Musul Sorunu Yardıma İhtiyacım Var !

AmDs

New member
yardıma ihtiyacım var musul sorunu hakkında tez yada yazılar varsa beni bilgilendirebilirmisiniz?
 

tdalkaya

New member
Giriş
Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Müttefiklerin Mondros Silah Bırakışması , Sevr Barış Antlaşması gibi dayatmalarından sonra Anadolu’da iyice önem kazanan Kurtuluş Mücadelesi ; Kuvay-i Milliye , Erzurum ve Sivas Kongreleri , Amasya Görüşmesi ve özellikle Misak-ı Milli ( Ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü ilkelerini kabul ediyordu.) gibi süreçlerden sonra öncelikle Türk Yunan savaşını sona erdiren Mudanya Silah Bırakışması ( Mondros’un yerine geçmiştir) ve ardından 23 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile üç yılı aşan bir süreden sonra son bulmuştur. Lozan Antlaşması Türkiye açısından bir eşitlik belgesi taşıması bakımından çok önemlidir. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmaların tümü aynı Osmanlı İmparatorluğu’nda Sevr Antlaşması’nda olduğu gibi müzakere yapılmadan ilgili devlete dayatılarak imzalatılmıştır. Fakat Lozan’da gerçek bir Müzakere süreci gerçekleştirilmiş, Misak-ı Milli sınırlarından , ülkenin bütünlüğünü ve özgürlüğünü kısıtlayan taleplerden taviz verilemeyeceği bu süreçte her zaman vurgulanmıştır. Nitekim Ermeni yurdunun kurulması , Kapitülasyonların yürürlükte kalması gibi konularda asla geri adım atılmamıştır. Bütün bunlara rağmen Musul Sorunu ( Musul’un Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer almasına rağmen ) Lozan’da çözüme kavuşturulamamıştır ve 1920’ liler boyunca yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına katılamayan bu bölge İngiltere ile yaşanan ciddi bir sorun haline gelmiştir. Hatta 1926 yılına dek ( Türkiye,İngiltere , Irak arasında soruna çözüm getiren antlaşanın imzalandığı yıl ) sadece İngiltere ile değil, diğer Avrupa ülkeleri ile de olumlu ilişkilerin kurulmasını engellemiştir. Bununla birlikte Musul sorununun 1990’ larda bile Türk dış politikasının gündeminde farklı biçimlerde yer alan bir konu olması ve ilginçtir son günlerde de Bülent Ecevit’in iddiaları ile yeniden tartışılır hale gelmesi bu konunun önemini göstermektedir.
Musul ve Osmanlı
Musul , ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlanmıştır. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul değişik Türk devlet ve beyliklerinin etkisi altında kalmış , bu topraklar vatan toprağı olarak görülmüştür. Osmanlı öncesinde gölgede hüküm süren Türk devlet ve beylikleri sırayla Zengiler , Timurlular , Akkoyunlular ve Safevilerdir.
Musul Osmanlı hakimiyetine ilk olarak Yavuz sultan Selim döneminde 1514 yılında Çaldıran Seferi ile girmiş ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bağdat Seferi ( 1534-1535 ) ile bu hakimiyet etkinleştirilmiştir. Osmanlı Döneminde Musul Süleymaniye ,Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilayetin merkezi olmuştur ( Vilayetin nüfusu 20.yüzyıl başlarında 350.000 civarındadır ) Musul yanında Basra ve Bağdat vilayetlerini de kapsayan bölge (yani Irak) Osmanlının 400 yıl boyunca hükmettiği ve en son kaybettiği topraklar olmuştur. Bu topraklar üzerindeki halklar Osmanlıya sadakatle bağlılık göstermişlerdir.
