Nazım Hikmet'in Hayatı ve Sanatı

Nazım Hikmet'in Hayatı ve Sanatı


Nazım Hikmet Ran (1902-1963)

Selanik'de doğmuştur (1902). İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, daha 12 yaşında iken yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı bir şiirini dinleyip çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın öğüdü üzerine geçtiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918). Nazım Hikmet Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte subayı olarak verilmiş, bir gece nöbetinde üşütüp zatülcemp olmuş (1919), sağlığını kazanamayınca askerlikten çürüğe çıkarılmıştır (1920).

Askerlikten ayrıldıktan sonra, İstanbul'un işgaline çok üzülen Nâzım Hikmet Millî Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçmiş, Bolu Lisesi'nde kısa bir süre öğretmenlik yapmıştır (1921). Rus devrimiyle ilgilenen şair, bir süre sonra Batum'dan Moskova'ya gitmiş ve Doğu Üniversitesi'nde ekonomi ve toplumbilim okumuştur (1922-1924). Yurda dönüşünden sonra Aydınlık dergisine katılmış, burada çıkan şiirlerinden ötürü hakkında "gıyaben" mahkumiyet kararı verildiğine öğrenince yeniden Rusya'ya geçmiş, af çıkması üzerine Türkiye'ye dönmüş ve bir süre Hopa cezaevinde tutuklu kalmıştır (1928).

Nâzım Hikmet daha sonra İstanbul'a yerleşmiş, çeşitli gazete ve dergilerle film stüdyolarında çalışmış, ilk şiir kitaplarını çıkarmış ve oyunlarını yazmıştır (1928-1932). Bir ara yine tutuklanmış, Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasası ile özgürlüğüne kavuşmuştur. Akşam Son Posta, Tan gazetelerinde Orhan Selim takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapmıştır (1933).

Kara Harp Okulu öğrencileri arasında propaganda yaptığı iddiasıyla yargılanmış, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl, ardından Donanma içinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla da Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl olmak üzere toplam 35 yıl hapis cezasına çarptırılmış, cezası Türk Ceza Kanunu'nun 68 ve 77 maddeleri uyarınca 28 yıl dört aya indirilmiştir (1938). Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra çıkarılan af yasası (1950) kapsamına alınması için aydınlar tarafından açılan büyük bir kampanyanın ardından, hukukçular yasal yollara başvurmuş, bu arada Nâzım Hikmet'de hapishanede açlık grevine başlamıştır. Sonunda Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası affedilmiş ve şair 13 yıl hapislikten sonra özgürlüğüne kavuşmuştur.

Serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayan, kitap çıkaramayan şair için bu kez askerlik kararı alınmış, 50 yaşında ve hasta olan Nâzım Hikmet çok zor durumda kalmıştır. Öldürülmekten korkan şair, kendisine hayran olan Refik Erduran (sonranın ünlü oyun yazarı ve gazetecisi)'ın önerisini kabul etmiş, onun yardımıyla bir motorla Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmıştır.

Nâzım Hikmet, Moskova'da ölmüştür. (3 Haziran 1963).

YAZIN YAŞAMI

Nâzım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Ümit ve Celal Sahir (Erozan)'ın çıkardığı Birinci Kitap, İkinci Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. "Bir Dakika" adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır (1920). Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay gibi dergilerde yazan Nâzım Hikmet cezaevine girdikten sonra yıllarca yayın yapamamıştır. Ancak, 1940'lı yıllarda, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da
imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Kuvâyı Milliye Destanı İzmir'de Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir (1949). Destanı Yön dergisi yayınlayarak (1965) Nâzım Hikmet'i yeniden okurlara ulaştırmış, şairin yapıtına konan çemberi kırmıştır.

YAPITLARI

ŞİİR:
835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930-Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965-Bas. Haz. M.Fuat), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967-Bas. Haz. M.Fuat, 5 Cilt), Rubailer (1966-Bas. Haz. M. Fuat), Dört Hapishaneden (1966-Bas. Haz. M.Fuat), Yeni Şiirler (1966-Bas. Haz. Dost Yayınevi), Son Şiirleri (Bas. Haz. Habora Kitabevi), Tüm Eserleri (1980-Bas. Haz. A. Bezirci, 8 Cilt).

OYUN:
Kafatası (1943), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İnek (1965), Ferhat ile Şirin (1965), Enayi (1965), Sabahat (1966), Yusuf ile Menofis (1967), İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu (1985).

ROMAN:
Kan Konuşmaz (1965), Yeşil Elmalar (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1966).

YAZILAR:
İt Ürür Kervan Yürür (1936-Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi ve Irkçılığı (1936), Milli Gurur (1936), Sovyet Demokrasisi (1936).

MEKTUPLAR:
Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar (1968), Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar (1968), Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar (1970), Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (1986-Adalet Cimcoz'la Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye'ye Mektuplar (1988).

MASAL:
La Fontaine'den Masallar (1949-Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı Bulut (1967).

Eserlerinden Örnekler

SANATI

Şiire çok küçükken başlayan Nâzım Hikmet, ilk şiirini 3 Temmuz 1913 tarihinde, henüz 11 yaşında iken yazmıştır: "Feryâd-ı Vatan". Bu şiir, Balkan Savaşı yengisini ve düşmanın Çatalca'ya kadar ilerlemesini konu edinen bir şiirdir. Nâzım Hikmet'in 1913-1920 yılları arasında yazdığı şiirlerde çoğunlukla bireysel konuların işlendiğini belirten Asım Bezirci, özellikle aşk teminin ağır bastığını ve "melankolik hava" taşıdıklarını yazmaktadır.

Şairin ilk gençlik şiirlerinden bazılarını Bahriye Mektebi'nde öğretmeni olan ve annesi Celile Hanım'a yakınlık duyan Yahya Kemal'in düzelttiğini Vâ-Nû belirtmektedir. Şairin yayımlanan ilk şiiri 3 Teşrinievvel 1918 tarihli Yeni Mecmua'da Mehmet Nâzım imzasıyla çıkan "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?"dır. Bu şiir, aynı ad ve imza ile sonradan Ümid dergisinde de yayımlanmıştır. Yahya Kemal tarafından düzeltilen bu şiir şöyledir: "Bir inilti duydum serviliklerde/Dedim ki: Burada da ağlayan var mı?/Yoksa tek başına bu kuytu yerde/Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?"/ "Hayat inerken siyah örtüler/Umardım ki artık ölenler güler/Yoksa hayatında sevmiş ölüler/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?"

Bir nokta belirtilmelidir: Nâzım Hikmet'in ilk şiirlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden, uğradığı savaş yenilgilerinden kaynaklandığı açık olan ulusal duygular da önemli yer tutmaktadır. "Kırk Haramilerin Esiri" ile "Yaralı Hayalet" bunların en güçlü örnekleridir. Teşrinievvel 1336 (1920) tarihli Yedinci Kitap'ta yayımlanan "Yaralı Hayalet" şu dizelerle başlamaktadır: "Bir gece bir odada dört arkadaş toplandık/bir uzak rüya olan geçmiş günleri andık/Gözlerimiz yaşlıydı, gönüllerimiz mahzun/Hepimiz memleketten konuştuk uzun uzun". Daha aşağıda şu iki dize gelmektedir: "Çaldı, tanburasından tarihin sesi geldi/Dağlara yaslanarak sanki Zeybek yükseldi".

