Osmanlı Akıncıları..

eiffel

Forumun Kulesi
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Osmanlı Akıncıları
Hadi İSTEK

Atlastan cepkenli yiğit akıncı,
Dönmedin geriye bunca yıl oldu.
Gözlerim yollarda, ruhumda sancı
Elimde güllerim buruşup soldu.



Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir?’ gibi birçok soru oluşur.

Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.

Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.

Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.

İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.

Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.

Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.

Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....

Orhan Seyfi Orhon

Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas): “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.

Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.

İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.

Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.

Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle

Yahya Kemal Beyatlı



Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.

Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.

Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.

Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.

Yahya Kemal Beyatlı

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.

Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.

Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.

Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.

Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.

Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.

Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’

Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.

Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.

Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.

Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.
 
Hayırlı olsun yeni bölümümüz :goz:
 
OSMANLI AKINCILARI ( BU PAYLAŞIMLARIN DEVAMIDA BENDEN..)
Yükselme Devrinde Osmanlı, Avrupa'nın her noktasında, Tımar, Zeamet ve Has olarak 3 ayrı grup arazi tespiti yapmıştı. Oradaki kişiler, o toprakların sahibi olanlar, asker beslemek mecburiyetindeydi. O askerlere "Akıncılar" deniliyordu. Akıncı, akın yapan askerdi. Akıncı; öncü, gönüllü, kelle koltuktaydı. İlk, akıncılar akardı atlarıyla düşman iline. Arkadan gelen askerin güvenliğini sağlarlardı. Yolları kontrol altına alırlar, istihbarat toplarlardı.

Her biri en az üç yabancı dili, ana dili gibi konuşan; muhteşem cengaverlerdi akıncılar. Çok süratli ve seri hareket ederlerdi, silahı en iyi akıncılar kullanırdı o dönem. Canını pervasızca, yüzlerce kez ortaya atardı her akıncı eri. Bu yüzden akıncılara fedai denirdi, dalkılıç, serdengeçti, deli denirdi. Nasibi olanlar, ak sakal bırakıncaya kadar yaşar; kimiyse yirmi yaşlarında şehid olurdu.

İlk akıncı beyi Gazi Evrenos Bey'dir. Sonraları Mıhaloğulları, Tunahan Bey ve Malkoç Bey akıncıları vardı. Akıncı beyleri doğrudan doğruya padişahtan emir alırdı. Salâhiyetleri çoktu; ama sefere çıktıklarında geri dönmeme emri de alabilirlerdi. I. Murat'ın ilk akıncı beyi Gazi Evrenos Bey'e yazdığı mektubta Osmanlı'nın akıncılara verdiği değer ve Osmanlı ruhu açıkça yansır.

Akıncılar bir ülkeye girdi mi, nerdeler bilinmez olurdu. Nereden çıkacakları kestirilemezdi. Düşman iline girdiklerinde küçük küçük kollara bölünerek yollarına devam ederler; ayrılırken birbirlerine "Kızılelma'da buluşuruz" derlerdi. (Hammer, VI, 264, n.1) "Kızılelma" ise Türk'lerin erişilmesi müşkül bir mefkureleridir. Bu ifade; akıncıların bir daha buluşmak ümitlerinin ne kadar zayıf olduğunu, kendilerinin de bildiklerini gösterir. Ve ayrılırken bu sözü söyleyebilen asker, dünyanın en yüksek millî kültür ve şuûrunu almış askeridir. Ondan mükemmel bir asker yetiştirmek hiçbir akademinin haddi değildir ve her akademinin ideali, zaten böyle bir asker yetiştirebilmekten ibarettir. Ve bir askerin bu cümleyi söyleyebilmesi için, en az bin yıllık bir ıstıfâdan geçmesi lâzımdır.(Yılmaz Öztuna VIX 425)

Bu akıncıları kelle koltukta akına yollayan; fedai, serdengeçti yapan, Allah yolunda ölme şerefinin hayaliyle yaşatan; Allah aşkı değil de nedir? Akıncıyı evinden, ocağından çıkarıp ülkesinden kilometrelerce öteye taşıyan şey; her gün biraz daha fazla insana hidayeti ulaştırabilmek için, i'lay-ı kelimetullah için, Allah için cihad etmekti. Osmanlı'da herkes başkaları için, Allah için bir şeyler vakfederdi; kimi camii, kimi hastane, kimi bu kuruluşlara para getirecek işyerleri, kimi kervansaraylar kimiyse akıncılar gibi hayatlar.

