Osmanlı Sarayı entrika merkezi miydi?___

LOOPUSED

Altın Üye
Katılım
6 Haz 2008
Mesajlar
12,048
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
54
Konum
€z€Ld€n €b€d€
Osmanlı Sarayı entrika merkezi miydi?


Nejla Aydın/ İstanbul; Sümeyye Duman/ Bolu; Gürbüz Ayık/ Adıyaman; Sürre Dağlıç/ Van;ın soruları üzerine;

Yabancı yazarların kaleminden Topkapı Sarayı’nı ve saraydaki harem hayatını anlatan kitaplar okuduklarını, kafalarının allak-bullak olduğunu belirtiyorlar ve mealen aynı suali soruyorlar:

“Osmanlı sarayı bir entrika merkezi miydi: Harem hayatı yazıldığı gibi midir?”

Tabii ki öyle değildir. Öyle olsaydı Osmanlı, kurulduktan birkaç sene sonra beylik, 20 yıl içinde devlet, 150 yılda imparatorluk olabilir miydi?
Yabancı yazarlar ve bize yabancılaşmış yazarlar gerçek sarayı, gerçek haremi değil, “Şark masalları”ndan fışkırmış sarayla, haremi anlatıyorlar.
Bu yüzden, “Topkapı Sarayı” denilince, yabancı yazarların kafasında her türlü entrikanın döndüğü, her gece esrarengiz cinayetlerin işlendiği, zehir şişelerinin elden ele dolaştığı, “cariye” adı altında seks kölelerinin çalıştırıldığı, her türlü zevk, sefahat ve gizemin yaşandığı bir mekân canlanıyor... Aslında bu Osmanlı sarayı değil, Avrupalı imparatorlarla kralların sarayıdır…
O saraylarda tarih boyunca her türlü ahlak düşkünlüğü ve insanlık dışı uygulamalar yaşanmıştır.
Hâlbuki Topkapı Sarayında hukuk vardır, ahlâk vardır, sınırlar vardır.
Saray gerek mimari, gerekse yaşayanlar bakımından İslâmın ruhuna uygundur.
Öncelikle günde beş vakit ezan okunup namazlar cemaatle kılınır, Hırka-i Saadet Dairesi’nde yirmi dört saat Kur’an okunurdu…
Enderun’da, geleceğin yöneticilerine yüksek eğitim verilir, bazı birimlerinde hat, tezhip v.s. gibi İslâmî sanatlar öğretilir, mûsiki dersleri verilir, ayrıca da devlet yönetilirdi.
Öte yandan Topkapı Sarayı padişahın hem evi, hem bürosu, hem de devlet merkeziydi.
Dini hayat çoğunlukla Şeyhülislâm tarafından denetlenir, namazda, oruçta ihmal olup olmadığı gözlemlenirdi.
Harem, Batılı romancıların anlatımında ısrarla işlendiği gibi bir entrika merkezi değil, özenle seçilmiş, her türlü sınavdan geçirilmiş, ahlâki duruşu belirlenmiş güvenilir birkaç hadım “Haremağası” dışında, hiçbir erkeğin giremeyeceği müstesna bir yerleşim ve yaşam birimiydi.
Padişahlar bile canları her istediğinde pervasızca hareme giremezler, “Valide Sultan”dan (padişahın annesi ve haremin başkomutanı) “izin” aldıktan ve yolu yordamı (günü, saati) belirlendikten sonra hareme girebilirlerdi.
Padişah haremde gözükünce, köşe başlarını tutmuş ak ve kara hadımlar, bastonlarını döşemelere vura vura, “Hünkâr, destuuurrr!” diye bağırır, harem halkını uyarırlardı.
Bu esnada namahrem olanlar kaçışır, padişah bütün cariyeleri bir arada hiç görmezdi.
Yani, Avrupalı kimi sorumsuz, kimi bilgisiz, kimi İslâm-Türk düşmanı yazarlarla, körü körüne Osmanlı düşmanı “bizden” yazarların iddia ettikleri gibi, padişah uluorta hareme dalamaz, karpuz seçer gibi, cariyelerin içinden birini ayırıp yatak odasına sürükleyemezdi.
Gerektiğinde bu seçimi Valide Sultan yapardı. Padişaha uygun bir “eş” seçer, padişaha sadece onay vermek kalırdı.
Padişahlar çok evlilik yapmaya bir bakıma mecburdular. Çünkü devlet sürekli savaş halindeydi. Bu durumda, babalarıyla savaşlara katılan şehzadelerden kaçının sağ kalacağı bilinemezdi. Üstelik sık sık salgın hastalık çıkar, bazı şehzadeler de bu şekilde ölürdü.
Bu bakımdan padişah, mümkün olduğu kadar çok erkek çocuk sahibi olmak zorundaydı. Yoksa Osmanlı tahtı varissiz kalabilirdi.
Batılı yazarlar, özellikle de romancılar bunları bilmeden, gerçekleri ise tamamen görmezden gelerek çalakalem “biz”i yazıyorlar. Gençlerimiz de sözde tarihlerini “roman tadında” öğrenip mutlu oluyor.
Bu yüzden Avrupalı romancıların kaleminden çıkmış hayali harem hikâyeleri Avrupa’dan çok bizde revaç buluyor, bizde çok okunuyor.
Oysa bu tür kitaplar hiçbir gerçek kaynağa dayanmıyor. Bırakınız kaynağı bu yazarların çoğu gerçek haremi görmemişler bile.
Batılı ressamların “Veronese Serisi” denen tablolarında hayal ederek çizdikleri “Şark Masalı” türünden saray resimlerine bakarak roman yazıyorlar…
Oysa çizilen tabloların gerçekle ilgisi yoktur. Bu gibi tablolarda Osmanlı padişahlarının alabildiğine şişman, ablak suratlı, yağlı ve çirkin gösterildiğine dikkat çekmek isterim.
Vaktiyle İstanbul’a gelen Batılı gezginlerden bazıları görmeleri mümkün olmayan haremi kendi entrikacı ruhlarının yansıması şeklinde anlatmış, yüzlerce yıl sonra onların torunları dedelerinin hayalhanelerinden uydurdukları tasvirleri esas alarak Osmanlı sarayı ve harem hayatı hakkında uyduruk romanlar yazmışlardır.
Bunların tarihi gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur…
Bunları yazanların amacı Osmanlı’yı karalamaktan ibarettir.
Yani bu da bir bakıma “Tarihin Ergenekon çetesi”dir!



http://www.habervaktim.com/yazar/13688/osmanli_sarayi_entrika_merkezi_miydi.html
 
aynen katılıyorum ve günümüzde yetişen yeni nesil türk gençlerinin içinde bulundukları durumdan dolayı dehşete düşüyorum yazık oluyor bu yüce ulusa bir zamanlar tüm dünyaya örnek teşkil eden bu millet ne yazık ki artık yetersiz ve yanlış eğitim ile kölelikte emin adımlarla yürüyor
 
Osmanlıdan ne anlıyor ki o yabancılar böle pis yorum yapıyolar ..bi de kitaplar basıyorlar yaa.. :S yada nereleri arastırıyolar ..
bi de "içimizdeki yabancılar" yok muuu..
Allah Şerlerinden korusun ... Peygamber efendimize dil uzatılıyor bu zamanda gerçi .. Osmanlı ya hakaretin lafımı olur canım hiç problem değil...
 
fatihin şarapçılığı ve oğlanlara olan düşkünlüğü yalanmı?

ya padişahın ırzına geçen yeniçeriler yalanmı?

kimmiş birader o ırzına geçilen padişah?:saskin her padişah içki içer içemez dien de çıkamaz! oğlancı meselesine gelince var mı elinde kanıtın ? yada kesin bi bilgin? az dha zorlasan fatih istanbulu haksız yere aldı, istanbulda soykırım yaptı dicekmişin. bunları yazan zihniyet onu da demiştir yeri gelince sanrm:vur bosver sen osmanlı tarihini sen ABD tarihini oku o en azından dha ince yaklaşık 200 yıllık bi geçmiş sana daha uygundur sanrm. 600 yıl biraz aşmış da :melek:goz:
 
kimmiş birader o ırzına geçilen padişah?:saskin her padişah içki içer içemez dien de çıkamaz! oğlancı meselesine gelince var mı elinde kanıtın ? yada kesin bi bilgin? az dha zorlasan fatih istanbulu haksız yere aldı, istanbulda soykırım yaptı dicekmişin. bunları yazan zihniyet onu da demiştir yeri gelince sanrm:vur bosver sen osmanlı tarihini sen ABD tarihini oku o en azından dha ince yaklaşık 200 yıllık bi geçmiş sana daha uygundur sanrm. 600 yıl biraz aşmış da :melek:goz:

ırzına geçilen padişahı merak ediyorsan gugula yaz anında bir sürü dökümana ulaşırsın.

ırzına geçilen padişah, cem sultanın acı kaderi gibi anahtar kelimeler kullan.

fatih içinde ''şarapçı fatih'' oğlancı fatih'' i...ne fatih'' anahtar kelimelerini kullan.
 
fatihin şarapçılığı ve oğlanlara olan düşkünlüğü yalanmı?

ya padişahın ırzına geçen yeniçeriler yalanmı?

Bu iddialaraına kaynak göstermessen, ceddine atasına büyüğüne iftira atan bir müfterisin.. ama öyle uyduruk türksolu marjinal 2 tane uyduruk kaynak değil,adam gibi kabul gören kaynak.... soyuna iftira atana ben isim koyamıyorum birileri nasılsa bulur... insanda utanma olur.. o sende yok.. 2 li tartışmaya girmek bile alçakça olur kendim için..
 
BIR PADISAHIN IRZINA GECMEK YEDIKULE ZINDANLARl

BIR PADISAHIN IRZINA GECMEK YEDIKULE ZINDANLARI

Tevfik Fikret'in dediği gibi "Bin kocadan artakalan bilmemnesi bakir" İstanbul'u keşfetme isteği geçen hafta yeniden dürttü. Naima tarihinden Genç Osman'ın hüzünlü ölümünü okurken, genç padişahın idam edildiği Yedikule zindanlarını ve orada yaşanan hüzünlü anıları hissetmek çok güzeldi.

İki de güzel bayan vardı yanımda. Sevgili arkadaşım Özlem ve Susse. Susse Almanya'nın ünlü fotoğrafçılarından biridir. Kimsenin bilmediği, merak edipte görmediği Yedikule Zindanlarında, üçümüzün yalnızlığında fotoğraflar çektik.

Sirkeciden binipte Yedikule'de inince hat boyunca yürüyeceksiniz, hemen karşınıza heyula gibi dikilecek. İlk kez çocukluğumda gitmiştim. Henüz 10 yaşındaydım. Biletçiyi bulmak zordu. Hemen karşıdaki Yedikule Polis Karakolu'nun sundurmasında tavla oynuyordu. Onu bulup kaldırması, bilet kestirmek için uğraşması, 10 yaşında bir veletin müze gezmek için heycanını görmesi tuhafına gitmişti, bön bön suratıma bakmıştı.

Kitap, mitap, broşür, muroşür sorunca, satınalmak için; daha bir şaşıyordu, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin anlı şanlı Kültür Bakanlığı'nın Yedikule Müzesinin bir kitapçığı, risalesi, tek sayfa tanıtıcı basılı kağıdı yoktu çünkü. Neyseki şimdi 4 satır bir levha asmışlar.

Hem Yedikule'yi gezse gezse bizim gibi üç delibozuk gezer. Ama bizden gençlerin (Ne de olsa artık 31 yaşımıza dayandık) de hakkını yemeyelim şimdi, iki bilete 2 milyon TL verip 8 saat gezilebilen Yedikule surları, kule tepeleri, mazgal aralıkları, duvar kuytuları mükemmel sevişme bölgeleri. Dapdaracık merdivenlerden, bir zamanlar o artık erimiş taşları titreten yiğitlerin kılıç şıkırtılarıyla "Yektir Allah Yek" naralarını hatırlayıp tımanırken azıcık "öhhhöö öhhööö"falan diye gürültü etmek gerekiyor., yukarıdan dudak şapırtılarıyla karışık, "canım... canımm... ruhum... hayatım... beni seviyorsun değilmi... beni babamdan ne zaman isteyeceksin" fısıltıları kulağa çalınabilir çünkü.

Belki onlar, üçyüzyıl önce burada gezinmiş tutsakların da, o mermerli kulelerden deniz tarafındaki zindanında öldürülmüş olan Sultan Osman'ın anısına daha bir saygılıydılar. Burcu burcu yalnızlık ve ölüm kokan, umarsızlık ve dışkı kokan Yedikule'yi sevgi yuvasına çevirmişlerdi çünkü.

İçeri girdiğinizde ise artık kaleyi korumakla görevli yeniçerilerin küçük camii yok artık avluda, yerinde yeller esiyor, Yedikule bomboş, çok ama çok sessiz., insanı ürkütecek kadar sessiz. Bugünlerde giderseniz yani yaz aylarında, iri incir yapraklarının, eğrelti otlarının, katır tırnaklarının arasından at sinekleri vızıldıyor, ayaklarınızın arasından kertenkeleler kaçışıyor, arasıra da kurumuş dışkı kalıntıları.

Çünkü burayı gezenler şanlı ataları Genç Osman'ın hüzünlü ayrılığını yaptığı yeri, açık hava kenefi, havadar def-i hacet mahalli olarak kullanıyorlar. Tarihi çok seven atalarına laf söyletmeyen ona saygılı bir milletiz hani.

Sultan Osman'ın boynu bükük bir kuzu yavrusu gibi boynuna ip geçirilip çekiştirildiği yerlere, onun anısına en büyük ve en iğrenç saygısızlığı yapıp kakamızı ediyoruz, hem de bir müze de, sonra da eve dönüp Viyana kapılarına dayanan şanlı atalarımızı anıyoruz.

Duvarların dibinde dünyaya bedel bir Türk kakası ve yaşanan Yedikule Müzesi.

Osman genç, delikanlı Osman. Bakın o ayrı bir yürek yarasıdır.

Osman'ın hücresi gezilemiyor. Deniz yolundaki mermerli kulenin hemen dibindeki küçük demir kapı kapalı, zincirli gezilemiyor. Neden kapalı? Neden gezilemiyor? O da belli değil. Sayın Kültür Bakanı İstemihan TALAY efendi hazretleri bu konuda ne düşünüyor onu bilebilmek hiç olacak iş değil. Ya da Yedikuleden haberi varmıdır, bilmiyoruz.

Topkapı Sarayındaki harem zindanı da kapalıdır. Gezilemez. Harem ağalarıyla ve birbirleriyle lezbiyen ilişkiye giren cariyelerin kapatıldığı ve idam edildiği yerdir.

Yoksa utanıyormuyuz milletçe? Osman'ın orada nasıl öldürüldüğünü hatırlamak ve bilmek mi istemiyoruz? Ele güne göstermekten mi çekiniyoruz. Kendimiz de gidip bakmaya mı korkuyoruz?

Osman'ın nasıl küfür kıyamet Ağakapısından ata bindirildiğini, Beyazıt-Laleli-Aksaray-Davutpaşa yoluyla nasıl Yedikule'ye getirildiğini hatırlamak gerekecek çünkü ardından.. Yolda yeniçerileri tarafından baldırının nasıl sıkıldığını, kalçasına olmadık rezilliğin yapıldığını Naima'dan, olayı konağın cumbasından seyreden Peçevi İbrahim Efendi'nin tarihinden açıp bakmak gerekecek.

Sonra laf dönecek dolaşacak o 20 Mayıs 1622 gecesi Yedikule'de deniz tarafındaki mermer kulenin bodrumunda neler olup bittiğine gelip dayanacak.

Ve o gece orada, yeniçerilerin Sultan Osman'ın önce ırzına geçip ondan sonra öldürüldüğü ortaya çıkacak. Herkezin bildiği ama söylemeye cesaret edemediği bir gerçek kabak gibi patlayacak.

Ve bizim padişahın ırzına geçmeyi bile başarmış insanlar olduğumuz açık edilecek herkeze.

Dünyanın neresinde sinek vızıltılarının, insan dışkılarının, çöplüğün ortada gezdiği bir müze hangi ülkede vardır. Ve müzelerin en önemli yerleri neden hep kapalıdır Türkiye'de.

Buraları da shopping center yapalım, halı, incik, boncuk falan satalım. Ya da akrabalarımıza verelim duvarlarını yıksınlar büfe yapsınlar, çay bahçesi yapsınlar. Topkapı Sarayındaki harem zindanından da, Sultan Osman'ın kanlarının hala durduğu ağaç kaplamalı zindanından da kurtuluruz böylelikle.
http://www.istanbullife.org/bir-padisahin-irzina-gecmek-yedikule-zindanlari.htm
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-1

Osmanlı tarihi; acımasızlıkla, talanla, kendi halkına karşı hoşgörüsüzlükle; kendilerinin yetiştirilme tarzı yüzünden kardeş, oğul, yeğen, torun sevgisini tadamamış padişahların hakim olduğu, para gerektikçe bunu sadece zaten fakir olan halkına saldığı akıl almaz vergilerle veya savaş ganimetleriyle, talanlarıyla karşılamayı bilen ve bu yüzden zengin bir devlet olmanın yolunun; sadece ve sadece ülke insanlarının eğitimi, kazanacakları üretim yeteneği ve üretimden elde ettikleri gelirle kendi yaşam standartlarını yüksetme coşkusuyla doğru orantılı olduğu gerçeğini hiçbir şekilde aklına getirememiş padişahların yönettiği bir devletin tarihidir... Durmadan fakirleşen köylü (reaye) giderek tüketimden uzaklaşırken, tüketici vasfını kaybeden insanların üretimden de bir fayda beklemeyeceğini ne padişahlar ne de İstanbul bürokrasisi biliyordu... Osmanlı tarihinde, eski bir Mogol, Acem, Oğuz ve Selçuklu geleneğine bağlı olarak kardeşlerini, oğullarını katleden padişahların, kendilerinden sonra tahtın varissiz kalmaması için öldürmeden bıraktığı şehzadeleri seçerken kullandıkları kıstas: kardeşlerin yetenekleri, eğitim düzeyleri değil, sadece kendi tahtına zarar verip vermeyeceği düşüncesi idi... Öldürülen kardeşler ve oğullar arasında padişaha isyan edenler (hepsi yedi veya sekiz kişi) olduğu gibi, hiçbir şekilde isyana kalkışmamış büyük çoğunluğun (altmiş kişi) da katledilmesi bana, bunu uygulayan padişahların birer ruh hastası olduklarını düşündürmektedir. Hayatları boyunca kafes arkasında yaşamak zorunda bırakılan; diğer kardeşleriyle oynamaları, öğrendiklerini, zevklerini paylaşmaları yasak edilmiş; her an öldürülme korkusu içinde bulunan şehzadelerden padişah olduklarında bir devlet adamının sahip olması gereken berrak bir mantığa, organizasyon yeteneğine ve sağlam değer yargılarına sahip olabilmesi, ülke dışındaki bilimsel gelişmeleri izleyebilmesi ve onları değerlendirip kendi ülkesinde de uygulamaya çalışması elbette beklenemezdi... Bu yüzden de Osmanlı Devleti asırlar boyunca, çoğu zaman az veya çok ölçülerde paranoyak, şizofren padişahlar tarafından yönetilmek durumunda kalmıştı...

İslâm uygarlığını çağının en önemli uygarlığı haline getirmiş olan akılcı Mu'tezile akımlarının varisi olması gereken Osmanlı halkı, ne yazık ki, özellikle Fatih'ten sonra, bu aydınlanma çağının yok edilmesinde en büyük etken İmam El Gazalî'nin öğretilerine göre hareket eden din adamlarının insafına terk edilmiştir, yani yobazlığın kucağına atılmıştır... O İmam El Gazalî ki, "... Halbuki doğan çocuk annesine tabi olduğu için köle oluyor. Bu çocuğu bir nevi helâk etmektir... (Bununla beraber) çocuğun köle olması, dinin mahvolmasından ehvendir. Çünkü burada çocuğun yaşayışını bir müddet tedirgin etmek var. Fakat zina etmekle uzun müddet ahiret saadetini kaybetmek vardır. (Ulûmi'd-Din, c.2, s.79, Bedir Yayınları, İstanbul, 1975)" diye öğüt vermekle, kendi düşüncesine göre en mühim unsurun erkeğin şehveti olduğunu, annelerin ve çocukların bir hayvan kadar değer taşımadığını göstermişti. Bundan 800 yıl sonra Ahirzaman Peygamberi(!) Hz. Fethullah Gülen Hoca Efendinin yayın organı Zaman Gazetesinin 27 Nisan 2007 sayısında "Anne-babanın günahları çocuğu etkiler mi?" başlığı altında buna benzer bir konuya temas ediliyordu: "Bazen anne-baba haram yemiş, günah işlemişse çocukların haram yemesine sebebiyet vermiş olurlar. Ayrıca, çocuk günahın içine düşerken kendi iradesiyle gitmekte ve günaha inhimak (kapılmak-AD) etmektedir. Bizim, iradenin keyfiyetini bile bilmemiz önemli değildir."

'Hz. Muhammed vücudu yıpratan şeylerin, yaşı geçmek üzere olan kadınlarla ilişki kurmak olduğunu söylerdi (Gazalî, Nasihat-ul Mulul, Sinan Yayınevi 1966, s. 135)'. Akılları apış arasına inmişlerden bir nasihat daha: 'Bakire kadınlarla evleniniz... Onlar cinsel arzularını erteleme yeteneğine daha az sahiptirler (çabuk orgasm olurlar). Cinsel ilişkide ve harcamada daha kanaatkârdırlar. Fercleri (cinsel organları) daha eylemli ve daha haz vericidir (dardır) – Feyzül-Kadir, Serhül Cami'us-Sagır. tercüme Demircan.'

Yine İmam Gazalî, 'Tehâfüt-ûl Felâsife – Filozofların Tutarsızlığı' adlı kitabında bilimde aklı esas tutan İbnî Sînâ'dan, Fârâbi'den farklı olarak "Akıl iyi bir yol gösterici değildir, insanları yoldan çıkaran bir bağdır." tezini ileri sürerek aklın değil, imanın önemli olduğunu vurguluyordu. Gazâlî aynı kitabında; Sokrat, Hipokrat, Platon ve Aristo'nun düşüncelerini 'inkârın tek kaynağı' olarak gösteriyor ve Fârâbî ile İbnî Sînâ'yı da bu yanlışlara düşerek İslâm'dan sapan filozoflar olarak tanımlıyordu. Mu'tezile’ye göre akıl imandan üstündür. Tanrı’nın sıfatı ile zat’ı birbirinden ayrıdır. İnsanın kendi iradesi dışında yaptıklarından dolayı, salt Allah istediği için sorumlu tutularak cehenneme atılması inancı Mu'tezile anlayışına ters düşmüştür. Mu'tezile’nin farklı tevhid anlayışına göre, mademki Allah zulmedici değildir ve insana Allah tarafından istediğini yapabilme özgürlüğü verilmiştir, o halde ahirette cezalandırılacak insan, ancak ve ancak kendi yaptıklarından sorumlu tutulabilir ve bu nedenle kendi iradesi dışındaki davranışlarından dolayı verilen cehennem cezası kabul edilemez. Sadece bireylerin kötülüklerden kaçınması, toplumsal düzenin ve insanlar arasında tam bir eşitliğin sağlanması için yeterli değildir. Toplumda bu anlayışın yerleşmesi, dini öğelerle değil, yine akıl yolu ile olur.

İtalyan fizikçi Gelile daha 16. yüzyılın ortalarında Engizisyon Mahkemesindeki rahiplere:'Ben son derecede inançlı bir Katoliğim. Dinimin bütün emirlerini yerine getiririm fakat fizik İncil'den öğrenilmez ki...' diyordu. Halbuki, Taberâni'nin naklettiği bir hadise göre Peygamber, 'Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, Allahü Teâlânın kendi ilminden, kendisini faydalandırmadığı âlimdir' demiş. (Kur'an'da Neml/42'de, Allah'ın ilim verdiği insanların Müslümanlığı kabul ettiği yazar). Allah'ın Tevrat, İncil ve Kur'an'dan başka bir kitabı olmadığına ve bu kitaplarda fizik, matematik, astronomi v.b. gibi fen bilimleri değil, sadece dînî bilgiler yer aldığına göre, bunları değil de fen bilgilerini öğrenen âlimler kıyamet gününde en büyük azabı göreceklerdi. İnsanların uygarlaşmasına, hastalıkları yenmelerine, mutlu hayat sürebilmelerine, zenginleşmelerine yol açan buluşları yapmalarının Allah indinde hiçbir değeri yokmuş meğerse... Osmanlı'nın Müslüman halkı bu gibi yorumlarla eğitiliyordu!

İmam Gazâli'nin, filozofları dinsizlikle suçlayan 'Tehâfüt-ûl Felâsife-Filozofların Tutarsızlığı' kitabına karşılık 'Tehâfüt et-Tehâfüt-Tutarsızlığın Tutarsızlığı' adlı eseriyle yanıt veren Endülüslü İbni Rüşd arasında kararsız kalan Fatih, bu iki zıt yorumdan hangisinin tercih edilmesi gerektiğini Hocazâde ile Alâaddin Tusi'ye sormuştu. Bu iki din adamı birer kitap yazarak İmam Gazalî'nin görüşlerinin Allah indinde en doğru yorum olacağını bildirdiler Fatih'e... 870'li yıllarda doğan Fârâbî'nin ve 1037 de doğan İbn-i Sina'nın açtığı "akılcılık" yolundan giden; Semerkant'ta 1058 de doğan Uluğ Bey zamanında ilk (modern) rasathaneyi kuran millete Osmanlı yönetiminin 1394 te de doğan El Gazalî ve El Ash'arî gibi bağnazları mürşit olarak dayatması zaten sonun başlangıcını hazırlamıştı. Kendisi Rumca ve Slavcayı bilen; Diojen, Heredot, Quinte Curce'nin yapıtlarını okuyan, Critoboulos adlı bir Yunanlı'dan kendi biografisinin yazılmasını isteyen, İtalyan Hümanist Ciriaco Pizzocolli d'Ancône ile dostuk kuran, Gentile Bellini'ye resmini yaptıran aydın bir Padişah olan Fatih, ne yazık ki, tebası Müslüman halkın aydınlanmadan nasibini almasını sakıncalı görmüştü. Ne Fatih ne de diğer padişahlar, gayrimüslim unsurlara gösterdikleri hoşgörünün zerresini dahi hükmettikleri Müslüman halklara göstermek istememişlerdi.

El Gazalî'nin bazı çarpıcı görüşlerini buraya almak, padişahların dînî konularda Müslüman halkın hangi görüşlerin etkisi altında kalmasını tercih ettiklerini göstermek bakımından faydalı olacaktır.

El Gazalî, diğer filozoflar için, 'Onlara suyun altında ne zaman ateş yakılırsa, su yok olur dendiği vakit, onlar: Su yok olmaz, buhara dönüşür, sonra yine su olur, derler. Halbuki, var etmek ve yok etmek, kudret sahibinin iradesi iledir. Yüce Allah dilediği vakit var eder, dilediği vakit yok eder. Yüce Allah'ın tam kudrete sahip olmasının anlamı budur.'

'(...) Bir tek misal ele alalım: Ateşe yaklaştırılınca pamuğun yanması. Biz yanma meydana gelmeden bu ikisinin bir arada bulunmasını caiz gördüğümüz gibi, hiç ateş yüzü görmeden de pamuğun yanıp kül olmasını mümkün sayarız. Filozoflar ise asla kabul etmezler. Biz deriz ki: Pamukta siyahlık yaratmak, cüzlerini dağıtmak ve onu yanmış kül haline getirmek suretiyle yanma fiilini yapan yüce Allah'tır. Bunu ya melekler vasıtası ile veya vasıtasız yapar. Ateş kupkuru bir maddedir. Hiçbir fiili meydana getirmez.'

Mu'tezile akımcılarının savunduğu 'Ne hareketsiz, ne de hareketli olan bir cismin bekası mümkün olmayınca cisim yok olur' veya Fârâbi'nin, 'İnsan iyi ve kötüyü seçip yapabilecek güçte yaratılmıştır. İyinin zıddı olmak dışında bir özelliği olmayan kötülük evrende gerçekte yoktur' görüşlerini El Gazalî, 'Yokluğun da bir varlık, Allah tarafından yaratılan bir fiil olduğunu' ileri sürerek çürütmeye çalışmıştır.

El Gazalî, 'Tabiat kanunlarının dışında bir şeyin meydana gelemeyeceği' şeklindeki görüşleri de bâtıl olarak nitelemektedir.

'Allah hayırsız ilmi de yaratmaya kadirdir. Bir ölünün elini hareket ettirmeye, onu oturtup eliyle ciltler yazdırmaya ve birçok işler yaptırmaya kadirdir. Hem de bu ölü, açık gözleri ile bakar, fakat görmez, kendisinde hayat ve bunları yapmaya kudret olmadığı halde Allah bunları kendisine yaptırır. Bütün bu muntazam işleri Allah ölünün elini hareket ettirmekle yaratır...'

Ben, bir ölünün kitap yazdığını gören olmuş mu, bilmiyorum ama, o tarihlerde birileri El Gazalî'ye: 'Allah, kendinin dahi taşıyamayacağı ağırlıkta bir kayayı yaratabilir mi?' diye sorsalardı, ne cevap verirdi acaba?.. Bu merak edilmez mi?

Mu'tezile felsefesi sayesinde 8. yüzyıldan 10. yüzyılın ortalarına kadar yaşanan İslâm Rönesansı aynı zamanda ortaçağ karanlığında yaşayan Avrupalıları da etkilemiş, İslâm filozofları, hekimleri, matematikçileri, astronomları tarafından yazılmış olan kitaplar Latince'ye çevrilmeye başlanmıştı. 'Aristo'nun, özellikle İbni Sina ve İbni Rüşd gibi büyük filozofların Arapça yorumları eşliğindeki yapıtlarının yaygınlaşmasıyla, yeniden kurulan Paris Üniversitesi, eksiksiz denebilecek bir bilimsel düşünce sistemiyle tanışmış bulunuyordu. (Ortaçağda Endüstri Devrimi, Jean Gimpel)'

Ortaçağ Avrupa'sı; uygarlığın, sanat ve bilimlerin çoğunda İslâm dünyasının öğrencisiydi. Başka türlü bilinemeyecek birçok Yunan yapıtının bile Arapça çevirilerine bel bağladığı için, bir anlamda İslâm dünyasına bağlıydı' (Hata Neredeydi, Prof. Bernard Lewis)'

Osmanlı ise; İbni Rüşd, İbni Sina, Farabî, Ömer Hayyam, Ömer Hayyam, Râzi, İbni Hazm, Jabir İbni Hayyan v.b. bilim adamlarını red eden İmam Gazalî'yi 'mürşit' olarak kabul etmiş, bilim alanında yavaş yavaş orta çağ öncesinin karanlıklarına gömülmeye başlamıştı... Osmanlı'nın, özellikle Fatih'ten sonra bilime kapılarını kapayıp, ülkesini dînî bağnazlığa gömmesi ve kurduğu büyük imparatorluğun; (İslâm sonrası tarihinde bir tek bilim adamı yetiştirememiş Güney Arabistan'ı hariç tutarsak) İslâm medeniyetinin beşiği olan, Bağdat başta olmak üzere bütün Kuzey Arabistan'ı, Kuzey Afrika'yı egemenliği altına almasıyla, bu ülkelerin yazgılarını kendi İmparatorluğunun yazgısıyla birleştirmişti. Bunun neticesi olarak Osmanlı İdaresi, tüm İslâm dünyasının her türlü müsbet bilimden uzaklaşarak bugünkü içler acısı duruma düşmesinin başlıca sebebi olmuştur...

Yüzyıllar önce birçok Farsça, Yunanca ve Süryanice eserleri Müslümanların istifadesine sunan çeviri hareketi Osmanlı ile birlikte sona ermişti. Osmanlı'nın ilk çeviri için 1655 yılına kadar beklemesi gerekti. Bu ilk tercüme kitap, frengi hastalığını konu alan bir tıb kitabıydı ve Amerika'da yazılmıştı. Rönesans, Reform ve teknoloji üretimiyle birlikte gelişen sanayileşme, Osmanlı'da ve yönetimi altında tuttuğu diğer İslâm ülkelerinde farkına varılmadan başını aldı gitti... Eğer Osmanlı pala ve kılıç yerine aklını kullansaydı, 800'lü yıllarda başlayan ve Avrıpa'yı etkisi altına alan İslâm Rönesansını devam ettirseydi, bugün dünya lisanı dediğimiz şey belki de Osmanlıca veya Arapça veya Türkçe olacaktı...

Osmanlı'nın bir daha hatırlanmamak üzere gündeminden çıkardığı bazı Müslüman bilim adamlarının bazılarına kısaca bir göz atalım:


NASIRÜDDIN-İ TUSİ
(Horasanlı Türk 1201 - Bagdat 1274)

“Türk Öklit’i” ünvanlı büyük bilgin. Aritmetik, geometri, trigonometri, astronomi, optik, mineraloji, coğrafya, tıp, mantık, felsefe, ahlâk, müzik ve edebiyat alanlarında eserler verdi. Düzlem ve küre trigonemetrilerini sistemli biçimde inceledi. 'Kitab-ı Seklül Kutta' eserinde küre üzerindeki büyük dairelerin oluşturdukları üçgen ve dörtgenlerin topolojik sentezinde o kadar ayrıntılı bir analiz yapmıştır ki, kendinden sonra modern analitik yöntemlerin bunlar aracılığıyla kolayca çikarılması mümkün olmuştur. Öklit’in 5.(paraleller) aksiyomunu ikna edici bulmayarak, yerine yeni bir aksiyom denedi. Tusi, bu aksiyomla bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu kanıtladı ve buna dayanarak Öklit aksiyomunu çıkardı. Bu konuda yaptığı çalışmalarla modern Öklit-dışı geometrilerin oldukça erken bir öncüsü olmustur.
Tusi’nin geometri alanındaki gücü 'Tahrir-i Usul-ül Öklidis' ‘te Oklidis’in ünlü 'Elements' adlı kitabının tanıtımı niteliğinde olup, Yunanca aslından yapılmış çeviriye ekler suretiyle genişletilmiştir.
Yunan ve Batı matematik dünyası sınırının en parlak yıldızı olan aksiyometrik düşünceleri ile modern geometrinin cesaretli bir önderi olmuştur.


GIYASEDDİN CEMSİD
(? - Semerkant 1436)
14. yüzyılın özellikle Semerkand’ da çalışmalar ve araştırmalarla tanınan en ünlü Türk astronom ve matematikçisidir. Matematik tarihlerinde ondalık sistemin kâşifi sayılır. Yüksek dereceden sayısal denklemlerin yaklaşık çözümlerine ilişkin bulduğu yöntemlerle de ünlüdür. 1 derecenin sinüsünü 18 ondalığa kadar, pi sayısını da 12 ondalığa kadar doğru olarak bulmuştur. En önemli eserleri 'Risalet-ül Muhitiyye' ve 'Miftah-ül Hitap’ tır.

BURSALI KADIZADE RUMİ
(Bursa 1337 – Semerkant 1449)
Semerkant’ta yetişerek ün kazanmış büyük Türk matematikçi ve astronomudur. Semerkant medresesinde görev ve hizmetlerde bulunmuştur. Baslıca eserleri, 'Risale fi’l- Hesab' adlı aritmetik kitabı, geometri ile ilgili 'EsKalü’t-te’sis', trigonometri ile ilgili bir derecelik yayın sinüsünün hesaplama yöntemine ilişkin 'Risaletü’l –Ceyb' (sinüs üzerine monografi) dir.