Yurt sevgisinin, tarihsel geçmişe bağlılığın yanısıra bu şiirlerde şairin ustalaşmaya başladığı, vezni kullanmada zorlanmadığı ve daha arı bir Türkçe'ye yöneldiği de görülmektedir.

YENİ BİR ŞİİRE DOĞRU

Nâzım Hikmet, Anadolu'ya geçtikten, bir yandan savaşın bir yandan da halkın sorunlarıyla, o güne kadar yeterince farkına varamadığı gerçeklerle karşılaştıktan sonra, hece ve aruz vezni ile yetinemeyeceğini, yeni bir şiire, başka bir şiire gitmesi gerektiğini anlamıştır: "Anadolu'ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim."

Nâzım Hikmet, Rusya'da yeni bir dünya görüşü edinmiş, olaylara, insan ilişkilerine bakışı kökten değişmiştir. Şair artık, marksizme bağlanmış, diyalektik ve tarihsel materyalizmi benimsemiştir. Ancak, henüz eski kalıplardan da tümüyle kurtulabilmiş değildir. Örneğin, 1922 yılında Yeni Hayat dergisinde yayımlanan "Kitâb- Mukkades" adlı şiiri, dinleri eleştirmekte, bu yanıyla da içerik dönüşümünü sezdirmektedir. Bu şiirde hece vezninin aşılmasına yönelik bir çaba da görülmektedir. Nâzım Hikmet şiiri 7 ve 14 heceli dizelerle yazdığını söylemektedir: "Yaldızlı meşin kabı/Parçalanmış kitabı/Ay altında dün gece/Deli bir derviş gibi/mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi/Okudum
saatlerce."

MAYAKOVSKİ'NİN ŞİİRİYLE TANIŞMA

Yeni bir şiir kurmayı isteyen Nâzım Hikmet, Batum'da bir gazetede Mayakovski'nin bir şiirini görmüş ve Rusça bilmediği için içeriğini anlayamadığı bu şiirin biçimine çarpılmıştır. İlk serbest nazımla yazılmış şiiri olan "Açların Gözbebekleri"nin öyküsünü şöyle anlatmaktadır. Nâzım Hikmet: "Batum'dan Moskova'ya gelişte açlık mıntıkasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamayacağını haykırmak istedim. Moskova'da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum'daki şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamayacağına kanaat getirdim, bunun yepyeni bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve 'Açların Gözbebekleri'ni yazdım". Bu şiir değişik hurufat kullanımı, kırılmış mısra düzeni ile çok farklı bir şiirdir.

Nâzım Hikmet'in doğrudan doğruya Mayakovski'nin şiirini taklit ettiği yolundaki görüşler ortaya atılmışsa da bunların ciddiyeti tartışmalıdır. Gerçi, bizzat Nâzım Hikmet Mayakovski'nin şiirini gördüğünü bildirmektedir ama bu sadece görmek'ten ibarettir o yıllarda. Şunları söylemektedir: "Başlangıçta hiçbir şey anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Mayakovski'nin şiiriyle benimki arasında ortak yanlar: İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben".

Kemal Tahir'e gönderdiği bir mektubunda ise daha da ilginç şeyler yazmaktadır: "Mayakovski'nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında burada da tahakkuk etti. Mayakovski ile aynı işi yapmışız. Tabii o bir çok hususlarda bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, bazı hususlarda da, yani işin ben daha iyisini yapmışım. Bu böyle".

ÜÇ TELLİ SAZ'DAN ORKESTRAYA

Nâzım Hikmet, Rusya'dan Türkiye'ye döndükten sonra yayımladığı ilk kitabı 835 Satır'la (1929) gerçekten de modernist bir şiir kurduğunu kanıtlar. Bu kitaptaki şiirlerde Rus fütüristlerinin, konsrüktivistlerinin etkileri bulunduğu açıktır. "San'at Telakkisi" şiirinde bu etki hemen görülmektedir: "benim/şiirime ilham veren perimin/omuzlarında açılan kanat/asma köpürlerimin/demir putrellerindendir" /-"Dinlenir/dinlenmez değil/bülbülün güle feryatları/Fakat asıl/benim anladığım dil/Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan/Bethoven'in sonatları"/-"Ben değişmem/en halusüddem/arap atına/saatte 110 kilometrelik sür'atini/demir raylarda koşan/demir beygirimin".

Teknoloji ve hız hayranlığı, duyarlığın dışlanması, kentin karmaşasının ve kalabalığın övülmesi gibi fütürist sanatın temel özellikleri "Orkestra" şiirinde de savunulmaktadır: "Bana bak/Hey!/Avanak/Üç telinde üç sıska bülbül öten/Üç telli saz/Dağlarla dalgalarla kütleleri/ileri/atlamaz"/-"Üç telli saz/yatağını değiştirmek isteyen/nehirlerden/köylerden, şehirlerden/aldığı hızla/milyonlarla ağzı/bir
tek/ağızla/güldüremez/Ağlatamaz"/-"Hey!/Hey!/Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi/dağ-lar-la/başladı orkestram!/Hey!/Hey!/Ağır sesli çekiçler/sağır/örslerin kulağına/Hay-kır-dı/Sabanlar güleşiyor tarlalarla/tarlalarla/Coştu çalgıcı başı/esiyor orkestram/dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi/ dağ-lar-la".

Makine, daha kuşatıcı bir sözcükle söylersem teknoloji hayranlığı "Makinalaşmak" şiirinde belirtilmektedir: "trrrrrum/trrrrrrum/trrrrrum!/trak tiki tak!/Makinalaşmak/istiyorum"/-"Mutlak buna bir çare bulacağım/ve ben ancak bahtiyar olacağım/karnıma bir türbin oturtup/kuyruğuma çift uskuru taktığım gün".

Nâzım Hikmet'in bu dönem şiirlerinin biçimsel özellikleri birkaç alt başlık altında toplanabilir:

1- Görsel Özellikler: Nâzım geleneksel dize yapısını kökünden yıkmıştır. Şiirler basamaklandırılmış bir düzen gösterirler. Sözcükler ortalarından kesilmekte, kimi zaman tek heceye indirgenmektedir.

Şair, şiirlerin kimi bölümlerini büyük harf yazmakta, değişik hurufat ve punto kullanmaktadır. Bu yüzden sayfa düzeni kendi başına bir yapı olarak belirlemektedir. Sözcükler, harfler, satırlarla neredeyse bağımsız bir varlık kazanmıştır sayfa. Şiirin anlamından çok görüşü/biçimi öne çıkarılmaktadır.

Ancak bir nokta özellikle vurgulanmalıdır: Nâzım Hikmet görsel öğeleri, salt oyun olsun diye kullanmamaktadır. Şiirin kurgusu her zaman öze göre ayarlanmıştır: Çünkü Nâzım'ın yazın anlayışı en yalın ifadesini "öz biçimi belirler" ilkesinde bulmaktadır. Bu yüzden örneğin "Makinalaşmak" şiirinin biçimi de seçilen sözcükler de hep içeriğe göre seçilmişlerdir. Trrrum, trak, tiki tak sözcükleri mekanik sesi yakalamaya yöneliktir. Aynı yöntemleri belli ölçüde kullanmış olan Ercümend Behzad'la arasındaki en büyük fark bu noktada gözlenebilir. Çünkü Ercümend Behzad, biçim/içerik birlikteliğini yeterince sağlayamadığından şiiri ya içerik ya da biçim düzeyinde açık düşer hep. Ayrıca daha sonra değineceğim gibi, Nâzım Hikmet şiirine bir doğrultu vermeyi başarır, oysa Ercümend Behzad'ın şiirinin
bir doğrultusu yoktur. Şair deneyinin sonunda hiçbir şey bulmaz; herşey hep Gizil güç halindedir o şiirde.