Musul’un Önemi
Musul hem ekonomik açıdan ( petrol yataklarına sahip olması nedeniyle) hem de stratejik açıdan çok önemli bir yere sahiptir. İngiltere açısından baktığımızda ( ki yıllarca Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda etkin politikalar izlemeyi hedeflemiştir) Musul sadece ekonomik çıkarlar sağlaması bakımından değil aynı zamanda dünyadaki güç ilişkileri karşısında konumunu güçlendirmesi bakımından da çok önemli olmuştur. Zaten genel anlamda bu bölge ( Irak ) Akdemiz Havzası’nı Hint Okyanusu ve Uzakdoğu’ya bağlayan yolların kavşağında ve İngiltere’nin hem güvenliği hem de dünya gücü olarak konumunu muhafaza etmesi yönünden elde edilmesi gereken bir bölge olarak görülmüştür. Nitekim daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan İngiltere bölgeyi istila planları hazırlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Musul
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte İtilaf Devletleri’nin Musul üzerindeki siyasi emelleri açıkça ortaya çıkmıştır. Savaşla birlikte Hindistan’dan gönderilen İngiliz birlikleri Basra Körfezi’ne çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerlemişlerdir. Bu gelişmeler Osmanlının Irak cephesini oluşturmasına neden olmuştur. Bu cephe 4 yıl sürecek bir savaşın en önemli cephelerimden biri olmuştur. İngilizler en büyük yenilgilerinin bu cephede almışlardır. Dört ay içinde 23 bin kayıp veren İngiliz ordusu 29 Nisan 1916 tarihinde Kut el Amara ‘da tam 140 gün süren bir kuşatmadan sonra topyekün esir edilmiştir. Bu ağır yenilgiye rağmen İngilizler Irak’tan vazgeçmeyip daha büyük kuvvetlerle harekete geçmişlerdir. Osmanlı ,Irak cephesinden sonra birliklerini İran cephesine kaydırmış fakat burada yenilgiler birbirini izlemiştir. İngilizlerin 11 Ocak 1917 Bağdat’ı ele geçirmesi bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı ,Irak Cephesinde önemli başarılar elde etmesine rağmen savaşın sonuna doğru diğer cephelerde de olduğu gibi bu cepheden de çekilmek zorunda kalmıştır. Sonunda Irak toprakları elden çıkmıştır. Fakat bundan sonra amaç en azından Musul ve çevresini elde tutmaya yönelik olmuştur. Osmanlı birlikleri Musul’u savunmak için olağanüstü bir çaba göstermiştir; çünkü savaşın yenilgiyle sonuçlanacağı düşüncesi ile İtilaf devletlerinin dayatacağı bir mütakereye Musul elde tutularak girilmek istenmiştir. Böylece savaş bittiğinde Musul’un vatan toprakları içerisinde kalması hedeflenmiştir. Nitekim bu gerçekleştirilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı için bittiği ilan eden sözleşme ( Mondros silah Bırakışması ) 30 Ekim 1918 tarihinde imzalandığında Musul ve çevresi hala Türklerin elindeydi.
Osmanlının kayıtsız şartsız teslimi anlamına gelen ve ilerde yapılacak bir barış antlaşması ile ilgili hiçbir koşul ileri sürülmeyen Mondros Silah Bırakışması’na baktığımızda 25. maddesi Müttefikler ile Osmanlı İmparatorluğu arasında düşmanca eylemlerin 31 Ekim 1918 tarihinden itibaren kesileceğini belirtiyordu. Bununla birlikte sözleşmenin 7. maddesi de ( Lozan’da tartışma konusu yaratmıştır ) Musul sorunu açısından önemlidir. Bu madde Müttefiklerin kendi güvenliklerini tehlikede hissettikleri bölgeleri işgal edebileceklerini hükmediyordu.
Savaşın bitmesine ve Mondros’un bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği yönündeki hükmüne rağmen İngilizler 3 Kasım’dan itibaren bu bölgeyi işgale başlamışlar ve işgali 15 Kasım’da tamamlamışlardır. Türk kuvvetlerinin komutanı Ali İhsan Sabis Paşa İstanbul hükümetinin isteği üzerine Musul’u bırakıp Nusaybin’e kadar çekilmiştir
Sonuç olarak; Musul üzerindeki Osmanlı hakimiyeti Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürmüştür. Fakat Mondros hükümlerine ve uluslar arası savaş kurallarına aykırı olarak işgal edilmiştir.