ULUĞ BEY
(Sultaniye 1394 – Semerkant 1449)
Bilim tarihinde 15. Yüzyil Astronomu olarak tanınır. Timur’un torunu, Şahruh’un oğlu Maveraünnehir’in Genel Valisi ve Timurlu Devletinin Hakanıdır. Semerkant’ta medreseler yaptırdı. Semerkant Rasthanesini kurdu. Bilim ve fenle uğraşarak ününü siyasetten çok bilim ve kültür alanında yaptı. Döneminde ünlü bilginleri toplayarak Semerkant’ı uygarlığın başlıca merkezi durumuna getirdi. Bunda Kadızade Rumi ve Giyaseddin Cemsid ‘in büyük etkisi olmuştur. Kendisi de tarihçi, matematikçi ve astronomdu. Kurduğu gözlemevinde yapılan gözlemler sonucu hazırladığı 'Uluğ Bey Ziyci' adli eseri Doğu ve Batı Bilim dünyasında bir kaç yüzyıl boyunca kullanılmıştır. 1841 ve 1853 de İngilizceye tercüme edilen bu eser hakkında son makalenin 1917 yılında E.D.Knobel tarafından yazıldığı düşünülürse eserin yazıldığı tarihten beş yüzyıl geçmesine rağmen etkinliğini sürdürmüştür. Matematikçi ve astronom Takuyyiddin efendiyi İstanbul'a gönderip ilk rasathaneyi kurduran hükümdardır. Bu rasathane, bağnaz din adamları yüzünden Padişahın fermanı ve Şeyhülislâmın fetvasıyla 1580 yılında topa tutularak yıkılmış, içindeki eserler ve ölçü aletleri yakılmiştır. (Bu konuya sonra yine temas edilecektir AD).Daha var...

EBU SALT
(1067-1133)
İspanya’da ün kazanmış İslâm matematikçisi. Geometri ve astronomiye ilişkin eserler vermiş olan Ebu Salt aynı zamanda bir fizikçiydi.
İBN-İ BACE
(? -1138)
Latinlerin Avenpace dedikleri Endülüs’ün yetistirdiği en büyük matematikçi ve filozoflardan biri. Eserlerinden çoğu felsefe, tıp ve fizik konusundadır. Matematik alanında iki eseri biliniyor.


CABİR İBN-İ-EFLAH (Geber, Jabir İbni Hayyan)
Latinlerin Geber dedikleri Endülüslü astronom ve matematikçi. En ünlü eseri 'Kitab-ül Hey'dir. Küresel trigonometri ve transfer teoremleriyle uğraştı. Hipotenüsü c olan küresel bir ABC dik üçgeninde cos A = cos a sin B formülünü buldu. 1140-1150 civarında öldü.
Batı’da kendisinden Yaman Matematikçi anlamında 'Calculorum Osor' olarak bahsedilir.

EL BAGDADİ
Jabir İbni Hayyan’ın bir diğer çalışma arkadaşı. Arap matematikçi. Öklit geometrisi ile uğraştı. Sayısal örnekleri içeren popüler bir kitabı Latince’ye çevrildi ve büyük etki yaptı. 1100’lerde parlayan bu matematikçinin doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor. Bitmedi...

İBN-İ SİNA
(Afsana 980 –Hemedan 1037) :
Batıda Avicenna adıyla bilinen büyük fizikçi, filozof, matematikçi ve hekim. Matematikte sayılar kuramını Diophantus yöntemleri üzerine kurarak, bu teoremlere önemli ekler yaptı. Bir tam sayının 9’la bölümünden kalan artıkları bilindiğinde, bu sayının karesinin ve kübünün 9’la bölümünden kalan artıkları bulmak üzerine geliştirdiği yöntem meşhurdur. Esas ününü, felsefe ve tıp alanında yapmıştır. (Kitab al-shifa, sanatio) adında Felsefe ansiklopedisi, bir miyondan fazla sözcüğün yer aldığı (Qanun fi-l-tıbb) tıb ansiklopedisi,
EL HEYSEM
(Basra 960 –Kahire 1039) :
Latinlerin Alhazen dedikleri büyük Mısırlı fizik bilgini. Optik üzerine yazdığı 'Kitab-ül Menazir' adlı eseri Batı optik fiziğine başlangıç teşkil etmiştir. Bu eser 1270 yılında Latinceye çevrilmiştir ve 16. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da önemini kaybetmemiştir. Astronomi ve matematiğe ilişkin eserlerinin sayısı 60’tan fazladır. Bilardo veya küresel ayna problemini geometrik olarak çözdü. Geometri, cebir, sayılar kuramı, pratik hesap, konikler, pozisyon astronomisi, ağırlık merkezi konuları üzerine eserleri vardır. Kendisi optik bilimini icat eden değil, geliştiren bir bilim adamıdır. Dünyada ilk optik bilimcisi, dinci taifesinin 'Câhiliye devri Arapları' diye küçümsediği Arap bilim adamı Abu Ali el-Hassan'dır. El-Hassan, ilk olarak M.Ö. Çin'de üretilen camı, M.S. 500'lü yıllarda, yani İslâm’dan yaklaşık 150 yıl önce yontarak ilk gözlük camını yapan bilgindir.
UMAR AS-SUFİ

(903 - 986)

İranlı astronom. Latinler 'Azophi' ismini vermişlerdi. 965 yılında yazmış olduğu astronomi kitabında, dünyamızdan 2 milyon 300 bin ışık yılı uzaklıktaki Andromeda Samanyolunu, Ay'da 47 km. çapında bir krater olduğunu keşfettiğini yazmış ve katolize etmişti. Bu kitap en son 1971 yılında M.Shermatov tarafından 'Ash-Shirazi's Comment's On the Star' ve 1984 yılında Gotthard Strohmaier tarafından 'Die Sterne des Abd. AR Rahman as-Sufi' adı altında tekrar yayınlanmıştır. 1612 yılında teleskopla Andromeda'yı ilk kez görüntüleyen Alman Astronom Simon Marius şaşkınlıkla 'Yahu, demişti. Bu yanan bir muma benziyor'
EL BİRUNİ
(Ebu’l Reyhan-i Beyrunî)
(Ket 973 – Gazne-Afganistan 1048) :
11. yüzyılın ilk yarısının en ünlü astronom ve matematikçisi. 1030 yılına Gazne’de Mesut Han’ın himayesine girdi. Hintlilerin Sanskritçe eserlerini Arapça’ya tercüme etti. Felsefe ve coğrafya alanlarında da çalışmalar yaptı. Sayılar kuramı, Hint hesabı, ay ve güneş tutulmaları, matematik, coğrafya, enlem ve boylam tayini, kuyruklu yıldızlar, küre geometrisi gibi konularda yazılmış 113 kadar eseri (toplam sayfası 13.000 ‘u geçer) bilinir. Geometride, açıyı üçe bölme problemini de içeren cetvel ve pergel ile çözülemeyen bir grup problem vardır ki, bunlar matematik tarihinde “Biruni problemleri” olarak bilinir. Daire içine çizilmiş 9 kenarlı düzgün poligonun bir kenarının uzunluğunu özgün bir yöntemle hesapladı. 'Pi' sayısının hesabı üzerine çalıştı, sinüsler teoremini kendine özgü bir yöntemle kanıtladı. Trigonometriye sekant (kesen doğru), cosecant (eşeksenlik) ve kotanjant (tümey teğet) fonksiyonlarını eklemiştir. ). Satranç oyunundaki işlemlerin toplamını ‘1616 -1 = 18, 446, 744, 073, 709, 551, 916.’ formülüyle ifade etti. ‘Antik Çağda Milletlerin Kronolojisi’ adlı bir kitap ta yazdı ve bugün ‘Siyamlı İkizler’ olarak adlandırılan jenetik hatayı izah etmeye çalıştı.

KÜSYAR BİN LEBBAN
(971-1029) :
Dönemin ünlü Türk matematikçisi. Aritmetik, trigonometri ve astronomi alanlarında eserler verdi. Menelaos Teoremi ve sinüsler teoremi üzerine çalışmaları biliniyor. 'Ziyci el-Cami' ve 'Zeyci el-Baliğ' adlı eserleri ile tanınır.
İBN-İ SAMAH
(Granada 1035) :
İspanya-İslam ekolünden matematikçi ve mühendis. Sayılar kuramı, geometri ve takvim oluşturmaya ilişkin çalışmalarıyla ün kazandı.

EL ZARKALİ
(1029 –1087?)
Latinlerin Arzachel dedikleri İspanya-İslam ekolünün en ünlü astronom ve matematikçisi. İlk kez evrensel kullanılabilecek bir astrolab (gök cisimlerinin yükseltisini ölçmekte kullanılan araç) imâl etti. Küresel trigonometri üzerine çalıştı. Akılcı Mu'tezile akımının baş destekçisi Halife el-Memun tarafından matematik ihtisası için Hindistan'a gönderildi. Hint Dünyasının, özellikle 6., 7., 9. ve 12. yüzyıllarda matematik ve astronomide bilimsel bakımdan üstün düzeyde olduğu bilinmekteydi. El Zarkali, Hintli matematikçilerinden Brahmagupta (598-660), Aryahatha (6. yüzyıl), Mahavira (9. yüzyıl) öğretileri konusunda üst düzeyde matematik eğitimi almıştır. Hintli matematikçilerin özellikle trigonometri kunusundaki çalışmaları, zamanın bilim dili olan Sans-kritçe ve Pevlevice'den 8. yüzyıl ortalarına doğru Ortadoğu dünyasına yayılmıştı. Dahası da var...:

EB-ÜL CÛD
(Muhammed ibn-i Leyt)
Alevi Ebü’l Vefa ekolünden yetişti. 7 ve 9 kenarlı düzgün polinomların çizimi ve triseksiyon meselesine ilişkin buluşlarıyla ün kazandı. Cebir denklemlerini tasnif etti. 1000 yılında yaşadığı biliniyor.
EMİR EBÜ NASR
El Biruni’nin hocasıdır. 1007 yılında en parlak devrini yaşayan bu matematikçinin ünlü eseri 'El Micisti Es-Sahi’dir. Nasireddin Tusi’nin çok övdüğü Ebü Nasr’ın 1035 yılından önce öldüğü biliniyor.
İBN-İ YUNUS
(950-1009)
Ebü’l Vefa ile aynı dönemde yasamış Mısırlı astronom ve matematikçi. Bilim tarihinde, Aben Jonis ülkemizde İbn-i Yunus olarak tanınan bu bilgin; matematik ve astronomi konularında hazırladığı eserlerle birlikte adını zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Cebeli Mokattam rasathanesinde rasatlar yaptı ve ünlü 'Zîc-i Hakimî' adlı eseri ile 18 yıldızın koordinatlarını içeren bir katalog düzenledi. Zîc-i Hakimî adlı eserinde kendisinden sonra gelenlere bir çok astronomi trigonometri ve fizik bilgisi bırakmıştır.

Trigonometriye dair ileri bilgileri vardır. Cos a cos b = ½ [cos (a-b) + cos (a+b) ] formülüne benzer bir formül bulmuştur.
EL KERHÎ
(? – 1029)
Batılılar’ın “Arap Diophantus'u “ adını verdikleri Bağdatlı matematikçi. 1010-1016 yıllarında yazdığı tahmin edilen 'El Fahri' adlı cebir kitabında, cebirsel miktarlara ilişkin rasyonel çözümler, kökler, birinci ve ikinci dereceden denklemler, belirsiz denklem sistemleri ve bunlara ait problemlerle, sayısal ve katsayılı bikuvadratik denklemler yer alır. El Kerhi, bu belirsiz denklemlerin tam çözümlerini verdi: x3+y3=z2, x2 y3=z2, x2-y2=z3, x3+ax2=y3, x3-bx2=y3. Aynı tarihlerde yazdığı ve hesap üzerine olan 'El Kâfi Fi’l Hisap' adlı eseri de meşhurdur.

Eğer r < (2a + 1), [(a2 + r)] ~ a + r/(2a + 1).
EL NESEVÎ
Horasanlı Türk matematikçi. Hint aritmetiğine ve Arşimet’in eserlerine ilişkin çalışmalar yaptı. 1013-1019 tarihleri arasında yazdığı ünlü eseri 'El Mukni’ de doğal sayıların kare ve küp köklerini veren yaklaşık formüller geliştirdi. Açıyı üçe bölme meselesini yeni bir yöntemle çözdü. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor.

El KARMANİ
Endülüslü matematikçi ve astronom. Cordoba’da doğdu, 1000’li yılların son yarısında Saragossa’da vefat etti.

İBN-İ EL-SAMH
(979 – 29 Mayıs 1035)

Granada’lı matematikçi. Ticari matematik hakkında ‘El-Mu’amelat’, zihinden hesap yapma konusunda ‘Hisab el-Hawa’i’ kitaplar yazmış, astronomik tabloların tamamlanması üzerinde çalışmıştır.

İBN-İ ABU-RİJAL
( ? – 1040)

Latinlerin Abenragel ismini verdikleri astronom ve matematikçi. İspanya’da Cordoba’da doğdu. En önemli yapıtı: ‘Al-bari fi ahkam al-nujum – Uzaydaki Burçlar Hakkında Mükemmel Kitap). Bu kitap Judah ben Moses tarafından Arapça’dan İspanyolca’ya çevrildi.

İBN-İ EL SAFFAR
(? – 1035’te Denia’da öldü)

Astronom ve matematikçi. Bir bakırcının oğluydu. Kariyerini Cordoba’da yaptı. Yıldızların yüksekliğini ölçmeye yarayan astrolab üzerinde çalışmaları oldu. Hintliler’in Siddhanta Metoduna göre yıldızların yeniden sınıflandırılmasını yaptı.

Listeyi daha fazla uzatmamak için; İranlı matematikçi ve astronom Kushyar İbn-i Lebban, Arap matematikçi İbn-i el-Hüseyin( x2 + a = y2), El Bruni’nin çağdaşı matematikçi Ebu Jud, İranlı matematikçi El Nasavi, Bağdat'lı kimyager El Kathi, Toledo'lu kimyager İbn-i el-Vafid, Mardin'li kimyager Masaviah Mardini, Latince ismi Canamusali olan Mısırlı doktor Ammar ibn-i Ali, Mısırlı astrolog ve kimyager Ali ibn-i Rıdvan, Suriyeli tıb adamı Ebu Said Ubaid Allah, Sonradan Hıristiyanlığı kabul eden, göz anatomisi hakkında ayrıntılı bilgi veren tıb bilimcisi Ali İbn-i İsa’nın isimlerini zikretmekle iktifa ediyorum.
******************************

1126 yılında Harezmi'nin aritmetik (Liber Ysagogarum Alchorismi) ve trigonometri kitapları Bath'lı Adelard tarafından; Jabir İbni Hayyan’ın Kitab al-Kimya’sı 1144-45 yılında Segovia'da Chester'li Robert, Kitab al-Sab’een’i Cremona’lı Gerard tarafından; Râzi'nin kimya kitabı (De Aluminibus et Salibus) 12. yüzyılda Toledo'da yine Cremona'lı Gerard tarafından; 12. yüzyıl sonunda İbni Hazm'ın optik bilimine ait kitabı (Opticae Thesaurus) adı bilinmeyen bir mütercim tarafından ve İbni Sina'nın (Kitab el-Şifa'nın fizik ve felsefe bölümü) Dominicus Gundissalinus tarafından; İbni Rüşd'ün (Physica, De Caelo et Mundo, De Anima ve Aristo'nun diğer yapıtları üzerindeki yorumlar) kitabı 13. yüzyıl başlarında Michael Scot tarafından Latince'ye çevrilmişlerdi. Yine Jabir İbni Hayyan’nın önceden tercümesi yapılan kitapları Marcelin Berthelot tarafından ‘Book of the Kingdom’, ‘Book of the Balances’ ve ‘Book of Eastern’ adı altında yeniden tercüme edilerek İngiliz bilim adamlarının hizmetine sunulmuştu. Halife Harun Reşit’in Baş Kimyageri olan İbni Hayyan, yazdığı ‘Kitab al-Zuhra – Venüs’ün Kitabı’ adlı eserini kendi şahsında bilimi destekleyen Halifeye ithaf etmişti.

Ne yazık ki, bu beyin fırtınasını devam ettirmesi gereken Osmanlı İmparatorluğu'nun, İmam Gazâli'nin çağ dışı kalmış felsefe ve din kitaplarını yol gösterici olarak kabul etmesiyle, İslâm dünyasının bugünlere kadar devam eden gerileme devri başlamıştı; zira Osmanlı, İslâm dünyasının hakimiyetini yavaş yavaş ele geçiriyordu. Zaten bu yüzdendir ki, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya daha Osmanlı Devleti kurulmadan önce ülkelerindeki gümüş, kalay, kurşun, kömür madenlerini işletip para kazanırken Osmanlı, topraklarının altında ne olduğunun farkına daha yüz yıllarca varamamıştı...

Camal Kutay'ın da dediği gibi, "Selçuklular idaresinde ilâhî bir kurtarıcı gibi İslâm dünyasına giren Türklerin siyasi, idarî, ahlâkî, içtimaî ve dinî bu kadar çökmüş bir muhit (Arapların muhiti) içine düşmeleri tabiatıyla tesirsiz kalmayacaktı. Selçuklular ve onların manevî ve millî mirasçısı olan Osmanlılar, Arap ve Fars âleminin bu kokmuş, çökmüş, en yüce düşüncüleri geçici çıkarlar uğruna eritmiş tortuların günah bedelini kendi öz varlıklarında ödediler." Osmanlı, Anadolu'nun Türkmen-Alevi erkeklerini yüzyıllar boyunca gerek katlederek ve gerekse sonu gelmeyen savaşlarda tüketirken, kadını çağ dışı Bedevî Arap adetlerine uygun olarak sosyal yaşamın dışına atmıştı. Mustafa Kemal ise, İstiklal Savaşı Ordusunu kurarken askerlere her türlü moral ve lojistik desteğin verilmesinde Anadolu kadınını seferber etmişti. Mustafa Kemal; Halide Edip, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Gördesli Makbule Hanım, Tayyar Rahmiye Hanım, Hatice Hanım, Fatma Seher Hanım, Nezahat Hanım ve Meliha Hanımları halkın aydınlatılması için meydanlara salmıştı. Darülfunun öğrencisi Münevver Saime Hanım Kadıköy Meydanı'nda halkı işgalcilere karşı ayaklanmaya çağırıyordu. 19 Mayıs'tan sonra Anadolu kasabalarında düzenlenen mitinglerde erkeklerle birlikte kadınlar da yer alıyorlardı. Mustafa Kemal 23 Mart 1923'te Konya'da:

'Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını 'Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim' diyemez.' diyordu...

Mustafa Kemal, 'Bizim bugün en acil görevimiz modern dünyaya yetişmektir. Eğer nufusumuzun yalnızca yarısını modernleştirirsek, modern dünyaya yetişemeyiz. (Prof. Bernard Lewis, Hata Neredeydi)'

Bir Türk dostu, 1922 yılında bu duyguda bir köylüye Mustafa Kemal hakkındaki düşüncesini sordu. Köylü safça bir beğenmeyle, 'Padişah'ın sadık bir hizmetçisidir' dedi. (Gurko-Krajin, Vostok i Derjavi, 1925)

Karşı devrimcilerin, dincilerin ve bilmem kaçıncı cumhuriyetçilerin, 'türban, kıyafet özgürlüğü' gibi sloganları kullanmalarının sebebi, kesinlikle genç kızlarımızın kendi meşreplerine uygun şekilde yani İslâmi kurallara göre giyinmeleri değildir. Bu nesil hedef alınmamaktadır. Esas hedef, gelecek erkek ve kadın nesilleri şeriat kurallarına göre yetiştirecek olan milyonlarca ananın yaratılmasıdır...

Osmanlı Hanedanı bütün tarihi boyunca Arapları hakir görür, ezer ve en ufak bir sevgi göstermezken; Türklere, çöl Arap'ının en bağnaz ve gerici uygulamalarını dayatmakta tereddüt etmemişti. Neticede, Rönesans'ı ve sanayi devrimini ıskalamış olan Osmanlı'nın yüzünden, ülkenin okur-yazar oranı en yüksek illerinden Tekirdağ'da bile Cumhuriyetin ilânından hemen sonra 1927 yılında, yani Osman Bey'den başlayarak 628 yıl süresince yaratılabilen okur-yazar oranı sadece % 9,7 idi. Serdar Kuru adlı bir arkadaşımızın da yorumladığı şekilde, "Türkler, Araplar ve genel olarak biz Müslümanlar bilime ihanet ettik, teknolojiye ihanet ettik, düşünmeyi ve araştırmayı hakir gördük. Bilek ve çene gücüyle her sorunumuzu çözeriz sandık. Mevlüt okumayı Müslümanlık, "En büyük Türkler" diye bağırmayı milliyetçilik zannettik. Oysa karşımızdaki düşmanlar bir ellerinde teknoloji öteki ellerinde akılcılık bizim eteğine dahi ulaşamadığımız zirvelere çoktan tırmanmışlardı bile. Kuran'da Bakara suresinde: "Raina: bizi çobanın yaptığı gibi güt" demeyin, emri vardır. Ama bizler ne yaptık, her birimiz bizi güdecek çobanlar aradık çünkü böylesi rahatımıza geliyordu. Şimdi çobanlar sizi kesmek istiyor ey koyunlar hadi engelleyin bakalım..."

Gerek Türkler ve gerekse Osmanlılar (ve hatta Peygamber devrinin kentli Arapları) Bedevi zihniyetini taşıyan Arap'ları hiçbir zaman sevmemiş, onları her zaman hakir görmüşlerdi. Tüm Arapların hakir görülmesinin ise Türkiye gibi Müslüman bir ülke için sakıncalı olduğu ilk olarak 1950'li yıllarda düşünülmüştü. Türkiye'nin, Atatürk'ün gösterdiği uygarlık yolundan saptırılıp bir İslâm Cumhuriyeti haline getirilmesi gerekiyordu. Bunun için Arapları Türklere yeniden! sevdirmek lâzımdı. Aksi halde bu dinamik, girişimci, cesur halkın emperyalist ülkeler tarafından sömürülmesi mümkün olmayacaktı. 1931 yılındaki ders kitaplarında Bedevi Arap toplumundan kısaca bahsedilir, onları küçümseyecek veya onurlandıracak herhangi bir ifadeye yer verilmezken, 1955'ten itibaren ders kitapları 'Câhiliye devri Arapları', 'Küçük kızları diri diri gömmek', 'Kadınlara hiç değer verilmemesi' gibi kötü alışkanlıklarla donatılmaya başlanmıştı (Etienne Copeaux – Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine). 1991 yılından itibaren bu özellik sistematik olarak tekrarlanmaya başlanırken, 'Putperest Câhiliye devri Arapları' ile 'Müslüman Araplar' arasında bir nefret çizgisi çizilmesine dikkat edilmişti. Böylece Türk toplumunun Müslüman Araplara daha fazla saygı göstermesi, giderek Araplaşması sağlanacaktı. Sözde 'Câhiliye' devrinde, Araplar arasında yüzlerce kadın şair ve bilim kadını çıkmış ve bu adet, İslâm sonrasında da Şuhde, Sitt-ül-Fukaha, Zeyn-üd-Dar, Sitt ül-Kuzat, Vecihe bint-i Müeddeb, Kerbela Şehidi Hz. Hüseyin'in kızı Seyyide Sakine, Hansa, Râika, Azzâ, Tanburâ Ubeyde ile XII. yüzyıla, yani İslâm Rönesansın sonuna kadar devam etmişti. İmam Gazalî'den sonra neden bunların birden yok olduğuna kimse değinmeyecekti. Peygamber'in son eşi Hz. Ayşe'nin de ata binip, silah kuşanıp savaştığı öyküleri anlatılırken, ondan sonra bu işi yapabilen Müslüman Arap kadınlarının neden yavaş yavaş, savaş meydanlarından yok olduğu sorusu da sorulamazdı artık. Bakınız, İslam Tarihi, Sehabe kadınlardan Hind binti Utbe'den (Uhud savaşından sonra kocası Ebu Süfyan ile birlikte Müslüman oldu) nasıl bahsediyor:

'Kadınlık tarihinde özel karaktere sâhib, bütün duygu ve düşünceleriyle tamamen kendine has şahsiyeti ile tanınan, ifade gücü kuvvetli, söz bilirliliği ve taşı gediğine koyma kabiliyeti üstün bir hanım... Keskin zekâ sâhibi... İntikam hisleriyle ve mâceralarla dolu karanlık bir hayattan kendini kurtaran, câhiliye devrinde en önde gidenlerden olduğu gibi İslâm’la şereflendikten sonra da en önde savaşan kahramanlardan... O Mekke’de doğdu. Babası azılı müşriklerden Utbe İbni Rebîa, annesi Safiyye binti Ümeyye’dir. Büyük dedesi Abdi Menâf Kureyş’in reislerindendir. O ilk olarak Mahzumoğullarından Fâkıh İbni Mugîre ile evlendi. Eban adında bir oğlu oldu. Kendisini aldattığını sanan kocası onu babasının evine gönderdi. Yanıldığını anlayınca da Hind o adama tekrar dönmedi. Hind zekî bir kadındı. Eş seçiminde titiz davranırdı. Babasından kendisiyle evlenmek isteyenlerin adlarını değil, vasıflarını söylemesini isterdi. Adaylar arasından İslâmiyet aleyhindeki faaliyetleriyle tanınan Ebû Süfyan’ı seçti. Bu evlilikten de Muâviye ve Utbe adlı oğulları ile, Cüveyriye ve Ümmü’l-Hakem adlı kızları dünyaya geldi.' Görüldüğü gibi Hind, kocasını değil, kocası onu, kendisini aldattığını düşündüğü için terk etmişti. Bilâhare bunu gurur meselesi yapan Hind, tekrar kocasına dönmemiş ve sonraki evliliğini yine putperestlerden Ebu Süfyan ile yapmıştı. Şimdi, Kuran'da Enfal/49 ile ilgili Elmalılı'nın tefsirini okuyalım. '(...) Küffar ile beraber olanlar Bedir'de kâfirler safında öldüler ki: Kays b. Velid b. Muğire, Ebu kays b. Fakih b. Muğire, Haris b. Zem'a İbnil-Esved, Ali b. Ümeyye ve As ibni'l-Münebbih ibni'l-Haccac bunlardan idi...' Bu tevsirden de anlaşılıyor ki, Hind'ın ilk kocası Fâkıh İbni Muğire bir câhiliye devri Arap'ı idi. Kızlarını diri diri toprağa gömen, kadınlara hiç değer vermeyen câhiliye devri Arapları'nda kadınların kendi eşlerini seçebilmeleri düşünülebilirmiydi hiç? Kaldı ki; Hind, putperestlerden Ebu Süfyan ile evliyken Bedir savaşının intikamını almak için Müslümanlara karşı girişilen Uhud savaşına kocası ile birlikte katılmış, savaş öncesinde ve savaş esnasında şiirler söyleyerek, defler çalarak, diğer Kureyşli kadınlarla birlikte orduyu savaşa teşvîk ve tahrik etmişti. Hind'in kölesi Vahşî, eline geçirdiği Hazret-i Hamza'yı öldürdükten sonra bununla da yetinmiyor, efendisini memnun edebilmek için, Hazret-i Hamza'nın ciğerini söküp Hind'e götürüyordu. Bunun üzerine o ânı sabırsızlıkla bekleyen Hind, Hazret-i Hamza'nın ciğerini çiğ çiğ yiyordu. Bu sebepten kendisine, "âkiletu'l-ekbât: ciğer yiyen kadın" lâkabı verildi. Bu kadarla da yetinmeyen Hind, Hazret-i Hamza'nın cesedinin başına gitti ve diğer uzuvlarını da kesip kendisine gerdanlık ve halhal yaptı...

'Câhiliye devri Arapları'nın' erkekleri tarafından hakir görülen, çocukken toprağa gömülerek öldürülen gariban! kadınları hakkında gerek İslam tarihinde gerekse resmi tarihlerimizde bizlere öğretilmeye çalışılanlara hiç te benzemiyor 'Hind binti Utbe...'

Değil mi?

Bütün İslâm Tarihi'nde olduğu gibi bizim resmi tarihimiz de, bu gibi birbirini yalanlayan tezatlarla doludur. Gerçeği sorgulayan bir kişiye verilebilecek hemen her cevap, arkasından başka bir tezatı beraberinde getirmekte olup, bunları tevil yoluna sapanlar ise daima bir 'yalanlar ve efsaneler' yumağında 2000'li yıllarda dahi bilerek veya bilmeyerek yollarını kaybetmiş gitmektedirler...

************

Yönler sahibi beytin Rabbi için
Ve binekli bineksiz herkesin Rabbi için
Bunun ne ehemmiyeti var,
Sen endamlı gençleri adadın
Ve süt sağanın yorulduğu bir ikramı
Ve sıçrayan çekirgeler misali koyun sürülerini...
Herşey günlerin metaıdır ve geçicidir.
Bizi karıncalar helâk etti bilinen bir zamanda
Kökünden silip süpüren ve pörsüten ölümle...
İçimizde haddi aşanlar ve günaha koşanlar sebebiyle...


(...) Araplar, bu mısraları söyleyenin bir kadın olduğunu fark ettiler. Sen in misin, cin misin, dediler. O, hayır, dedi, Ben Cürhüm ailesinden bir kadınım...


Kinâne bin Huzeyme kabilesinden Kinânî, aşık olduğu bir cariyeye:

İstemez misin ki bir gün,
Geliversem ve seni zinetler içinde
Ya da gerdanlıklarla süslü buluversem.
Revâ değil midir, âşıkın isteklerine ulaşıvermesi
Gecenin zorlu yolculuklarına
Ve göz ağrılarına katlanılır...

(Câhiliye Arapları – el Bekrî)

***********************
Tonyukluk Epitath, Old Turkish Masterpiece" adlı eserinde ünlü tarihçi M. Sprengling, "...Türk'ün İslâm öncesi uygarlığı, yetenekleri, dinamizmi, enerjisi, akılcılığı, ahlakî ve sosyal yaşantıları ile ilgili olarak söylenmiş ve yazılmış övücü şeyler onun ŞERİAT SONRASI tarihi itibariyle tekrarlanmamıştır." tespitini yapıyordu. İslâm öncesi Türk'ün, kadına gösterdiği saygıya dair iki örnek vermek gerekirse: Marco Polo, The Adventures Of Marco Polo, (NY, 1948, s. 179-181) adlı eserinde, "Prenses (Orta Asya'daki bir Türk Prensesi) o kadar güçlü ki, tüm ülkede onunla başa çıkacak erkek bulmak güç. Çünkü kim karşısına çıkarsa onu altetmektedir. Babası kendisini evlendirmek istediği halde buna razı olmamakta ve KENDİ beğendiği birini bulana kadar evlenmek niyetini açığa vurmamaktadır. Bundan dolayı ki babası kendisine YAZILI olarak, dilediği gençle evlenebileceğine dair SÖZ vermiştir...." diye yazarken, Arap gezgin "İbn Hallikan" şahit olduğu bir olayı, "Vefayau-l-Ayan ve Enbau Ebna El'zaman - Karaçi, 1667" adlı eserinde şöyle naklediyordu: "Selçuk Sultanı Tuğrul Bey, (ilk Selçuklu Sultanı A.D.) Bağdat'ı isgâl ettikten sonra Halife El Kasım bin Rillah'ın kızıyla evlenir; evlendiği kadını büyük bir saygıyla tahta oturtturur. Sefer ayının 15'ci günü prenses sarayda kendisini bekleyen kocasına mülakî oldu ve altın kumaşlarla süslü tahta çıktı ve kocasını bekledi. Tuğrul Bey eşinin karşısında diz çökerek geldi... Ona emsalsiz hediyeler vererek (tekrar) öptü ve büyük bir saygı gösterisiyle ve mutluluk duyarak odasına çekildi..." Yine Selçuklu hükümdarı Sultan Melik Şah'ın eşi Terken Hatun, devlet yönetiminin her katmanında önemli yetkiye sahipti. İbni Batuda, seyahatnamesinde, Türk kadınlarının yüzlerini örtmediğini yazar. Ne yazık ki, Türklerin bu İslâm öncesi güzel, uygar adetleri Tuğrul Bey ve Melik Şah'tan sonra yavaş yavaş tarihe karışıyor, Türk kadını, araplaştırılmış bağnaz, kara câhil din yobazlarının insafına terkediliyordu... Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig'te dahi, hem de Türkçe olarak, “arabça tejikçe kitablar öküş / bizing tilimizçe bu yımgı ukuş - Arapça ve Farsça kitaplar çoktur / Bizim dilimizde bütün hikmetleri toplayan yalnız budur” diye yazarak, Arapça ve Farsça 'nın hikmetlerinden bahsediyordu... Türkler, İslâm öncesi dinlerinde en büyük ve güçlü tanrıçaya 'Akana (Ak Ana)' adını vermişlerdi. Dünyada sevilen, güzel olan her şeye birer dişi 'tanrıça' ismi verilmiş; ölüm, hastalık v.b. gibi bütün kötülükler erkek 'tanrı' adıyla anılır olmuştu. Devlet yönetiminde 'hatun' ve 'hakan' aynı güce sahipti. Hakan'nın kararları 'Hatunun' imzası olmadan yürürlüğe giremezdi. Evlilikte monogomi vardı ve kadın mülkiyet, seçim ve çocuk velâyeti hakkında erkekle eşit haklara sahipti. Hindistan'daki Delhi Türk Devleti'nde Raziye Sultan, Kirman'da Kutluk hükümdarı Türkân Hatun, Ögedey Han'ın karısı Turakina Hatun devlet başkanı olmuşlar, Turakina kendisine Fatma Hatun adlı bir başvezir bile seçmişti. Orta Asya'daki Türk kadını, toplum içinde erkeklerden daha şerefli bir sosyal statüye sahipti. Zira onlar hem çocuk doğuruyor, bakıyor hem de savaş meydanlarında erkekleriyle birlikte silah kuşanıp at üstünde düşmana karşı ok, mızrak atabiliyorlardı.

Hükümdarların yaşlarının küçük olması durumunda anneleri devlet işlerini naibe olarak yürütür, bu naibelik hükümdar reşit olana kadar devam ederdi. Hanların ölümünde, ölenin karısı yeni han seçilene kadar hükümdarlık yapardı. Şamanist Türkler diğer inançlara karşı da son derecede saygılı ve hoşgörülü idiler. Jean-Paul Roux, 'Türklerin ve Mogolların Eski Dini' adlı eserinde, Hint, Part, Yue-çe misyonerleri ve Çin keşişlerinin Türklerden gördükleri yakın ilgiyi kaydederek, 574'ten 584'e kadar Türklerin ülkesinde oturan Jinagupta'nın Türk devletinin sınırları içinde serbestçe vaaz verebildiğini yazar. Türkleri, öğrettiği yeni inanca davet eden Prabhakaramistra, hükümdarların gözünde çok özel bir güvene sahip olmuş ve onlardan büyük bir bağlılık görmüştü. Hiuan Thsang, ev sahiplerinin konukseverliğini ve anlayışlarını anlata anlata bitiremez. Bertrandon de la Broquièré, Orta Asya'da Türkler'le yaşadığı bir içki gecesini anlatıyor: 'Türklerin dış görünümü, adları ve dili Türk olmayan Müslüman tebaayı ve müttefikleri kadar Hıristiyan düşmanlarını da şaşırtır: Erkekler seyrek sakallı, çıkık elmacık kemikli, saçları örgülüdür, göçebe gibi giyinirler, yanlarında küstah karıları, sırasında Amazonlar gibi çarpışırlar, hepsi içkiye düşkündür.... Bir hankâhda ya da bir Türk evinde mola verdiğimizde her iki cinsiyetten komşularımız bizi ağırlıyordu be kadınlar örtülü değildi' (Michel Balivet, Ortaçağda Türkler)

İmam El Gazalî ise, kadını tümden toplum dışına itip bir 'erkekler dünyası’ yaratırken, erkeklerin ezici çoğunluğunu da "Bir hırka, bir lokma ekmek" diyerek uyutuyordu. Sıradan halkın üretim-tüketim ilişkilerini, yaşam kalitelerinin yükseltilmesi için gösterilmesi gereken çabayı bir kalemde çizip atıyor, bunun yerine onlara sadece cenneti vaad ederken zenginlikleri ise tabiatıyla yönetici sınıfına bırakıyordu!..