2- Sessel Özellikler: Nâzım Hikmet'in 1929-1932 dönemi şiirleri, kendisinin de vurguladığı üzere, büyük ölçüde sözcüğün gerçek anlamında orkestrasyona dayanan ürünlerdir. Dizelerin uzunluğu/kısalığı, sözcüklerin kırılma biçimleri, kafiyelerin seçimi, yinelemeler aruz ve hece ölçülerinin kullanımı tümüyle çok sesli bir müzik parçasının melodik yapısını yansıtmaktadır. "Salkım söğüt" şiiri şu dizelerle başlamaktadır: "Akıyordu su/gösterip aynasında söğüt ağaçların/Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını/Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere/koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere/Birden/bire kuş gibi/vurulmuş gibi/kanadından/yaralı bir atlı yuvarlandı atından". Düşen atlı ile uzaklaşıp giden atlılar arasındaki karşıtlığı vurgulamak için Nâzım Hikmet, bu kez şöyle bir yapı kurmaktadır: "Nal sesleri sönüyor perde perde/atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde"/-"Atlılar atlılar kızıl atlılar/atları rüzgâr kanatlılar/Atları rüzgâr kanat/Atları rüzgâr/Atları/At..."/-"Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat". Ölümü somutlayan "at" sözcüğü ile ardından gelen dize, hem sessel hem içeriksel açıdan tam birlik kurmaktadır bu bölümde.

Ayrıca hemen anımsatılmalıdır ki, Nâzım Hikmet'te görsel öğelerle sessel öğeler Hep bir arada, bütünü, yapıyı belirginleştirmek amacıyla kullanılmakta, aralarında denge kurulmaktadır. "Bahri Hazer" şiirini ele alalım: Burada, batmak üzere olan bir kayık ve dalgalarla savaşan kayıkçı betimlenmektedir. Bu şiir, ayrıca Nâzım Hikmet'in, Memleketimden İnsan Manzaraları adlı başyapıtında da kullandığı sinematografik yöntemin yetkin bir ilk örneğini de oluşturmaktadır. Üstelik sesli sinemanın. Çünkü burada görüntü sesle tam bir bütünlük göstermektedir. Nâzım Hikmet'in serbest nazmı ve görsel ve sessel etkileri ve olanakları açısından götürdüğü yerle Ercümend Behzad'ın
götürdüğü yer arasındaki uzaklık, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde görülmektedir. Bu konuda Ercümend Behzad'ın iddiaları ne olursa olsun.

3- Karışık Teknikler: Nâzım Hikmet'ten bir alıntı: "Şiir, roman hikâye vesaire gibi edebiyat şubelerini
yekdiğerinden, nisbî olarak ayıran şey, şekliden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl/fikir ve his sahasında gördükleri iştir.(...) Şehrin şiiri olan yeni şiirin terkibi ve tekniği daha mürekkep olmuştur". Aynı içeriği, olayı şiirin de romanın da ele alabileceğini belirten ve şiirin kuruluşunun daha karmaşık duruma geldiğini belirten Nâzım Hikmet, kendi şiirinin yapısı konusunda da şunları söylemektedir: "Hem melodi hem armoni. Hem kafiye hem kafiyesizlik, hem 'mısraı berceste' hem 'kül'. Hem solo keman hem orkestra. Yani bütün mürekkepliği ve hareketi ile, mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal insanı 'iç' ve 'dış' aleminde aksettirmesi lâzım gelen şiire uygun dinamik şekil ve ölçüler".

Görüldüğü gibi gerçekliği geçmiş, şimdi ve gelecek boyutunda vermeyi öngören Nâzım Hikmet, daha ilk yapıtlarından itibaren karışık tekniklerden yararlanmıştır: Yani şiir ve düzyazıdan, oyun ve senaryo biçiminden, roman kurgusundan. Örneğin Jokond ile Si-Ya-U'da şair, "Paris Telsizinin Haberleri", "Muharririn Not Defterinden", Jokond'un Not Defterinden gibi bölüm başlıkları kullanmış, Benerci Kendini Niçin Öldürdü'de karşılıklı konuşmalara, düzyazı bölümlerine yer vermiştir.

Bunlar, o tarihe kadar Türk şiirinde ne görülmüş ne düşünülmüş uygulamalardır. Ahmet Haşim, şöyle demektedir 835 Satır dolayısıyla: "Şair, müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş, cidden tuhaf, fakat âhengi cidden emsalsiz bir garip âletin tellerini söyletiyor. Nâzım Hikmet Bey tarzını kendisi icad etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir". Yakup Kadri ise şunları yazmaktadır: "835 Satır, Türk şiirindeki, hattâ Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır. Nâzım Hikmet tâ Aşık Paşa'dan beri alıştığımız bütün nazım kaidelerin, vezin sistemlerini altüst ederek ve Türk kamusunun hudutlarını kırıp geçerek yeleleri dimdik olmuş şahlanan bir (Demir Beygir) üstünde sıcak ve acaip naralar atarak koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılâpçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir".

Mayakovski ve Klebnikov gibi Rus fütüristlerinin, "şiiri; 1-metafizik soyutlamalardan kurtararak çağdaş hayatın sınai ve politik gerçeklerini dile getirecek hale sokmak, 2-genel olarak 'güzel' diye kabul edilmiş köhne çağrışımları, imajları, duyguları, düşünceleri ve biçimleri terketmek, 3-kabuk bağlamış çağrışımlardan sıyrılmış yepyeni bir dil yaratmak" gibi üç ana amacı olduğunu belirten Selâhattin Hilâv, şunları yazmaktadır: "Nâzım Hikmet, çıkış noktası bakımından, yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları içinde dolaylı olarak yer almaktadır. Sınırsız bir zenginlik taşıyan eserinde, yüzyılımızın öncü şiir anlayışlarının belli bir yöne açılmış ve aşılmış halde kaynaştığı görülür".

Anıt - Yapıt: Memleketimden İnsan Manzaraları

Nâzım Hikmet'in beş cilt halinde yayımlanan bu yapıtı, şiirinin doruğunu oluşturmaktadır. Eski sekter tutumundan kopmakta olan Nâzım, bu yapıtta Şeyh Bedreddin'in yayımlanmasından sonra kendisiyle yapılan bir konuşmada açıkladığı hedefleri hemen hemen gerçekleştirmiştir denebilir: "Ben şiirde realiteyi bütün mürekkebliği, mazi, hal ve istikbal unsurları ile ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Bir çok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir 'propaganda' edası taşıyorlar. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışını sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değil".

Türkiye'nin belli bir tarih dönemindeki insansal/ toplumsal görünümü ile bu özgül coğrafyayı da sarmalayan uluslar arası oluşumu ilişkilendirerek vermeyi amaçlayan Nâzım, Manzaralar'ı haklı olarak "kitap bir şiir kitabı değil" diye sunmakta ve "ben artık şiir yazmayacağım" diyerek, bulduğu yeni yolun kendisini ne kadar etkilediğini göstermektedir. Daha önceki çalışmalarında, Jokond, Benerci, Taranta Babu ve Bedreddin'de gözlenen "şiir/nesir ikiliğini" aştığını söyleyen Nâzım, kitabın şiir, düzyazı, tiyatro ve senaryo öğelerinin "bu çok zıtlı unsurların vahdeti olduğunu" belirtmektedir.

