Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başınıaçmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi. Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı)sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ışer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ dine sıkıbağlanma ve duruş) cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.
” Fethullah Gülen, Türk halkına MüslümanlığıSaid-i Nursî'nin hedefi doğrultusunda şeriat kurallarına göre yaşamayı öğütlerken, diğer taraftan kendi aylık dergisi Aksiyon'da:
En büyük 5 peygamberden biri İslam inancına göre gerçek Hz. Mesih’i ve Mesih anlayışını bugünkü Hıristiyanlığın ihtilaflı ve zor anlaşılır yorumlarında bulmak mümkün görünmüyor. Eğer Hz. Mesih’in kimliğini Kur’ân açıklamasa idi, Müslümanlar O’nu Kitab—ıMukaddes içindeki bilgilerle sınırlıolarak tanıyacak ve Kur’an’ın tamamladığı yönleri bilinemeyecekti.
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-6_4323807.html