Daha 1240 yılında Selçuklular, sömürülmeye dayanamayan Alevi Türkmenlerin başlattıkları Babalılar ayaklanmasını bastırırken Bizans, Gürcü ve Kürt aşiretlerinın kullanılmış olmasının Osmanlı Hanedanı'nın bundan sonraki Alevi kıyımlarına ışık tutması bakımından hatırlanmasında yarar vardır. Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, bakınız Türkler hakkında ne yazıyordu, Osmanlı'dan çok daha önce:

- Hunhar Türkler köpek ve kurt gibidirler

- Ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler

- Fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar...

Birçok yerli ve yabancı kaynak eserden, internetten yararlanarak meydana getirilen bu, "Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi " ni, ilgilenen arkadaşlarımın bilgilerine sunuyorum.

Bu yazının bir tarih değil, sadece Avrupa'da ve Osmanlı Devleti'nde aynı zamanlarda yaşanan olayların kısa, mukayeseli fakat iddialı olmayan bir kronolojisi olarak okunmasını dilerim. Bu çalışmamda Osmanlı'nin güzel yönlerine temas etmeye pek gerek görmedim. Zira, özellikle resmi tarihimizde ve aynı paralelde yazılan yüzlerce, belki binlerce tarih kitabında, bu konular zaten üstüne hamaset de katarak işlendiler... Prof. Halil İnalcık, Prof. İlber Ortaylı gibi gerçek bilim adamları dahi, yazdıkları eserlerde, Osmanlı Devletine olan saygılarından ötürü, eleştiri dozlarını olağanüstü derecede yumuşak tutmakta, rezaletlerden pek bahsetmemektedirler.

Bizlere, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş sebebi olarak dünya ticaret yollarının değişmesi, Hıristiyan Avrupalıların, Yahudilerin Müslüman düşmanlığı, Balkanlardaki milliyetçlik akımları, Arapların isyanı, kalleşliği (Bunları yapanlar ve diğer bazı Arapları da ayartanlar Kutsal Toprakların Araplarıdır, bu farkı unutmayalım) filan öğretilir. Bunların hepsinde gerçeklik payı olduğu yadsınamaz. Fakat Avrupalıların, Osmanlıların kuruluş yıllarını da içine alacak şekilde, 1945 yılına kadar kendi aralarında sayısız kanlı savaşlar yaşadığına pek temas edilmez. Fransa ve İngiltere arasında 1337'de başlayıp 1453'e kadar süren 'Yüzyıl Savaşları'; İngiltere'nin 1455 ten başlayıp Kral VI. Henry'nin 1463'te tutsak edildiği, 1465'te IV. Edward'ın tahttan indirildiği, IV. Edward'ın çocuklarının öldürüldügü 1483'e kadar süeren 'İki Gül' iç savaşları; Habsburglar-Hansalar Birliğinin 1315'te Morgarten, 1386'da Sempach savaşlarında yenilmeleri; 1419'da Almanlara karşı Prag Ayaklanması, Almanya'da Eyaletler arsındaki iç savaşlar, İspanya'da I. Pedro'nun tahta çıkmasıyla başlayan ve IV. Enrique'in ölümüne kadar 124 yıl süren ayaklanmalar, İtalya'da askerlerini peşine takan kardinallerin papaların birini indirip diğerini tahta çıkarması, Napolyon'un Waterloo bozgununa kadar olan süreç içinde Avrupa'yı kana bulaması... yoktur tarihlerimizde.
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-1_4323123.html
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-2

BİZLERDEN GİZLENEN OSMANLI TARİHİ-2

Bütün bu savaşlar, yakılan yıkılan kentler, dökülen kanlar, hastalık salgınları, açlıklar Avrupa'da, Osmanlı'nın tersine, ne Rönesans ve Reform Hareketlerinin doğmasına, ne de bunların doğal neticesi olan bilimin öne geçerek sanayileşme hamlelerinin başlatılmasına mani olamamıştı. Bütün bunlardan başka, Hıristiyanların ve Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğuna karşı yıkıcı girişimleri İmparatorluğun yıkılma sebepleri arasında gösterilirken, neden Osmanlıların bu girişimleri düşmanlarına karşı uygulayamadığı, bu güce sahip olamadığı da hiç tartışılmaz. 20 asır boyunca kendi devletini kurma şansı bulamayan, dünyanın dört bir köşesinde zulüm görmüş Yahudilerin, yüzyıllar boyunca dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı'ya nasıl olur da diz çöktürebilecek güce ulaştığı hiç irdelenmez. 21. yüzyılda dahi, aynı masalları dinler dururuz. Amerikan silah endüstrisinin, petrol şirketlerinin, siyaset adamlarının, finans devlerinin çoğunun 'İslâm düşmanı!' Yahudi olduğunu vurgularız da, bunları neden biz Türklerin yapamadıklarını düşünmeyiz. Osmanlı'da 600 yıldan uzun süre içinde; bir Oppenheimer, Von Braun, Einstein, Karl Marx, Curie'ler, Robert Koch, Pasteur, Röntgen, Von Karajan, Yehudi Menuhin yetişmemesinin sebebi değilmidir bunlar?

Yazımda, zaman zaman esas konu olan 'Salt Kronolojinin' dışına çıkıp olaylar hakkında kendi yorumlarımı eklediğim paragraflar çoktur. Bu yüzden de eğer 'klavyem sürçmüşse' af oluna...


Selâm, saygı ve içten sevgilerimle.

Akar Duru

Osmanlı Hanedanı
1- Osman Bey (1299-1324): Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Bey'in iki eşi vardı: Mâl ve Rabi'a Bala Hatunlar. Rabi'a Bala Hatun Mogol asıllı idi. Babası Edepli Ali'nin ismi Türkçe'ye çevrilirken başına bir "şeyh" ilavesi ile,
Şeyh Edebali yapılmistı. Mâl Hatun'un Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı olduğu rivayet edilir. Halbuki Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın, Beyliğinin başına geçmesi 1363'te olmuştu. Türkmen-Alevi Baba İshak'ın 'Babaîler' isyanını bastırmaya uğraştı ise başarı gösteremedi ve 1387'de öldü. Babaîler isyanını yapanların büyük çoğunluğu Türkmenler olmasına rağmen aralarında Araplar, Kürtler ve hatta Hıristiyanlar bile vardı. Ezilen, sömürülen köylülerin isyanıydı bu.

Bazı kaynaklar Mâl Hatun'un Selçuklu Veziri Ömer Abdülaziz Bey'in kızı olduğunu da ileri sürerler. Osman Bey, kendisini Bizans Tekfuru'na karşı akıllı ve itidalli hareket etmesi yolunda uyaran amcasi 90 yaşındaki Dündar Bey'i 1298'de kendi eliyle öldürdü.

Osman Bey'den 30 yıl önce, Söğüt ve Domaniç yörelerinde, Ayme Ana'nın oğlu Ertuğrul Gazi, Kayı aşiretiyle hüküm sürerken Floransa'da Dante yaşıyordu. Marko Polo teknesine atlamış, dünyayı keşfe çıkmıştı. Osman Bey amcasını öldürürken, Marco Polo'nun Bangkok'ta heykelleri dikilmişti... Osman Bey'den yüz yıl kadar önce İtalyan matematikçi Fibonacci, "Liber Abaci" adlı kitabında "Dokuz Hind Rakamından bahsediyordu. Bunlar 9 8 7 6 5 4 3 2 1 idi. Fibonacci, "bu dokuz rakama "0" işaretinin de eklenmesiyle her hangi bir sayı yazılabilir." diyordu. Bu iddia, kilisenin bütün baskısına, ateşte yakma tehdidine karşı yine de Roma İmparatoru II. Frederick tarafından desteklendi ve Avrupa'da ilk olarak İtalyan'lar tarafından kullanılmaya başlandı. Fibonacci, 1225 yılında yazdığı 'Liber Quadratornum' adlı matematik kitabını imparatora ithaf etti. "Diyofantus Denklemlerini" konu alan bu kitap, Fibonacci'nin baş yapıtıdır. Kendisine bilime yaptığı katkılardan dolayı (Fibonacci dizisini hatırlayınız) imparator tarafından 20 Pisa Lirası maaş bağlandı...

Yine 1200'lü yılların ortalarında Çinliler, yaptıkları savaşlarda 900'lü yıllarda icat ettikleri barutla çalışan ilk roketleri kullanmışlardı. 1320 yılında da ilk topları icat eden Çinliler'di zaten... Arap bilim adamı El Heysem'in (Alhazen), 1000 yılında yazdığı iç ve dış bükey mercekleri, parabol ve hiperbol aynaları tanıtan kitabı 'Kitab-ül Menazir - Optica', 1270 yılında Latince'ye tercüme edilip ve Avrupalı bilim meraklılarının hizmetine sunulmuştu. İtalyan doktor Mondino de' Luzzi, "Anathomia Mundini" adlı anatomi kitabını yazıyor; Avrupa'da, fizikçi ve kimyager Jabir İbni Hayyan’ın 800'lü yıllarda yazdığı kitaplar 1300 yılında "Investigatione Perfectionis" ismi altında Latince'ye çevriliyordu. Son yıllarda dünyayı saran Japon Sudoku bilmecelerinin 8. asır İslâm edebiyatında önemli bir yeri olduğunu bügün kim biliyor ki... Sihirli karelerin (vefkler) İslâm edebiyatındaki ilk izleri Avrupa'da Geber olarak bilinen ve Caferi Sadık'ın öğrencisi olan Jabir İbni Hayyan'ın eserlerinde görülür. Hayyan, eserlerinde doğumu kolaylaştırmak için muska yazılmasını ve muskada yer alan harflerin ebced hesabına göre sayı karşılıklarını her satır, sütun ve diagonalde 15'i verecek şekilde sıralanmasını tavsiye ediyordu. Sihirli kareler İslâm dünyasında o kadar meşhur oldu ki, 13'üncü yüzyılda 10x10 sihirli kareler oluşturuldu. Hatta 19'uncu yüzyıla ait 10 bin hücreli 100x100 sihirli kare, bu alandaki rekorlardan biri sayılabilir. Bildiğimiz sülfirik asiti de ilk bulan Hayyan idi. Sülfırik asit 1859 yılında Fransız Fizikçi Gaston Plante tarafından kurşunlu akümülatörlerde kullanıldı. Hayyan’nın cebir kitabı on bölümden oluşuyordu. Önsözden sonra cebirle ilgili temel kavramları; birinci ve ikinci derece cebir denklemlerin sayısal yoluyla ve geometrik olarak kuruluşları, kübik denklemlerin, koniklerin kesiştirilmesi yoluyla kuruluşları ve gösterimleri, kesirli denklemlerin tartışması ve Abu'l Jud'un eseri üzerine yorumlar olarak sıralamıştı.

Doğu’da filozof, kimyager, gökbilimci, matematikçi olarak gerek Selçuklu Sultanı Melik Şah ve gerekse Karahanlı Hükümdarı Şemsülmülk’ün saraylarında bilim adamı olarak dersler veren Filozof Ömer Hayyam, aynı zamanda güçlü bir şairdi de. Daha 1100'lü yıllarda:

Beni özene bezene yaratan kim, sen
Yolumuda çizmişsin önceden
Madem bana günah işleten sen
Nedir öyleyse o cennet cehennem..

Dünyada akla değer veren yok madem
Aklı az olanın parası çok madem
Getir şarabı alsın aklımızı
Belki bizi böyle beğenir el âlem..

Ferman sende ama güzel yaşamak bizde
Senden ayığız biz sarhoş halimizle
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı
İnsaf be sultanım kötülük hangimizde

Adam olduysan hesap ver kendine
Getirdiğin ne, götüreceğin ne
Şarap içersem ölürüm diyorsun
İçsende öleceksin içmesende

Ben ne camiye yararım ne havraya
Bir başka hamur benimki bir başka maya
Yoksul gavur çirkin orospu gibiyim
Ne din umurumda, ne cennet, ne dünya

******

Ben hangi şarapla sarhoş olursam olurum
Ateşe, puta neye taparsam taparım,
Herkes bir türlü görmek istiyor beni
Ben kendimi ne türlü yaparsam yaparım

Şarap küpü önüne serdik seccademizi
Şarap yakutuyla adam ettik kendimizi,
Umudumuz, meyhanede yeniden bulmak
Camide, medresede yiten günlerimizi..

Diye yazabiliyordu!..


2- Orhan Bey (1324-1362): Osman Bey'in Mal Hatun isimli eşinden doğdu. Eşleri: Yarhisar'ın Rum Tekfuru Kantakuzenos'un kızı Horofira (Nilüfer Sultan), Yine hepsi Rum olan Asporçe, Teodora ve Eftandise.

Tarihler, Orhan Bey'in hiç bir kardeşini katletmediğini yazıyor ama, Osman Bey'in Rabi'a Bala Hatun'dan olan çocuğu yani Orhan Bey'in kardeşi Şehzade Alaaddin'in sonu hakkında hiçbir doyurucu bilgiye ulaşamıyoruz...

3- I. Murat (1362-1389): Horofira'dan doğdu. Eşleri Bulgar-Yahudi melezi Marya Thamara, bir Bulgar beyinin kızı Tamar (Fülane Hatun), Gülçiçek ve Paşa Melek hatunlar.

I. Murad, kardeşleri Rum İsporça'dan doğma Şehzade İbrahim ve Bizans İmparatoru Kantaköz'ün kızı Teodora'dan doğma Şehzade Halil'i Eskişehir'de idam ettirdi. Sonra da öz oğlu Savcı Bey'in önce gözlerini kör ettirdi sonra boğdurdu. Resmi tarihe göre babasına isyan ettiği için boğdurulduğu iddia edilen Savcı Bey, son nefesini veririken sadece 10 yaşlarındaydı. Daha sonra yeğeni Melik Nasır'ı öldürttü. Bu sırada İtalya'da, Boccacio gibi yazarlar yetişiyordu.

4- Yıldırım Beyazıt (1389-1411): Marya Thamara'dan dogdu. Eşleri: Sırp kökenli Olivera, Germiyanoğlu Süleyman Bey'in kızı Devlet Hatun, Bulgar Prensi Konstantin'in kızı Olga, Sırbistan Kralı Lazar'in kızı Maria Olivera Despina, Angelina ve Anita...

Beyazıt'tan sonra Padişah olan Mehmet Çelebi'nin hangi anneden doğduğu hakkında kesin bir bilgi yok Osmanlı tarihinde. Zaten bütün Avrupa hanedanlarının aksine, Osmanlı Hanedan ailesinin ayrıntılı biografisi hakkında bir kitap yazılmamıştır hiç... Osmanlı(cı) tarihçilere dikkat edin, devletin Bizans'la olan yakın ilişkilerinin ayrıntıları hakkında da nedense çıt çıkarmazlar...

Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakup'u babaları I. Murat savaştayken ‘baban seni çağırıyor’ diye çadıra getirtmiş ve orada boğdurmuştu. Yıldırım Beyazıt'ın altı oğlundan en küçüğü Kasım Çelebi İstanbul'da kalmış ve Bizans tabiyetine geçmişti. Kalan beş oğlan taht için birbirlerini öldürmeye başladılar. Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, İsa Çelebi öldürüldü. En son hayatta kalan Mehmed Çelebi, Yıldırım'dan sonra Padişah oldu.

Avrupalılar ise ağaçtan yapılmış bir çeşit krank milini geliştirmeye, orglarda kullanılan kromatik düğmeler ve piyanonun atası sayılan klavichord üzerinde çalışıyorlardı. İngiltere Durham'da bir papaz olan Walter Skirlaw, demir eritirken kullanılan el körüklerini su gücüyle çalışan bir makinaya dönüştürüyordu. Mısırlı 'El-Kalha-shandi', sayıları ilk olarak şifreli kodlarla ifade etmenin yöntemini, İtalyan mimarlar Filippo Bruneleschi ve Leon Alberti cisimlerin perspektif çizimlerini yapabilecek tekniği keşfediyorlardi. Kore Kralı Htai Tjong, M.S. 868 tarihinde Çinliler tarafından bulunan ilk taş baskı matbaayı geliştirerek, 1403 yılında ilk olarak tek tek bronzdan dökülmüş matbaa harflerini icat ediyordu. Bu teknik ilerde Gutenberg tarafından da kullanılacaktı.

5- Çelebi Mehmet (1411-1421): Bulgar Olga'dan doğduğu sanılıyor. Eşleri: Sofia, Anna, Veronica... Çelebi Mehmet iki kardeşini öldürttü. Şehzade İsa Çelebi'yi 1405'te hamamda yıkanırken boğdurdu. Musa Çelebi de savaşta yenilip kaçarken su kuyusuna düşüp boğuldu. Musa Çelebi de daha önceden ağabeyi Süleyman Çelebi'yi boğdurmuştu zaten... Öbür yandan, Musa Çelebi'nin kazaskeri Şeyh Bedreddin'in kişiliği hakkinda bir fikir sahibi olmamız gereklidir. Şeyh Bedreddin'in temel felsefesi hakkında sadece iki örnek bile bize yeterince bilgi verebilir. "İnsanlar, Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı. Çağımızda ise hayalî bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hâk, kendini gösterir de Hâk olarak ona taparlar." Şeyh Bedreddin ruhlar aleminden bahsederken, "... Bütün aşamalar, cisimler aleminde toplanmıştır. Cisim ortadan kalkarsa, ne ruhlardan, ne de baska soyut varlıklardan iz kalır." diyebiliyordu 1400'lü yıllarda...İslâm mistitizmi ile batınıliği Mu’tezile akılcılığı ile sentez yapabilen Şeyh Bedreddin, Musa Çelebi öldükten sonra sürgüne gönderilmiş ve 1420'de idam edilmişti. Şeyh Bedreddin'i bir İslâm âlimi olarak gösteren yazarlar, şeyhin yukarda yazdığım görüşleri hakkında tek kelime sarfetmezler. Osmanlı tarihi, Şeyh Bedreddin'in idamı ile ilgili birbiri ile çatışan verilerle dolu olduğundan, bu yazımızın konusunun dışına çıkmaktadır.

6- II. Murat (1421-1451): Veronica'dan doğdu. Eşleri: Nache de la Bazory (Fransız), Sırbistan Despotu Coirc Bronkoviç'in kızı Mara Despina, Stella... Bizim osmalıcıların deyimiyle Sultan Murat Han, tahtını garantiye almak için amcası Mustafa Çelebi ve onunla aynı ismi taşıyan kardeşi küçük Mustafa Çelebi'yi öldürttü. Küçük kardeşlerine karşı daha merhametli(!) olduğundan Şehzade İsa ve Musa Çelebi'nin gözlerine sadece mil çektirip kör ettirdi... Şehzade Mustafa'yı idam ettirmesi için Padişaha teslim eden kendi lalasının su sözleri kayda değer: "Ve hem cem-i âlem rahat oldu ve hem bizden önden gelenler bu kanunu koymuşlar." II. Murat tahtını güvene almak için kardeşlerini kör ede dursun, İtalyan mimar Leon Alberti, ilk rüzgar ölçme aygıtını icat etmeye uğraşıyordu, Fransızlar trombon isimli müzik aletini üretmeye başlamışlardı. 1447'de Alman Johannes Gutenberg'in getirdiği sistemde de harfler Htai Tjong'un 1403 yılında yaptığı gibi ayrı ayrı kullanıldığından her sayfa için ayrı bir kalıp kullanılmasına gerek kalmamıştı artık. İstanbul'un alınmasına daha 6 yıl vardı!.. Osmanlı'nın Müslüman halkı ise matbaa için 280 yıl daha beklemek zorundaydı... Beş asır sonra Şair Mehmet Akif şaşkın şaşkın, "Mülkiye, Tıbbiye, Bahriye, Baytar, Ziraat, Mühendishane... Bunlara her yıl milyonlar dökeriz, fakat denizle ilgili işlerde yine İngiliz'e, yıkık köprü için Belçikalı'ya, usta bir hekim için Avrupa'ya, bütçe yapımı için Fransa'ya koşarız. Hani tezgahlarımiz nerede, sanayi nerede? Ya Brüksel'de, ya Berlin'de, ya Mançesterde..." diyordu.


7- Fatih Sultan Mehmet (1451-1481): Rum Prenses Mara Despina'dan doğdu. Mara Despina'nın annesi Yerina, babası Curac idi. Bir de Gırgur adlı kardeşi vardı. Fatih'in eşleri: Rum Zaganoz Paşa'nın kızı Kornelya, Trabzon Pontus Kralı'nın kızı Anna, Mora Despotu Demetrus'un kızı Helene, Tamara ve Bizanslı Prenses Alexias...

Fatih, babası 2.ci Murat öldükten sonra annesi Mara Despina'ya Selanik'teki "Küçük Ayasofiye" adlı bir manastırı bağışlamıştı. Annesinden "Anam Despina Hatun" diye bahsettiği ferman Topkapı Müzesindedir. Fatih, Padişah olur olmaz babası II. Murad'ın Hatice Sultan'dan olan ve henüz kundaktaki kardeşi Şehzade Ahmet'i boğdurdu. Mehmet Çelebi'nin oğlu Şehzade Orhan, ki Fatih'in amcası olur, Bizans'ta yaşıyordu ve Fatih onun serbest bırakılmaması için Bizans'a yılda üçyüz bin akçe haraç ödüyordu. İstanbul'un alınmasında büyük emekleri geçen Türkmen kökenli Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa'yı "Bizanslılardan torik balığı içinde rüşvet aldı" bahanesiyle boğdurdu. Sıra, sonradan Sadrazam yaptığı Mahmut Paşa'ya gelmişti. Onu da boğduruverdi Fatih...Böylece Osmanlı'da Sadrazam idamlarıyla birlikte hamalların, kayıkçıların, cellatların, balıkçıların, bahçıvanların, iç oğlanlarının, hamam tellâklarının Sadrazam olmalarının önü açılmıştı. Fatih'in genç yaşta eceliyle ölen oğlu Şehzade Mustafa, daha önceden Sadrazam Mahmut Paşa'nın karısının ırzına geçmişti. Mahmut Paşa'nın ırzına geçilen karısı Fatih'in baldızıydı ve Mahmut Paşa da bacanağı... Mahmut Paşa ve Fatih, Rum Zaganos Paşa'nın kızlarıyla evliydiler. Fatih, iktidarının son yıllarında ve son Sadrazamı Karamanî Mehmet Paşa zamanında, Nişancı Leyszade Muhammed ve İbni Mustafa Paşa'ya kaleme aldırdığı "Kanunname-i Alî-i Osman" adlı yasayla kardeş katline cevaz vermişti: "Ve her kimesneye evladumdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-i âlem içün katlitmek münasibdür; ekser-i ûlema tecvis etmistir; onunla amil olalar"... Oysa ki, hem kendisi hem de daha önceki padişahların çoğu kardeşlerini boğdurmak için bu yasayı beklememişlerdi bile... Fatih, kardeş katline cevaz vermek yerine, Avrupa'da olduğu gibi saltanatın en büyük kardeşe veya amcaya verilmesini şart koşsaydı, Osmanlı Devleti batarmıydı acaba, yoksa bir Britanya İmparatorluğu gibi ayakta mı kalırdı? Bu konu tartışmaya çok açıktır... Fatih, "en büyük kardeşin veya amcanın saltanatın sahibi olacağı" hükmünü getirseydi, birbirini boğazlamaya çalısan çocukları II. Beyazıt ve Cem Sultan'la devam eden kardeş savaşları yüz yıllar boyu Osmanlı'yı perişan etmeyecekti... Temelde sadece kardeş katline cevaz veren yasa, uygulamada kardeşlerin çocuklarını, padişah kızlarının oğullarını da içeriyordu. Oysa ki, daha Osmanlı Devletinin kuruluşundan 85 yıl önce, yani 1215'te İngiltere'de kişilerin hak ve özgürlükleri "Magna Carta Libertatum" adlı yasayla güvenceye alınmıştı. Bu yasanın 39. maddesinde: "Hiçbir özgür kişi, kendi denklerinin hukuken geçerli bir hükmü ya da ülke yasalarının gerektirdiği durumlar dışında tutuklanamaz, hapse atılamaz, mallarından ve yasal haklarından yoksun bırakılamaz, sürgüne gönderilemez ya da hiçbir biçimde zarara uğratılamaz; biz kral olarak ona saldırmayacağımız gibi, kimseyi de üzerine saldırmayacağız." yazıyordu!.. Diğer bütün padişahlar gibi Türk'e düşman olan Fatih'in, İstanbul'u almasını anlatan zamanın ünlü Bizanslı tarihçisi Kritovoulos, 1465 yılında kaleme aldığı "Tarih-î Sultan Mehmed Han-ı Sanî" adlı tarih kitabında bakalım neler anlatıyor:
'Önden Başıbozuklar (Anadolunun Türk askerleri) gidecekti. Sonra, Anadolu beyliklerin askerleri ve başıbozuklar surların güney kesimine saldırırken, yeniçeriler de Hıristiyan savunmasının en zayıf noktası olan merkezdeki en büyük hasar görmüş olan surların karşısında toplanacaklardı... Başıbozuklar darmadağın halde ileri fırladılar. Hıristiyanlar surların altındaki Türkleri korkunç bir ateş yağmuruna tuttular. Tıpkı Giustiniani ve askerleri gibi başıbozuklar da sıkışmışlar ve kaçamıyorlardı. Sultan, başıbozukların (sipahiler, deliler) arkasına yerleştirdiği yeniçerilere kaçanları öldürttürüyordu. iki saat kadar sonra, Anadolu askerinin Bizans savunmasının gücünü yok ettiklerini gördükten sonra çekilmelerine izin verdi..." Kritovoulos, aynı kitabında, Fatih'in kendi ifadesine dayanarak, ilk Padişah Osman Bey'in Rumlaştırılmış bir Acem olduğunu belirtir. Bu kitap, 1908 yılında Karolidi tarafından Yunanca'dan Türkçe'ye de çevrilmiştir. Ayrıca, gerek Abdizade Hüseyin Hüsameddin'in "Amasya Tarihi" gerekse "Koçu Bey Risalesi" de bu gibi vahşetlerle ilgili bilgilerle doludur. İslâmcı yazarlar, Fatih'in Yahudi asıllı Cenevizli doktoru Yakup Paşa (Meastro Lacobo) tarafından 1481 yılında zehirlenerek öldürüldüğünü yazarak bunu Yahudi düşmanlığını körüklemek için kullanırlar. Oysa ki, Fatih'in gerçekten bir Müslüman olup olmadığı bile tartışılabilir. Yakup Paşa'nın Fatih'i zehirlediği doğru olarak kabul edilse bile, Fatih'ten sonra iktidara geçen oğlu II. Beyazıd'ın doktoru da bir Yahudi idi ve Beyazıd, öz oğlu Yavuz tarafından verilen emirle zehirletilerek öldürülmüştü. Kaldı ki, Fatih'in, Bizans'ı Osmanlı içinde eriten bir hükümdar olduğu savıyla, Osmanlı'yı Bizans içinde eritmek ve yeni Bizans (Doğu Roma) İmparatoru olmak hedefini güttüğü savı, bugün dahi güncelliğini korumaktadır... Fatih'in GUT hastalığından öldüğünü yazan kaynaklar da vardır, Otranto'yu aldıktan sonra Cenevizliler tarafından Yakup Paşa'ya rüşvet verilip zehirleterek öldürüldüğünü iddia eden kaynaklar da... Bu iddiaların hepsini bir kenara bırakacak olursak, Fatih'in zehirlenerek öldürülüp öldürülmediği bugünkü teknolojiyle artık tesbit edilebiliyor. Örneğin, Fransa ve İtalya'da yüzlerce yıllık kemiklerde yapılan DNA analizlerinde bunlar bulunabildi. Fatih'in mezarını açıp DNA örnekleri alınarak bu işlemin Adli Tıp'ta da gerçekleştirilebileceği nedense kimse tarafından dile getirilmez. Hoş, eğer bu yapılabilse de, eğer Fatih'in mezarı olarak kabul olunan kabirde, ona ait birşey bulunabilirse!..

Bir hadis: 'Peygamber'e sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Cebrail geldi ve Peygamber'e, 'Seni bir Yahudi sihirledi ve sihir düğümünü falanca kuyuya attı' dedi. Peygamber Hz. Ali'yi oraya gönderdi. Hz. Ali düğümü bulup çözdü ve Hz. Muhammed iyileşti. (Nesai, Tahrim 20)' Hadiste, bunu bilen Cebrail'nin neden düğümü hemen kendi çözmeyip de Peygamber'in hastalanmasını beklediği belirtilmiyor...

Fatih, 1460'lı yıllardan ölümüne kadar geçen süre içinde birçok sanatçıyı, bilim adamını sarayına davet etmiştir. Pisanello'nun öğrencilerinden madalyon ustaları Matteo ile Constanzo da Ferrara, Venedikli ressam Gentile Bellini, Ancona'lı Ciriaco, İtalyan tarihçi Giovanni Maria Angioello bunlardan bazılarıdır. 1479'da İstanbul'a gelen ve 18 ay kalan Bellini, sarayda Padişahın ve yakınlarının portreleri de dahil olmak üzere pekçok resim yapmıştı. Bizanslı filozof ve Patrik Gennadios Skholarisos dahi 1380'lerde Bizans'tan kaçmış ve felsefe bilgilerini pekiştirmek için İstanbul'u seçmişti. Parlak bir Bizanslı filozofun İstanbul'u seçmesi, o tarihlerde dahi Osmanlı devletinin okumuş çevrelerinde verilen felsefe öğretiminin yüksek niteliğini göz önüne seriyordu. Fatih Bizanslı filozof Amirutzes'in 'Dialog' adlı felsefe kitabını duymuş ve filozofu 'dostları arasında' görmek istediği için İstanbul'a davet etmişti. 'Aristo' modası Osmanlılar'da henüz İslâm'a karşı olarak düşünülmüyordu. Fatih, Türkistan'dan astronom, matematikçi Ali Kuşçu'yu da İstanbul'a çağırmış fakat kendisinden faydalanılacak ortamı yaratamamıştı. Tranzonlu Georgios, 24 Şubat 1466'da yazdığı mektupta Fatih'i 'Tek ve meşru Roma İmparatoru' olarak tanımlıyordu. Fatih'i kendilerine slogan yapan, camilerine, okullarına, derneklerine, vakıflarına ismini koyan yapan bizim nurcu, Fethullahçı takımı; Büyük Türk, Müslüman Fatih'in İstanbul'u almasıyla ilgili olarak dergilerinde saf müritlerinin beynini yıkamak için:

- Sonunda, Hak yolunda ne engeller aşıldı,
- Ve bir ilkbahar günü Bizans'a ulaşıldı.
- Surlardan görününce "Mücahidler ordusu",
- Görülmeliydi elbet kâfirlerin korkusu.

gibi hamasî şiirler döşenirken, Fatih'in bizzat yazdığı bügünkü Türkçe'yle aşağıya aldığım, o kâfirler(!) hakkındaki düşüncesini açıkça belirten gazelini nedense bilmezden gelirler...

- Galatayı gören, gönlini cennetin en gizemli bahçesine bile bağlamaz.

- Gönül güzeli bir sevgiliyi Gsalat'nın kendisinde gören, anmaz bir daha selvi boylu başka bir sevgiliyi.

- Galata'nın kimliğinde bir Hıristiyan dilli İsa gördüm ki

- Dudakları kutsal bir tapınak olur, İsa'nın insanlık dünyasını gören.

- Dinle imanın akıl ve anlayışını sıkı tutmak gerekir

- Yoksa ey müslümanlar o kiliseyi gören olabilir kafir hemen.

- Galata'nın içtiği katıksız şarabı içen, cennetteki Kevser sarabını bile anmaz olur.

- Orada karsılaştığu kiliseyi gören bir daha gitmez mescide falan

- Avniya (Fatih'in mahlası) bilirdi senin bir kadir Hıristiyan olduğunu

- Belinde keşiş kuşağını, boynunda haçını gören.

Ayrıca, zamanın büyük şairi Şiraz'lı Hâfız:

- Eğer ân Türk-i Şîrâzî be-dest âred dil-i mâ-râ

- Be hâl-i Hindûyeş bahşem Semerkand u Buhârâ-râ

(Eğer o Şiraz'lı Türk (güzeli) bizim gönlümüzün muradını verirse,

onun Hind'li (gibi kapkara) benine Semerkand ile Buhara'yı bağışlarım.)

diye bir şiir yazdığında bunu okuyan Fatih'in, Farsça verdiği cevabı da okutmaz bizim şeriatçı güruhu...

- Eğer ân gebr-i efrencî be-dest âred dil-i mâ-râ

- Be hâl-i Hindûyeş bahşem Sitanbûl u Kalâtâ-râ

(Eğer o Frenk kâfiri (sevgili) gönlümüzün muradını verirse,

onun Hind'li (gibi kapkara) benine İstanbul ile Galata'yı bağışlarım.)

Fra Francesco Suriano'nun 1529'da yayınladığı "Kutsal Topraklar" kitabında bakın Fatih'ten nasıl bahsediliyor: "... II. Mehmet, 1477'deki barış antlaşmasından sonra Venedik senyöründen, kendisine christallini (cam-kristal) yapacak yetenekte birini, çalar saat yapabilecek birini ve iyi bir ressam göndermesini ister. Söz konusu ressam, sultan için bir Meryem Ana resmetmek gibi beklenmedik bir sipariş alan Giovanni Bellini'ydi. Üstat Giovanni Bellini bütün bunları, Venedik'e dönüşünden sonra benim önümde nakletti."

Evet!!!.. Nurcular, Fethullahçılar, Fatih'çiler, Nakşiler, Süleymancılar, Osmanlıcılar...

Huuuu!..

Neredesiniz?..


Atatürk, İzmir İktisat Kongresi'nde Osmanlı Padişahlık düzeninin geniş bir analizini yaptıktan sonra söyle demişti: '... bizim milletimiz de böyle Fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara (zengin Batı ülkelerine) mağlup olmuştur.'

Fatih'in İstanbul'u ele geçirmesinden iki yıl sonra Avrupalılar, Alman demirci ustası Johannes Gütenberg'in bastığı ilk kitabı okuyorlardı. Gütenberg bu icadı para kazanmak için yapmıştı. Osmanlı'da ise böyle bir şeyden para kazanılacağını düşünebilen olmadı hiç. Para kazanmak için, başkalarının emeğini, zenginliklerini talan etmek biliniyordu tek yol olarak... Fransa'da ise daha önce icat edilen, ağaçtan yapılmış krank milinin, org düğmelerinin otomatik olarak müzik çalmasında (laterna) nasıl kullanılabileceği araştırılıyordu. Gutenberg'in ilk kitabını bastığı 1455'ten 1500 yılına kadar Avrupa'daki matbalarda 30 binden fazla kitap baskısı yapılmıştı.