O yıllarda, Aragon'un Paris Köylüsü gibi gerçeküstücü yazın içinde gerçekten bir devrim yapmış sayılan kitabının düşümsel, kurgusal, anlatısal sınırlarını bile aşan bu çokbiçimli, çok amaçlı ve çok anlamlı yapıtıyla ilgili ön tasarısını şöyle açıklamaktadır Nâzım Hikmet: "1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, 3) İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durum muayyen bir devrede- anlaşılsın, 4) İstiyorum ki -nereden gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? Sualine, Sahamın içinde azamî imkanlarla cevap verilsin"

Böylesine bir tasarının şiir aracılığıyla ya da salt şiirsel söylem düzeyinde gerçekleştirilemeyeceği bellidir. Ama bu tasarının, çokbiçimli bir teknik kullanması halinde bile şematizm tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini de belirten Nâzım Hikmet, bu kuşatıcı plân çerçevesinde, öngördüğü gibi 300'e yakın birincil ve ikincil düzeyde kişiyi, "bazıları sona kadar" olmak üzere "perdeye çıkarmayı" öngörmüştür.

Hani eğlence yerlerinde ressamlar vardır, belli bir para karşılığı resminizi çiziverirler, onlar gibi... O gün salondaki şöminenin önüne Adnan Ağabeyin çizim tahtasını yerleştirerek kendine bir yer yapmış, biz de sırayla gidip karşısına oturmuştuk. Bayağı da benzetiyordu. Vedat Başar, her zaman olduğu gibi işin gırgırındaydı. "Nâzım, sen aç kalmazsın," diye takılıyor, bir panayırda tezgâh açsa günde kaç para kazanacağını hesaplıyordu. O çizimlerin yok olup gittiğini sanıyordum. Yıllar sonra bir gün Maslak'ta Adam Yayınları'nda otururken, Rasih Nuri İleri'nin üst katımızda, AnaBritannica'da çalışan oğlu Suphi Nuri İleri elinde onlardan ikisiyle geldi : "Bunları babam bir sahafta bulup almış, size göstermek istedim..."Vedat Başar ile Leman Teyzemin resimleriydi. Çok şaşırmıştım... Nasıl olmuş da bir sahafın eline geçmişlerdi? Vedat Başar, Fahamet Teyzemin, Fifi'nin kocası. Leman Teyze ise Fifi'nin çok sevdiği bir arkadaşı, ona da "teyze" derdim. Kadıköy'deki apartmandayken bizimle otururdu, Mithat Paşa köşküne de sık sık gelip gece yatısına kalırdı. Öteki resimler kim bilir nerede, kimlerdeydi? Nenem, Fifi, annem, Selma Teyzem, Adnan Ağabey, ben, evde kim varsa, hepimiz sırayla oturmuştuk Nâzım'ın karşısına.

O günün dışında Nâzım'ı resim yaparken gördüğümü anımsamıyorum. Bir de işte kitap okurken kurşunkalemle kapaklara, kapak içlerine, kenar boşluklara çizimler yapardı. Genellikle gemi, yelkenli, çiçek, el, göz çizimleri, korkunç suratlar... Resim yapmaya düşkünlüğü İstanbul Tevkifhanesi'nde başlayıp çankırı Cezaevi'nde tam anlamıyla patlak verdi. Yağlıboya, guvaş, pastel, karakalem... Cezaevinin içinden görünümler, mahkûmların, Piraye'nin, kendisinin portreleri... Sonra Bursa Cezaevi'nde de arada bir yoğunlaşarak sürdü. Sanırım bu onun için dinlendirici, oyalayıcı bir uğraştı. "Bugünlerde kendimi bütünüyle resme verdim," deyip başka her şeyi bıraktığı olurdu. Balaban'ın yeteneğini sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir, ama açlık grevi sırasında üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde kendisini görmeye gittiğim bir gün, bana akrabası olan Mehmet Ali Aybar'ı tanımaktan duyduğu mutluluğu aktarmış, "Birlikte resim yapıyoruz, o benden daha iyi ressam," demişti. Cezaevinden çıktıktan sonra, Türkiye'de ya da Sovyetler Birliği'nde resim yapıp yapmadığını bilmiyorum.
 
Nazım Hikmet'in Eserleri

Nâzım Hikmet'in ilk şiir kitabı Bakû'de yayımlanmıştır :
Güneşi İçenlerin Türküsü (1928)
(Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye'de basılan kitaplarında şairin yasaları
gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı.)

Türkiye'de 1929-1938 arası yayımlanan şiir kitapları :
835 Satır (1929)
Jokond ile Sİ-YA-U (1929)
Varan 3 (1930)
1+1=1 (1930)
Sesini Kaybeden şehir (1931)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Portreler (1935)
Taranta-Babu'ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)

Oyunları :
Kafatası (1932)
Bir Ölü Evi (1932)
Unutulan Adam (1935)

Çeşitli :
Şeyh Bedreddin Destanına Zeyl, Millî Gurur (1936)
İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla fıkralar, 1936)
Alman Faşizmi ve Irkçılığı (inceleme, 1936)
Sovyet Demokrasisi (inceleme, 1936)

1949'da, Nâzım Hikmet cezaevindeyken, Ahmet Halit Kitabevi, Ahmet Oğuz
Saruhan takma adıyla La Fontaine'den Masallar'ı yayımladı.
Bu çeviri yapıt dışında, tam 29 yıl Nâzım Hikmet'in kitapları Türkiye'de basılmadı.

Ölümünden iki yıl sonra, 1965'te, "Yön" dergisinin Kurtuluş Savaşı Destanı'nı
yayımlaması gözü pek bir davranış olarak değerlendirildi.
Arkasından, başta İzlem ile Dost Yayınevleri olmak üzere, ilerici yayınevleri, önce şairin sağlığında Türkiye'de basılmış kitaplarını, sonra dış ülkelerde Türkçe olarak yayımlanmış kitaplarını yayımlamaya başladılar. Bu yayınlar sürekli olarak kovuşturmalara uğradı. Bazıları toplatıldı, davalar açıldı.

Piraye ile Nâzım Hikmet'in üvey kardeşi Metin Yasavul'un sahibi oldukları, Memet Fuat'ın yönetimindeki De Yayınevi ise, şairin Bursa Cezaevi'ndeyken basıma hazırlayıp Piraye'ye bırakmış olduğu kitapların yayımına başladı. Bunlar içerde dışarda daha önce basılmamış kitaplardı. şair ölmeden önce yaptığı konuşmalarda bu kitaplardan bazılarının
kaybolmuş olduğunu söylemişti.

De Yayınevi'nde birinci basımı yapılan kitaplar :
Saat 21-22 şiirleri (1965)
Dört Hapisaneden (1966)
Rubailer (1966)
Ferhad ile şirin (1965)
Sabahat (1965)
Memleketimden İnsan Manzaraları (5 cilt, 1966-1967)

Bütün bu kitapları basıma Memet Fuat hazırlamıştı. Saat 21-22 şiirleri ile Dört
Hapisaneden için iki kez mahkemeye verildiyse de sonuçta beraat etti.
Ferhad ile Şirin'in daha önce dışarda yapılmış olan, yarıdan sonrası kaybolduğu
için yeniden yazılmış bir basımı vardı. De Yayınevi'nin bastığı şairin Bursa Cezaevi'nde yazdığı asıl metindi.
Bulgaristan'da yayımlanan Memleketimden İnsan Manzaraları ise De Yayınevi
basımının tekrarıydı.