Akıncılar, o yüzyıllar boyunca Avrupa'nın fethinde çok önemli rol oynadılar; ama bir devre sonra; Allah'ın evliyası yerine, cinci hocalar hakimdi saraya artık. Devşirme paşalardan İbrahim Paşa, Akıncıların hepsini yok etmeyi başardı, savaş alanında yalnız bırakarak, çok miktarda düşmanın üzerine özellikle saldırtarak akıncıların yok olmasına sebebiyet verdi. Allah'ın düşmanları, Allah'ın dostlarının kökünü kazımayı başarmışlardı.

Akıncılar
Osmanlı Devleti'nin askeri teşkilatında, sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim.
Akıncılar, bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeri bir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.

Akıncılar, harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları, ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar, genellikle asıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken, yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte, bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.

Akıncı birlikleri, şu şekilde tanzim edilmişlerdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı.

Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için, o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi; aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi.

Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar, mensubu oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunların bulundukları mıntıkalar da şunlardı: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evrenos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.

Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkalleri ve içlerinde timara sahip olanların listelerini havi (içeren) defterler tutulurdu. Defterler, iki nüsha olarak tanzim edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akını müteakip, şehid ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzere, öncelikle babası akıncı olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.

Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini (Pençik resmi olarak) verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise timarları vardı. Sefere çıkarlarken, düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Timarlı” ve “Tavcılar” grubu bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri altında olanları toplayıp akına katılırlardı.

Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kesin olarak ortaya konulmamakla beraber, 15. asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı'nda, akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. 1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında görülüyor. Kanunî Sultan Süleyman Han'ın Budin ve Avusturya seferlerinde, Mihalli akıncılarının sayısı, devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.

Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde, Sadrazam Sinan Paşa'nın Eflak seferindeki mağlubiyetine kadar güçlerini korumuşlardır. Bu sefer dönüşünde akıncılar, Tuna üzerindeki uzun bir köprüyü geçmekte iken, Eflak Voyvodasının yoğun top ateşi açtırması ile, tahta köprünün çökmesi üzerine, Tuna sularına gömüldüler. Karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise, düşman kılıçları altında şehid oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı büyük bir darbe yedi. Nitekim, bu seferden sonraki kayıtlara göre akıncıların sayısı 3000’e inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, hükümet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki “Serhat Kulu” teşkilatı takviye edilerek, hudutların korunması bu teşkilata verilmiş, diğer taraftan da Kırım Hanlarının atlılarından faydalanma yoluna gidilmiştir.

Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehir fethederse, buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olur; beylere de bu bölgenin köyleri, timar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle Akıncı beyleri de timarlardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.

Akıncıların kullandıkları silahlar da, süratle hareket etmelerine mani olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.



--------------------------------------------------------------------------------

Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir?’ gibi birçok soru oluşur.

Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.

Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.

Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.

İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.

Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.

Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.
Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....
Orhan Seyfi Orhon

Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas): “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.

Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.

İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.

Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.

Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle
Yahya Kemal Beyatlı

Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.

Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.

Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.

Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.
Yahya Kemal Beyatlı

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.

Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.

Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.

Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.

Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.

Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.

Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’

Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.

Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.

Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.

Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.

SAYGILAR..
 
pantolon ve pantolondaki Fermuar (düğme) sistemini icad edenlerdir...

inanmayan araştırsın niye icad ettiklerini...
 
Geri
Üst