8- II. Beyazıt (1481-1512): Rum Zaganos Paşa'nın kızı Kornelya'dan doğdu. Eşleri: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova. Öldürttüğü kardeşi Cem Sultan'in eşi ise Trabzon Kralı Rum David Komnen'in kızı Anna idi. II. Beyazıt Padişah olur olmaz, babası Fatih'in Sadrazamı Gedik Ahmet Paşa'yı cellatlara boğdurdu...

Cem Sultan'ın oğlu Oğuz Han'ı da boğdurduğunda tarih 1482'yi gösteriyordu; yani Cem Sultan'ın öldürülmesinden daha on iki yıl önce... Cem Sultan'ın diğer oğlu Murad, Rodos'a yerleşmiş ve Katolik dinini kabul etmişti. Onu da Kanunî Sultan Süleyman boğdurdu sonradan. II. Beyazıt'ın Cem Sultanı öldürmesi için Papa Alexandre Borgia'ya üç yüz bin altın teklif ettiği tarihlerde, Kristof Kolomb, Atlas Okyanusu'nu aşmış, Orta Amerika'da yeni koloniler kuruyordu. Daha önce de Amerigo Vespucci Kuzey Amerika'yı keşfetmişti zaten. Alman Peter Henlein kol saatini icat etmişti 1500 yılında... Osmanlı'da ilk matba Gütenberg'ten sadece 38 yıl yonra Osmanlı Yahudileri tarafindan 1493'te (bazı kaynaklara göre 1492, 1494) İstanbul'da kuruldu. Bu matbada Türkçe, Arapça, Osmanlıca veya Farsça basım yapmak yasaktı. Yine Osmanlı Yahudileri ikinci matbalarını 1495'te (Kimi kaynaklar bunu 1527 olarak yazıyor) Selânik'te kurdular. 1487'de gemisine atlayan Bartolomeus Diaz, Güney Afrika'yı ele geçirmişti bile. Vasco da Gama, Asya sahillerinde tur atıyor, ticaret yapacak ülkeler arıyordu.

1499 yılında sarayın devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi, yazdığı bir şiirle Padişah II. Beyazıt'a öğüt veriyordu:

- Sakın Türk'ü insan sayma

- Bir an bile olsa Türk'le olma

- Türk eline şeker olsa, o şeker zehir olur

- Türk'ün başını keserken sakın gam yeme

- Baban bile olsa Türk'ü öldür
9-Yavuz Sultan Selim

(1512-1520): Annesi (Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova....han

gisi olduğu tartışmalı). Eşleri: Polonyalı Helga (Havza Sultan), Sırp Aleksandra (Ayşe Sultan). Şimdi biraz ayrıntı gerekli: Yavuz, Padişah olur olmaz babası 2'ci Beyazıt'ı Havza'nın Abalar Köyünde zehirleterek öldürttü. Sırp kökenli Koca Mustafa Paşa'yı Sadrazamyaptı. Koca Mustafa Paşa, Enderun-u Humayun'da (içoğlanlar gurubu) yetişmiş ve sonradan güzel bir çocuk olduğundan Beyazıt'ın erkek odalıkları arasına alınmıştı. Yavuz Sultan Selim ilk iş olarak 2 öz kardeşini ve 5 yeğenini öldürttükten sonra, sıra

babasının diğer sekiz karısından doğan kardeşlerine gelmişti. Ağabeyi Şehzade Korkut, Ahmed, Abdullah, Şeyhinşah, Alemşah, Şahsultan, Mahmut ve Mehmet karıları ve çocukları kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından boğularak öldürüldüler. Öldürttüğü ağabeylerinden Şeyhinsah'ın oğlu Mehmet ve Alemşah'in oğlu Osman'ı da yaşatmak olmazdı; onları da boğduruverdi cellatlara...Yavuz, baba yâdigârı Sadrazam Koca Mustafa Paşa'nın Şehzade Ahmed'i tuttuğuna inanıyordu. Bu yüzden onu da 1512'de Bursa'da yemek esnasında boğdura

rak halletti. İdam ettirdiği Şehzade Ahmed'in oğlu Kasım önce boğdurulmuş sonra başı kesilerek Padişaha yollanmıştı. Sıra gelmisti diğer Sadrazamlara... Arnavut ve Hıristiyan kökenli Dukakin Ahmet Paşa 1515 Mart'ında kafası kesilerek öldürüldü. Yunus Paşa'nın da 1517 Eylülünde Mısır seferinden dönerken kafasını kestirdi. Yeniçeriler Fatih'in son SadrazamıKaramanî Mehmet Paşa'yı daha önceden öldürmüşlerdi zaten. Doğar doğmaz yok edilmeleri gereken bebeklerin de göbek bağları düğümlenmek suretiyle öldürüldük

leri bilinmektedir. Ne yazık ki, kafeslerde yasayan veya öldürülen şehzadelerden doğan erkek çocukların derhal yok edilmesi, bu şehzadelerin soylarının devamına da imkan vermemekteydi. I. Selim, 20 Nisan 1414 yılında 120 bin kişilik ordusuyla İran'a karşı yaptığı Çaldıran seferini, kendi halkından 40 bine yakın Alevi

Türkmen'i kılıçtan geçirerek başlatmış ve Yavuz'dan sonra da devam eden bu soykırım yüz yıl sürecek Celâlî isyanlarını 1519'da tetiklemişti. Yavuz kendisine bu savaştan vazgeçmesini tavsiye eden çocukluk arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa'yı derhal başını vurdurup öldürmekten de çekinmedi. Sünnî
Kürt aşiretleri bu savaşta Azerbaycanlı, Türkçe yazıp konuşan Şah İsmail'e karşı Osmanlıların yanında yer almış ve bu sayede özerkliklerini elde ederek Alevi aşiretleri ezmişlerdi. Bu baskı sonucunda Alevi Türkmenlerin, Kürt aşiretlerinin etki alanlarında yaşayanları zaman içinde Sünnîleşmiş ve öz dillerini unutarak Kürtçe konuşmaya başlamışlardı. Kurtulanların çoğu da İran'a kaçmış ve zaman içinde Şii'liği kabul ederek acemleşmişlerdi. Şah İsmail, 'Şah Hatayi' mahlasıyla yazdığı bir şiiri şöyle bitiriyordu:


- Şah Hatayi der sırrını
- Ortaya koymuş serini (başını)
- Nesimi gibi derisin
- Yüzen gelsin işte meydan
- Hudey hudey dostlar hudey
- Hudey hudey canlar hudey
Bu şiir bugün dahi Anadolu Alevilerinin Cem ayinlerinde bağlama eşliğinde sıkça söylenen bir parç

adır. Burada adı geçen Nesimi, Hallac-ı Mansur'un (Enel Hak–Tanrı benim, ben hakikatim veya Tanrı insandadır) Hurufilik düşüncesini savunduğu için derisi canlı canlı yüzülen bir Alevi düşünürüdür. 1339 veya 1344 tarihlerinde yaşamış olduğu sanılan Nesimi'nin esas adı 'Ali'dir. Hayatı hakkında bilgi veren tek kitap 1546 yılında yazılmış olan 'Latifi Tezkiresi'dir.

Ben yitirdim, ben ararım, yâr benimdir kime neGâh giderim öz bağıma gül dererim kime neGâh giderim medreseye ders okurum Hak icinGah giderim meyhaneye dem çekerim kime ne Kelb (köpek) rakip haram diyormuş şarabin bir katresine Sakî doldur, ben içerim, günah benim kime neBen mel'anet gömlegini deldim, taktım eğnimeAr-u namus şişesini taşa çaldım, kime neAh Yezid, seccadeni al yürümescid yoluna

Pir eşiği benim kâbem kıblegâhım kime neGâh çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa Gâh inerim yeryüzüne yar severim kime ne Kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günahBen severim sevdiğimi, günah benim kime ne Nesimi'ye sordular, ya rin ile hoş musunHoş olayım, olmayayım, o yar benim, kime ne
(Aşık Nesimi)

Yavuz Sultan Selim devrinde İngiltere İmparatorluğu'nun İstanbul elçisi Busbecq, kendilerini Avrupa'da korkuyla beklenen Türk saldırılarından koruyanın Şah İsmail olduğunu vurgulu

yordu. I. Selim'den I. Ahmet'e kadar devam eden Celâlî isyanlarında kaç yüz bin Alevi'nin katledildiği bilinmiyor... Osmanlı, kendi sarayındaki cinayetlerin kaç kişinin canına mâl olduğunu hesaplamamıştı ki, katledilen Alevilerin hesabını tutsun...
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-2_4323293.html
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-3

Kozmopolit hanedan, kendisinin ve devşirme bürokrasisinin maddi ihtiyaçlarını halktan zorla tahsil etme yoluna gidince, devletin temel unsuru olan Türkmenlerin siyasi hakları ellerinden alınmış, ekonomik refahlarını kaybetmişlerdi. Temelde milliyetçi bir hareket

olan Celâlî isyanlarını Osmanlı'nın sosyal ve ekonomik işkencesi hazırlamıştı. Nedense bunları yazmaz resmi tarihler... Padişahlar da merak etmemişlerdi zaten... Ama şu bir gerçekti: Anadolu halkı kendisini benimsemeyen, hakir gören, savaşlarda Hıristiyan dönmesi yeniçerilerin önünde cepheye sürülüp düşmanın ilk salvolarına hedef bıraktıran; Türklüğü benimsemek bir yana, her fırsatta Türk düşmanlığını yansıtan bir Osmanlı devleti yerine, Türkçe konuşan, "Türk'üz" diyen Safevî İmparatorluğunu çok doğal olarak tercih edeceklerdi. Şahkulu, Baba Zünnun, Kalender Çelebi, Baba İshak, Şeyh Bedreddin, Nur Halife, Tekelioğulları, Şeyh Celâl, Dulkadiroğulları v.b isyanlarda sebep, Osmanlı tarafından "kızılbaş" olarak adlandırılan Alevilere karşı girişilen katliamlar ve acımasızca salınan vergilerdi. Şah İsmail'e karşı yapılan şavaşı da bu açıdan ele almak gerekir. Yavuz Sultan Selim, babasını bir darbe ile devirdikten sonra başa geçtiğinde, yaptığı ilk iş, kızılbaşları "Kâfir ve mülhid (Allah'ıinkâr eden)" ilan edip katledilmelerinin vacip olduğuna dair Şeyhülislâm İbni Kemal'denaldığı fetva ile Türkmen Alevi katliamına girişmek olmuştur. Neticede,



Fatih'in Otlukbeli'nde başlattığı Alevi Türkmen katliamı Yavuz'la bütün hızıyla sürüyordu... Bu cinayetlerin fetvalarını verenler tabii ki yine Sünnî din adamlarıydı. Önce Müftü Hamza ve sonradan Yavuz Halife olduktan sonra da Şeyhülislâm İbni Kemal... Allah'sız, kâfir(!) Alevilerin katli



vacip ve malları hep helâl idi, ilk çağ karanlığının Sünnî temsilcilerine...
- Türk(men) değil mi Merzifon'un eşeği
- Eşek değil, köpekten de aşağı...
Yavuz Selim'in de diğer birçok Osmanlı Padişahı gibi romantik bir yönü vardı. Şiir yazardı. Türkçe yazdığı bir gazel:
- Ben yatam layık mı ol karşımda ayağın dura
- Servi-i nazıma deyin ben öldükte namazım kılmasın.
Kadınlar cenaze namazı kılmadığına göre Selim'in "servi-i nazım"diye hitap ettiği kişi bir kadın olamazdı.

Ama Osmanlı edebiyatında erkeklere aşk şiiri yazmak ta çok olağan bir şeydi!..
Yavuz, Koca Mustafa Paşa'yı da boğdurduktan sonra yine iç oğlanlarından devşirme Arnavut Yusuf Pasa'yı Sadrazam yaptı. Mısır'a savaş açtığında, Mısır'da Türk Kölemenler'in (Memlükler) idaresinde "Ed Devlet-üt Türkiye"isimli 267 yıllık bir devlet vardı ve konuşulan dil Türkçe idi. Bu devlette Türkçe bilmeyen bir kimsenin yükselmesi hemen hemen imkânsızdı. Bunun için Türkçe bilen aydınlar Kölemenler katında imtiyazlı idi. Bütün Arap kaynakları Kölemen İmparatorluğu'na 'Ed Devlet-üt Türkiye – Türk Devleti' adını veriyorlardı. Daha 868-905'te Tolunoğull

arı, sonra İhşidiler (935-969), Eyyubîler (1171-1250) ve en son olarak ta Kölemenler zamanında Mısır zaten bir Türk ülkesi idi ve Yavuz, çevresinde Sünnî dahi olsa bir Türk devletine tahammül edemezdi... 1517'de bu devlete son verip İstanbul'a dönerken, yolda Arnavut Yusuf Paşa'yı da boğduruverdi!


Yavuz bir Halife-Padişah olarak, İslâm şeriatıyla yönetilen bir dünya devleti kurmayı hedeflemişti. Bunun için kendi sözünü Tanrı sözü olarak kabul edecek, Padişahı için ölüme atılacak, bir lokma ekmekle bir hırkadan fazla talebi olmayacak, câhil, saf kull

ara ihtiyacı vardı. Bu kulların fizik, matematik, astronomi, mühendislik bilimleri gibi mümin bir insanı yoldan çıkarabilecek! konularla değil, medreselerde sadece Kur'an'da öğrendikleriyle iktifa etmeleri gerekirdi. Bütün kötülüklerin, doğa afetlerinin, hastalıkların yaratıcısı Allah olduğuna göre, onların çaresini de ancak Allah bilirdi. Bu çareleri öğrenmek için de mümin kullarına Kur'an'ı indirmişti. Galileo, 'Fiziği de İncilden öğrenemem' diyordu ama Müslümanlar fiziği Kur'an'dan ve hadislerden pekala öğrenilebilirlerdi... Şeyhülislâmlar ve din adamları kâinattaki bütün ilimlerin Kur'an'da mevcut olduğunu, ama bu sırların sıradan bir Müslüman tarafından anlaşılamayacağını, ancak Kur'an'ın sırrına varmış, yani Allah tarafından kendisine ilim verilmiş olan din adamları, şeyhler tarafından halka öğretilebileceğini ifade ediyorlardı. Osmanlı Müslümanları; uzayın yaradılışını ve genişlemesini Zâriyât/47'den, kıtaların magma üzerindeki hareketlerini yani depremin sırrını Neml/88, Al Muzammil/14. Al Tur/9-10'dan, gece ve gündüzün yaradılışını Yâsîn/38-40'tan, ışığın oluşumunu Furkan/61'den, güneş ve ayın yaradılış hikmetini Yunus/5'ten, kara deliklerin oluşumunu Mürselat/8-10'dan, cisimlerin ağırlıklarını kaybederek enerjiye dönüşümünü Zilzâl/2'den, uzaydaki ol

ayların kıyamete kadar tekrarlanacağını Zümer/5'ten, bio jenetik bilimini Târık/6-7'den, evrensel elementleri Ra'd/17'den, insanların uzay gezilerini Rahmân/33 ve İnşişâk/18-19'dan, ölülerin dirilip dirilemeyeceğini Nahl/38-40'tan, gökyüzünün katlarını Bakara/29'dan, şimşeğin sırrını Rum/24'ten, ışığın hızını Me'ariç/4'ten öğrenebilirlerdi. Gerçi Me'ariç/4'te 50 bin yıl olarak ifade edilen süre, Secde/5 ve Hac/47'de bin yıl olarak yazılmakta ise de, bunun hikmetini ancak Allah bilirdi... Uçak ve makinalı tüfeklerin ilk kullanımını Fîl Suresinin 1-5 ayetlerinden öğrendiler. Buhari'nin Ebu Hüreyre'den naklettiği sağlam bir hadiste Peygamber'in,'Çorbanıza sinek düşerse onun iki kanadını da çorbaya batırıp çorbanızı öyle için. Zira sineğin bir kanadında şer, diğer kanadında hayır vardır.'

dediği bildirilmektedir. Osmanlı Müslümanları bu sayede Allah'ın mikroplara karşı antikorlar yaratmış olduğunu da öğrenmişlerdi. Yabancıların (kâfirlerin) her şeyini red etmeliydi Müslümanlar. Hz. Ayşe, 'Eti bıçakla kesmeyin. Çünkü bu, yabancıların işidir. Siz dişlerinizle kemirerek yiyin. Çünkü bu afiyet için daha iyidir (Ebu Davud, Et'ine 21)' diyerek buna dikkatimizi çekiyordu. Kainatı taşıyan meleklerin büyüklükleri hakkında Ebu Davud'un bir hadisine başvurmamız gerekiyordu.

O meleğin kulak memesi ile ensesi arasındaki mesafe yedi yüz yıl imiş. (Ebu Davud, Sünnet 19) Katolik kilisesi de o çağlarda dünyayı taşıyanın bir öküz olduğunu savunuyordu ama, onlarca Hıristiyan bilim adamı, idamı göze alarak bu görüşe karşı çıkıyordu...

İmam Gazalî,'İlyau-ulumi'Din – cilt 4' kitabında Azhab suresinin 286 ayet olduğunu yazarken, elimizdeki Kur'an'da bu, sadece 73 ayettir. Kimbilir yitip giden ayetlerde insanlığın hizmetine sunulan daha ne sırlar vardı acaba...
2500 yıl önce Keos'lu Kritas, 'Din, insanları ahlâk ve adaletle yönetmek amacıyla, onları korkutmak için uydurulmuştur.'
Platon yine aynı çağlarda,'Din, yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına söylemesi gerekli kimi güzel yalanlardan biridir' diyordu. Bu sözü şimdi, 'devlet yararına' yerine 'yönetenlerin çıkarına' olarak düzeltebiliriz.
********************
Yavuz'un tek oğlu olmuştu: Süleyman. O yüzden de öz çocuklarını öldürme zevkini(!) tadamadı Yavuz Sultan Selim... Süleyman da diğer Padişah çocuklarının aksine, öldürülmek ko

rkusu olmadan büyüyebildi.
10-Kanunî Sultan Süleyman

(1520-1566): Polonya'lı Helga'dan dogdu. Eşleri: Yahudi kökenli bir Slav papazının kızı Roksalan (Alexandra Lisowska - Hürrem Sultan), Sicilya'lı Rozaline (Gülfem Hatun) ve Lehistan dönmesi Abdullah'ın kızı Mahidevran Sultan... Padişah tahta çıkar çıkmaz Rodos'u aldı ve orada yaşayan büyük amcası Cem Sultan'ın oğluyla torununu yakalatıp boğdurdu. İlk Sadrazamı Pir Mehmet Paşa emekli olunca Makbul İbrahim Paşa'yı Sadrazam yaptı. 15 Mart 1536'da Makbul İbr

ahim Paşa, gece uyurken boğduruldu ve Maktul! İbrahim Paşa oluverdi... Kanunî, daha sonra Sadrazam yaptığı, kızı Mihrimah Sultan'la evli damadı Rüstem Paşa'yı azledince yerine Arnavut Kara Ahmet Paşa'yı getirdi. Karısı Hürrem ve kızı Mihrimah Sultan ise Damat Rüstem Paşa'nın azline karşı geldiler. Bir takım saray oyunlarından sonra Kanunî, Kara Ahmet Paşa'yı da 28 Eylül 1555'te cellatlara teslim edip yerine tekrar Damat Rüstem Paşa'yı getirdi. Öldürülen Kara Ahmet Paşa aynı zamanda Kanunî'nin babası Yavuz'un da damadıydı; Yavuz'un kızı Fatma Sultan'la evliydi...


Kanunî Sultan Süleyman, babası I. Selim'in bir cariyeden olan çocuğu Uveys Paşa'ya nedense dokunmadı. Uveys Paşa beylerbeyi olarak gittiği Yemen'de bir ayaklanmada öldürüldü. Kanunî, Uveys Paşa yerine kendi öz çocukları Mehidevran Sultan'dan doğma Şehzade Mustafa ile Hürrem Sultan'dan doğma Şehzade Beyazıt'i ve hatta onların çocuklarını, yani kendi öz torunlarını da (Mehmet, Osman, Abdullah, Mahmut, Murat) boğdurdu. Kundaktaki Şehzade Mustafa, anası Mahidevran Sultan'ın kucağından zorla alınarak idam edilmişti. Oysa ki Kanunî, ilk aşkı olan Mahidevran Sultan'a, "Sure-i Velleyl okurdum dün nemaz-ı şamdaZülfün andım dilberin, nitdim, ne kıldım bilmedim"diyecek derecede aşkla bağlıydı...
Mahidevran Sultan yaşamının büyük bir bölümünü fakir olarak oğlunun mezarının bulunduğu Bursa'da geçirdi.
Ancak rakibi Hürrem Sultan'ın ölmesinden sonra Hürrem Sultan'ın oğlu Padişah II. Selim, Mahidevran Sultan'a maaş bağlattı ve oğlu Mustafa'nın türbesini yaptırdı.
Büyük, adil, ileri görüşlü bir Padişah olarak kabul edilen Muhteşem Sultan Kanunî Sultan Süleyman Han, üç çocuğundan ikisini boğdurmuş, geriye bir tek Şehzade II. Selim'i bırkmıştı. Kanunî, Belgrat'tan sonra Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya'yı Osmanlı topraklarına katmıştı. 1526 tarihinde Tuna nehri üzerinde bulunan Petro Varadin (Petervardin) kalesini fetheden Osmanlı orduları, daha sonra da sırasıyla Sirem muhitindeki kaleleri, Iyluk ve beraberindeki on küsur kaleyi ve nihayet Drava nehri kenarındaki Ösek (Eszek) kalesini zaptetmişlerdi. Kazanı

lan Mohaç zaferinden sonra, 1526 yılının Eylül’ünde Macaristan’ın baş şehri olan Budin fethedilmiş ve bunu Segedin, Budin’in tam karşısında yer alan Peşte ve benzeri çevre şehirlerin ele geçirilmesi takip etmişti. İstanbul’a Macaristan Fâtihi ünvanıyla dön

en Kanunî, bu seferiyle Orta Avrupa’da dengeyi değiştirmiş ve Osmanlı Devleti’nin sınırları Avusturya ve Çekoslovakya’ya dayanmıştı. Osmanlı Yahudileri üçüncü matbalarını 1530'da yine İstanbul'da kurarlarken
Müslümanlara hâlâ yasaktı bu... Kanunî'nin, halkının eğitimi ile ilgili bir düşüncesi yoktu. O daha önemli(!) işlerle uğraşıyordu. Demirbaş Şarlken’den sonra Kanunî’nin ikinci büyük rakibi olan Türkmen kökenli Şah Tahmasb, Bitlis hakimini kendisine tâbi olması için zorluyor ve Osmanlı Devleti'ne doğuda rahat vermiyordu. 1533 yılında harekete geçen ordu, Sadrazam
İbrahim Paşa komutasında Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat alındıktan sonra 1534 yılında Tebriz’e girdi. Daha sonra aynı yılın Eylül’ünde Padişah da sefere katıldı ve Karahan Derbendi geçildikten so

nra Hemedan ve Kasr-ı Şirin yoluyla Bağdat’a ulaşıldı. 1534 Aralık ayında Bağdad direnmeden teslim oldu. Kerkük ve Hille gibi Irak beldeleri Osmanlı ülkesine katıldığı gibi, Güney Irak, Kuveyt, Lahsâ, Katîf, Necd, Katar ve Bahreyn bölgeleri de Osmanlı Devl

eti’ne itaat edince bütün bunlar, Basra Eyâleti adı altında Osmanlı’ya bağlandı (24.7.1538). Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa, aynı yıl Tunus’u fethederek Osmanlı Devleti’ne katmıştı. 1538 yılında Kanunî Moldavya üzerine yürürken, denizlerde Hadım Süleyman

Paşa, Süveyş’ten hareket ederek Yemen ve Aden’i almış ve Hindistan’daki Diu Kalesini kuşatmıştı. Yine aynı yıl, Osmanlı Devleti’ne Batı Cezayir’i kazandıran Barbaros Hayreddin Paşa, Batılı donanmalara karşı kazandığı Preveze deniz zaferi ile Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirmişti. Macar (Sırp?) kökenli Piyale Paşa Kaptan-ı Derya olunca İspanya Kralı II. Filip'in donanmasını bozguna uğratmış, Sakız ve Cerbe adalarını Osmanlı Devleti'ne katmıştı. Macaristan’da Osmanlıların himâyesindeki Kral Yanoş Zapo lya’nın ölümüyle (1540), Avusturyalı Ferdinand’ın buraları işgal etmek istemesi ve hatta Budin ve Peşte’yi kuşatması, Kanunî’yi tekrar bu bölgelere getirdi. 1541 tarihli bu seferle Macaristan, Osmanlı'ya bağlı Budin Eyâleti’nin bir parçası oldu. Viyana kuş

atmaları hariç, bütün bu başarılı seferlere rağmen Osmanlı Devleti, en güçlü göründüğü bu devirde, en büyük ekonomik krizini yaşıyordu... Kendisi 1566'da Zigetvar'da öldüğünde yerine geçen oğlu II. Selim, askere dağıtması için gerekli cülûssiye bahşişini bile hazinede bulamamıştı!.. Kanunî de herhalde bunun farkındaydı ki veliahtını seçerken "benden sonrası tufan!"

diye düşündüğünden Osmanlı Devleti'nin idaresini tek kalan oğlu, başını gece gündüz içkiden kaldıramayan sarhoş Selim'e, yani II. Selim'e bırakm akta bir sakınca görmemişti... Oysa ki Sadrazam Rüstem Paşa'nın kişisel serveti Osmanlı hazinesinden bile fazlaydı:

Bin yedi yüz köle, iki bin dokuz yüz savaş atı, bin yüz altı deve, yedi yüz bin altın sikke-i hasene, beş bin kaftan ve elbise, bin adet üsküf altı, yüz gümüş eğer, beş yüz altın eğer, bin beş yüz gümüş at başlığı, yüz otuz çift altın özengi, kalıp altın, nakit altın, gümüşle karışık altın, gümüş eşya ve mücevherat...

Avrupalılar donanmalarıyla uzak kıtaların keşfine çıkarken Osmanlı, bir ticaret filosu meydana getirmeyi dahi aklına getirmiyordu... Kanunî Sultan Süleyman bir ticaret filosu meydana getirmeyi düşünemiyordu ama, yeniçerilerine ve doğudaki Sünnî
Kürt aşiretlerine Alevi Türkmen Beydilli ve Balaban aşiretlerinin sünnîleştirilmesi vey

a yok edilmeleri emrini vermeyi unutmuyordu... Yaşamının son günlerine doğru canı ailesinden birkaç adam daha adam öldürmek istemiş olacak ki, amcası Cem Sultan'ın iki oğluyla torununu da boğduruverdi. Halbuki, Cem'in çocukları Katolik olduklarından Kanunî veya oğullarıyla bir mülk kavgasına girme durumları bahis konusu bile olamazdı...


Kanunî, Macaristan Fatihi ünvanıyla İstanbul'a dönerken, 1529'da Alman bilim adamı Georgius Bauer, çelik ve alüminyum üretiminde kullanılan Fluoriti keşfetmişti. Kanunî ise, tebasını biraz daha sünnileştirmek gayretiyle sağa sola fermanlar gönderiyordu. 1537'de:
1- Dini gerekleri yerine getirmeyen ya da dine karşı saygısızlık gösterdiği ileri sürülenlere ağır cezalar verilmesi,
2- Her köye bir cami yaptırıması ve halkın Cuma namazlarına katılmasının sağlanması,
3- Eğlence yerleri, özellikle meyhaneler kapatılarak, sapık inançlı olduğu ileri sürülen bazı dervişlerin İstanbul dışına sürülmeleri, karar altına alınmıştı. Dine zarar verdiği gerekçesiyle matematik, felsefe ve kelâm gibi dersler medrese programlarından çıkartılırken, zamanın gerçek bilim adamları v

e mutasavvıflardan Molla Kabız, Şeyh İsmail Ma'şukî, Şeyh Muhyiddin Karamanî, Şeyh Hamza Bali, Kemal Paşazadeve Ebussuud Efendi gibi Şeyhülislâmların fetvalarıyla idam ediliyorlardı. 1543'te Flaman doktor Andreas Vesalius insan anatomisini bütün ayrıntılarıile gösteren bir kitap yayınlaması ile ilgilenen yoktu Osmanlı ülkesinde... İtalyan matematikçi Gerolamo Cardano

yüksek matematikte kullanılacak olan ilk komplex rakamları bulduğunda tarih 1545'i gösteriyordu. İngiliz Kralı VIII. Hendrik Cambridge'teki ünlü Trinity College'i 1546'da kurmuş, yerçekimi (gravitasyon) kuramını ve uzaydaki cisimlerin bu kurama uygun olarak hareket ettiklerini bulan

Isaac Newton, 1661 yılında bu kolejde eğitime başlamıştı... Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Müslüman halka ise matbaa kurma yasağı hâlâ devam ediyordu. Kanunî Sultan Süleyman'ın Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, kendisine, 'Birisi, Hz. İsa peygamberlerde en sondur dese, şer'an ne lâzım olur?' sorusuna şu fetvayı veriyordu: '

Andan sonra peygamber gelmedi derse, katli vacip olur, o inançtan dönmezse kafası kesilir.'

Bu kafalar, Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış Yunus Emre'nin:

Cennet cennet dedikleri Bir ev ile birkaç huri İsteyene ver onları Bana seni gerek senişiirindeki mânâyı dahi anlayacak beyine sahip olmadıklarından, Yunus Emre hakkında idam cezası vermeyi düşünecek kadar bağnaz olarak eğitilmişlerdi
2000'li yıllarda ise Fethullahçılar tarafından Türklere, Hz. İsa'nın 'NEBİ' olarak geleceği öğretilmekte...
11-II.Selim - Sarı Selim - Sarhoş Selim(1566-1574): Roksalan'dan (Alexandra Lisowska) doğdu.

Eşi: Venedikli Yahudi Raşel (Nurbanu Sultan). Sarı Selim, kızı Esmahan'ı Hırvat kökenli Sokullu Mehmet Paşa ile evlendirdi. 1571 yılında onbinlerce Türk askerinin ölümüne mâl olan Kıbrıs'ı aldıktan sonra bütün ganimet saray mensupları ve savaşmayan yeniçeriler arasında paylaştırıldı. Bütün bunlara ilaveten İspanyol Yahudisi, zorla Hıristiyan yapılmış, banker ve siyasetçi Josepf Nasi Kıbrıs'a kral olarak tayin edildi. Hanedan sıkıştığında Raşel'in ilişkilerisayesinde Josepf'ten borç para alabiliyordu. Çünkü, Raşel'i Sarı Selim'le tanıştıran da zaten Joseph Nasi idi ve Osmanlı İmparatorluğuna Kanuni Sultan Süleyman zamanında gelmişti.
Şimdi Sarı Selim için en önemli konu, "Osmanlılaştırma" siyaseti gereği, Kıbrıs'a hangi toplumun yerleştirileceği idi. Bu sorun da, 10 bin kadar yaşlanmış yeniçeri Kıbrıs'a gönderilip, yerli halkın kadınları ile evlendirerek çözüldü. Kıbrıs'a Türk kökenlilerin gönderilmemesine özellikle dikkat eden Sarı Selim, ailesinden hiç kimseyi katletmemişti. Hatta ordusuyla beraber savaşa bile çıkmayan ilk Padişahtı o... Katolik-Gregoryan Osmanlı Ermenileri 1567'de ilk matbalarını kurararlarken Danimarkalı astronom Tycho Brahe11 Kasım 1572'de Cassiopeia gökadasına parlak bir yıldızın daha ilâve olduğunu gözlemliyordu.
Sarı Selim, Kıbrıs'tan getirttiği şaraplarını içerken; 7 Ekim 1571'de Osmanlı Donanması Uluç Reis'nin ısrarla açık denize açılma önerilerine rağmen, Kaptan-ı Derya Ali Paşa'nın emriyle İnebahtı'da (Lepanto) kalarak baskın yiyor ve 142 gemi ve 20 bin leventi şehit vererek denizlerdeki hakimiyetini ilelebet kaybediyordu. Ali Paşa, bu yenilgiden sonra kendini şöyle savunuyordu:

'Allah'ın yol gösterdiği imparatorluğun donanması kâfirlerin donanmasıyla çarpıştı ve Allah'ın iradesi onlardan yana tecelli etti' Demek Allah 'kâfirlerden' taraftı... Bundan sonra Kaptan-ı Derya olarak İtalyan asıllı Uluç Reis'in (Uluç Ali Paşa -İtalyan kökenli Occihiali -ki, donanmanın bir kısmını İnebahtı'da kurtarabilmişti) gayretleri de kaybedilen bu hakimiyeti geri getirmeye yetmemişti. Zira Osmanlı'da ne silah alacak para kalmıştı, ne bunları üretecek teknoloji ne çağın gereklerine uygun gemiler ve ne de yetenekli denizciler yetiştirebilecek bir okul... 1568 yılında Osmanlılar Akdeniz'den Kızıldeniz'e Süveyş üzerinden bir kanal açmayı ve bu kanal sayesinde Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'na açılmayı düşündülerse de, yukarıda yazılı eksikliklerden dolayı proje yürümedi. Her ne kadar Sokollu Mehmet Paşa, 'Bu devletin kudreti ve zenginliği öyle büyüktür ki, eğer istersek bütün donanmanın lengerlerini gümüşten, resenlerini ibrişimden, yelkenlerini atlastan yaptırabiliriz'

deyip yeniden bir donanma meydana getirdi ise de, Osmanlı'nın Akdeniz'deki hakimiyeti kaybolmuştu artık. Zira, Padişahlarımız, paşalarımız, din adamlarımız 'kâfir' Batı'yı küçümseyedururken, Batı'nın silâh ve savaş becerilerinden habersizdiler.
12- III. Murat

(1574-1595): Yahudi Raşel'den (Nurbanu Sultan) doğdu. Eşleri: Venedik'li Paros Bey'in kızı

Cecilia Venier Baffo (Safiye Sultan), Polonyalı Mona (Mihriban Sultan), Macar Ninuska Nazperver Sultan), Rus Olga (Sahhüban Sultan), Romanyalı Meri (Fahriye Sultan). III. Murat en sevdigi kızı Ayse Sultan'ı Sırp kökenli Kanijeli İbrahim Paşa ile evlendirdi... 130 cariyesinden 112 çocuğu olan Murat 112 cariyeden nasıl fırsat bulduysa, kardeşleri Şehzade Abdullah, Mustafa, Osman, Süleyman ve Cihangir'i boğdurarak öldürttü... Onun yerine geçen III. Mehmet te babasını örnek alarak on dokuz oğlan kardeşini boğduruvermişti zaten... III. Murat'ın Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa'sı da, Osmanlı'nın Alevi Türkmen düşmanlığını tekrar gösterircesine, kendisine:
- Yürü bre Hızır Paşa
- Senin de çarkın kırılır
- Güvendiğin padişahın
- O da bir gün devrilir.diyen Pir Sultan Abdal'ı Sivas'ta önce taşlattırmış, sonra astırmıştı. Kâfirlikle suçlanan Pir Sultan Abdal idam sehpasına giderken bile:
- Alınmış abdestim aldırırlarsa
- Kılınmış namazım kıldırırlarsa
- Sizde Şah diyeni öldürürlerse
- Ben bu yayladan Şah'a giderim.Diyordu...