Bilgi Yayınevi, 1968'de, Cevdet Kudret'in basıma hazırladığı Kuvâyi Milliye'yi
yayımladı. Bu Nâzım Hikmet'in cezaevinden çıktıktan sonra İnkılap Kitabevi için hazırladığı Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yeni bir düzenlemesiydi. şair gerçi bu destanı Memleketimden İnsan Manzaraları'nın içine yerleştirmişti, oradan çıkarılıp ayrı olarak yayımlanmasını istemiyordu. Ama cezaevinden çıktıktan sonra gerçek bir özgürlük ortamında olmadığını gördü. Kimse onun yapıtlarını yayımlamayı göze alamıyordu. İnkılap Yayınevi'nin yaptığı öneriyi çok parasız kaldığı bir dönemde kabul ederek Kuvâyi Milliye'yi düzenledi. Ama İnkılap Yayınevi parasını peşin ödediği bu kitabı bile yayımlamaktan çekindi, on yedi yıl
sonra, Cevdet Kudret aracılığıyla Bilgi Yayınevi'ne devretti.

Gene 1968'de Bilgi Yayınevi Kemal Tahir'e Mapusaneden Mektuplar'ı; De
Yayınevi Cezaevi'nden Memet Fuat'a Mektuplar'ı yayımladılar. İki yıl sonra da Cem Yayınevi Bursa Cezaevi'nden Vâ-Nû'lara Mektuplar'ı yayımladı. 1975'te De Yayınları arasında Memet Fuat'ın Nâzım ile Piraye'si çıktı. Bu kitap
Nâzım Hikmet'in Piraye'ye yazdığı mektuplardan bölümler seçerek şairin yaşamıyla şiirleri arasındaki iç içeliği gösteren duyarlı bir çalışmaydı. Mektupların tümü değildi, ama öyle sanıldı.
(Yirmi üç yıl sonra, 1998'de, Adam Yayınevi Piraye'ye Mektuplar adıyla Nâzım
Hikmet'in cezaevi yılları boyunca Piraye'ye yazdığı mektupların tümünü iki cilt olarak yayımladı.)

1975-1980 arasında Cem Yayınevi Nâzım Hikmet'in Tüm Eserleri dizisini yayımladı.Şerif Hulusi ile birlikte notlar yazarak başladıkları 9 kitaplık bu diziyi, çalışma arkadaşının ölümü üzerine Asım Bezirci yalnız tamamladı.

1980'de Kemal Sülker Yazko Yayınları'nda Nâzım Hikmet'in Bilinmeyen İki şiir
Defteri'ni yayımladı.

1988-1990 arasında Adam Yayınevi Nâzım Hikmet'in bütün yapıtlarını 28 kitaplık bir dizide topladı. Dizinin editörlüğünü Memet Fuat, araştırmacılığını Asım Bezirci yaptılar.
Bugün satışta bulunan bu dizideki kitapların dökümü şöyledir :
Şiir :
1. 835 Satır (835 Satır; Jokond ile Sİ-YA-U; Varan 3; 1+1=1; Sesini Kaybeden
şehir)
2. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen
Telgraf; Portreler; Taranta-Babu'ya Mektuplar; Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin
Destanı; şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl)
3. Kuvâyi Milliye (Kuvayi Milliye; Saat 21-22 şiirleri; Dört Hapisaneden;
Rubailer)
4. Yatar Bursa Kalesinde
5. Memleketimden İnsan Manzaraları
6. Yeni şiirler
7. Son şiirleri
8. İlk şiirler
9. La Fontaine'den Masallar
(Sekizinci kitap Nâzım Hikmet'in çocukluk şiirleriyle hece şiirlerini içeriyor. şair bunların büyük bir bölümünün toplu şiirleri arasına alınmasını herhalde istemezdi.
Dokuzuncu kitap takma adla yayımlanan La Fontaine çevirileridir.)

Oyun :
10. Kafatası (Ocak Başında; Kafatası; Bir Ölü Evi; Unutulan Adam; Bu Bir
Rüyadır)
11. Ferhad ile şirin (Yolcu; Ferhad ile şirin; Sabahat; Enayi)
12. Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin; Evler Yıkılınca; Yusuf ile Menofis; İnsanlık Ölmedi Ya; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?)
13. Demokles'in Kılıcı (İstasyon; İnek; Demokles'in Kılıcı; Tartüf - 59)
14. Kadınların İsyanı (Kadınların İsyanı; Yalancı Tanık; Kör Padişah; Her şeye
Rağmen) (On ikinci kitapta yer alan Evler Yıkılınca Nâzım Hikmet'in kaybolduğunu söylediği oyunlarından biridir. Piraye'nin sakladığı yapıtlar arasında şairin el yazısıyla temize çekilmiş olarak bulunmuş, ilk olarak bu dizide yayımlanmıştır.)

Roman, Öykü, Masal :
15. Kan Konuşmaz
16. Yeşil Elmalar
17. Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim
18. Hikâyeler
19. Çeviri Hikâyeler
20. Masallar
(Nâzım Hikmet yalnızca Yaşamak Güzel şey Be Kardeşim adlı romanıyla Sevdalı
Bulut adlı masallar kitabını kendi adıyla yayımlamıştı. Ötekiler para kazanmak için acele yazılıp gazetelerde takma adlarla yayımlanmış ürünlerdir.)

Yazılar :
21. Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil
22. Yazılar (1924-1934)
23. Yazılar (1935)
24. Yazılar (1936)
25. Yazılar (1937-1962)
26. Konuşmalar
(Nâzım Hikmet'in bu kitaplarda yer alan yazılarının büyük çoğunluğu çeşitli takma adlarla gazetelere yazdığı köşe yazılarıdır.)

Mektuplar :
27. Nâzım ile Piraye
28. Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar
(1998'de Adam Yayınevi'nin Piraye'ye Mektuplar adıyla iki cilt olarak yayımladığı yapıt da bu bölüme eklenmelidir.) Ayrıca gene Adam Yayınları arasında Memet Fuat'ın hazırladığı Nâzım Hikmet'in Seçme Şiirler kitabı da yer almaktadır.
 
Nazım Hikmet'in Şiir Üstüne Düşünceleri


Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak
zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman
gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. (Babayef, Nâzım Hikmet, ss. 140-141)
*
Yeni şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar tanımıyor... O,
bir tek lisanla yazıyor : Uydurma, sahte, sun'i olmayan; canlı, geniş, renkli, derin ve sade
lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet,
konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! Şair, bulutlarda uçtuğunu
vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir vatandaştır! (Babayef,
Nâzım Hikmet, s. 141)
*
Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim
şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok,
tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine
kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç
âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından
[yansımasından] başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç
dünyası da daracık olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, s.70)

*
Sanatkâr, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır.
İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre [somut] bir varlıktır. Yani her insan
muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetede [toplumda], belli bir sınıfın
insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, mücerret [soyut] olarak insan denilen bir şey, bir
anlam mevcut değildir. Birçok mektubumda bu meselenin üzerinde durdum sanıyorum,
fakat bunu çok iyi anlamanı isterim. şimdi, bundan dolayı, sanatkâr da konkre bir insandır.
Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir
tarih devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede çeşitli sınıflar ve
tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde
doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi
yapısı konkre muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu sosyeteye
ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber,
kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu
suretle muhteva [içerik] ile şekil [biçim] arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir
tesir vardır. (...) Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir münasebet değildir. Yani şair
sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun
değişmesinde derece derece amil de olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, ss. 61-62)