Osmanlı, kılıç ve pala yerine aklını kullansaydı, hakim olunan topraklar 5 milyon kilometre kareden Sevr Antlasmasıyla iki yüz bin kilometre kareye düşermiydi acaba...
1584'te İtalyan fizikçi Galile,zaman ölçmede kullanılan pandülü icat ediyordu (Pandül, daha sonra Hollandalı matematikçi ve saatçi Christian Huygens tarafindan mükemmelleştirildi). İtalyan filozof ve şair Giordano Bruno1484'te kilisenin tehditlerine aldırış etmeden uzayın sınırsız olduğunu iddia ediyor ve bu yüzden 1600 yılında kilise tarafından yakılarak öldürülüyordu... Katolik kilisesinin bu dine aykırı saydığı görüşlere izin vermesi 1758 yılını bulmuştu ama Hıristiyan bilim adamları, filozofları; kiliseye rağmen, bilim namusu adına buluşlar, fikirler üretirken; Osmanlı'da hanedanlık müessesi; kokuşmuş, çağ dışı kalmış bürokrasisi, din adamları ve medreseleriyle halka böyle bir imkân tanımıyordu... Halk kendi lisanına bile yabancılaştırılmış, Osmanlıca denilen saray lisanın bile medreselerde halk tabakasına öğretilmesine hiç önem verilmemişti. Kendi ülkesinde, kendi lisanını yerleştiremeyen Osmanlı, elbette yüz yıllarca hakimiyeti altında tuttuğu ülkelere ne kendi kültürünü

ne de lisanını getirebilirdi. Osmanlı için halkın eğitimi, uydurma bir İslâm tarihi, çat pat Kuran dersleri demekti... Fıkıh kitapları ise El Gazalî'nin yorumları ile doluydu. Osmanlı, kendi kurduğu devletinin tarihini bile doğru dürüst, ayrıntılarıyla yazacak bir tarihçi yetiştirememişti 600 yıl boyunca. Böyle bir ülkede bilimle uğraşacak, bilim namusuna sahip bir insan elbette yetişemezdi...
Galile Galileo1592'de sıvıların hacımlarının ısıya bağlı olarak değiştiğini gözlemliyor ve ilk sıvılı termometreyi üretiyordu. Hollandalı gözlükçü Hans Janssenilk çok mercekli mikroskopu 1600'de buluyor; ayni yıl İngiliz William Gilbert dünyanın yerçekimi gücüne sahip olduğuna dair kitap yayınlıyordu. Hollandalı Cornelis Drebbel icat ettiği termostatla deneyler yapıyordu. 15. yüzyılda Polonyalı Copernicus, Güneş merkezli uzay teorisini, kiliseye rağmen ortaya attığında, III. Murad ta 1579 ta ilk rasathaneyi İstanbul'da Takuyiddin Raşid efendiye kurdurmuştu. Bu arada görünen bir kuyruklu yıldız ve başgösteren veba salgı nın sebebi, din adamları tarafından rasathanede meleklerin eteklerinin altına bakıldığı için Allah'ın gönderdiği bir gazap olarak düşünüldü ve gereği yapıldı!.. Rasathane bir yıl sonra, 1580 de padişahın emri ve Şeyhülislâm Ahmet Şemseddin Efendi'nin fetv

asıyla topa tutturularak yakılıp yıkıldı. Bu de yetmedi, astronomisiz ve matematiksiz bilim olamayacağından, mühendislik bilimleri de ortadan kaldırıldı. Bu rasathane devam etse idi (bütün yan etkileriyle) Osmanlıların ve dolayısıyle bizlerin bilim düzeyi bugün ne olurdu acaba? Bu kadar çabuk ve pespayece dağilırmıydı bu koskoca imparatorluk? Türkistan'in baş şehri Semerkant'ta daha 12. yüzylın sonunda mühendislik bilimleri öğretiliyor ve dünyanınen gelişmiş rasathanesi de Semerkant'ta bulunuyordu. Türkistan hakimi Uluğ Bey, Osmanlılara öğretmen olarak ta matematikçiler göndermişti... Öğrettikleri sonradan yasak edilsin diye!...
Oysa ki, Uluğ bey de Müslüman'dı!..
Fatih zamanında devrin en ileri teknolojilerini kullanabilen, Osmanlı vatandaşlığına alınan Yahudi asıllı Macar Urban Usta'nın döktürdüğü topları Avrupa'ya ihraç eden Osmanlılar, neden sadece 50 yıl sonra, Yavuz Selim zamanında Avrupa'da üretilen kalitedeki topları üretemez oldu? Kanunî Sultan Süleyman Viyana seferine çıktığında neden Avrupa'dan top ithal etmek zorunda kalmıştı? Bunun sebebini hangi tarihçimiz araştırdı, tartıştı ki acaba?..
Avrupa'da ne oldu ki, Kanunî devri ile beraber Osmanlıların önlenemeyecek çöküşü başladı? Osmanlılar neleri ıskaladılar? Yapılan onlarca savaşta alınan ganimetler, tahsil edilen vergiler neden Osmanlı'nın mali yapısını düzeltemedi?
Çetin Altan'in anlattığı bir öykü vardı: Kaçak olarak New York'a giden bir şilebe binen Arnavut genci, gemi Amerika'ya yaklaşırken kaptana yakalanmış. Kaptan da genci geri dönene kadar geminin kapalı ambarına hapsetmiş. İstanbul'a geri dönüldüğünde serbest bırakılan genci karşılayan arkadaşları, "Eeee" demişler, "Anlat bakalım, neler gördün New York'ta?" Genç boynunu bükmüş, "Valla ne diyeyim bilemem ki, bir gürültü, bir gürültü..." Bizim padişahlar ve kulları da böyle bakıyorlardı hudutlarının ötesine...

İstanbul'a ait ilk kitap IV. Haçlı seferiyle ilgili olarak 1204'te "Geoffroi de Villehardoin"tarafindan

"İstanbul'un Zaptı"adı altında yazılırken, Osmanlılar neden savaşa gittikleri yerler hakkında düz nesir bir yazıyı kaleme almayı akıl edememişlerdi?

"İstanbul'un Zaptı"adlı kitabın yazılışıyla Osmanlı devletinin kuruluşu arasında nerede ise bir asır var... O bir asır, tarihimizde kayıptır, bilinmemektedir... Bilinenler ise sadece abartılı hamasî anlatımlara ve temelsiz övgülere dayandırılmıştır. III. Murat'ın, oğlu Mehmet için yaptırdığı, 7 Haziran 1582'

de başlayıp 53 gün süren sünnet düğünü dillere destan olmuştu. Şair Nev'î, 'Sürriye'

adlı kasidesinde, III. Murat'ın 53 gün üst üste İbrahim Paşa Sarayına gelip, aşağıdaki halka gümüş tepsiler içinde paralar serptiğini anlatır. Öyle ya, devletin, milletin parası, Padişahın parası demekti.

13- III. Mehmet(1595-1603): Korfu valisinin kızı Venedik'li Sofia Baffo'dan (Safiye) doğdu. Eşleri: Yunanlı Helen (Handan), İspanyol Sinderella Violetta (Mahpeyker Sultan), Abaza kökenli Fülane Sultan. Babasının 53 gün sünnet düğünü yaptırdığı III. Mehmet, bir gecede 19 erkek kardeşini birden boğdurmakla ünlendi... 24 kızkardeşini de Beyazıt'taki eski sarayın bir bölümünde hapsettirdi. Ne olur ne olmaz diye Sinderella'dan doğmuş 15 yasındaki öz oğlu Şehzade Mahmut'u da boğdurdu. Tahtını garantiye alabilmek için, boğdurduğu çocuklarının ikisinden hamile kalan yedi cariyeyi de Sarayburnu'ndan denize attırdı. Bu cariyelerden yeni doğan çocukları da göbek bağlarını düğümleterek yok ettirdi... Bütün bu cinayetler devletin selâmeti için yapılıyordu tabii... Helen'den doğan Ahmet'e ise dokunmadı. Ama sonradan Şehzade Mahmud'un annesi Sinderella'yı da bir koşu öldürtüverdi. III. Mehmed'in; Sehzade Mustafa, Osman, Beyazıt, Selim, Cihangir, Abdullah, Abdurrahman, Hasan, Ahmed, Yakup, Alemşah, Yusuf, Hüseyin, Korkut, Ali, İzhak, Ömer, Alaaddin ve Davud olmak üzere on dokuz kardeşini saraya el öptürmek ve sünnet ettirmek bahanesiyle çağırıp oracıkta boğdurması da Osmanlı'nın derdine deva olmuyordu...

Zavallı Şehzade Mustafa, babası III. Murad'ın ölümünden sonra kendi akıbetini hissetmiş olacak ki, hislerini şu beyitle ifade ediyordu:
- Nâsiyemde kâtib-i kudret ne yazdı bilmedim
(Allah kaderime ye yazmış bilmedim)
- Ah kim bû gülşen-i âlemde hergiz gülmedim
(Dünyanin gül bahçesinde asla gülemedim)
III. Mehmet durmadan adam boğdururken, Sadrazamlarındünyalıklarını tutma yarışında olduklarının farkında bile değildi... Koca Sinan Paşa 1596'da öldüğünde mirası 600 bin altın lira, 3 milyon gümüş akçe, 29 çekmece elmas, 62 çekmece inci, 30 iri elmas ve kilolarca kıymetli taş, altın sofra takımları, zırhlar v.s.idi ve bu, devlet soyularak edinilmiş servetti. III. Mehmet, 1597'de Sadrazam

Yemisçi Hasan Paşa'dan üçbin altın talep ederken, kendisinin idam ettirdiği Hadım Hasan Paşa ve Ali Ağa'nınelbiselerinin satılarak paraya çevrilmesini ve ayrıca tefecilerden borç alınmasını emrediyordu. Saray tarihçisi Bostanzade Yahya Efendi, III. Mehmet için utanmadan,

"Uzun boylu, ak benizli, güzel vücutlu olup, yumuşak huylulukta ermişler benzeriydi. Babası Sultan Murad Han vefat edince sancaktan gelip tahta çıktı. On dokuz kardeşine şehitlik şerbeti içirmiştir."

diye dursun, İtalyan cerrah Hieronymus Fabricus, damarlarda bulunan ve kanın yerçekimi yüzünden ters hareket etmesine mani olan kapakçıkları keşfetmişti bile...

Bu sırada III. Mehmet, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'dan idam ettirdiği Hadım Hasan Paşa ve Ali Ağa'nın giysilerini satılıp satılmasını, tefecilerden de para temin edilip hepsinin kendisine gönderilmesi için talep etmişti. Yemişçi Hasan Paşa, padişaha cevaben yazdığı mektupta: '(...) 30 yılı aşkın bir süredir ne bezirgânlarda, ne de halktan vesair kişilerde borç verecek insaf kalmamıştır. İşkencesiz kimseden ödünç alınmağa imkân yoktur. (...) Gerçi Hasan Paşa ve Ali Ağa'nın kasabada giysileri vardır ama, bunların satımı zaman gerektirir. Kaldı ki kaç akçeye satılacakları da malumdur. Bayram ödemeleri için Anadolu'dan 320 yük akçe gelecekti. Celâlî eşkiyasının korkusundan kimi Konya'da, kimi Tokat'ta, kimi de öteki kalelerde kaldı. Memurlar ve yeniçeriler paralarını Salı günü isterler. Öteki maaşlar için birkaç gün bekleseler de bayram parasını beklemezler.'

14- I. Ahmet(1603-1617): Yunanlı Helen'den doğdu. Eşleri: Rum Evdoksia (Mahfiruz), bir Rum Papazının kızı Anastasia (Mahpeyker Kösem Sultan). Henüz sünnet bile edilmeden on üç yaşında tahta oturtulan I. Ahmet, Sırp kökenli içoğlanı Murat Paşa'yı Sadrazamyaptı. Murat Paşa 90 yaşında iken sedaret makamına geldiğinde Diyarıbakır dolaylarında 40 bine yakın Türkmen Alevi'yi kılıçtan geçirip cesetlerini kuyuya atarak efendisine sedakatini kanıtlıyordu. Onun için de adı tarihe Kuyucu Murat Paşa olarak geçti...
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-3_4323316.html
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-4

Cellatların bile öldürmeyi red ettikleri kimsesiz, ufak bir Aleviçocuğunu kendi elleriyle boğacak kadar insanlık dışı bir yaratıktı I. Ahmet'in Sadrazamı... Osmanlı'nın boşu boşuna çıkardığı, binlerce askerin ölümüyle neticelenen savaştan sonra, hiçbir sey elde edemeden kabullendiği Zitvatorok antlaşması I. Ahmet zamanında imzalanmıştı. Kuyucu, 1611 yılında öldüğünde yerine Rum kökenli Nasuh Paşa getirildi. I. Ahmet, kardeş katletmeye vakti olmadan 28 yaşında öldüğünde, arkasında en büyügü on üç yaşındaki Şehzade Osman olmak üzere, Mehmet, Beyazıt, Süleyman, Murat, Kasım ve İbrahim adlı yedi şehzade bıraktı. Osmanlı Padişahlarının işledikleri cinayetler askere alınmayan İstanbul halkınca normal karşılanmasına rağmen, Anadolu'da artık fazlasıyla tepki yaratm

aya başlamıştı. Bu yüzden, I. Ahmet'ten sonra bu adet yavaş yavaş terk ediliyordu. I. Ahmet, Kuyucu Murat Paşa'yı sedarete getirirken Hollandalı gözlükçü Hans Lippersheyteleskopu (sonradan Galile'nin kullanacağı teknik), GalileAydaki kraterleri ve Simon Mairiun ile birlikte Jupiter'in uydularını, Fransız Nicolas de Peiresc, Orion Gökadasını keşfediyor; Fransız Marin de Bourgeoys

ilk çakmaklı tüfeği buluyor ve İskoçyalı matematikçi John Napierilk logaritma kitabını yayınlıyordu.

Bizde ise kitap yerine fetvalar yayınlanıyordu. Müftü Hamza, Türkmen-Alevilerle ilgili olarak, onların kitap sahibi Yahudi ve Hıristıyanlardan da aşağı olduğunu yazıyor ve fetvasını veriyordu:

'... Sadece İslâmın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını, evlâtlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslâmın gazileri (Kapıkulları ve yeniçeriler) arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde (İstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tesbit edilen kimse öldürülmelidir'(İ.Beşikçi, Doğu Anadolu'nun Düzeni)


1602-1612 ve 1616-1617 yılları arasında Osmanlılar'la İran arasında savaşlar yaşandı ve İranlılar bir dizi başarı kazandılar. Bu yenilgilerin hesabının Kuyucu Marat Paşa ve Nasuh Paşa'dan sorulup sorulmadığı bilinmiyor; ama 1606 yılında mecburen Avusturya ile mecburen barış yapmak zorunda kalıyorduk. Osmanlı'nın parası da yoktu ama Gümrük Mültezimlerinin (Devlete ait bir gel

iri götürü olarak toplayan kişi) tamamı Osmanlı Yahudisi idi. Sadece 1604-1630 yılları arasında İzmir'de görev yapan mültezimler 17 kişiydi. Geçerli bir meslek öğrenmelerine sıcak bakılmayan, eğitilmeyen Türklerin devlet memuru olan ufak bir azınlığının dışında neredeyse tamamı ancak çiftçilik yapabilirdi...

Eh, onlardan alınacak haraç, pardon vergi de ne kadar olabilirdi kı?
15- I. Mustafa - Deli Mustafa(1617-1618): III. Mehmed'in eşi Sinderella Violetta'dan doğdu. Eşleri, bilinmiyor. I. Ahmed'in kardeşi olan I. Mustafa, hayatının büyük bölümünü her an boğularak öldürülme korkusuyla zındanda geçirdiğinden kürklerine inci dizdirmek, havuzdaki balıklara altın atmak gibi dengesiz hareketleriyle dikkati çekmekteydi. Sadece 1 yıl süren padişahlığında devlet işlerini Seyhülislâm Yahya Efendi'ye bırakmıştı.
16- II. Osman - Genç Osman(1618-1622): Evdoksia'dan doğdu. Henüz 13 yaşında iken annesi tarafından Mariça ile evlendirildi. Geline Meylişah adı takıldı.

Nasılsa öldürülmeden gözden kaçmış olan hocası, Türkkökenli Hoca Ömer Efendinin de öğretisi ile

"sağlam değer yargılarına"varabilen, iyi eğitim görmüş, zeki, aydın bir çocuktu Genç Osman.

(Belki de tek!.. A.D.) Eğer gecikmeden kökten bir reform yapılmazsa Osmanlı Devleti'nin sonunun felaketle neticeleneceğinin farkındaydı.

Yapılmasını istediği reform kısaca beş maddede toplanıyordu:
a) Osmanlı Padişahları bundan böyle nikâhla evlenecekler ve sadece nikâhlı eşlerden doğan çocuklar padişah olabilecek.
b) Devlet-i Alîyye'yi dışarda temsil edecek kişiler bundan böyle yabancı soylu, devşirme olmayacaklar.
c) Savaşlarda daima dönme yeniçerilerin önüne konup kırdırılan, düşmanı zayıflatıp yeniçerilerin işlerini kolaylaştıran, Devlet-i Osman-ı Alî'nin bir cihan devleti olmasında en büyük payı bulunan Anadolu Türklerinden bir Osmanlı Muhafız Ordusu kurulacak; artık kazan kaldırma, soygun, talandan başkabir işe yaramayan Yeniçeri Ocağı kaldırılacak.
d) Mel'anet yuvası Zenci Harem Ağaları ve "cins-i çeşni"olsun diye Enderun-u Humayun denilen teşkilata sokulan Hıristiyan çocuklar tamamen dağıtılacak.
e) Sancaklar tek bir ahkâm ile idare olunacak ve Al-î Osman'ın cümlesince hakir görülüp sadece savaşlarda yeniçerileri sakınmak için önde kırdırılan Anadolu Türk Halkına Devlet-i Alîyye'nin şevkat ve himayesi bahşolunacaktır.


Tabii, bütün bu ıslahatların (reform) arkasında Hoca Ömer Efendi vardı. Genç Osman, reformlara kendisinden başlaması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden hocasına, "Madema ki halife-i ruy-u zeminiz"

diye başlayarak kiminle NİKAH kıyabileceğini sordu. ÖmerEfendi, Şeyhülislâm Esat Efendi'nin kızı Akile'yi önerdi. İlk defa bir Osmanlı Padişahı nikâhla evlendiğinden, sarayın protokol kuralları altüst olmuş fakat bu reform başlangıcı da Genç Osman'ın sonunu hazırlamıştı...


İsyan ederek kendisini tahttan indiren ve çıplak olarak sokaklarda sürükleyen yeniçeriler, önce ırzına geçtiler sonra da husyelerini sıkarak işkence ile katlettiler Genç Osman'ı... Bu komplonun arkasında Deli Mustafa'nin eniştesi Kara Davut Paşa vardı, dolayısıyla Deli Mustafa yeniden padişah

yapıldı....


II. Osman'ın altı erkek kardeşi vardı. O, büyük dedesi Fatih'in vasiyetini tam olarak yerine getirmedi. Lehistan seferine çıkarken sadece en büyük kardeşi Mehmet'i 1621'de hâllettirdi!

Padişahların hacca gitmesine gerek olmadığına dair fetva, yine II. Osman döneminde Şeyhülislâm Esat Efendi tarafından verilmişti. Esat Efendi aynı zamanda II. Osman'ın kayınpederiydi.

1927 yılında TBMM'ne milletvekili olarak giren Tarihçi Necip Asım Bey'in; henüz basılmamış olan

"Evliya ÇelebiSeyahatnamesinde"Genç Osman'ın öldürülüşündeki ayrıntıları bütün iğrençliğiyle anlatan sayfayı yırtıp attı. Buna sebep; kendi ifadesiyle:

"Tarihimiziçin bir kara leke olduğundan, bunu genç nesillerin bilmesinin doğru olmadığıydı."

Türkler, Osmanlı atalarıyla, yeniçerilerle gurur duymalıydılar... Fatih'le, Kanunî'yle, Yavuz'la gurur duymalıydık; ama Deli İbrahim'le, Deli Mustafa'yla ne yapacağımızı kimse söylemiyordu. Tarihçilerimizin yazıları çok kez ısmarlama oluyor ve idam korkusundan bildiklerini de saklamak durumunda kalıyorlardı.

Kaldı ki, bu yazılanlar da çoğunlukla kanıtlara değil, kulaktan kulağa yayılan söylemlere dayanıyordu. IV. Murad'ın, Şehzade Beyazıt'ı idam ettirmesinin ayrıntılarını ancak Fransız trajedi yazarı "Jean Racine'nin"bu konuyu işlediği "Bajazed"isimli manzum piyesinden öğrenebiliyorduk... Cumhuriyet'ten sonra, Osmanlı tarihini merak eden araştırmacılar, ayrıntılı ve sağlam kaynaklar için Avrupa'lı tarihçilerin eserlerine baş vurmak zorunda kalmışlardı. Osmanlı Hanedanı ve

"Osmanlıcılar", imparatorlukta nedenbir bilim adamı, bir yazar, bir romancı veya bir filozof çıkmadığını düşünmeye bile gerek görmezlerdi nedense... İspanyollların, Güney Amerika'nın altın ve gümüşlerini talan edip ülkelerine taşımalarına rağmen neden zenginleşemediğini; ama kendi içinde

birçok zorluklarla, savaşlarla uğraşan Almanların başka ülkelerde koloniler meydana getirmeden dahi zenginleşmelerinin sırrını hiç araştırmamıştır bizimkiler. Dış talanlar sayesinde ülkeye getirilen zenginliklerin; ülkedeki rasyonel çalışmayı, üretim bilincini, para kazanmanın yollarını öğrenmeye çoğu zaman engel olduğu hakkında bir fikirleri de yoktu bizim "Osmanlıların..."


İleri görüşlü, yetenekli Genç Osman önce ırzına geçilip sonradan katledilirken 1619'da astronom

JohannesKepler uzaydaki cisimlerin hareketlerini inceleyip bu hareketlerin önceden sanıldığı gibi bir daire şeklinde değil, elips biçiminde ve belli bir fizik yasasına göre hareket ettiklerini kanıtlıyordu, ki bu buluş 17. asırda Copernicus tarafından da kullanılacaktı... 1578 yılında İngiliz matematikçi

William Bornetarafından yazılan bir kitapta tarifi yapılan denizaltı ilk olarak Hollandalı Cornelis Drebbeltarafından imal ediliyordu. İngiliz Dud Dudley, demir cevherini eritmede kullanılan ağaç kömürünün yerine kok kömürü kullanıyor ve bu sayede İngiltere'de çok daha temiz çelik üretebiliyordu.
17- Deli Mustafa,ikinci kez (1622-1623)
18- IV. Murat - Hüdavendigâr

(1623-1640): Anastasya'dan (Mahpeyker Kösem Sultan) doğdu. Eşleri: Keti, Anna (Atıfet Sultan), Helena (Cihannüma Sultan). Önce Enderun devşirmesi Kemankeş Arnavut Ali Paşa Sadrazam oldu. Adet(!) olduğu üzere sonradan boğduruldu. Yerine yine Enderun devşirmesi Arnavut Mere Hüseyin Paşa getirildi. O da idam edildi. Yerine yine bir Enderun devşirmesi olan Abhaz (veya Gürcü) Mehmet Paşa getirildi... Bir Ahî Türk'ü olan Şeyhülislâm Hüseyin Efendi'yi de boğdurdu IV. Murat... Kemankeş Kara Ali Paşa, Boşnak Hüsrev Paşa da aynı akıbete uğradılar. 1635'te Revan seferine çıkarken gözü arkada kalmasın diye ağabeyleri Şehzade Beyazıt ve Şehzade Süleyman'ı boğduruverdi, Hüdavendigâr...
Geride sadece, kardeşleri Şehzade Kasım ile Deli İbrahim kaldi. İbrahim deli olduğundan kendisine bir zarar veremezdi; devleti yürütüp yürütemeyeceği ise IV. Murat'in sorunu değildi, yeterki kendi tahtı tehlikeye girmesindi... Aynen büyük dedesi KanunîSultan Süleyman gibi düşünüyordu.


Bu yüzden de Kurban Bayramı'nda Bağdat seferine çıkarken Şehzade Kasım'ı da boğduruverdi içi rahat etsin diye... Osmanlı Devletini teslim etmek için Deli İbrahim'i hayatta bırakmıştı

IV. Murat Han.
Resmi Osmanlı Tarihi IV. Murat'ın cinayetlerinden de bahsetmez. Annesinin Kösem Sultan olduğunu, 27 Temmuz 1612’de İstanbul’da doğduğunu, tam bir Türk-İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetiştirildiğini, tam takır aldığı devlet hazinesini onbinlerce altın lira

ve sayılmayacak kadar gümüş akçe ile bıraktığını yazar, kahramanlıklarını anlatır çocuklarımıza... Oysa ki, Anadolu'da Alevi Türkmen halk, resmi tarihte yazılanların tersine artık toprağını ekmediğinden ötürü açlıkla başbaşa kalıyor, yakaladıkları kedi ve köpekleri, bunlar da bitince ot yapraklarını, kokmuş hayvanların kan ve leşlerini yemeğe başlamışlardı. Öyle ki; Koçi Bey, IV. Murad'a sunduğu risalesinde, bir devlet adamı namusuyla, "Şimdiki halde reaye fukarasına olan zulüm hiçbir tarihte, hiçbir iklimde, hiçbir padişah memleketinde olmamıştır"

demek cesaretini göstermek zorunda kalıyordu. Dönemin saray şairi Nef'i, aç bırakılan Türklerın ardından utanmadan, "Türk'e hak çeşme-i irfanını haram etmiştir"saptamasını yapıyordu. Nef'i'nin, sonradan Sadrazamolan Boynueğri Mehmet Çavuş'a da "Hadi oradan câhil Türk"dediğini de yazmıyor resmi tarihimiz... IV. Murat içki, tütün ve yatsıdan sonra sokağa çıkma yasağını koyduğunda, bu yasağa uymayan yüz bine yakın insanı idam ettirirken Şeyhülislâm'ı Yahya Efendi:

* İkiyüzlüler ibadet yerine ikiyüzlülüğünü yapa dursunlar,
* Sen meyhaneye gel, orada ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü.ve
* Getir içkiyi meyhanenin garsonu,
* Bana içip içip kendinden geçti desinler,
* Uslanmadı gitti gör o divane desinler."diyemısralar döşeniyordu...


IV. Murad kendi tahtını güvene almak için durmadan adam boğduradursun 1637'de Fransız matematikçi Fermat'ın"Diophantus" adlı kitabında kurguladığı, ancak 1994'te, o da Newton'un Binomium sistemiyle çözülebilen Fermat Teoremi ile ilgili tartışmalar (n, ikiden büyük positif bir tam sayıyı gösterirse, xn+yn=zn, denklemi x,y, ve z bilinmeyenlerinin positif tam sayı değerleriyle sağlanamaz) henüz Osmanlı Devleti hudutlarından içeri girmemişti. İngiliz papaz William Oughtred

sürgülü hesap cetvelini, Fransız filisof Rene DescartesX-Y koordinatlarını, yani analitik geometriyi;

Galile'nin bir projektilin çizdigi parabol yolun hesaplanmasını; İngiliz papaz ve amatör astronom

Jeremiah Horrocks'unVenüs ve Merküri yıldızlarının Güneş'in önünden geçerken aynı eksende çakıştıkları zamanın hesaplanma yöntemini buldukları bilinmiyordu; Hüdavendigar Sultan Murad Han'ın ülkesinde!.. Matbaa Müslüman halka hâlâ yasak iken, Ortodoks Rumlar 1627'de kendi matbalarını kurmuşlardı...


19- I. İbrahim - Deli İbrahim

(1640-1648): IV. Murad'ın kardeşi. Biraz da annesi Anastasya tarafından korunduğu için ölümden kurtulan tek kardeşi... Hayatı boyunca zındanda yaşadığından aklî dengesi bozulmuş bir padişah... Ağabeyi, IV. Murad tarafından boğdurulduğundan, kendis

ine boğduracağı kimse kalmamıştı. Eşleri: Rus Nadya (Hatice Turan Sultan), Sırp Katrin (Saliha Dilasub Sultan), Lehistanlı Yahudi Eva (Hatice Muazzez Sultan), Ermeni Maryam (Hümaşah Sultan - Bu sişman Ermeni kadın, fazla güçlenmeye başladığından Valide Kösem Sultan (Anastasya) tarafından boğduruldu..)
Karılarından Maryam'a Şam eyaletini bağışlayan İbrahim, paraya sıkıştıkça ne yapacağını şaşırır, sağa sola para bulmaları için emirler yağdırırdı... Sadrazam Mehmet Paşa'ya yazılmış bir mektubu, IV. Murat'ın kendine seçtiği halef hakkında bize bir fikir verebilir. Bugünkü Türkçe ile:

"Bre karpuz götlü pezevenk. Ecdadım Medine'ye bunca cevahir ve bunca paha biçilmez mal göndermiştir. Tiz, ademler gönderip, anda mevcut emval ve cevahiri getirtesin. Ve illâ geciktirildiğinde, senin derini soyup içine saman dolduracağımı bilesin..."

Deli İbrahim, samur kürk ve amber kokusuna çok düşkündü. Bu yüzden devletin önde gelenleriyle ocak ağalarından samur vergisi almaya kalkıştı. Bu paralarla amber ve kürk almayı düşünüyord

u. Deli İbrahim'in, Mehmet Paşa'nın derisini yüzdürüp yüzdürmediği belli değilse de, kendisinin, samur vergisi yüzünden tahttan indirilip öldürüldüğü bilinmektedir. Deli İbrahim tahttan indirildiğinde, iki yaşındaki kızı Beyhan Sultan'ı nişanladığı Sadrazam Hazerpare (bin parça) Ahmet Paşa da, yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürüldü.
Deli İbrahim samur kürk ve amber peşinde koşarken; İtalyan fizikçi Evangelista Toricelli 1643'te barometreyi, yine Italyan Giacomo Torellidöner tiyatro podyumunu, Fransız matematikçi

Blaise Pascal1642 yılında, muhasebeci olan babasının işlerini kolaylaştırmak için ilk mekanik hesap makinasini icat etmişlerdi. Hollandalı Abel Janszoon Tasman, can sıkıntısından teknesine atlamış taa dünyanın öbür ucu Tasmanya'ya kadar gitmişti. Bu yüzden Yeni Zelanda ve Avustralya arasında kalan denize Tasmanya Denizi ve gittiği adaya Tasmanya adı verildi.
20- IV. Mehmet - Avcı Mehmet

(1648-1687): Turhan Sultan'dan (Nadya) doğdu. Eşleri: Rum Evemia (Emetullah Gülnüş), Korsika'li Bella (Afife), Romanyalı Cesika (Güner), Ermeni Flora (Gülbeyaz ), Rum Helen (Hatice). Avcı Mehmet, amcası IV. Murat'tan aşağı kalmamak için altı Sadrazam boğdurttu: Sofu Mehmet Paşa, Arnavut Torhoncu Ahmet Paşa, Abaza İbşir Paşa, gerçekten yetenekli bir devlet adamı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kara İbrahim Paşa ve Sarı Süleyman Paşa... Merzifo

nlu Kara Mustafa Paşa, arkasında yüz bin kişilik bir orduya sahip olmasına rağmen, aldığı devlet terbiyesi icabı, boynunu tek başına gelen cellata uzatmasını bilmişti 25 Aralık 1683'te... Avcı Mehmet ise ordusunun neden Avusturya karşısında bozguna uğradığına akıl erdiremiyordu bir türlü... Halbuki Osmanlı yeniçerileri savaş meydanlarında ne güzel Allah, Allah diye bağırıyorlardı, diye düşünüyordu Padişah... Kendisi Sadrazam kellesi almakla mesgulken, Toricellidaha önceden icat ettiği barometre ile atmosferin dünyaya bir güç uyguladığını gösteriyordu. Alman mühendis

Otto von Guericke iki metal yarı küreyi birbirine yapıştırarak aradaki havayı boşaltıyor ve ve her yarı küreye bağlanan onlarca atın bunları birbirinden ayıramayacağını (vakum gücü) kanıtlıyordu

. Avrupalılar okullarda "vakum"un bir güç olduğunu öğreniyorlardi artık... Osmanlı halkı da, eğer cennete giderlerse kaç hurinin emirlerine sunulacağını...
Avcı Mehmet efkâr dağıtmak için Edirne dolaylarında yaban geyiği avlamakla vakit geçirirken tarihçi

Naima, tarih yazmayı bırakmış, sanki bugünleri görmüş gibi Türkler hakkında şiir yazıyordu:

Türkmen çözülüp gitmesi yamandır
Cem-ü iltiyamına derman yok.

1686 yılında Budin elden gittiğinde de, mersiyeler yazıyorduk:

Çeşmelerde abdest alınmaz oldu

Camilerde namaz kılınmaz oldu

Mamur olan yerler hep harap oldu

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i
Budin'in elden gittiğinin farkındaydık ama sebebini bir türlü bulamıyorduk.
Christian Huygens'ınsarkaçla işleyen ilk hassas saati icat ettiğini ve Merih'in döndüğünü kanıtladığını,

Marcello Malpighi'ninvücuttaki kılcal damarları keşfettiğini, 1661'de su terazisinin icadını, İngiliz fizikçiler Robert Boyle ve Robert Hooke'unilk hava pompasını yaptıklarını, İtalyan James Gregory'ninilk aynalı teleskopu imal ettiğini, 1661'de Fransa Kralı XIV. Lodewijk'inbale sanatını geliştirmek için ilk olarak Kraliyet Dans Akademisi'ni kurduğunu, Gian Cassini'ninMerih'in kutuplarını teleskopla araştırdığını, Hennig Brand'infosforu, Gilles de Roberval'interaziyi,

Dom Perignon'un şampanyayıRobert Hooke'inışığın kırılmasını, Antoni van Leeuwenhoek'un

bakterilerin varlığını belgelediğini; Alman mühendis Gotfried Leibniz'in, sonradan elektronik devrelerin programlanmasında kullanılacak Binair sistemi (0-1) ilk olarak uyguladığını (Bu buluş esas olarak 11. yüzyılda Çinli filozof Shao Yung'a aittir. Olasıdır ki Gottfried, 12. yüzyılda yazılan "I Ching" adlı kitapta bununla ilgili bilgilere bir şekilde sahip olmuştur), Denis Papin'indüdüklü tencereyi icat ettiğini, Ole Romer'inışık hızını 225.000 km/sn olarak hesapladığını, Halley Kuyruklu Yildızı'nın

Edmond Halleytarafından tesbit edildiğini, Isaac Newton'unuzay cisimlerinin yerçekimleri sayesinde birbirlerindan ayrılamadıklarını hareket kanunları ile ispat ettiğinin farkında olan yoktu Avcı Mehmet'in ülkesinde?..
Ne kendisi, ne Şeyhülislâmı, ne saray tarihçileri, ne medrese hocaları ve ne de vezirleri uymamışlardı böyle şeyleri!!! Ne okudukları dînî kitaplarda ne de İslam tarihinde yoktu bu buluşlarla ilgili konular...


21- II. Süleyman(1687-1691): Sırp Katrin'den (Saliha Dilaşup Sultan) doğdu: Eşleri: Yok. Cariyeler: çok!.. Ama rivayete göre hiçbir cariyeyle ilişkisi olmamış bu padişahın, kadınlardan hoşlanmazmış!.. Kadınsız yaşayan tek padişah olduğu söylenir. Belki de bu yüzden sadece bir tane Sadrazam boğdurdu: Sadrazam Ayaşlı İsmail Paşa... 1693 Mayıs'ında öldürüldüğünde tek kuruş serveti çıkmayan dürüst ve yetenekli bir devlet adamıydı Ayaşlı İsmail Paşa... II. Süleyman padişah olduğunda yeniçerilere dağıtılacak ulûfeiçin para yoktu, tam takırdı Osmanlı hazinesi. Öyle ki, Sadrazam Siyavuş Paşa, saraydaki eşyalardan elli okka altın ve sekiz yüz okka gümüşü eriterek para bastırdı ve bunları dağıttı yeniçerilere.

Fakat bu yeterli gelmemişti. Padişahın kendileri için paraaradığını duyan yeniçeri, "Padişahın bizler için para araması gerekmez, biz gider alırız zenginlerden paramızı"diyerek, İstanbul'u talan etmeye başladılar. Bu arada Sadrazam Siyavuş Paşa'yı da parçalayıp, malına, mülküne karı ve kızlarına el koydular. O sıralarda Macaristan'in tümü ve Sırbistan'nın büyük bir kısmı gidiyordu elden... Yeniçeriler İstanbul'u talan ederlerken, Christiaan Huygens, ışığın değişik dalga uzunlukları taşıdığı kuramını yayınlamıştı bile.
22- II. Ahmet(1691-1695): Deli Ibrahim'in oğlu. Annesi: Lehistanlı Yahudi Eva (Hatice Muazzez Sultan). Eşleri: Giritli Rum Yeremiye (Rebia Sultan), Mora'lı Diana (Sayeste Sultan). Sadrazamları: Hırvat kökenli Arabacı Ali Paşa, Arnavut kökenli Çalık Ali Paşa, Ermeni kökenli Mustafa Paşa, Bulgar kökenli Dimetokalı Sürmeli Ali Paşa... II. Mehmet sadece Arabacı Ali Paşa'yı Rodos'ta boğdurdu.
Babası Giovanni Domenico Cassini Paris Rasathanesi Direktörü iken 1677'de rasathanede doğan Fransız astronom, matemetikçi Jacques Cassini, 1694'te Fransız Bilimler Akademisi'ne seçilmiş, 1716'da Satürn'nün ilk dört uydusunu (Japetus, Rhea, Tethys, Dione) keşfetmişti. Bizde ise Bilimler Akademisi diye bir kavram yoktu ama, güçlü bir 'fetva' makamı vardı... Direktörü de 'Şeyhülislâm'... İstanbul'da Takuyyiddin Efendi'nin kurduğu rasathaneyi de şeyhülislâmın fetvasıyla yıktık ve bu sayede, astronomların dürbünlerle meleklerin etekleri altına bakıp günaha girmelerini de önlemiş olduk... ABD, 1997'de uzaya attığı bir uyduya bu bilim adamının adını verdi. Cassini uydusuna monte edilen Huygens uzay aracı 14 Ocak 2005'te uydudan ayrılarak Satürn'ün uydusu Titan üzer

ine inip bilgiler göndermeye başladı. Cassini, 2006 yılında Titan'ı kaplayan 2.400 km çapında bir bulutu görüntüledi.

Nereden nereye, değil mi?
23- II. Mustafa(1695-1703): Evemia'dan doğdu. Eşleri: Rus Vera (Mahfiruze Sultan), Sırp Mari (Hafize Sultan), Giritli Rum Aleksandra (Saliha Sultan). II. Mustafa, Daltaban Mustafa Paşa ile Sürmeli Ali Paşa'yı boğdurdu. Osmanlı'nın önemli toprak kayıplarını kabul ettiği Karlofça Antlaşmasını imzalamak 26 Ocak 1699'da II. Mustafa'ya düşmüştü. 1701 yılında İngiliz çiftçi

Jethro Tulltarım üretiminde devrim yaratan otomatik tohum ekme makinasini icat ediyordu. Bizdeki en gelişmiş alet ise Cumhuriyet devrinde bile hâlâ kullanlan karasabandı ve bunu çekecek bir öküze sahip olan köylü kendini zengin addediyordu.
24- III. Ahmet(1703-1730): Rum Emevia'dan doğdu. Eşleri: Rum Margaret (Emetullah Sultan - Ahmet'in annesinin adı), Isabel (Gülnüş), Luize (Hüsnüşah), Janette (Mihrişah), Ida (Rebia), Charlotte (Ümmügülsüm), Katerina (Fatma), Jenifer (Hümaşah), Betty (Hatice), Su

zan (Rukiye), Elizabeth (Zeynep)... III. Ahmet, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa'yı ikibin kese altın vermeyi red ettiği için 27 Aralık 1711'de Midilli'de boğdurdu. Ondan sonra sıra Damat İbrahim Paşa, SadrazamGürcü Yusuf Paşa, eski bir balıkçı olan Hoca İbrahimPaşa, Kaptan-ıDerya Kaymak Mustafa Paşa, ketküda Mehmet Paşa'ya gelmişti. Onları da bir güzel boğdurdu...


II. Ahmet'in oğlu Şehzade İbrahim de boğulmaktan kurtulamadı. Padişahın, tahtını kurtarmak için devlet adamlarını boğdurması kendisini devrilmekten kurtaramamıştı oysa ki... İsyancı Patrona Halil'e istediği bütün kelleleri teslim eden III. Ahmet, paşaları ve şehzadeleri boğdururken, Osmanlı çöküşünün devamı 1718'de Pasorofça Antlaşmasıyla devam ediyordu. Giydiği donların tek parçadan dikilememesine kızardı III. Ahmet. Ankara sancağına gönderdiği fermanında,

"Ankara'da dokunan dokumaların her bir topu ensiz ve uzunluk açısından da bir donluğu on-onbir metre olduğundan, keyfine uygun bir don dikilemediğinden şikayetle; bundan böyle acele olarak Muskuf yünlüsü eninde ve on iki buçuk metre uzunluğunda olmasını" emretmişti.


Padişah don bezleriyle uğraşırken Rusya Tebriz'i çoktan ele geçirmis, İranlılar da Osmanlı hudutlarında saldırıya geçmişlerdi. III. Ahmet savaşa girmek istemiyordu. Hem astarı yüzünden p

ahalıya gelecekti hem de Lâle Devri devam etmeliydi... Fakat bu pasif davranışın halk arasında hoş karşılanmayacağı düşünüldüğünden o tarihe kadar akla gelmemiş bir plan yapıldı. Savaşa çıkılıyormuş havasını verecek büyük bir senaryo hazırlandı. Padişah muhteşem bir savaş alayıyla Üsküdar'a geçti. Osmanlı Donanması da kıyı boyunca Marmara Denizine açılıyordu. Fakat Kadıköy'e gelince alay dağılıyor, herkes evine, sarayına, yalısına geri dönüyor; Lâle Devri devam ediyordu...
İbrahim Müteferrika, ilk kez 1729'de Müslüman tebaya hitap eden matbayı kurdu. Kurdu ama bu matbaa 1742 yılında I. Mahmud tarafından tekrar kapatıldı. Halkın aydınlanması doğru olmazdı. Onların câhil hocaların desteğiyle kara câhil olarak kalmaları gerekirdi... Bu süre içinde hepsi tarih,

coğrafya ve sözlük olarak sadece 17 kitap basılmıştı. İlk basılan kitap Vanlı Mehmed bin Mustafa'nın 'Vankulu Lûgatı'ydı've 31 Ocak 1729'da basılmıştı. Metematik, fizik, mühendislik ve fen bilimleri dalında bir tek kitap dahi basılmadı. Oysa ki, Gütenberg'ten bu yana Avrupa'da 1,5 milyon kitap yazılmış, 1,5 milyar baskı yapılmıştı. 1742 yılında kapatılan matbanın yeniden açılması ise 1784 yılında, yani 42 yıl sonra gerçekleşebildi. Büyük bir uygarlığı temsil etme durumunda olan Osmanlı yönetimi sayesinde Türkler, Gütenberg ilk hareketli tipografi makinasını icat ettikten sonra, o da sadece 17 kitap için 280 yıl sabırla(!) beklemişlerdi.
1704'te Isaac Newton, yaptığı prizma ile ışığı 7 renge (tayf) ayırarak ışığın beyaz olmadığını kanıtlıyor, İngiliz mühendis Thomas Newcomenilk buharlı makinayı üretiyordu. 1713'te Liebnitz'in öğrencisi İsviçreli matematikçi Jakob Bernoilli Kutupsal Koordinatlar, Logaritmik Sarmal, Olasılık Kuramı; 1718'de Fransız matematikçi Abraham de MoivreOlasılık Kuramı hakkında kitaplar yayınlıyordu. 1714'te Alman fizikçi Daniel Fahrenheitilk cıvalı termometreyi, Amerikalı Edmund Halley1717'de ilk dalgıç saatini buluyor, 1729'da Ingiliz Chester Hallilk akromatik merceği icat ederek mikroskop merceklerinden yayılan istenmeyen renkleri önlüyordu. İsveçli Georg Brandt

, güçlü mıknatıslarda ve radyo terapide kullanılan kobaltı keşfederken tarih 1730'u gösteriyordu. Osmanlı'da ise hâlâ Lâle Devri yaşanıyordu ve III. Ahmet'in tek derdi don bezlerinin ölçüsüydü... 1720'de Osmanlı Devleti'nin dışarıya gönderdiği ilk Büyükelçi, Paris Büyükelçisi 28 Mehmet Çelebi, Marly Parkında mırıldandığı, 'Dünya, mü'minlerin zındanı, kâfirlerin cennetidir!' hadisi ile ahireti düsünerek teselli bulurken, ünlü Fransız filozofJean-Jacques Rousseau 8 yaşına basmıştı.


25- I. Mahmut(1730-1754): Aleksandra'dan dogdu. Eşleri: Fransız Julienne (Hatem Sultan), Sicilyalı Lili (Raziya), Macar Maggi(Tiryal), Rus Olga (Verdinaz).
I. Mahmut sadece bir Sadrazamı, Kabakulak İbrahim Paşa'yı boğdurdu. Cellatlar, Girit'te sürgün hayatı yasayan İbrahim Paşa'nın başını kestikten sonra padişaha göstermek için İstanbul'a getirdiler.

Fransız Stephen Hales'inbir papaz olması, 1733'te ilk tansiyon ölçme aletini icat etmesine mani olmamıştı. İsviçreli Daniel Bernoulli kendi adıyla anılacak Bernoulli efektini buluyor, Amerikalı

Benjamin Franklin1752'de paratöneri icat ederek, şimşeğin Tanrı'nin gazabı olmadığını

kanıtlıyor ve insanları kutsal kitaplarda verilen kesin(!) bilgiler üzerinde bir kez daha düşünmeye zorluyordu ama Müslümanlara,"Bismilâhillezî lâ yedurru maasmihi Şey'ün fil'ardı velâ fissemâi ve Hüvessemi'ul Aliym" duasını günde üç kez okuyarak bu felâketten kurtulacakları öğretiliyordu hâlâ...
I. Mahmut 1730'da padişah olduğunda İngiliz John Hadleyve Amerikalı Thomas Godfrey

denizcilerin yön bulmakta kullandıkları 'oktant'ı' icat etmişti. Bu alet daha sonra 'Sextant' olarak daha da geliştiriliyor ve bu sayede paralel ve meridyenlerin açıları 0,01 derece hassasiyetle hesaplanabiliyordu.


26- III. Osman(1754-1757): Mari (Şehsuvar Sultan)'dan doğma. Eşleri: Sırp Olga (Ferhunde), Sicilyalı Olivya (Zerki). Cariyeler: Yok! Enderun oğlanları: Çok!..
III. Osman sadece üç yıl iktidarda kaldı. 1756'nın Aralık ayında kırk iki yaşında olan, iyi yetişmiş, yüksek meziyetlere sahip veliaht yeğeni Şehzade Mehmet'i zehirleterek öldürttü. Şehzade Mehmet, III. Osman'ın küçük amcası III. Ahmet'in oğluydu. III. Osman, 1756'da Şehzade Mehmet'i zehirletme planları yaparken; İngiliz Joseph Blackkarbonatların ısıtılınca karbon dioksit çıkardığını, İngiliz doktor James Lindbir diş eti hastalığı olan iskorpitin C vitamini eksikliğinden kaynaklandığını keşfediyorlardı.
27- III. Mustafa

(1757-1774): Gürcü (veya Fransız) Janette (Mihrişah Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Cenevizli Agnes (Padişahın annesinin adı, Mihrişah Sultan), Korsika'lı Elsa (Adilşah), Romanyalı Emily (Fehime), Gürcü Bijnav Poli (Aynülhayat), Lehistanlı Mona (Gülnar). Yıldız falına çok meraklı olan III. Mustafa, İstanbul'da kürkçülerin kazançları ile vezirlerin mal varlıklarına takmıştı kafasını. Kürk satışlarını yasak etti... Bunun üzerine kürkçüler ayda 20 bin altın haraç karşılığı yasak kararını kaldırttırtılar Padişaha. III. Mustafa, kardeşi Şehzade Mehmet'in zehirletilmesinde rol oynayan Bahir Mustafa Paşa'yı ve Yağlıkçızade Mehmet Emin Paşa'yı boğdurup mallarına el koydu. Padisah'ın aynı yıllarda Fransa'da Voltaireve J.J. Rousseau'nun yaşadığından, Baumarchis'in

Sevil Berberi'nden, Figaro'nun Düğünü'nden haberi olmamıştı hiç...

Ne karısı ne de annesi Richadson'u,Montesquieu'yuduymuşlardı... Alman ilâhiyatçı-filozof

FriedrichHegelkendisinin 'diyalektik mantık' sisteminin kurucusu olarak anılmasını sağlayan 'Die Phänomenologie des Gaistes – Ruhun Gerçekleri), 'Grundlinien der Philosophie des Rechts – Adalet Felsefesinin Temel Hatları) kitaplarını yazmakla meşguldu. Hegel'e göre, her tez bir antitezle karşılaşır ve bunların karışmasından 'sentez' meydana gelirdi. Samuel Need ve Jedediah'ın

ilk olarak makinaları su gücü ile otomatik olarak çalışan bir tekstil fabrikasını İngiltere'de urduklarını, İsveçli Carl Scheele'ninoksijeni bulduğunu; Alman Johann Titiusve Johann Bode'ninMerkür ve Uranüs uyduları için geçerli Bode kanununu kaleme aldıklarını yazacak gazete, bilim adamı veya yazar da yoktu Osmanlı'da... Osmanlı'nın denizle de pek ilgisi kalmadığından İngiltere'de gemicilerin korkulu rüyası haline gelen 'Eddystone' kayalığına kurulan bütün deniz fenerlerinin fırtına ve dalgalarla yıkılıp gittiklerini John Smeaton'unkendine dert edindiğini, bunun çaresini de birbirine kenetlenen kaya parçalarının beton ilavesiyle su içinde sertleştiğini gözlemleyerek bulduğu bilinmiyordu padişahımız efendimiz III. Mustafa tarafından... Bu fener 100 yıldan fazla ayakta kaldı ve sonra yıkıldı. İşin ilginç yanı yıkılan fenerin kendi değil, temellerinin atıldığı kayalıktı...


28- I. Abdülhamid(1774-1789): İda'dan (Rabia Sultan) doğma. Eşleri: Fransız Aimee (Nakşıdil), Bulgar Sonya (Saniyeperver), Macar Meline (Sebsefa), Rus Aleksiyevna (Dilpezir), Rum Meri (Hümaşah), Ukraynalı Rudi (Nükhetseza), Cenovalı Afro (Beynaz), Venedik

li Helen (Hatice), Sırbistanlı Marya (Ruhşah).
Ortaçağ karanlığında sürüklenen Osmanlı devletini kurtarmak için bazı reformlar yapılması

gerektiğine inanana I. Abdülhamıd bunu gerçekleştirmek için kendisi gibi reformcu iki vezir bulmuştu: Karavezir SeyyidMehmet Paşa ve Ispartalı Halil Hamit Paşa... Ama sarayda Osmanlı'nın eski hastalığı olan yobaz entrikaları yine kaynatılmaya başlamıştı.

Reformlarla din elden gidecekti. Padişah kararsız kalınca reformları kafasına koymuş olan Ispartalı Halil Hamit Paşa, I. Abdülhamid'i devirip fikirdaşı, dinamik veliaht III. Selim'i iktidara getirmek istedi. Bu yüzden 27 Nisan 1788'de idam edildi. I. Abdülhamid tahtını kurtarmıştı ama bu, Rusların Hotin'i, Kırım'ı, Yaş'ı, Özi'yi ele geçirmelerine mani olamamıştı. I. Abdülhamid reformları kenara atıp kendi tahtını güvence altına almaya uğraşırken İngiliz John Wilkinsonilk hassas matkap makinasını, Fransız Joseph Montgolfier ve Etienne Montgolfiersıcak hava balonunu, hemen arkasından yine Fransız Jacques Charleshidrojen gazıyla yükselen balonu, Louis Lenormandparaşütü, paratönerin mucidi Benjamin Franklin bu kez çift foküs camlı gözlüğü, Jamess Wattsonradan benzinli arabaların distribütürlerinde de kullanılacak santrafüjlü regülatörü, İskoçyalı değirmenci Andrew Meilke

ilk otomatik harman makinasını icat ediyor; Alman kimyager Martin Klaprothuranyumu buluyordu... Newton, 1687 yılında (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) adlı kitapta yayınladığı kuramda uzay cisimlerinin yerçekimi kurallarına göre hareket ettiklerini kanıtlıyor fakat bunun sonsuza kadar devam edebileceğini süphe ile karşılıyordu. Newton'a göre Tanrı'nın, bu düzenin sürmesi için ara sıra müdahale etmesi gerekebilirdi. 1786 yılında ise Fransız metematikçi

Pierre-Simon Laplace, Newton Kuramının doğru olduğunu fakat uzayda oluşabilecek yörünge sapmalarının Tanrı'nın el atmasına gerek kalmadan kendi kendine tekrar düzeleceğini gösteriyordu. Kaptan James Cook,ülkesine para kazandıracak bakir topraklar ararken Avustralya'lı Aborjinlerle karşılaşıp, boylarının kısalığına şaşırmıştı.
29- III. Selim

(1789-1807): Gürcü (veya Fransız) Janette (Mihrişah Sultan), Eşleri: Patricia (Afitab), Linda (Nefizar), Berti (Pakize), Alis (Tabisefa), Lisa (Hüsnümah), Rosa (Nurisems), Anna (Rafet), Magdalena (Ziybifer).
Rusçuklu Serif Hasan Paşa'yı önce tombola çekimiyle Sadrazam yapan III. Selim, bir yıl sonra da idam ettirdi. III.Selim "Nizam-i Cedid" yani "yeni düzen" altında reformlar yapmayı hesaplarken Şeyhülislâm Ataullah Efendi'nin kışkırttığı Kabakçı Mustafa isyanı başladı. Ataullah Efendi:

"...Sultan Selim Han, imdi bir başka sakim teşebbüsata girişmiş olup nizam-i cedid namı ile tesis eylediği bir ordunun bilcümle efradına setre pantolon giydirip küffarı taklit eylemiştir, Ben dahi fetva veririm ki, Sultan Selim-i Salis bundan böyle Alî Osman tahtına layık ve dahî müstehak değildir."

fetvasını verince zavallı Padilah tahttan çekildiğini açıklamak zorunda kaldı. Tarih kitaplarımızda bu gibi gerçeklere nedense yer verilmez hiç... Askere pantolon giydirildiği için"dinin elden gittiğini"

bağırıp, Halife-Padişah'ı boğarak katleden kara câhil, yobaz sürüsünün yaptıkları öğretilmez öğrencilerimize... Askerlerin setre pantolonuyla uğraşan bir ülkede, modern kimyanın yaratıcıları olan

Antoine Lavoisierve JohnDalton'unne yaptıkları elbette bilinmezdi. Macar mühendis Wolfgang von Kempelenilk mekanik konuşma üreten aygıtını (Synthesizer), Fransız Claude Chappeilk optik telgrafı,1792 de William Murdockgaz lambasını, AlessandraVoltailk volta pilini, Humphry Davy

gülme gazını (azot protoksit),William Nicholsonsuyun elektrolizini (hidrojenden yakıt olarak yararlanmanın ilk aşaması), Richard Trevithickyüksek tazyikli buhar makinasını ve arkasından bununla işleyen ilk lokomotifi,İngiliz Henry Maudslayve David Wilkinsonilk otomatik torna tezgahını,

Alman Aloys SenefelderLitografiyi icat etmişti. William Gregorve Martin Klaprothtitanyumu, Ingiliz

Edward Jennerçiçek aşısını, Nicholas Vauquelinkromu ve berilyumu, İtalyan Giuseppe Piazzi

astreoidleri, Johann Ritterultraviole ışığı, Humphry Davynatrium ve kalyumu keşifler arasına katmışlardı. Fransa Devleti ünlü fizikçi Joseph Fourier'iIsere bölge valisi yaptığında Fourier, ısının cisimler üzerinde yayılması ile ilgili araştırmalar yapıyor ve bunları "Isının Analitik Teorisi" adli kitabında yayınlayarak adını ölümsüzler arasına yazdırıyordu. Müslüman Osmanlı halkı ise hâlâ şeyhülislâmların denetiminde, askere giydiyilen pantolonun dini yok edeceğine inandırılmaktaydı.


30- IV. Mustafa(1807-1808): Bulgar Sonya (Seniyeperver Sultan)'dan doğma. Eşleri: Flora (Dilpezir), Adela (Seyyare), Sofi (Peykidil, Gloria (Sevkidil).
IV. Mustafa, Kabakçı Mustafa isyanı yüzünden padişahlıktan ayrılan III. Selim'in yerine tahta çıkarıldı. Bunu duyan ve son derecede kızan Alemdar Mustafa Paşa, 1808'de Rumeli'den İstanbul'a geldi. Gelir gelmez Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'dan sedaret mührünüaldı. IV. Mustafa ve adamları korkmuşlardı. Bir plan yaptılar. Bu plana göre III Selim ve Padişahın küçük kardeşi Mahmut'u öldürürlerse, hanedandan başka bir kimse kalmayacağından Alemdar Mustafa Paşa çaresiz IV. Mustafa'yı tahtta bırakacaktı. IV Mustafa'nın adamları vakit geçirmeden III. Selim'i hançerleyerek öldürdülerse de, kalfası tarafından kaçırılan Sehzade Mahmut'u bulamadılar. Alemdar Mustafa Paşa, IV. Mustafa'yı tahttan indirip yerine II. Mahmut'u çıkarırken, kâşif Roald Amudsen

Antarktika'yı keşfetmeye çıkmıştı.
31- II. Mahmut(1808-1839): Fransız Aimee (Nakşidil)'den doğma. Eşleri: 17 tane olduğundan

ben sadece birkaç tanesini sayacağım. (17 si de yabancı kökenlidir) Çingene Besime (Pertevniyal Sultan); hamamlarda natırlık yapardi. Zorla haremegetirilip gözdeler arasına girdi. Sultan Abdülaziz'in annesidir. Ermeni Maryam: Tiyatrolarda kanto oynardı, saraya alındı; çocuk doğurduğu için kendisine "Hüsnümelek Sultan" adı verildi. Rus Yahudisi Suzi (Bezmialem Sultan), Giritli Nora (Nuritab), Ukraynalı Olga (Tiryal Sultan). II. Mahmut Padişah olur olmaz, daha önceden kendini öldürmek isteyen ağabeyi IV. Mustafa'yı boğdurdu. Bir soyguncu çetesi haline gelen, dönmelerden yaratılmış bir Frankeştayn ordusu durumunda bulunan Yeniçeri Ocağını tamamen dağıttı(Vak'ayi Hayriye). Bu ocak 1362 yılında I. Murad'ın çıkardığı kanunla kurulmuştu. Türk ve Müslüman kökenlilerin ocağa alınması yasaktı (Otağ-ı Humayun'da Türkler'e güvenilmezdi). Oysa ki Afrikadan getirilen köleler dahi, sarayda muteber mevkilere kavuşabilirlerdi. Yeniçerilik müessesesi kurulduğundan 464 yıl sonra Anadolu'lu Türk (ücretsiz) askerlerin desteği ve kanları bahasına ortadan kaldırıldığında, yerine, yine Hıristiyan kökenli dönmelerden oluşup Türkler'e kapalı tutulan

"Asakir-iMansure-i Muhammediye" adındaki teşkilat kuruldu. Türk'ler yine aldatılmışlardı... 1826'da Yeniçeri Ocağı dağıtılırken, 229 taburdan oluşan 140 bin kişi kılıçtan geçirilmişti...

"Askere pantolon giydirildiği için din elden gidiyor"diye isyan edip padişah katleden yeniçer

ilerin neden bu denli dejenarasyona uğradıklarını hiç araştırmamıştı Osmanlı Padişahları. Yüz yıl süren, yüz binlerce cana mal olan Celâli isyanlarında da, "bu adamlar neden isyan ediyor yahu?"

diye, bir kez olsun sormadılar kendi kendilerine. II. Mahmut; gözde kulu, ünlü entrikacı Halet Efendi'yi de, Sadrazam Benderli Ali Paşa'nin idamıyla neticelenen hilelerinden sonra

idam ettirildi. Osmanlı'da liyakata değil, Padişahın kendisine olan sadakata önem verildiğinden yönetime getirilen devlet adamları da elbette buna uygun olarak seçiliyordu. 1822'de Rumlar tarafından Sakız Adası'nda baskına uğrayıp hem tüm donanmasını, hem de canını kaybeden Kaptan-ı Derya Nasuh Paşa buna bir örnektir. Hemen sonra Kaptan-ı Deryalığa getirilen Çengelköylü Tahir Paşa ise başka bir âlemdi. Mora isyanının bastırılmasından sonra Osmanlı donanmasını Mora'nın Navarin limanına demirletmiş, miskin miskin bekleyip duruyordu... Ege'de dolaşan İngiliz donanmasının kendisine saldırmaya cesaret edemeyeceğini, Rus donanmasının da boğazlardan

geçip Ege'ye giremeyeceğini düşünüyordu.
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-4_4323381.html
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-5

Bunları düşünürken Rusların Baltık Denizi'nde de donanması olduğuna, oradan kalkıp İngiltere'de bir kaç gün dinlendikten sonra Cebelitarık Boğazını geçerek Akdeniz'e, oradan da Ege Denizi'ne kadar gelebileceğine aklıbasmıyordu Tahir Paşa'nın. Birleşik Osmanlı-Mısır donanması 1827'de Navarin'de Rus ve İngiliz donanmalarının baskınına uğrayıp yakıldığında, Tahir Paşa herhalde, "Yahu, bu Ruslar Boğazlardan nasıl geçti acaba?.."diye şaşırmıştı... Oysa ki Osmanlı; fizik, matematik, mühendislik, felsefe dallarında beyin gücü yetiştirmeye önem verseydi, Kaptan-ı Derya Nasuh Paşa, Tahir Paşa gibiler çımacılık veya hamallıktan başka ne yapabilirlerdi ki? Padişah, Sakız Adası'nda yakılan donanmamızı yeniden kurdurmaya çalışırken,

Fransız François Champollion Napolyon'un emriyle Mısır'a gelmiş ve 1824 yılında 'Hiyeroglif'

afabesini çözmüştü. Napolyon, bu yazıyı Mısır seferindeyken görüp merak etmiş, Champollion'u bunu çözmesi için Mısır'a göndermişti. Mısır'ı üç yüz yıl elinde tutan Osmanlı'nın aklına bu yazıların ne mana ifade edebileceği sırusu takılmamıştı hiç. O yüzden de dünyada Napolyon Buanoparte hakkında yazılan kitaplar elli bine yakın iken, II. Mahmut hakkında neden bir tek kitap yazılmadığı sorusunun cevabı da veriliyordu. M.S. 390 yılında Roma Kralı I. Theodossius tarafından Mısır'dan getirilip İstanbul'da bugünkü yerine dikilen Dikilitaş'taki kabartma yazıları da merak etmemişti Osmanlı'nın bilim(!) adamları ve padişahları... Onlar Kur'an'da Firavunlar hakkında bazı şeyler okumuşlardı ama, M.Ö. 1450 yılında Mısır'da dikilmiş olan bu Dikilitaş'ın üstünde Firavun II. Thutmosis'in zaferlerini anlatan Hiyeroglif yazılarını hiç merak etmemişlerdi... II. Mahmut Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırırken İskoçyalı anatomist Charles Bell, insanda iki çeşit sinir sistemi olduğunu, Robert Brownhücre çekirdeğini, Marshall Hall insan reflekslerinin sinir sistemine bağlı olmaksızın hareket edebildiğini keşfediyor; yine İskoçyali Robert Stirling"Stirling" buhar makinasını buluyor, Fr

ansız Mühendis Marc Brunel tünel açma tekniğinde yeni metodlar geliştiriyordu. Fransiz René Leënnecstethoskopu, İrlandalı doktor James Murray kemikleri sülfrik asitte eriterek suni gübre üretiminde kullanılacak fosforu, Pierre Pelletierve Joseph Caventou kinini, Danimarkalı Hans Christian Orstedelektro manyetizmayı, İskoçyalı çiftçi Patrick Belldikiş makinasını, Alman Georg Ohm'Ohm" kanununu, Fransız Claude Burdinsu türbinini, Fransız mühendisOnésiphore Pecqueur otomobillerde kullanılacak olan differ ansiyeli, Fransız Louis Braille körler "Braille" yazısını, İngiliz Michael Faraday elektromanyetik indüksiyonu, İngiliz William Sturgeon elektrik motorunu, İngiliz Charles Wheatstone stereoskopu ve William Cooke ile birlikte telgrafı, Samuel Morse ile Alfred Veil bu icadı tamamlayıcı Mors Alfabesini, Fransız Louis Deguerre ışığa hassas maddeleri (fotografi), Edwin Budding buyük alanlarda ot biçmek için kullanılan çim biçme makinasını, Galli hakim William Grove şimdi yeni yeni geliştirilmeye çalışılan, hidro jenin yakıt olarak kullanılması tekniğini bulmuşlardı bile.

Robert Edwin Peary Kuzey Kutbunu keşfederken Avrupa'da icatlar, keşifler ardı ardına insanlığın hizmetine sunuluyor, II. Mahmut, Mora isyanını görülmedik bir vahşetle sona erdiriyordu. Batılı bilim adamları, Lord Byron, Viktor Hugo da bu katliamları lânetliyorlardı. Belçikalı İktisatçı Emile de Levaleye, 1885'te yazdığı 'Tuna'nın Berisi ve Ötesi' adlı kitabında bizzat şahit olduğu vahşeti yazıyordu. Bizler, asla öz eleştiriye başvurmadan, onları Türk düşmanı olarak niteliyor ve bununla teselli buluyorduk.


Osmanlı ise, koca tarihinde ilaç için olsun, bir tek yazar yetiştirememiş yani düşünce üretememiş tek İmparatorluk olarak insanlık tarihindeki yerini alıyordu. Bizlere ise, 2000'li yıllarda dahi, altı yüz yıldan fazla hüküm sürdüğü bu Anadolu topraklarında nufusunun %2'sine bile okur yazarlık öğretememiş Osmanlı ile gurur duymamız öğretiliyor... Ve bunu bize öğretenler 1928 harf devrimini eleştirirken, 'halkın bir gündeokur-yazarlığını' kaybettiğini yazıyorlar utanmadan.



32- I. Abdülmecid(1839-1861): RusSuzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz (Cevdet Paşa Tezakir adlı yapıtının 2. cildinde Safiraz'in Ermeni olduğunu yaziyor),Bezmara (Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Sevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan-II. Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli (Gülcemal - Vahideddin'den önceki Padişah Mehmet Reşat'ın annesi).
I. Abdülmecid Padişah iken İngiliz George Elkington galvanizasyonu, İskoçyalı mühendis James Nasmythbuharlı şahmerdanı, Amerikan Richard Hoe matbaa rotatifini, İtalyan Ascanio Sobrero nitrogliserini, Amerikalı John Gorrie buzdolabını, Jean Foucault giroskopu, İngiliz asılzade George Cayley planörü, Fransız Charles Pravaz enjektörü, Alman Robert Bunsen spektroskopu üretiyor; William Thomson ve Rudolf Clausiustermodinamik kanunlarını, Avusturyalı Christian Doppler "Doppler" efektini (Doppler radarı), Alman kimyager Christian Schönbein ozonu, Fransız cerrah ve anteroplog Paul Broca beyindeki konuşma merkezini, Alman hukukçu Matthias Schleidenorganik yapı taşları olan hücreleri, Alman fizyolog Emil Du Bois-Reymondinsan sinirlerinin hareket esnasında elektrik akımı ürettiklerini (kardiografi) keşfediyordu. Alman Herman vonHelmholtz sinirlerdeki elektrik impülslerinin hızını ölçerken, İngiliz Charles DarwinEvrim Yasasını buluyor; İngiliz Richard Owen gibi bilim adamları, sanki yapacak başka bir iş kalmamış gibi vaktini dinozor fosilleri aramakla, dünyadaki yaşamın nasıl meydana geldiği hakkında teoriler üretmekle geçiriyordu. Alman doktor Juius von Mayer1842 yılında enerjinin hiçbir şekilde yok olmayacağına dair kuramını ortaya koymuştu. Bu kuram, 1846'da William Grove ve 1847'de James Joule ile Helmholz tarafından da doğrulandı. 1843'te İngiliz Marc Brunel ve Isambard Brunel ilk su altı tünelini inşa ediyorlardı. Aynı yıl İskoçyalı m akinist Alexander Bain bügün kullandığımız faksın çalışma prensibini bulmuş, patentini almış fakat üretime geçmemişti. Amatör Alman Astronom Samuel Schwabe güneşteki lekeleri tesbit etmişti. Bilim adamları Charles Bright ve William Thomson, yatırımcı Cyrus Field'in maddi desteğiyle ilk transatlantik telgraf iletişimini gerçekleştirdiklerinde tarih 1858'i gösteriyordu. 1859'da Amerikalı Edwin Drake ve George Bissel dünyada ilk kez petrol sondaj kuyusunu Pennsylvania'da açmışlardı. 1860'ta Amerikalı mühendis L.O. Colvin ilk otomatik süt sağma makinasını piyasaya çıkarmış bundan para kazanıyordu.

Gregor Mendel, Francis Galton, Carl Marx gibi bilim adamları yepyeni fikirler, geliştirdikleri kuramlarla adlarını ölümsüzler arasına yazdırıyorlardı.

David Livingstone, 1849'da Güney Afrika'yı keşfedip, o ülkeyi sömürmenin yolunu açımıştı. Osmanlı ise, kendisi batılı devletler tarafından sömürülürken, içerde çaresiz kalmış, sadece fakir köylüsünü ömürebiliyordu... Bütün bunlara rağmen Abdülmecid, 3 Kasım 1839'da yayınladığı Tanzimat Fermanıyla (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) bazı büyük reformlara imza atmıştı. Osmanlı'da artık kölelik yasaklanıyor, gayrimüslimler eşit vatandaş statüsüne sahip oluyordu. Artık onlar da askere gideceklerdi. Karma evlilik yasağı kalkmıştı. Yasalar dîni ve mezhebi ne olursa olsun, herkes için geçerli olacaktı. Bu reformların uygulanmasında zorluklarla karşılaşan Padişah, 18 Şubat 1856'da 'Islahat Fermanı'nı' yayınladı. Buna karşı (özellikle köleliğin kaldırılması ve kadınların özgürleşmesi) en büyük tepki, kendilerine Peygamber torunu diyen Güney Arabistan Araplarından geldi. Mekke Şerifi, önce Reis Uluması Şeyh Cemal'e danışarak Hicaz Valisi ve arkasından Mekke Kaymakamına bu reformları kınayan bir fetva yayınlattı:


'Üseranın men'i maddesi (esirleri yasak eden madde) şer'i şerife mugayirdir (aykırıdır) ve bundan başka ezan-ı şerif terkle yerinde top atılmak (ezan yerine top atılması) ve tâife-i nisvan (kadınların) açık gezmek ve nikâhın feshi (boşanmak) nisvan yedinde (kudretinde) olmak gibi şeri'at-i mutaharraya (esas, temiz şeriata) mugayir teklifleri olmağla Türkler müşriklerdir (Tanrı'ya eş koşan). Demleri hederdir (Zamanları boşa harcamışlardır) ve evlladlarını esir etmek helâldır' (Silahdar Fındıklı Mehmet, Tarih, İstanbul 1928).