*
Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda
raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici
sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış,
hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir
yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını
bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur.
(Babayef, Nâzım Hikmet, s. 140)

*
Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya
değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl
olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille
muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda
tayin edici unsur muhtevadır. (...) Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir
kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı
bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek
de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle
konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve
inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul
etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez,
konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen
külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en
uygun olanıdır. Lakin bazı muhtevalar vardır ki, kafiye ister - kafiye de çeşit çeşit olabilir,
kafiye imkânları da hudutsuzdur - ve bazı muhtevalar vardır ki, konuşma dili yetmez, daha
geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı daha renksiz bir dil ister. Hasılı bu getirdiğim
misalleri istediğin kadar çoğaltabilirsin. Yalnız, bir şey yapma, dogmatizme saplanma,
gençlikte dogmatizme, değişmeyen, ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları kabul etmek
ileri bir işmiş gibi gelir insana. Bak ben, yıllardır, hiç kafiyesi olmayan şiirler yazdım,
konuşma dillerinin çeşidiyle şiirler yazdım, içinde bol resim olan, yahut hiç resim olmayan
şiirler yazdım, kitap diliyle şiirler yazdım, çeşitli kafiye telakkileriyle yazdım, hasılı,
muhtevama, o şiirdeki, o muayyen, müşahhas yazıdaki muhtevaya uygun şekli bulmaya
çalıştım. Yanlış bir iş yaptığıma da kani değilim. şiirimizin genel olarak - bazen çok güzel
şeylere de rastlanıyor - bugünkü sefaleti şairlerimizin bir dönüm noktasında iki çeşit,
birbirine zıt iki yobazlığa, yani hareketsizliğe, yani ölülüğe saplanmış olmaları, şekil
meselesini, kendilerinin kabul ettiği bir tek şekli esas olarak almalarıdır. (Memet Fuat'a
Mektuplar, ss. 52-53)

*

Artık şiirlerimi tiyatro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı yoktu. (...)
Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir etti. "Kerem" gibi bazı şiirlerde,
hele hicviyelerde kesin kafiye ve sürprizli hayal imkânlarını kullanmakla beraber, ana
hattında, şiirlerimde lirik eleman, bundan sevda elemanını anlamıyorum, gitgide
kuvvetlendi, kafiyeler yumuşadı, dil şairin bir kişiyle, yahut birkaç kişiyle konuşması oldu.
(...)
Beynelmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o
günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle
bunları bastırabilirdim. (...)
Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı'dır. Burada şekil bakımından,
halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer
taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil
imkãnlarının bir muhasebesiydi. (...)
Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha
berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli
öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil
belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan
ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri
de tercih edebilirim. (...)
Sanat bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin
[yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün
görüşleri inkâr eder. Hele şekil meselesinde sekterliğin kötülükleri sayılamayacak kadar
çoktur. Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler
kadar dar kafalıdır. şiir öyle de yazılır, böyle de. Edebiyat dili, hele şiir dili hayallerle,
teşbihlerle falanla ortaya çıkar, ancak böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa,
tersini kabul etmek de o kadar yanlıştır. Gençliğimde, ben de az sekter değildim. Klasik halk
vezinleri ve kafiyeleriyle şiir yazdıktan sonra, şekilde yenilikler aramaya başladım, kendime
göre bir çeşit serbest vezinle yazmaya başladım. Bunun temelinde yine de halk şiirinin
ölçüleri, hatta bazen aruz vardı, kafiye ve dil bahsinde de öyle, ama şiirin yalnız böyle
yazılacağını, bunun biricik şiir şekli olduğunu iddiaya kalkıştım. Uzun zaman sevda şiiri
yazmadım. Hatta şiirlerimde "yürek" kelimesini kullanmadım, yürek şuurun değil, duygunun
sembolüdür diye. Zaman oldu en renkli, en ahenkli şekillerin peşinde koştum. Halka
söylemek istediklerimi bu şekillerle söylersem daha hoşa gider, daha kolay dinlenir, daha
dokunaklı olur diye düşündüm. Zaman oldu, büsbütün tersine, en sade, en göze görünmez
şekillerle halka türkümü dinletmek istedim. Bence öylesi de lazım, böylesi de, daha nice
nicesi de. Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden,
ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren bir baş
ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun. (...)
Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum,
kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz
de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de,
sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan
her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün
duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı'na dair şiir okumak istediği zaman da bizi
okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın.
(Babayef, "Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor", Konuşmalar, ss. 180-186)
 
Ressam Nazım Hikmet


Nâzım resim yapmaya annesine özenerek başlamış olmalı. Celile Hanımın ressamlığı varlıklı bir kadının oyalanmak için seçtiği bir hobi değil, bir tutkuydu. Ressam olmak için evini barkını dağıtıp Paris'e gittiği söylenirdi. Kadıköy'de oturduğumuz yıllarda, Nâzım, annem, ben, arada bir ona giderdik. Odaları yaptığı tablolarla doluydu. Evi tam anlamıyla bir ressamın eviydi. Resimden başka bir şey düşünmediği açıktı. Yalnız yaşıyordu, ama her zaman çok süslüydü. Güzelliğe vurgun bir insan olarak anılırdı. Yüzünü aşırı boyadığı için Nâzım kızar, söylenir, "Şimdi hepsini silmezsen, çıkıp gidiyorum," diye kapıya yönelirdi. Celile Hanım boyalarını silmeye yanımızdan ayrılınca, annem, "Nâzım, niye böyle yapıyorsun, o bir ressam, yüzünü de bir tablo gibi boyuyor, niye anlamıyorsun!" diye fısıldardı. Ben de merakla bakınırdım iş nereye varacak diye...Nâzım'ın resim yaptığını ilk Mithat Paşa köşkünde oturduğumuz yıllarda görmüştüm. Ama bunlar yağlıboya ya da pastel resimler değildi. Karakalemle mi, ya da yumuşak bir kurşunkalemle mi, bilmiyorum, evdeki herkesin yandan kafalarını çizmişti.

Hani eğlence yerlerinde ressamlar vardır, belli bir para karşılığı resminizi çiziverirler, onlar gibi... O gün salondaki şöminenin önüne Adnan Ağabeyin çizim tahtasını yerleştirerek kendine bir yer yapmış, biz de sırayla gidip karşısına oturmuştuk. Bayağı da benzetiyordu. Vedat Başar, her zaman olduğu gibi işin gırgırındaydı. "Nâzım, sen aç kalmazsın," diye takılıyor, bir panayırda tezgâh açsa günde kaç para kazanacağını hesaplıyordu. O çizimlerin yok olup gittiğini sanıyordum. Yıllar sonra bir gün Maslak'ta Adam Yayınları'nda otururken, Rasih Nuri İleri'nin üst katımızda, AnaBritannica'da çalışan oğlu Suphi Nuri İleri elinde onlardan ikisiyle geldi : "Bunları babam bir sahafta bulup almış, size göstermek istedim..."Vedat Başar ile Leman Teyzemin resimleriydi. Çok şaşırmıştım... Nasıl olmuş da bir sahafın eline geçmişlerdi? Vedat Başar, Fahamet Teyzemin, Fifi'nin kocası. Leman Teyze ise Fifi'nin çok sevdiği bir arkadaşı, ona da "teyze" derdim. Kadıköy'deki apartmandayken bizimle otururdu, Mithat Paşa köşküne de sık sık gelip gece yatısına kalırdı. Öteki resimler kim bilir nerede, kimlerdeydi? Nenem, Fifi, annem, Selma Teyzem, Adnan Ağabey, ben, evde kim varsa, hepimiz sırayla oturmuştuk Nâzım'ın karşısına.