Bizim şairler ise aynı tarihlerde hâlâ Peygamber ve o topraklar hakkında şiirler döşeniyordu:

Suları tükendi gülâbdanların (gülsuyu kabı)Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.Külleri soğudu buhurdanların,Aşkınla bağrını yakmada millet.Ne kanlar akıttık hep senin için,O ulu Kitâb'ın hakkıçün aziz...Gücümüz erişsin ve erişmesin,Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,Can verir, cânanı veremez Türkler.Ebedî hadim'ül haremeyniniz,Ölsek de Ravza'nı (bahçe) rûhumuz bekler'
****************
18. yüzyıl sonunda İngiltere'ye gitmiş bir Müslüman gezgin Britanya Avam Kamarası'na ilişkin düşüncelerini yazmıştı:

'Müslümanların tersine, Allah'ın vahyettiği yasaları olmadığından maalesef kendi yasalarını yapmak yoluna baş

vurmak durumuna düşmüş bir halkın yazgısıkarşısında uğradığı şaşkınlığı' dile getiriyordu.
Osmanlı, yüzyıllar boyunca ektiği tohumlardan yetişen meyvaları artık toplamak zorundaydı...

Sadece %2'si okur yazar olan 'Osmanlıları'Avrupalı yaparak kalkınacağımızı düşünen I. Abdülmecid, 1856 yılında başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya, Prusya ve Sardunya devletleriyle 'Paris Antlaşması'

nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu artık bir Avrupa! devleti olmuştu ve taraf devletler Osmanlı Devlet inin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstereceklerini taahhüt ediyorlardı.

(Şimdi de AB devletleri, Türkiye'de laikliğin güvencesi olarak kendilerini gösteriyorlar zaten.)


Sonra ne mu oldu? Önce kendi yasalarını bize kabul ettirdiler ve sonra bu yasalara dayanarak Osmanlı Devleti'nin bütün altyapısını, sağlık, liman işletmeciliği, denizyolları, demiryolları, su işletmeciliği, madenler, elektrik üretimi, tramvay, havagazı, tuz, tütün, iç ve dış ticaret, gümrükler, banka ve sigortalar ile ilgili bütü

n işletmelerimizi ellerine aldılar. Bu şekilde kalkınmamızı(!) sağlayacaklardı. Bir süre sonra devletin gelirleri toplanamayan vergiler ve dışarıya yapılan kâr transferleri dolayısıyle azalınca borçlarımızın faizlerini bile ödeyemez hale geldik. Bunun üzerine 1881 yılında Duyunu Umumiye devreye girdi. Devletin bütün gelirlerini alacaklı devletler toplamaya başladı. En sonunda Sevr'de ülkemizi kendi aralarında paylaştılar. Paris Antlaşmasından 156 yıl sonra ülkemizin getirildiği noktaya bakarsak, tarihin tekerrür ettiğini görmemek elde değil.


Ne yazık ki Sevr'i yaşamış, acısını hissetmiş olan Garp Cephesi Komutanı koca İsmet İnönü, bütün bunları bilmezden gelircesine 23 Şubat 1945’te ABD ile 10 yıl vadeli 10 milyon dolarlık kredi antlaşması, bir yıl sonra da60 milyon dolar borç alabilmek için 27 Şubat 1946 tarihinde ikinci bir antlaşmayı imzaladı. Bu antlaşmanın içyüzü, yapılan ek bir antlaşmayla meydana çıkmıştı. İnönü tarafından imzalanan bu antlaşma iki yıl boyunca milletvekillerinden ve halktan gizlenmişti. "Bu ek antlaşma gereğince (ABD'ce) yapılacak gayri menkul satın alma, tamir, ıslah ve tevsi-genişletme -işleri, Arttırma ve Eksiltme ve İhale Kanununa tabî olmaksızın Maliye Bakanlığınca yapılabilir veya yaptırılabilir."

(TBMM 1946, 5002 sayılı yasa) 60 milyon dolar karşılığı kimlere neler hediye ediyorduk! O devirde bile; onca acı tecrübeye rağmen? Lozan Konferansı'nda 'İstediklerimizin hiçbirini alamadık. Bunları cebimize koyuyoruz. Ülkeniz harap, barıştan sonra bize gelip yardım isteyeceksiniz; o zaman cebimizdekileri önünüze koyacağız!'diyen Lord Curzon'a istihza ile 'Yardım istersek o zaman vermeyin !'

diye cevap veren İnönü aradan 26 yıl geçince, hem de hiç gereği yokken, yabancılara ilk el açan oluyordu. Lozan Konferansı sürecinde arkasında kendisini yönlendiren bir Mustafa Kemal vardı İnönü'nün, şimdi ise kendi fikirlerini uygulama fırsatı eline geçmişti...
1946'da yok edilen bağımsızlığımızın1956 yılındakiiz düşümü nasıl olmuştu?

"Oltaya yakalanmışbalığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim. Genişletilmiş iktisadi yardım - örneğin Türkiye'ye - bazı hallerde düşünülenin tersi sonuç verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini arttırıp, mevcut askeri paktları zayı flatabilir."



(Nelson Rockefeller, 1956) İsmet İnönü, Şubat 1945’te II. Cihan Savaşından arta kalmış, geri götülmesi yapılacak ağır nakliyat masrafları yüzünden düşünülmeyen modası geçmiş silahları 10 milyon dolar kredi karşılığında ABD'den satın almış ama bu silahların kullanımının denetlenme yetkisini de ABD'ye vermişti.

27 Şubat 1947’deki antlaşmanın 2. maddesinde bu işin foyası meydana çıkıyordu:

" Türkiye Hükümeti yapılan yardımıtahsis edilmişbulunduğu gayeler uğruna kullanacaktır. Türkiye bunun kontrolunu sağlamak için Misyon Şefine ve temsilcilerine her türlü kolaylık ve yardımıgösterecektir."

yazılı idi. 3. maddenin 1. fıkrası:

"ABD basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın kullanılışınıserbestçe müşahede etmelerine ve bu müğahadelerini tam olarak bildirmelerine müsade edilecektir."
İnönü, KurtuluşSavaşı öncesi Kâzım Karabekir'e yazdığıbir mektupta Amerikan mandası yandaşı olduğunu belirtiyor ve şöyle devamediyordu:

' Kardeşim Kâzım'cığım, .....

Eğer Anadolu'da halkın Amerikalılar'ı herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniliyor ki ben de tamamen bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalanmadan Amerika'nı n murakabesine (denetimine) tevdi etmek (vermek) yaşayabilmek için yegâne ehven çare gibidir....... Sen Erzurum'a giderken, korkuyorum ki seni bir şeye (milli mücadeleye yardım) karıştıracaklar demiştin. Evimden dışarıçıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Anadolu'ya silah ve cephane giderse ben gönderirmişim, hep ben idare edermişim. Adil Bey'in kanaati bu... Merhumun her bildiği böyle ise vay milletin başına' (Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün doğumundan ölümüne Kadar - Çankaya)İnönü, Köy Enstitülerinin

kapatılma kararıile ilgili olarak ta kendini şöyle savunuyordu:

'..... Ben Köy Enstitüsü fikrine inanmışımdır. İnanmışbir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir; ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben, gücüme göre gücümün var olduğ(yani sadece güçsüzlere karsıA.D.)

..... Benim gücüm o zaman nereden geliyordu? Partiden, parti meclis gurubundan, gücümü ben buradan alıyordum. Bu konuda, bütün bu organlarda gücümü kaybetmiştim... Artık Köy Enstitüleri'ni eski gücüyle, eski ruhuyla devam ettirmek olanaklarıbenim elimden çıktı.'
Aslında İnönü’nün Atatürk karşıtlığının tohumları, kendisinin ekonomi siyasetini beğenmeyen ve bu yüzden Cumhuriyet Halk Fırkası’ımecliste denetlemek için Atatürk’ün Fethi Bey’e (Okyar) kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasısırasında atılmıştı. Daha sonralarıdinci ve Turancıların doldurduğu bu fırka, ekonominin liberalleştirilmesini, yabancısermayeye açılmasınısavunuyordu. Buna karşıgelen İnönü 2 Ekim 1930 yılındaki TB

MM oturumunda yaptığıkonuşmada en ağır suçlamalarıyaptıktan sonra, ‘Samimi olarak insan milli iktisat politikasının aleyhinde bulunabilir. Sarih ve açık olmak şartıile. Fethi Beye tavsiye ederim ki, milli iktisat aleyhine açıkça söylesinler. Kendilerine düşen budur…’diyordu.


Halbuki 1945, 1946 ve 1947’de ABD ile yapılan yüz kızartıcı antlaşmalara imza atan İnönü idi, bunlarısöyleyen...
1946 yılında İstanbul'a gelen Missuri Zırhlısı için İnönü güdümlü Ahmet Emin Yalman şöyle yazıyordu:

'(...) Bu koca döğüş gemisi; bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır, çünkü insanlığa karşıcinayet işleyebilmek şöyle dursun, başlıca vazifesi cinayetleri iptidadan (önceden) önlemekten ve dünyanın asayişini korumaktan ibarettir.'
Kıbrıs semalarında boy gösteren uçaklarımızdan dolayı, ABD BaşkanıLyndon Johnson'un 5 Haziran 1964'te İnönü'ne yazdığıaşağılayıcı, tehdit dolu meşhur mektup, işte İnönü'nün 1947 yılında imzaladığıbu antlaşmaya dayanarak önümüze konulmuştu. Rahmetli İnönü, bu mektuptan sonra uğradığı hayal sükûtunu şu cümlelerle belli etmişti:

"Amerika'nın sorumluluğuna inanıyordum, bunun cezasını çekiyorum demektir. Yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur..."

Askeri ve siyasi yaşamı boyunca Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın üstün kişiliği altında ezilmiş, O'na için için kin ve kıskançlık karışımı duygular besleyen 'İkinci Adam' İnönü, 'Tak Adam' rolüne soyununca bir devlet adamının düşmemesi gereken hatalara düşmüştü

... Üstelik bir savaş kahramanı olarak, '12 Mart, 12 Eylül paşaları ve sonra gelen bazı siyaset cambazları gibi

'efendisinin çoban köpekliğini'pek te yapmadığı halde....


26 Şubat Antlaşması'ndaki 1. maddenin 2. fikrası ise şöyle dikte ettirilmişti Türkiye’ye:

"Türkiye Hükümeti bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarıve işleyişi hakkında Türkiye'de tam ve devamlıyayın yapacaktır."

Görüldüğü gibi, kendi paramızla aldığımız malzemenin dahi kullanımını satanın keyfine bırakırken, üstüne üstl

ük satıcının propogandasını kendi halkımıza bedavadan yapmayı taahhüt ediyorduk...

O günlerde İsmet Paşa, "Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğuyakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamalıdır."

diyordu (A.İlhan - Batının Deli Gömleği. s. 217)
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-5_4323652.html

İsmet İnönü, bu antlaşmalara sebep olarak Stalin'in Türkiye'den toprak taleplerini (Kars ve Ardahan) öne sürmüştü. Oysa ki, Gazi Mustafa Kemal'in 3 Ocak 1920 yılında Lenin'le imzalamış olduğu Moskova Dostluk Antlaşmasını, 22 Şubat 1921'de başlayıp ve 16 Mart 1921’de Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye terkedilmesiyle neticelenen Sovyet-Türk Dostluk ve Kardeşlik Antlaşmasını (ki bu arada 1 Mart 1921'de yine Moskova'da Türkiye ve Afganistan arasında da bir Dostluk Antlaşması imzalanmıştı),

13 Ekim 1921'de bir yandan Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan,

Sovyet Cumhuriyetleriyle öte yandan Türkiye arasında imzalanan

Dostluk Antlaşması, 17 Aralık 1925’teki tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşmalarını ihlâl ederek Hitler'e yaklaşmaya çalışan, doğum gününde Berlin'e resmi heyetler gönderen, bakanlık kadrolarını Hitler sempatizanlarıyla dolduran İsmet İnönü'nün bizzat kendisi idi... (Bu konuda ayrıntılı bilgi için: Turkish Foreign Policy 1943-1945, Prof. Edward Weisband, Princeton University Press) Dahası da var:
Almanya'nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, 17 Haziran 1941'de kendi Dışişleri Bakanlığı'da gönderdiği gizli telgrafta :

'Antlaşma (Türk-Alman Dostluk Antlaşması), istediğinize göre 19 Haziran sabahı yayınlanacaktır. Alman ve Türk radyoları 18 Haziran'ı 19'a bağlayan gece yayınlarında hiçbir şeyden bahsetmeyeceklerdir. Böylece bildiri, iki ülkenin basınında sadece 19 Haziran sabahı yayınlanacaktır.

Saracoğlu, Türk radyo ve basınının gereken sıcak ilgiyi göstermesini sağlayacaktır' diyordu. İngiliz Amiral Kelly ise, hükümetinin kızgınlığını zamanın Ulaştırma Bakanı Fahri Ergin'e belli ediyordu:

'Kahve veriyoruz, Almanlara hediye ediyorsunuz. Gaz, benzini biraz fazla versek, onları da Almanlara hediye edeceksiniz. Büyük ölçüde Almanya'ya balık ihraç ederek onları besliyorsunuz' Ruslar 1944 yılında, hem de Almanya’nın savaşı kaybedeceği belli olmasına rağmen yine Türkiye'ye yaklaşmaya çalıştılar. '

Türkiye hiç gecikmeden müttefiklerin safında savaşa katılacak olursa, Sovyetler Birliği yalnız sınırlı bir dayanışma antlaşması değil, genel bir karşılıklı yardımlaşma paktı bile imzalamaya hazırdı.'

Ne yazık ki, böyle bir antlaşmayı Türkiye'nin çıkarları için gerekli gören, ve müttefiklerle olan ilişkilerin daha fazla bozulmasını istemeyen Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu, beklediği desteği bulamıyor ve

istifa etmek zorunda kalıyordu. Son olarak aynı yıl, Von Papen’in bir ticaret gemisi olduğu güvencesini verdiği Alman gemileri Boğazlardan geçecekken bunu haber alan İngiltere, Büyükelçileri Hugessen aracılığı ile bunların savaş gemileri olduğunu ileri sürerek 4 Haziran’da sert bir nota vermişti. Bunun üzerine gemide mecburen yapılan aramada gizlenmiş silahlar, radarlar ve sivil gemici elbiseleri giymiş olan Alman denizcilerinin üniformaları bulunacaktı.
Atatürk ise, dostunu-düşmanını, hele Batı mantalitesini iyi tanıyan bir devlet adamı olarak mecliste İstiklal Savası döneminde Rusya'nın yardımına tepki gösteren sağcı milletvekillerine şöyle söylemişti:

'Amerika Birleşik Devletleri ve egemenliğimizi gasp eden tüm Batı dünyası, doğal olarak, muazzam bir askeri güce sahiptir.

Temelde kendi öz gücümüze dayanmamıza karşın, varlığımızla ilgili olan güçlerden en çok ölçüde yararlanmayı reddetmiyoruz ve bu bakımdan onların (Rusların) yardımını reddetmek yanlıştır.

' Bu sözler ne zaman söylenmişti, buna dikkat etmek gerekir:

Mayıs 1921’de İngiltere’nin müttefiklere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne Pontos ve İzmir yöresine asker gönderilmesi teklifini Fransa ve İtalya’nın kabul etmesine karşı, Amerika’nın kabul etmediğini dünya âlem duymuştu, zira bunu Avam Kamarası’nda açıklayan İngiliz bakan Neville Chamberlein idi. Lord Balfour’un Türkiye aleyhindeki çabaları da neticesiz kalmıştı.

Görüşmeler için İngiltere’ye giden Ankara Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar) Daily Mail muhabirine, İngiltere’nin Türkiye ile bir barış yapmak istemediği kanaatinde olduğunu söylemişti.

Muhabir 15 Eylül 1922’de gazetesinde şöyle yazıyordu:

‘Fethi’nin, özel görevinin başarısızlığa uğradığıyla ilgili olarak gönderdiği bir telgrafın, M. Kemal’ın bir saldırı emri vermesine yol açtığı söylencesi gerçeğe pek uygun değildir.

Çünkü bu saldırı (İstanbul ve Edirne’ye) çoktan beri hazırlanmakta olduğu için, Londra’dan gelecek daha uygun bir haber yüzünden durdurulacak değildi (…)’

Fransa'nın Fas Genel Valisi Mareşal Lyautey'un 20 Mart 1922'de Mustafa Kemal'e gönderdiği mektupta,' (...) şu kanaate vardık ki, dünya barışı, genel huzur ve Fransa'nın ve İslâmın özel çıkarları için bu iki büyük gücün dürüstçe birleşmelerinden daha iyi birşey olamaz.'

denirken ülkemizin, 2007'de Fransa Devlet Başkanı'nın ülkesine yerleşmek isteyen kişilerden (tabii Türkler ve Kuzey Afrikalılar) DNA analizi isteyecek kadar 'parya'durumuna düşürülmüş olmasının suçluları kimdir acaba?.. Bunun cevabını Fransa Dışişleri Bakanı birkaç gün önce verdi zaten:

'Modern İslâm imajı sunan büyük ulusun liderini selamlamaya geliyorum!'

Mareşal Lyautey'un'birleşecek iki büyük gücü' gitmiş, yerini'Modern İslâm imajı sunan' büyük ulus almıştı...


Rusya, kendisine on milyonlarca insanının can kaybına mâl olan Nazi Almanya'sı ile savaşırken, Türkiye Almanya'dan 100 milyon dolarlık silah almak için anlaşma yapacak ve bunu, Alman savaş sanayii için hayati öneme sahip kromla ödeyecekti. Gerçi Türkiye hem Mihver devletlerine hem de müttefiklere krom satmayı istiyordu ama, uyguladığı cambaz siyaseti ile hiçbir tarafa güven vermiyordu.

İngilizlerin, 1939 yılında Türkiye'nin krom satma teklifine olumsuz yanıt vermeleri bu siyasetin bir sebebi midir,

bilmiyorum. Ama, savaş sırasında bu teklifi kabul eden İngiltere'ye kapasite azlığı bahanesiyle olumlu yanıt verilmiyordu. Neticede, Mihver devletleriyle müttefikleri birbirine karşı koz olarak kullanmayı 'tarafsızlık' olarak tanımlayan İnönü, savaştan hemen sonra Amerika'nın kucağına düşüyordu...


28 Aralık 1938 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Alî Yücel 1940 yılında Köy Enstitüleri Kanunu'nu çıkardı. II. Cihan Savaşı sürerken İnönü Hükümeti'nde başlayan Almancılık ve buna paralel olarak gelişen Rusya karşıtlığı yüzünden, Köy Enstitüleri komünist yuvaları olarak gösterilmeye başlanmıştı.

Neticede 5 Ağustos 1946'da istifa eden Hasan Alî Yücel'lin yerine İnönü, Komünizm ve Köy Enstitüleri düşmanı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanlığı’na, yapılacakmış gibi görüntü verilen Toprak Reformu'nun (11 Haziran 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu) uygulanması için toprak ağası, reform düşmanı Cavit Oral'ı Tarım Bakanlığı'na getirmişti. Dolayısiyle Türkiye'de Köy Enstitüleri'nden beklenen hizmetin tamamlayıcısı olan toprak reformu da ortadan kaldırılmış oluyor ve artık komünist avı başlatılıyordu... Çıkartılan Milli Koruma Kanunu’nun 41. maddesi ile‘Ekilen her dört hektar arazi için bir çift öküz Milli Mudafaa mükellefiyetinden istisna edilir’denilerek 4 hektar yani 40 dönümden az toprağı olan köylünün öküzlerine savunma yükümlülüğü bahanesiyle el konuyordu. Yine aynı yasanın 26. maddesinin 2. fıkrasında toprak ağalarının ihraç edecekleri ürünlere devletçe kâr garantisi verilmişti. Ne ilginçtir ki, aniden ölen Başbakan Refik Saydam’ın evinde çuvallarla stoklanmış çeşitli mallara rastlanacaktı. Atatürk ise 1 Kasım 1929'da şunları söylemişti:

'.... Çiftçiye arazi vermek de hükümetin mütemadiyen takip etmesi lâzım gelen bir keyfiyettir. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmek memleketin istihsalâtını (üretimini) zenginleştirebilecek baslıca çarelerdendir.' (İnönü konusunda başka ve daha ayrıntılı bilgiler için, Prof. Çetin Yetkin, Karşıdevrim)

Zaman zaman İnönü'ye, bizi savaşa sokmadığı için methiyeler yayınlanır. Terazinin bir kefesine savaşa girmediğimiz için elde ettiklerimiz veya koruduklarımız; diğer kefesine, girseydik'perişan olacağımız' varsayımı konur... Ben ise; İnönü, yetenekli bir kurmay olarak tercihini doğru yönde, yani Almanya karşıtı olarak kullansaydı ne olurdu diye düşünmüşümdür hep. Terazinin hangi kefesine konurdu bu varsayım? Kimse demesin ki: Eğer İsmet Paşa, Hitler'e karşı tavır takınsaydı, Alman Orduları Türkiye'yi ezer, geçerdi...

Hitler'in Rusya'ya saldırısının en önemli sebebi, Kuzey Afrika'da istediği petrol kaynaklarını ele geçiremeyen ordusu için hayati öneme sahip olan Bakü petrollerine ulaşabilmekti. Bakü'ye ise en kısa yoldan, yani Türkiye'yi işgâl ederek ulaşmak (Yunanistan'ı ele geçirken bir ay vakit kaybetmişti) varken buyolu tercih etmemesinin sebebi, Bakü'ye göndereceği ordusunun Anadolu bozkırlarında güvenliğini sağlamak için, asgari 1-1,5 milyon askeri orada çakılı vaziyette bırakmak zorunluluğunun ortaya çıkmasıydı. Hitler'in, Ankara üyükelçisi Von Papen'den aldığı raporlar da bu olasılığa dikkati çekiyordu. Türklerin Kurtuluş Savaşını yakından izlemiş olan Almanlar, Fransız Başbakan'ı Brian'ın, Sevr’deki Yunanistan delegesi Nikolaos Kalogeropulos'a‘Fransa Klikya’da Türklere mükemmel donatılmış, iyi talim edilmiş vatansever, cesur askerlerden mürekkep altmış bin kişilik bir orduyla karşı durdu. Harbin bu sahasında bir yılı aşan müddet içinde hasıl olan netice kendilerine şu kanaati verdi ki Yunan Başvekilinin istihfaf (alay) ettiği, haydut çetesi diye anılanlara kararlı bir hürmet gerekir.’Fransız General Gourand’ın: ‘Antep’i düşürmek için Fransız ordusunun hemen hemen on ay yitirmesi gerekti. Tüm Anadolu ise yüzlerce değil, binlerce Antep demektir. Türk ordusunu Anadolu’da bozguna uğratıp yok etmek için tüm ülkeyi işgal etmek gerekir ki, bunu da milyonluk ordu başarabilir ancak.’dediklerini bilmezlermiydi?
Kaldı ki, soğuk Rusya steplerinde son derece zor duruma düşen Alman Genelkurmayı'nın elinde Anadolu'ya gönderebileceği ne askeri vardı, ne de yeterli silahı...

-------------

AKP İktidarı ve kurucuları da, ABD ve AB ile yapılan gizli/açık anlaşmalarla satranç tablasındaki 32 oyuncunun da kullanım hakkını tamamen Batılı emperyalist devletlere devretmiş bulunmaktadır.
Onlar ida şimdi: 'Şah Mat' diyorlar... Buyurun beyler...

Birkaç yüz kilo kömüre, bir torba erzaka ve biraz sadakaya beş yıllık oyunu satan efendiler...

Sizler de mi sesinizi yükseltmek için Sütçü İmam'ın yaptığı gibi, Fransız askerlerini bekliyorsunuz?..

Tanınmış hukuk âlimlerimizden Ord. Prof. Dr. Ebulula Mardin şöyle demişti:

"Boşuna kendini yorup durma. Şark dünyalarında, burjuva sınıfı - işçi sınıfı gibi ayırımlar yoktur. Sadece hırsızlar ve dilenciler vardır. Dilenciler, hırsız olmaya uğraşırlar; hırsızlar ise dilenci olmamaya..."
Başında, bir mollanın bulunduğu AKP İktidarı, Türk Telekom'un %55 hissesini 2005 yılında Dubai'li Arap kardeşlerimize!, yani Öger Telecom'a taksitle 6,5 milyar dolara sattı ve Öger Telecom 2005 yılında bir buçuk ve 2006 yılında 2 milyar 700 milyon doları resmi kâr olarak kasasına koydu. 2007 yılında da ödemiş olduğu parayı fazlasıyla geri almış olacak.
Üstelik, Fransız telekom şirketi Vivendi, Öger Telecom'daki %55 hissenin yaklaşık ± %30'unu 3 milyar dolara alma hazırlığında... Diğer bir ifade ile, Öger Telecom'un %55'lik hissesinin tümü, Fransız Vivendi için 10 milyar dolar civarında bir değere sahip...
ABD ve AB karşısında şamar oğlanına döndük.

Kıbrıs zaten elden gitti.

2002’de neredeyse sıfırlanmış olan PKK terörizmi yine dirildi ve her gün canlar almaya başladı.

İktidar partisine yakın müteahhitler Kuzey Irak’da büyük işler çevirirken, Barzani bunlara verdiği parayı Türkiye’deki şirketleri, Serbest Bölgeler aracılığıyla yürüttüğü sigara ve içki kaçakçılığıyla yine senden çıkarıyor.



Ey benim, Bekir Coşkun'un deyimiyle, göbeğini kaşıyan sevgili vatandaşım...
Diyeceksin ki: Bunlardan bana ne?..
Sen de haklısın...
Gününü gün etmeye bak!..
Fransız askerleri gelene kadar!..
Tabii bu gerçekler, ülkemizin özellikle son 87 yıldır milyonlarca insanının alın teri bahasına meydana getirdiği

ülke varlıklarını 'babalarının malı'gibi yok pahasına emperyalistlere satan, ülke halkından topladıkları vergileri yabancı rantçıların ceplerine transfer eden ve bu sayede köşeyi dönen işbirlikçiler ve çevrelerindeki güruh için geçesiz argümanlar, hatta bilinmesine bile gerek olmayan şeylerdir... Halk siyasi bilincini, milli hassasiyetini kaybettikten, bedevileştikten sonra; iktidar kendi dolar milyarderlerini yaratırken kim ses çıkarır ki?

2007 yılında halkımızın yarısının verdiği oylarla iktidara gelen AKP, İstiklâl Savaşında binlerce şehit vererek

koruduğumuz, istilâcılardan geri aldığımız toprakların 155 bin kilometrekaresinde, yani ülkemizin beşte birindeki egemenliğimizi 'Maden ve petrol arama ruhsatı' vermek bahanesiyle 'De Facto' olarak Fethullahçılar başta olmak üzere diğer yerli paravan ortaklıkları kullanan neo-emperyalistlerin hükümranlık alanlarına terk etmiştir... Maden arama ruhsatı verilen yerlerin nedense tümü; yeraltı sularının, jeotermal yatakların, sulak alanların, ormanlık alanlarının bulunduğu bölgeleri kapsıyor...

-------------

Fethullah Gülen'in mürşiti Said-i Nursî'nin bir de Kıbrıs'lı versiyonu vardır. Şeyh Nazım Kıbrisî...

Bu zatın müritleri anlatıyor:
'Bir keresinde de, Şeyh Nazım hac mevsiminde iki aylığına Lübnan’ı ziyaret ediyordu. Trablus valisi, Aşar ed-Daya, resmi hac kafilesinin başıydı. Şeyh Nazım’ı kendisiyle beraber hacca gitmeye davet etti. Şeyh Nazım, ‘

Seninle hacca gelemem ama inşallah seninle orada karşılaşırız’ dedi. Vali ısrar etti: ‘Eğer gidiyorsan, lütfen benimle git, başkasıyla gitme’. Şeyh Nazım, ‘Henüz gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum’ diye cevap verdi. Hac mevsimi geçtikten ve vali de döndükten sonra hemen Şeyh Efendinin kaldığı eve koştu. Yüz kişinin önünde ‘Şeyh Efendi, niye benimle gelmeyip başkasıyla hacca gittin?’ diye sordu. Biz, ‘Şeyh Efendi hacca gitmedi ki!

Burada kaldığı iki ay boyunca bizimle Lübnan’ı dolaştı’ dedik. ‘Hayır’ dedi, “Hacdaydı, şahitlerim var. Bir gün, Kabe’yi tavaf ederken Şeyh Nazım bana gelip, ‘Oo Aşar, burada mısın?’

dedi. Ben ‘Evet Şeyhim’ dedim. Sonra benimle tavaf etti. Geceyi Mekke’deki otelimizde beraber geçirdik. Arafat’ta günü bizim çadırımızda geçirdi. Üç gün Mina’da bizimle kaldı. Sonra bana ‘Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gitmeliyim’ dedi”. Vali bunları anlatırken, dikkatlice Şeyh Nazım’ı izliyorduk,

çünkü Lübnan’ı hiç terk etmediğini çok iyi biliyorduk. Onun benzersiz, gizli gülümsemesini gördük. Adeta şöyle demek istiyordu:

“Bu, Allah’ın evliyalarına bahşettiği kuvvettir. Onun yolunda olduklarında, onun ilahi aşkına ve ilahi huzuruna

ulaştıklarında, Allah onlara her şeyi bahşeder...”

Müritler, şeyhleri nasıl da uçuruyorlar değil mi?

1950 yılında Lefkoşa Camisinde Arapça ezan okuduğu için hakkında hapis cezası istenen bu şeyh kılığındaki satılmış sahtekâr, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle mahkûmiyetten kurtulmuştu.



İngiltere, daha dün kerametleri müritlerinden menkul bu Nakşibendi Şeyhi Nazım Kıbrisî'yi nasıl Kıbrıs'taki emelleri için piyasaya sürdü ise, bugün de Amerika ve AB, Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için Şeyhülislâm Dürrizade'nin son versiyonu Nurcu Fethullah'ı, AKP'yi, cumhuriyet çetelecilerini Soroz de

stekli STÖ ile işbirliği çerçevesinde piyasaya sürmüştür.

Bu strateji, öylesine tıkır tıkır işlemektedir ki, yerli işadamlarımız dahi birbirlerinin kuyusunu kazarken, işbirliği

yapmak, sinerji yaratmak için tümden yabancı ortakları seçmektedirler... Bir Genel Kurmay Başkanı'mız resmi sitesinde kendisinin Başbakan'a bağlı olduğunu en ufak bir tereddüt göstermeden yayınlayabilmektedir.

'Genelkurmay Başkanı Başbakan'a bağlıdır'diyor!.. Halbuki bizlere Genel Kurmay Başkanlığı'nın

Başbakanlığa bağlı olduğunu öğretmişlerdi. TBMM'de Atatürk'ün mareşal üniformalı resminin kaldırılmasını isteyen AKP'li Milletvekillerine de eşzamanlıdestek te zaten Kara Kuvvetlerinin brövesinden Atatürk'ün

Kocatepe'deki resmini çıkartartan zamanın Genelkurmay Başkanı'ndan gelmişti.



Muhalefet lideri Baykal, karşısında 'Laisizmin'dinsizlik olduğuna inandırılmış on milyonlarca 'göbeğini kaşıyanlara'rağmen ille de 'Laiklik'diye tutturmuş... Memurların grev hakları yokmuş, eksik

Danıştay üyeliği kadroları iki yıldır atanmıyormuş; ne gam... Ağzından iktidar olabilmek için ne yapmaları

gerektiğine dair bir tek sözcük çıkmadan Fatih'te konuşup türbanlılardan da oy istemek, Erdoğan veya Gül veya Arınç olmasın da kim olursa olsun; Atatürk'ün makamına oturacak adamın karısı türbanlı da olsa

kabulumdur demek... İşçiler, Gençlik ve Kadın Kolları, Cumhuriyetçi STÖ'i, İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de,

Manisa'da, Samsun'da sokaklara dökülen, 'Ata'nın İzindeyiz'diye bağıran milyonlarca aydınlık yüzlü insanımızın, on beş milyon köylümüzün kendilerini kurtaracak 'prensi'aramaları kuru gürültüden başka bir şey ifade etmiyor,

iktidara gelme hedefini asla taşımamamış muhalefet liderimize.

Kendi Polit Bürosuna diktatörce hakim olurken, AKP Hükümetinin TRT'yi şeriatçı meşrebe uygun olarak

'İslâmiyetçileştirmesi'için gerekli Anayasa değişikliğine payanda olmak görevini de üstlendi liderimiz. Bu payandalığı daha önceden de yaparak mollalara Başbakan olabilme yolunu açmıştı hazret... RTÜK

seçiminde 9 üyelikten 6'sını AKP'ye bırakarak 3'ün birine razı olmak, AKP'yi iktidara taşıyan süreçte buna yasal veya yasadışı her türlü desteği vermiş olan İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerini hizipçilik yüzünden şeriatçı taifesine teslim etmek te 'Atatürkçülüktür'onun için. Bundan sonra da aynı liderimizin gere

k Erdoğan'a ve gerekse Gül'e en kritik zamanlarda stepnelik yapacağına emin olabiliriz.

- Laiklik elden giderse, ne olur hemşerim?

Şeriat gelir!

Karnımı doyuruyorsa, neden gelmesin ki?
Biz neden CHP'ye oy verelim?

Çünkü biz Atatürk'ün partisıyiz! (Onur Öymen'in Bursa'daki seçim gezisi) Bey, bey... İş yok, para yok, aş yok... Karnımız aç, n'örek?
Boşver, kahvaltıda Atatürk, akşamları da laiklik yer karnımızı doyururuz...

-----------
İBDA-C'ninyayın organı Taraf dergisinde yayımlanan bir yazıda, AKP Hükümetini uzak kumanda düğmelerine basarak yöneten Fethullah Gülen'in şeyhi Said-i Nursî hakkında:"Said Nursî'nin rüyası İBDA- C'nin elinde gerçekleşecektir.

Said-i Kürdî, Kemalistlerin tabiri ile Said-i Nursî, Kürt ve İslâm tarihinde yetişen dahi bir ulemadır (...) Said-i Kürdî zındandan çıktıktan sonra İstanbul'u terk eder. Vapurla Tiflis üzerinden Kürdistan'ın Xuy kentine geçer. Van ve Bitlis Kürt beylik aşiretlerine ulaşır. Buralarda Kürdistan'ın kurtuluşu için ilim, irfan, plan ve proje yolları arar. Tiflis'teyken bir tepenin başına çıkar. Kafasındaki özgür Kürdistan ve Birleşik İslâm Alemi projesini tasarlarken birisi ile Said-i Kürdi arasında şu konuşma geçer:
- Nerelisin?
- Bitlis'liyim.
- Ne yapıyorsun burada?
- Ben müstakbel Kürdistan'ın ve İslâm aleminin plan ve projesini çiziyorum.Benim kafamdaki plan ve proje bu, planım er geç gerçekleşecek.İslâm aleminin kalbinde müstakil bir Kürdistan'ın kurulması ile İslâm alemi o merkez etrafında dönerek bir araya gelecek ve büyük federatif İslâm devleti kurulacaktır..." diye yazılıyordu...