O günün dışında Nâzım'ı resim yaparken gördüğümü anımsamıyorum. Bir de işte kitap okurken kurşunkalemle kapaklara, kapak içlerine, kenar boşluklara çizimler yapardı. Genellikle gemi, yelkenli, çiçek, el, göz çizimleri, korkunç suratlar... Resim yapmaya düşkünlüğü İstanbul Tevkifhanesi'nde başlayıp çankırı Cezaevi'nde tam anlamıyla patlak verdi. Yağlıboya, guvaş, pastel, karakalem... Cezaevinin içinden görünümler, mahkûmların, Piraye'nin, kendisinin portreleri... Sonra Bursa Cezaevi'nde de arada bir yoğunlaşarak sürdü. Sanırım bu onun için dinlendirici, oyalayıcı bir uğraştı. "Bugünlerde kendimi bütünüyle resme verdim," deyip başka her şeyi bıraktığı olurdu. Balaban'ın yeteneğini sezip gereçlerini ona armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir, ama açlık grevi sırasında üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde kendisini görmeye gittiğim bir gün, bana akrabası olan Mehmet Ali Aybar'ı tanımaktan duyduğu mutluluğu aktarmış, "Birlikte resim yapıyoruz, o benden daha iyi ressam," demişti. Cezaevinden çıktıktan sonra, Türkiye'de ya da Sovyetler Birliği'nde resim yapıp yapmadığını bilmiyorum.





Çankırı Hapishanesi, 1940, Karton üzerine







Çankırı Hapishanesi 1940 Karton üzerine pastel 30 x 19 cm






Kalaycı Dükkanı, 1940, Karton üzerine pastel, 35 x 25 cm





Kendi Portresi





Kendi Portresi


 


Kurşun Kalemle yaptığı kendi resmi





Savaşa Giden Askerler, Bursa, Tuval üzerine yağlıboya, 46 x 25 cm






Sıra bekleyen hastalar, Bursa, Tuval üzerine yağlıboya, 46 x 25 cm
 
Nazım Hikmet Kronolojisi


Nazım Hikmet Kronolojisi

1902 : 15 Ocak'ta Selânik'te dünyaya gelir.
1913 : "Feryad-ı Vatan" başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar.
1914 : Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi'ne geçer.
1917 : Bahriye Mektebine girer.
1918 : İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua'da yayınlanan bu ilk şiiri "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı" başlığını taşır.
1920 : Bahriye'yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zoruna kalır. İstanbul işgal altındadır.
Arkadaşı Vâ-lâ Nurettin ile birlikte gizlice Anadolu'ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından Bolu'ya öğretmen olarak atanır.
1921 : Azerbaycan üzerinden Moskova'ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenim görür. Sanat çalışmalarına katılır.
1924 : Moskova'da yayınlanan ilk şiir kitabı "28 Kânunisani" sahnelenir. 12 Mart günü Pravda'da bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye'ye döner ve Aydınlık Dergisi'nde çalışmaya başlar.
1925 : Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak "on beş yıl küreğe konulma cezası" verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar. Moskova'ya gider.
1926 : Viyana'ya geçerek ileride suçlanmasına konu olarak "parti" toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle, "küreğe konulma" cezası ortadan kalkar.
1927 : Katılmış olduğu "Viyana Konferansı" nedeniyle İstanbul Ceza Mahkemesi'nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis cezası verilir.
1928 : Yurda dönmek üzere Moskova'daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa'da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara'ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası verilir. Cezaevinde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır.
1929 : Resimli Ay Dergisi'nde çalışır. İlk şiir kitabı "835 Satır" yayınlanır. Bunu diğerleri izler.
1930 : "Sesini Kaybeden Şehir" başlıklı şiir için dava açılır. Yargıtayca aklanır.
1931 : "1+1=1", "835 Satır", "Jokond ile Si-Ya-U" ile bir kez daha "Sesini Kaybeden Şehir" ve "Varan 2" adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır.
1932 : "Kafatası" oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahneye konur.
1933 : "Gece Gelen Telgraf" şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa'ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda "gizli örgüt" kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan ayrı bir davada idamı
istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.
1934 : Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır.
1936 : Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.
1937 : "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" yayınlanır.
1938 : Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla da "Donanma" davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.
1941 : Bursa'da "Memleketimde İnsan Manzaraları" nı yazmaya başlar.
1943 : Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban'ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar.
1944 : Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar.
1949 : Basında haksız mahkumiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi'nde "Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet" başlığını taşıyan bir yazı yayımlayarak dikkatleri Nâzım'ın haksız mahkumiyeti çeker.
1950 : Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca "Nazım'a Özgürlük Kampanyaları" açılır. Meclis'in gündeminde bulunan Af Kanunu'nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine, Nazım, 8 Nisan'da açlık grevine başlar. Aynı gün, Bursa'dan İstanbul'a Paşakapısı Cezaevi'ne götürülür. 23 Nisan'da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır, doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiçbir değişiklik olmayınca 2 Mayıs'ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. "Nâzım Hikmet adlı bir dergi çıkarılır 9 Mayıs'ta annesi Celile Hanım 10 Mayıs'ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs'ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu'yla serbest bırakılır. 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte "Uluslararası Barış Ödülü"nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü
Neruda alacaktır.
1951 : Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşındadır ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla "yurttaşlıktan çıkarıldığı" duyurulur. Dünya Barış Konseyi'nin bir yıl önce kendisine verdiği "Uluslararası Barış Ödülünü" Prag'da düzenlenen bir törenle alır.
1952 : Çine'e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfaktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde geçecektir.
1953 : Uluslar arası toplantılara katılmayı sürdürür. "Bir Aşk Masalı" oyunu Moskova'da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler.
1958 : Paris'e gider. Aralarında Aragon ve Picasso'nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür.
1962 : Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi'nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi'nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar.
1963 : Afrika'ya, Tanganika'ya gider. "Cenaze Merasimim" başlıklı şiirini kaleme alır. (Nisan) 3 Haziran sabahı Moskova'da evinde ölür.
 
Hayatımın ve Şiirimin Hesabatı(Nazım Hikmet)



Hayatımın ve Şiirimin Hesabatı


"Birkaç gündür kafamın içinde bir soru kımıldanıp duruyor. 60 yıllık ömrümün 40 şu kadar yılında şiir yazdım durup dinlenmeden. Evimde, sokakta, hapiste, trende, uçakta. Bu şiirlerin içinde ne kadarı, insanları barış için savaşa, emperyalist savaşlara karşı savaşa, millî bağımsızlık için savaşa çağırdı. Kırk şu kadar yıllık şairliğimi masamın üstüne koydum. Elimde kalabilen şiirleri okuyorum. Okurlarımın önünde hesap vermek istiyorum. Yüzümün akıyla çıkabilir miyim bu hesabın içinden şair olarak? Şiirleri okudum ve şöyle bir basit istatistik sonucuna vardım: Elimde kalan şiirlerimin yüzde yirmi beşinde, insanlığın en büyük davalarından ikisini, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki davayı ele almışım: emperyalist harplere karşı savaş ve millî bağımsızlık savaşı. Bu şiirlerimin tümünü oldukları gibi tekrar etmem imkânsız. Birkaçıyla hesabımı vereceğim.