Ört ki ölem...

Bakın, nereden nereye geldik?..
Biz yine esas konumuza dönelim...
33- Abdülaziz(1861-1876): Hamam natırı Çingene Besime'den doğma. Eşleri: Camelia (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis (Nesrin). İlk kurulduğu 1481 yılından itibaren birçok evreler geçiren bugünkü Galatasaray Lisesi, çağdaş anlamda eğitim verebilmek için 1 Eylül 1868 yılında Abdülaziz tarafından "Mekteb-i Sultanî" adı altında yeniden açıldı. Eğitim dili Fransızca idi ve Türkçe yine ya

saktı. Amaç, Enderun'a (Saray'a) adam yetiştirmek olduğundan lisan olarak Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi. Türkçe bilinmese de olurdu. 1481 yılından beri devam eden Müslüman öğrenci alma yasağı yine devam etti.

Bu yasak nihayet Atatürk zamanında, 1924 yılında kaldırıldı...

Sultan Abdülaziz'in de ödeyemediği dış borçlar 250 milyon altına çıkarken, 1843'te İskoçyalı Alexander Bain'in

bulduğu faks prensibi 1863'te Giovanni Casellitarafından yaşama geçirilmiş, Paris Lyon arasında ilk kez kullanılmıştı. Adamlar buluşlarıyla para kazanıp hem zengin oluyor, hem ülkelerini zenginleştiriyorlardı... İsveçli fizikçi Anders Ångström spekstoskopi cihazıyla güneş atmosferinde hidrojen olduğunu ispatlarken, İskoçyalı

Joseph Listerameliyat elbiselerinin dezenfekte edilmesinde kullanılan carbol asiti buluyordu.

Louis Pasteur pastörizasyonu, Hermann Sprengelkatot lambalarındaki havayı boşaltmak için kullanılacak cıvalı

vakum pompasını, Georges Leclanché modern pillerin atası sayılacak Lechlanché pilini, Alfred Nobel

dinamiti, George Westinghousehava frenini,Zènobe Gramme dinamoyu, Ernst Abbe mikroskop kondansörünü,

Christopher Sholes iki mucit arkadaşıyla beraber daktilo makinasını icat etmişlerdi.

Gregor Mendel kalıtım yasalarını, Pierre Janssen ve Norman Lockyer güneşteki helyum gazını, Dimitri Mendeleyev kimyadaki periyodik sistemi ortaya koymuşlardı.
34- V. Murat(1876-1876): Fransız Vilma (Sevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone (Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Resan) v.b.
V. Murat, 1710 yılında Şibanoğlu Şahruh'un kurduğu Hokan Hanlığı'nın 1868'de Rusya tarafından ortadan kaldırıldığını duymuşmuydu acaba? Taşkent ve Yesi şehirlerine de sahip olan bu Türk Hanlığı'nın toprakları, B

alkaş Gölüne kadar uzanıyordu. Ne ilginçtir ki, bir taraftan Said-i Nursî ve İstiklâl Mahkemeleri'nce idam edilen İskilipli Atıf Hoca; diğer taraftan Ziya Gökalp ve Fevzi Çakmak 1876 yılında doğmuşlardı. İskilipli Atıf Hoca hızlı zamanlarında Sünnî'lik dışındaki bütün inanışları batıl olmakla niteliyordu:
'Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ıHakkın Kur’an-ıKerim ve Peygamberin(sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları

müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.'
Said-i Nursî, Kıyafet Kanunu'na da karşıidi. Fes, sarık gibi şeylerin yasaklanıp şapka giyilmesini, kravat tak

ılmasını, pantolon giyilmesini gâvur taklitçiliği olarak görüyordu.

İskilipli Atıf Hoca'nın 'fetvalarıyla' coşmuş, o da kendi fetvalarınıveriyordu: ”Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”

“Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başınıaçmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi. Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı)sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ışer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ dine sıkıbağlanma ve duruş) cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.

” Fethullah Gülen, Türk halkına MüslümanlığıSaid-i Nursî'nin hedefi doğrultusunda şeriat kurallarına göre yaşamayı öğütlerken, diğer taraftan kendi aylık dergisi Aksiyon'da:

En büyük 5 peygamberden biri İslam inancına göre gerçek Hz. Mesih’i ve Mesih anlayışını bugünkü Hıristiyanlığın ihtilaflı ve zor anlaşılır yorumlarında bulmak mümkün görünmüyor. Eğer Hz. Mesih’in kimliğini Kur’ân açıklamasa idi, Müslümanlar O’nu Kitab—ıMukaddes içindeki bilgilerle sınırlıolarak tanıyacak ve Kur’an’ın tamamladığı yönleri bilinemeyecekti.
http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-6_4323807.html
 
Bizlerden Gizlenen Osmanlı Tarihi-8

.. Sadece II. Abdülhamid'in Padişahlığı süresince Batı ülkelerinde kaydedilen buluşlara bakmak bile, Osmanlı halkının altı asır boyunca nasıl orta çağ karanlığına boğulmuş câhil nesilller olarak bırakıldığını bize göstermek açısından çarpıcıdır.


Mehmet Reşat

(1909-1918): Rum Sofi (Gülcemal Sultan)'dan doğma. Eşleri: 65 yaşında Padişah olduğundan kayıtlarda kesinlik yok. Ama Türk düşmanlığı Mehmet Reşat zamanında bile hâlâ sürüyordu

Osmanlı'da. 1912 yılında Sebilülreşat Dergisi'ndeki bir yazıda 'Türk' sözcüğünün kullanılması bile kâfirlik olarak tanımlanıyordu. Mehmet Reşat Efendi'nin Padişahlığı döneminde Batı'da;

Alfred Wegener kıtaların yer kabuğu özerindeki hareketlerini,Viktor Hess kozmik ışınları,Niels Bohr atomların yapısını,Karl Schwarzschild uzaydaki kara delikleri tesbit etmiş;Charles Kettering

marş motorunu,Harry Brearley paslanmaz çelik üretim tekniğini bulmuştu.
37- Vahideddin-V. Mehmet

(1918-1922): Abdülmecid'in karısı Henriet (Gülüstü Sultan)'dan doğma. Eşleri: Emine Nasik Eda

ve saray bahçıvanının kızı Nevzut. Kökenleri tam bilinmiyor;Çerkez olduğu iddiaları var. Vahideddin I. Dünya Savaşı

sonunda iktidara gelmişti. Henüz biten I. Dünya Savaşı'nın acılarını sarmaya uğraşan Avrupa'da; Leon Theremin kendi adıyla anılan müzik aletini, Herbert Johnson mutfak mikserini, David Sarnoff ve Guglielmo Marconi ilk radyo yayınını, Frederick Banting ve Charles Best insülini, Thomas Midgley kurşunlu benzini yapacak zaman ve imkânı bulabiliyorlardı.
Bütün yaşamı boyunca belki bir an dahi rahat yüzü görememiş, belki iyi niyetli fakat korkak, zayıf

karakterli, zavallı bir padişahtı o... 12 Eylül 1919'da,İngiltere ile gizli bir antlaşma imzaladı.

Bu antlaşmaya göre:
1- İngiliz Hükümeti,kendi mandası altında Türkiye'nin bütünlüğünü ve egemenliğini (Aynen 1856 Paris Antlaşması) taahhüt eder.
2- İstanbul Hilâfet ve saltanat merkezi olarak kalacak,İstanbul ve Çanakkale Boğazları İngiltere'nin kontrolu altında olacaktır.
3- Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır.
4- Osmanlı Devleti bilumum Müslüman memleketlerinde,Hilâfet nufuzunu İngiltere lehinde kullanmayı taahhüt eder.
5- Türkiye'de çıkabilecek milli hareketlerin önünü kesmek için, İngiltere Hükümeti kontrolünde olmak üzere ordu tesis edilebilir ( Kuvay-i İnzibatiye-Hilâfet Ordusu)
6- Türkiye,Kıbrıs üzerindeki bütün hukukundan feragat eder.
7- İngiltere Hükümeti Osmanlı varlığını korumayı (Aynen 1856 Paris Antlaşması) taahhüt eder.

8- Padişah 4. maddeyi yeniden düzenlemek için İngiltere Hükümeti ile ayrıca bir mukavele teati edecektir. Ayrıca: Milliyetçi bir hükümetin başa geçmesi halinde, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De Robeck tarafından 4 Ekim 1920 tarihinde, Sadrazam Damat (Ferit) Paşa aracılığı ile Padişah Vahideddin'e gönderdiği bir taahhütname ile:
a- Padişah korunacaktır.
b- Padişah'ın izinsiz(İngilizlerden) olarak görevden çekilmesi uygun olmayacaktır.
c- Padişah Vahideddin yurt dışına çıkmak (kaçmak) zorunda kalırsa kendisine mutlaka yardım edilecektir.

---------
Vahideddin böyle yüz kızartıcı gizli bir antlaşmaya imza atmıştı ama sadece bir yıl sonra, Mareşal

Wilson 14 Aralık 1921'de General Harrington'a yazdığı bir mektupta,'Aziz Tim, biz İstanbul'dan tası tarağı toplayıp gidinceye dek nasıl iyi bir iş yapmış olmayacaksak, Türklerle dost oluncaya

dek te elbette yararlı bir iş yapmış olmayacağız'diyordu... (Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri – Gotthard Jaeschke)
----------
1921 başları... İşgâl Kuvvetleri Yüksek Komiser Vekili Mr.Rattigan, Osmanlı Dışişleri Bakanı İzzet Paşa'nın yanında. Soruyor:

'Mustafa Kemal nasıl oluyor da millî sınırlar içinde tam bağımsızlık istiyor? Böyle bir istekte bulunan Kemalistler akıllarını kaçırmış olmalı!'

İzzet Paşa, Ankara temsilcisi Hamid Bey'edönerek,'Görüyorsunuz, ben size çocukça bir çılgınlıktır

dememişmiydim? Büyük Devlet (İngiltere) böyle bir şeyi nasıl kabul eder?'
Divitli Eşref Hoca'da, '1920’de verdiği vaazda "İngilizlere meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür." demişti zaten.
Yıl 2004, Kuzey Irak'ta askerlerimizin başına çuval geçirilmiş. Zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül:"Amerika büyük devlettir. Özür dilemez!.."
---------
Vahideddin, 10 Nisan 1920'de Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah'a (önceki Şeyhülislâm Haydarizade İbrahim Efendi bu fetvayı vermemek için istifa etmişti) Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam edilmelerini karara bağlayan fetvayı yayınlatıyor ve aynı kararı 15 Haziran

1920'de Miralay İsmet (İnönü), Refet Paşa (Bele), Ankara Müftüsü Rifat Efendi (Börekçi), Milli Hükümetin Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fahrettin Paşa (Altay) v.b. için de alıyordu. Halife Padişahların, şeyhülislâmların örnek alması gereken Hz. Muhammed ise,

'Sizin ateşe atılmaya en cüretkârınız, fetvaya en ziyade cüret gösterenenizdir.

(Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali)' demişti. Sadrazam Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiseri Roberck'e 'Kürtlerin Mustafa Kemal'e karşı kullanılmasını'teklif ediyordu. Sadece devletinin kendisine tanıdığı yetkileri kullanıp Ermeni Taşnak çetecilerin karşı harekete geçen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey yine bu ikili tarafından idam ettirilmişti. Vahideddin, 30 Ekim 1918'de Osmanlı'nın boynuna ilmiği geçiren Mondros Antlaşmasını imzaladıktan 25 gün sonra

İngiliz The Daily Mail gazetesi muhabiri G.Ward Price'e,'İngiliz milletine beslediğim sevgi ve hayranlığı babam Abdülmecid'ten miras aldım'demekte bir sakınca görmüyordu.


O devirlerde de Anadolu'nun her tarafına yayılmış misyoner okulları, Doç. Dr. İlknur Polat Haydaroğlu’nun“Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar ve Misyonerlik Faaliyetleri” ile
ilgili araştırmasına göre 1894 yılında Elazığ’da 83, Diyarbakır’da 32, Erzurum’da 24 ve

Bitlis’te 22 misyoner okulu bulunuyordu. 1904 yılında sadece ABD’nin Osmanlı topraklarında 400 devlet okulu, 306 rahiplerin emrinde ve 354 rahibelerin emrinde okulları bulunuyordu ve aynen simdi olduğu gibi emperyalist devletlerin uşaklığını yapmak için parasal destek gören sivil toplum örgütleri vardı.

Bu örgütlerin görevi Anadolu'da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı milli harekete engel olmaktı:


Tarik-i Salah Cemiyeti, Askeri Nigâhban Cemiyeti, İlayı Vatan Cemiyeti, Kürt Teali Cemiye

ti, Teali İslâm Cemiyeti, Ahmediye Cemiyeti, Falhiyat Cemiyeti, Türk Zabıta-i Hususiye Cemiyeti, Hizb-ut Taheret Cemiyeti, Şarkî Karip Çerkezleri Cemiyeti ve bunların teşvikiyle meydana getirilen Çopur Musa İsyanı (Afyon), Bolu ve Düzce İsyanları, Konya-Bozkır İsyanı, Ali Batı İsyanı (Mardin), Cemil Çeto İsyanı (Kürt Teali Cemiyeti'nin vurucu gücü), Koçgiri İsyanı, Konya İsyanı,

Milli Aşireti İsyanı, Pontus Rum İsyanı, Yozgat İsyanı, Zile İsyanı , Şeyh Eşref İsyanı (Bayburt), Şeyh Sait ve Menemen İsyanları v.b...


Konya'da Padişah'ın (Vahideddin) adamları Mustafa Kemal'in göndermiş olduğu subayların ayak tırnaklarını söktüler, sonra da onları atların ayaklarının altında çiğnediler.Mustafa Kemal'in adamları da,Konya'daki olayda başı çekeni vurarak öçlerini aldılar."
(H.C.Armstrong, Bozkurt, s.105).
1926 yılında ölen Vahideddin'in İngiltere'de ikamet eden yeğenleri Prens Sami ve oğlu Bahaeddin Sami, 1937 yılında Atatürk'e suikast hazırlamanın yollarını arıyorlardı.

İngiltere İçişleri Bakanlığı, bu faaliyetleri 4 Aralık 1937 günü gizli bir emniyet raporuyla Dişişleri

Bakanlığına bildirdi. Bu raporda özetle şunlar yazılıydı:

'Prens Sami gurubu Türkiye'de Saltanatı yeniden kurabilmek için Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'e suikast tertipliyorlardı. Yapılacak suikastın tarihi Şubat 1938 olarak tespit edilmişti.

Prens Sami'nin Türkiye'deki adamları, Atatürk öldürülür öldürülmez, Türkiye tahtına oturması için kendisine teklifte bulunmuşlardı. Bu maksat uğrunda kullanılmak üzere, Prens Bahaeddin Sami, Londra Borsasından 100.000 İngiliz Lirası sağlamaya çalışıyordu. Mr. Keith Williams adındaki İngiliz sermayedarı, para bulma işinde Prense yardım ediyor ve 100.000 İngiliz Lirasını sağlayabileceğini söylüyordu. (İçişleri Bakanlığından Sir Russel Scott'tun Dışişlerinde Sir R. Vansittart'a gönderilen gizli yazı 4.12.1937 - Bilâl Şimşir,

Atatürk'ün Hastalığı,1989) İngiltere Dışişleri Bakanlığı,İçişleri Bakanlığına verdiği cevapta 'Kendilerinde de bu konuda raporlar olduğunu ve bunların birbirini tuttuğunu' bildiriyordu. Neticede Prensler ihtiyaçları olan 100.000 İngiliz Lirasını bulamadılar. Bu arada Atatürk hastalandı. Prens Bahaeddin 1 Nisan 1938'de tekrar İngiltere Hükümetine resmen başvurarak

Atatürk'ün ölümünden sonra saltanatın yeniden kurulacağını anlatıyor ve başına Fransa'da ikâmet eden ve Alman taraftarı Abdülmecid'in değil,İngiltere'den yana olacak bir Halife-Sultan getirilmesi

gerektiğini bildirerek kendini buna aday gösteriyordu.

Türkiye'deki Laik Cumhuriyet Rejiminin Atatürk'ten sonra da yaşayacak kadar güçlü olduğu

nu bilen İngiltere bunları ciddiye almamıştı...


Daha geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız Kahramanmaraş, Çorum,Sivas (Madımak) v.b. Alevi katliamlarının; 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar olaylarının, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamının, Ankara

Bahçelievler'de silahsız 7 gencin hunharca katledilmesinin; Danıştay hakimi Mustafa Yüce

Erbilgin, Hrant Dink, Trabzon ve Malatya'daki rahip cinayetlerini işleyen katillerin hepsinin, Laik Türkiye Cumhuriyeti ile görülecek tarihi bir hesabı olan Solcu,Alevi,Atatürk ve Yahudi düşmanı

olan Türk-İslâm sentezcisi ırkçı partilerle, bunların yan örgütleriyle, 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız'diye bağıranlarla ve Fethullah Gülen'in tarikat tekkeleriye içli dışlı olmaları bir raslantımıdır?
Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Necip Hablemitoğlu, Muammer Aksoy, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Turan Dursun, Çetin Emeç,Bahriye Üçok, Mehmet Ali Kışlalı, Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday v.b. aydınlara karşı yapılan suikastlerin Osmanlı'nın bu günlere kadar sarkan karanlık zihniyetinin temsilcileri tarafından gerçekleştirilmediğini, en azından bu kişilerin çıkar karşılığı kiralık katil olarak kullanılmadıklarını kim iddia edebilir? 12 Eylül 1980 darbesini takip eden aylarda, 17 yaşında bir ODTÜ öğrencis

i olan Erdal Eren'nin önce yaşını büyütüp sonra Askeri Yargıtay'ın üç kez bozma kararına rağmen idam eden faşistlerin; maaşlı cellâtların bile öldürmeye kıyamadıkları ufak, kimsesiz Alevi çocuğunu kendi elleriyle katleden Osmanlı Paşa'sı Kuyucu Murat 'tan ne farkları vardı ki?


Devlet'in Diyanet İşleri Başkanlığında görevli yüz binden fazla personel arasında bir tek Alevi'ye dahi görev verilmemesi, Cem evlerinin başbakanlar tarafından dahi ibadethane olarak kabul edilmemesi, son tahlilde, Osmalı zihniyetinin hâlâ bütün gücü ile var olduğunu göstermiyor mu bize? İlginçtir: Osmanlı Arşivlerinde de 'Alevi' sözcüğüne kesinlikle rastlanmaz. Zira,‘Alevi’ sözcüğünün ifade ettiği dinsel anlam 'nomina sacra’ dır, yani dokunulmaz-kutsal isimlerdendir. Sünni Osmanlı

yönetimi, ‘dinsiz ve sapkın’ saydığı ve ‘katlini vacip’ kıldığı heterodoks inançlı bu toplumun öz adını (Alevi) kullanmaktan özellikle kaçınmıştır. Kullansaydı, siyasetine ters düşmenin dışında,

kutsal adı verdiği toplumu toplu kırımlara uğratmayı Sünni teb’asına nasıl açıklayacaktı?


'Alevilik İslâmın içinde mi yoksa dışındamıdır. Önce buna bakmak lazım. Cem evi ile cami bir olamaz; bu elma ile armut gibidir. Cem evleri ibadet yeri degildir. Müslümanlar için ibadet yeri camidir.'

Eh... Bir Başbakan da 'Alevilerin katli vaciptir' diyemezdi ya bu saatten sonra!


Yaklaşık 200 yıl süren, Selçukluların son devirleri ve Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu takip eden yıllarda sona eren İslâm Rönesansı, 1920-1938 arasında Türkiye'de yeniden yaşama şansını bulmuşsa da, 1938 den sonra önce birduraklama, sonra yeniden gerileme devrine girmiştir. Ülkemiz, özellikle 1950'lerde artan ivmeyle 2000'li yılların başından itibaren yaşadığımız şekilde, yine tamamen İmam Gazâli'nin çağ dışı öğretilerine uygun olarak yetiştirilmiş din ve siyaset

adamlarının insafına terk edilmiştir. Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetimi arasında artık bir tek fark kalmıştır: Padişah ile Şeyhülislâm'ın görevini Türkiye'de artık emirlerini yabancı güçlerden alan Başbakanlar tek başına üstlenmektedir. (Rahmetli Şeyhülislâm Es'ad ve Damat Ferit tarafından idama mahkum edilen Müftü M. Rifat Efendi'yi ise rahmetle anıyorum).


'Türkiye'de bir İslâm devrimi olmaz. Çünkü Türkiye modern bir İslâm devletidir' diyen Tayyip

Erdoğan'a destek, 'Eğer Türkiye, Batılı bir ülke olma ısrarından vazgeçer, modernleşme ve demokrasinin bir İslâm ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse, İslâm'a en büyük model olur. Demokrasinin mutlaka laik bir temele oturması gerekmez. İslâm ile demokrasi bağdaşabilmelidir.' diyen Prof. Dr. Samuel P. Huntington'dan gelmişti zaten.


Devletler üstü güçlerle yakın ilişki içinde olan Amerika Başkanı Franklin D.Roosveld, ‘Siyasette hiçbirşey tesadüf eseri değildir. Eğer harhangi birşey olmuşsa, bunun önceden planlandığına emin olabilirsiniz.’derken, devrin New York Belediye Başkanı John F. Hylan,Amerika Devlet Başkanlarının gerçekte sadece birer kukla olduğunu belirtiyor ve ‘.. Bu şehri yapışkan vantuzlarıyla emen ahtapotun başında Rockfeller-Standart Oil ve az sayıda ama inanılmaz güçlü birkaç banka vardır.’diye dert yanıyordu. Ünlü Amerikalı düşünür R. Buckminster 1983’te ölmeden hemen önce

, ‘Amerika, demokratik hükümetlerle yönetilmez. Amerika’da,Devlet Başkanı olup ta gerçekte hiçbir güce sahip olmamak kadar sefilce bir şey yoktur.’demişti.

Amerika Savunma Bakanı James Forrestal 1945 yılından itibaren bu‘Devletler üstü’güçler hakkında üç bin sayfadan fazla döküman toplamıştı. 2 Mart 1949’da istifa etti. Sonra Başkan Truman’ın emriyle tıbbi kontrol(!) için Bethesda Naval Hastanesine yatırıldı.

Ne ailesi ve ne de rahiplerin ziyaretine izin veriliyordu. Bir gün cesetini alt katlarda bir yerlerde buldular. Kendini asmıştı!!! Hastaneye gitmeden önce Kore’de birçok Amerikalı gencin öleceğini söylemişt Forrestal. Tesadüf bu ya; aradan on beş ay geçtikten sonra Kuzey Kore aniden(!)

Güneye saldırıverdi… Yeminli Komünizm düşmanı senatör Joseph McCarthy, 23 Eylül 1950’de

‘Bugün burada (Yalta'da) Kore dağlarında ölecek gençlerimizin idam kararı imzalandı. Keza bu imza yarın Hindiçin’de (Viatnam) ölecek gençlerimizin de idam kararıdır!’ diye kehanette! bulunuyordu...


Bunları neden mi yazdım? Aşağıda, günümüz siyasetiyle ilgili olan paragraflara ve Ruckminster'in ‘sefil kuklaları’ gibilerinin çıkartıp ülkemize yığdıkları onuncu sınıf kazuratlarına ışık tutmak için tabi…


Başbakanlar artık Baş İmamlıkta yaparak padişah'ı, yani kimin cülûs-i hümâyûna mazhar

olacağını tayin etme, kullarına devlet kesesinden bahşiş dağıtma ve Büyük Mebusan Meclisine her dediğini'Lebbeyk ya Sultanım'diyerek onaylama özgürlüğüyle! donatılmış

kullarını doldurma yetkisine de sahiptir... Dârülfünûn'dan birçok müderris,matbuattan Ali Kemal artığı muharrirler, tulûâttan hacivatlar de cülûssiye karşılığı kapıkulları arasına katılmış; içte ve dıştaki tarikat tekkeleri, vakıflar Kanunî'nin Rüstem Paşa'ları, III. Mehmet'in Koca Sinan Paşa'ları ile doldurulmaktadır... Bazı müderrislere ABD’li danışmanların direktifleri doğrusunda bir 'Teşkilat-ı Esasiye Kanunu' hazırlamaları talimatı verilmiş ve genç Türk Devleti’ni yıkıp İngilizlerin Musul ve Kerkük üzerindeki hedeflerine kolayca ulaşabilmesini sağlamak için isyan eden Şeyh Sait’in torunu Dengir Mir Mehmet Fırat bu tezgâhı koordine etmekle görevlendirilmiştir... Bütün bu taifeden aranan tek bir özellik vardır: Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanı olmaları! Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı Kültür A.Ş'de görevli danışmanı Sadık Albayrak'ın

'Şeyhülislâm Mustafa Sabri'adlı kitabında yazdığı: '

Mustafa Kemal ve Ankara hükümetinin kahpeliklerini sahtekârlıklarını şu ufacık mukaddimeye (önsöz) sığdıracak değim. Demek isterim ki bu şekil değiştirmeleri, bu zıddıkları işleyebilmek için insan utanmazlıkta da kahraman olmalıdır.

Hele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasızlığın bu derecesi tasavvur edilemez' (Ergün Poyraz, Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine)gibi görüşlerin benimsenmesi Devr-i AKP'de dünyalık elde etmek için şarttır.


Ünlü hukukçularımızdan rahmetli Ord. Prof. Dr. Ebülûlâ Mardin bu gibi insanları şöyle anımlıyordu:

'Azizim, Şark memleketlerinde işçi, burjuva gibi sınıflar yoktur. Şark'ta iki sınıf halk vardır: Dilenciler ve hırsızlar... Hırsızlar dilenci olmamaya, dilenciler de hırsız olmaya çalışırlar!

-----------
Bu yazımı Osmanlı Devleti'nin son Padişahı Vahideddin Efendi ile sona erdirirken, her şeye rağmen bu kadar eleştirdiğim hanedana bir özür borcum olduğunu da itiraf etmek zorundayım. Önce, Osmanlı Padişahları'nın büyük çoğunluğu kendilerine 2002'den beri Türkiye'yi yönetme görevi ihsan edilmiş olan AKP iktidarının üst düzey yöneticilerinden çok daha entellektüel,donanımlı ve yetenekli insanlardı. Saray içindeki özel yaşamlarında Batılıların uygarlık değerlerinin hemen tamamını kabullenmişlerdi. Batı ve alaturka müzik, güzel sanatlar, el sanatları, edebiyatla yoğun olarak ilgilenirlerdi. Günümüze kadar gelmiş olan Osmanlı arşivlerinde de gördüğümüz gibi, hiçbir padişahın karısı ve hatta kızları, saçları tamamen örten türbanlarıyla Bedevi adetlerini kendi hayatlarında uygulamamışlardı. Daha da ileriye giderek, henüz 2006 yılında Türkiye'de yaşanan bir

olayı da anımsatmak isterim. Dinci-Osmanlıcı taîfesinin 'Ulu Hakan', Kemalistlerin 'Kızıl Sultan'

(Bu ismi ilk kez kullanan Fransız yazar Albert Vando'dır) olarak isimlendirdikleri II. Abdülhamid'in başından geçen bir olayı:
Yıl, 1896... 26 Ağustos...
Ermeni Taşnak çetecileri İstanbul'da Osmanlı Bankasını basıyorlar.
Ellerinde en modern silahlar...
İngiliz, Avusturya ve Rus yapımı...
Etrafa kan kusturmaya başlıyorlar...
Haliç'in iki yakasında toplanan hamal, kayıkçı, Anadolu'nun câhil Türkleri buna tepki gösteriyor ve

silahlı Ermenilerle savaşmaya başlıyorlar...
Ellerindeki silahlar ise, külüstür bıçak ve sopalar ile kırdıkları küreklerin sapları, sandalye ayakları...

Zaptiyeler yetişiyor...

Neticede kaçabilen Taşnaklar kaçıyorlar, kaçamayanlar yakalanıyor...
Ertesi gün İngiliz Büyükelçisi başta, bütün işgalci ülkelerin büyükelçileri Yıldız Sarayına geliyor ve Sultan Abdülhamid'i tehdit ediyorlar...
Talepleri: Yakalanan çetecilerin serbest bırakılması...
Abdülhamid Han, elçileri bir odaya götürüyor ve Taşnak çetecilerden toplanan silahları gösteriyor:

- Beyler, bu silâhlar benim ülkemde üretilmiyor... Nereden geliyorlar acaba?... diyor. Ve sonra başka bir odaya geçiyorlar...


Abdülhamid, odada Türkler'den ele geçmiş sopaları gösteriyor ve,"Beyler, bunlar da benim halkımın kullandığı silahlardır...

Yerli malıdır ve benim ormanlarımdan elde edilmiştir...."

diyor ve kapıyı çarpıp dışarı çıkıyor...
Kibirli büyükelçiler donup kalıyorlar...

--------
Yıl, 2005...
Hakkâri Olayları...
İki delikanlı pilotumuz, F16'ları biraz alçaktan uçuruyorlar...
Gürültü, 134 DB!..
Kıyamet kopuyor...
Tavuklar yumurtadan kesiliyorlar...
Genel Kurmay Başkanımız sayın Öztürk'ün bu soruna "NOKTA" yı koyuyor...
"F16'larımız rutin uçuşlarını yapıyorlar..."
Hakkâri Valisi Erdoğan Gürbüz, 'Buradaki olaylar Ankara'dan görüldüğü gibi değil, burada

herkes silahlı.'diyor.
Bindirilmiş kıtalar,'Vali görevden alınsın!'diye pankart açıyorlar.
Başüstüne!..
Vali derhal başka bir ile tayin ediliyor.
Dehap'lı Belediye Başkanı Metin Tekçe,'Uçakların uçmalarını tasvip etmiyoruz!'diye konuşuyor.


Baş İmam da,"Bunu ben de tasvip etmiyorum"diye cevap veriyor...
Bunu söyleyen "Kızıl Sultan"değil...
Baş İmam!..
Haklı adam...
Bu Cehennem Zebanileri, yani şu Çılgın Türkler, TC bayrağını uçağın kanatlarına yapıştırmışlar...

Hayret birşey!Olur mu böyle şey?
Efendim?...

Sen affet artık; biz Kemalistler'i ey Ulu Hakan,Abdülhamid Han!
Meğerse, beterin beteri varmış. Yaşayınca gördük!..

---------
Atatürk'ün vefatından sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ve ondan sonra bugüne kadar gelmiş geçmiş (Ecevit hariç) tüm Başbakanlarının, dış siyasette daima emperyalist ülkelere tâbî, korkak, insiyatifsiz, kendi şahsi mevki ve çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören kişilerden oluşturduğu bir ülkenin, şimdi gördüğümüz gibi, yabancı güçler karşısında kulübede bekleyen bir çomardan farkı olmadığına şaşırmamak gerekir...

Her akşam bitirmeye karar vermeme rağmen, gündüz aklıma takılan şeyleri oraya buraya ilâve ettiğim için bir türlü bitmeyen bu yazım biraz da karışık potpuri haline geldi.

Neticede son satırları yazmaya kesin karar verirken iki konuda beter şekilde yanılmış olduğumun da farkına vardım. Biricisi Atatürk hakkındaki bir inancımdı: Ben Enver Paşa'nın, terfi etmek isteyen Mustafa Kemal hakkında,'Ona Padişahlık verseniz tatmin olmaz, Peygamberlik ister; onu da verseniz Allah olmak ister'mealindeki sözünü 'Gerçek bir devlet adamının sahip olması gereken bir özellik' olarak düşünüyordum. Oysa ki Atatürk gerçekte çok safmış!..


Yahu,Hilâfeti cebine koyup,"Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun adı:Mustafa İmparatorluğu'dur, ben de Padişahınızım"deseydi, o saatten sonra kim karşı çıkabilirdi ki?
Ayrıca "İslâm Halifeliğini"de cebine koymuşken...
Şimdiki liberaller, kenarcılar, ortacılar, Cumhuriyet'in çetelesini tutanlar, Tanrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslüman olanlar, şeriatçılar, fırdöndüler hep birlikte ellerini çırpıp; göbeklerini sallaya sallaya,"Biz Mustafacı'yız" diye bangır bangır bağırmazlarmıydı?


Üstelik Mustafa Kemal, birkaç tanesi hariç, en yakın silah ve çalışma arkadaşlarının ihanetine de uğramazdı. Hepsi, 'Padişahım Çok Yaşa'diye alkış tutarlardı...

Herşey fıstık gibi olurdu!..

İkinci yanılgım ise Darwin'in Evrim ve dincilerin Yaradılış Kuramı hakkında oldu.
Öteden beri Yaradılış Kuramı'nı katagorik olarak red ederdim.

Benim için geçerli olan Darwin'in kuramıydı.

Oysa ki, 780 bin kilometrekare toprak üzerinde yaşayan milyonlarca insanı bir kenara bırakacak olsak dahi, sadece birkaç dönümlük TBMM Genel Kurul Salonunu dolduran 300'den fazla 'okumuş beyine sahip' insanın, 1400 yıldan beri en ufak bir evrim geçirmemiş olması, Darwin'i değil, Yaradılışçıları haklı kılmıyor mu dostlar, ne dersiniz?

--------

su gibi akma.

geçtiğin yerlerde,

çamur burakma.

som altın olsa da zillet halkası,

onu köpek gibi, boynuna takma!

(Kul Nesimî)

---------
Not: Padişah isimlerinin yanındaki tarihlerden ilki cülûs,ikincisi padişahlığın sona erme tarihidir. Zira maalesef, bizde hiçbir padişahın doğum tarihi kesin olarak belli değildir!..
Akar Duru
5 Ekim 2007 http://ahmetdursun374.blogcu.com/osmanli-bizlerden-gizlenen-osmanli-tarihi-8_4323845.html
 
tamamı ile yanlı kendi atasında sövenlerin sınıflarında ziyan olan bir zihniyetin eseri ve ona destektir bu yapılan hepsini okudum ve alayı yalan alayı isyan

bizler 1923den sonra varolmadık öncesinde de vardık

ha yok ben yoktum dersen o zaman piçsin o kadar ...
 
fatihin şarapçılığı ve oğlanlara olan düşkünlüğü yalanmı?

ya padişahın ırzına geçen yeniçeriler yalanmı?

Yalan değil tabi de sadece saray ve çevresinde 150 yıl boyunca olan bu sapık uygulamaların bütün türk halkına ve tarihine mal edilmesi ve daha da ileri gidilip kötülük ve barbarlıkla eş anlamla bir tutulmamız tarihi açıdan tarafsız ve iyi niyetli değil.
 
Yalan değil tabi de sadece saray ve çevresinde 150 yıl boyunca olan bu sapık uygulamaların bütün türk halkına ve tarihine mal edilmesi ve daha da ileri gidilip kötülük ve barbarlıkla eş anlamla bir tutulmamız tarihi açıdan tarafsız ve iyi niyetli değil.

Ayrıca Fatih,Yavuz ve Kanuni gibi padişahlar bu pis adeti uygulamış olsalar bile gene de madur konumundadırlar.Kadının sosyal hayattan atıldığı çarpık bir sistemde büyümüşler sonuçta gene sağlam bile kalmışlardır.

Platon bu işi yapınca filozof oluyo da Fatih mi şerefsiz oluyo.Zaten yaşama koşulları biraz değişince bu adet de bıçak gibi kesiliyor demek ki bazı yabancı internet sitelerinde anlatıldığı gibi Osmanlı padişahlarının,Türklerin kanında olan birşey değil

Not : kusura bakmayın düzenle komutu nedense çalışmadı
 
Geri
Üst