1925'te Moskova'da, üniversitede okuyorum. Sömürgeciliğe karşı, millî bağımsızlık uğrundaki savaş, bir imkânsız savaş, bir imkânsız hayal olmaktan çıkmış, bir gerçek olmuştur. Ben "Bir Hintlinin Ağzından" şiirimi yazmışım.

Şarktan geliyorum!
Şarkın isyanını
haykıraraktan geliyorum.
Şimâle akan rüzgârlarla aştım
Asya'nın yollarını;
ulaştım
sana...
Haydi uzat kollarını
beni kucaklasana!
Ey! gönülde onu
görmek arzusunu
Bir sıla hasreti gibi derinlediğim.
Ey! kıvrımları
kalbi saran türkülerini
Annemin sesi gibi dinlediğim.
Ey! Asya güneşleri gibi kırmızı
sıcak bayrakları
sıtmalı rüyama giren!
(................................................. )
Gözümde bir pul etmez artık
ne yer, ne yâr!
Şimâle akan rüzgârlarla
aşmışım
Asya'nın yollarını
ulaşmışım sana!
Haydi uzat kollarını,
beni kucaklasana!

Aynı yıl Türkiye'me dönüyorum. Kara terör kasıp kavuruyor ortalığı benim orada. Emperyalizm yine ve her zamanki gibi insanlığın bu korkunç baş belası, emperyalizmin duvarını yıkmak gerek. Ben "O Duvar" şiirini yazıyorum.

O duvarın bir ucu:
tahta sapanlı sarı Çin'de
öbür ucu:
çelikleri elektrikli Newyork'un içinde
Her bankada hisse senetleri var
onun.
O duvar
Lordlar kamarasından Lord Gürzon'un
noktaları imparator armalı bir nutku gibi geçiyor.
Eyfel'in tepesinden avlarını seçiyor,
dayanarak Hindenburg'un altın çivili heykeline
topluyor Berlin sokaklarını eline.
O duvarın taşlarına sürterek dilini
kara gömlekli Mussolini
bekliyor nöbet.
İtalya'nın çizmesi
yüzüyor kanda.
O duvar
İkinci bir Balkan gibi yükseliyor Balkan'da.

Yıl 1927. Sırtıma yüklenen 15 yıl piyade ağır hapis cezasıyla Sovyetler Birliği'ne dönüyorum. Sovyetler Birliği'ne karşı alttan
alta harp hazırlıyor emperyalistler. Bakû'ya gidiyorum. İlk sosyalist devletin kanı olan bu şehirle tanışıyorum. ".................
doğru" şiirimi yazıyorum...

..................................
..................................
..................................
bereketli bir rahmet gibi besleyesin,
demir dağlara tırmanan azmimizin
yeşil filizli sarmaşıklarını...
isteriz ki,
Uzak Sibirya köylerinin ışıklarını
karlı gecelerde
kızıl lâleler gibi yaksın kanınla.
İsteriz ki,
gençlik iksiri gibi aksın kanın,
150 milyonun damarında!

İkinci Dünya Savaşı, yıl 1941. Üç yıldır hapisteyim. Bursa'da hücremde, halkımın millî bağımsızlık uğruna yapmış olduğu kutsal savaşın destanını yazıyorum.

Saat üç buçuk.
Halimur-Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(Kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üsrtüne şarkı söyleyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona "Deli Erzurumlu" derdiler.
Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmir'li Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.

İkinci dünya savaşı zaferle sona ermiş. Hapisteyim. Geçmiş kanlı ve kara günleri düşünüyorum. Biliyorum, tetikte olmak gerek, Emperyalistler gene benim Memetçikleri kalp metelik gibi harcamak istiyor. Ben "23 Sentlik Asker" şiirimi yazıyorum.

Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler!
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak,
mevcuttu,
tuhafınıza gidecek,
mevcuttu,
hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
Mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin o Newyork'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gökkubbe gibi yüksek
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebem kuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde pek de anlamı belli değilken henüz
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklâl ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber
diyebilmek
için
yürüdü peşince Bedreddin'in.

Hapisten çıktım. Yıl 950. Belki bir çocuğum gelecek dünyaya. Babalık zanaatının ne kadar zor bir zanaat haline geldiğini ilk defa anlıyorum.

Yavrum,
kız olursa tepeden tırnağa anasına benzesin istiyorum,
oğlan olursa, boyu posu bana.
Kız olursa elâ elâ baksın,
oğlan olursa maviş maviş.
Yavrum,
Kız olsun oğlan olsun,
kaç yaşında olursa olsun,
yavrum düşmesin istiyorum hapislere
güzelden, haklıdan, barıştan yana diye.
Fakat malûm,
kızım yahut oğlum,
gecikirse suların ışıması
dövüşeceksin
ve hattâ...
Yani haylice müşkül bir zanaatmış bizde bugün
babalık zanaatı da.

Yıl 955. Dört yıldır Moskova'dayım. Aklımda kaldığına göre katıldığım barış kurultaylarından birinde toplantı salonunda, atom bombasına karşı dört küçük şiir yazdım. Bunlardan birisi "Ölü Kızcağız".

Bugüne kadar dolaşıyor dünyayı
Övünüyor gibi mi geliyor ne
Değil
Dolaşan o küçücük Japon kızcağızı da
İnsanları atom harbine karşı savaşa çağırıyorsa
Çağırabiliyorsa
Ve insanlar onun incecik sesine kulak kabartıyorsa
O bu kuvvetini
Hiroşima'da bir kağıt parçası gibi
Yanıp kül olmak pahasına kazandı.

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Sene 1963. Tanganika'ya gidiyorum. Memleketimin üstünden geçiyorum. On üç seneden beri memleketimi ilk defa görüyorum. 8000 metre yukarıda Anadolu'mun üstündeyim. 8000 metre derinde bulutlar altında, toprağımda kara kış. Köylerin çoktan kesiktir yolu. Her biri karlı çöllerle bir başınadır. Bulguru aşı yağsız, tezek dumanından göz gözü görmez. Bebeler ölür bitlenmeye bile vakit bulmadan. Ve ben uçarım 8000 metre yukarıda bulutların üstünde.
Bilmiyorum, vatanımın insanları başta olmak üzere, bütün insanlığa vermek istediğim hesabı verebildim mi? Sonra bütün bu hesap bir çeşit... övünmek olmadı mı? Yeryüzünde benden çok değerli şairler, barış, hürriyet ve millî bağımsızlık için, şair olarak yaptıkları savaşın hesabını elbette çok daha parlak verebilir. Sayın ve sevgili okuyucularım. Birkaç örnekle önünüze
çıktım, beni en büyük insanlık davasının ikisinde biraz olsun ödevini yapmış bir yurttaş sayarsanız bahtiyar olacağım."

NOT:Bu yazı, Nâzım Hikmet'in şiirini ve yaşamını özetlediği bir konuşmasıdır. Yeni Adımlar dergisinde (Ağustos '73) basılmış ve Asım Bezirci'nin inceleme-antolojisinde de yer almıştır.
 

HTML

Üst