Milli Mücadele Dönemi ve Musul
Bu dönemde Musul açısından en önemli belge Misak-i Milli olmuştur. 28 Ocak 1920 tarihinde gizli bir oturumda son Osmanlı Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilen ve bölünmez Türk yurdunun sınırlarını belirleyen bu milli misak , Mondros’un yürürlüğe girdiği tarihteki fiili durumu esas almıştır. Zaten bununla Kurtuluş Savaşı’nın felsefesi oluşturulmuştur. Buna göre mütareke anında işgal altındaki Arap halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı kabul edilirken , diğer bölgelerin Misak-ı Milli içinde olduğu ilan edilmiştir.( Bu bölgeler bugünkü Türkiye topraklarına ilave olarak Musul , Kerkük ve Süleymaniyedir. )
İngiliz işgalinden sonraki gelişmelere baktığımızda , İngilizler Irak’ta denetimi Kral Faysal aracılığı ile ( ki kendileri kral ilan etmiştir. ) Musul çevresinde ise Kürt aşiretlerine dayanarak ellerinde tutmaya çalışmışlarıdır. Ancak bu bölgelerde İngiliz yönetimine karşı huzursuzluk iyice tırmanmış ve yer yer ayaklanmalar baş göstermiştir. Bunlara karşılık İngilizler , bir yandan sert tedbirlere başvurmuş bir yandan da aşiretleri kendilerine bağlamaya çalışmışlardır. ( Örneğin Anadoludaki Milli Mücadele Hareketi ile ilişkiye geçen ve bölgenin en güçlü aşireti olan Berzenci aşiretinin reisi Şeyh Mahmut Hindistan’a sürgün edilmiştir) Erbil ve Revandiz’deki aşiretlerin Türk yönetimini tercih etmeleri ve bu yönde faaliyete girişmeleri bölge halkına karşı şiddetli saldırıların başlamasına neden olmuştur.
Bu gelişmeler karşısında Anadolu mücadelesinin sesi olan Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara hükümeti de boş durmamıştır. Mustafa Kemal 1 Şubat 1922 tarihinde Milli Müdafaa Vekaleti’ne bir telgraf çekerek Revandiz’e asker gönderilmesini emretmiştir. Kısa zamanda önemli başarılar elde edilmiştir ve aşiretlerin İngilizlere karşı örgütlenmesiyle 8 bin kişilik bir silahlı kuvvet oluşturulmuştur. İngilizler Süleymaniye’yi boşaltmak zorunda kalmışlar ve aynı tehlike Musul içinde hissedilmeye başlanılmıştır. Bu sırada Kurtuluş Savaşı’nın 30 Ağustos Zaferi ile sonuçlanması bölgede büyük bir yankı yaratmıştır. Aşiretler yüzlerini açıkça Türkiye’ye dönmüşler ve İngiltere aşiretlerin desteğini kazanamamıştır. Başka çaresi kalmayan İngiltere saldırılara geçmiştir. Başta Süleymaniye olmak üzere bölgedeki kasaba ve köyler ağır bir hava bombardımanına tutulmuştur. ( bu tarihte sivil halka karşı gerçekleştirilen ilk hava bombardımanı olarak bilinmektedir) Tam bir katliam yaşanmış, aşiretler dağılmış, Türk birliği bir kez daha geri çekilmek zorunda kalmıştır. ( Bölgenin en güçlü ailesi Berzenciler adeta yok edilmiştir. )
Musul Kurtuluş Savaşı’nda kurtarılamadan 11 Ekim 1922 de tarihinde Mondros’un yerine geçen Mudanya Silah Bırakışması imzalanmıştır. Ve Musul sorunu bu koşullar altında Lozan Konferansı’na kalmıştır. Gürün’a göre , Türkiye daha konferans toplanmadan Musul’u silahla kurtarmak harekatına başlama kararını almıştı. Fakat konferansın başlamasıyla askeri yöntemlerden bir süre için vazgeçilip diplomasi usullerine bel bağlanması Londra gibi Ankara’ya da uygun gelmiş olmalıdır.
Musul Sorununun Lozan Konferansı’nda Ele Alınması
Bölge her iki ülke için de büyük öneme sahip olmuştur.Musul Türkiye için hem güvenlik,hem insani boyut,hem de petrol açısından önem taşırken,İngiltere açısından Hint yolu üzerinde bulunması ve petrol kaynaklarına sahip olması açısından önem taşıyordu Hatta, Lord Curzon “Fırat İngiltere’nin (yani Hindistan’ın) Batı sınırıdır” diyerek buranın stratejik önemini vurgulamıştı. Kısaca;asırlardır çözülemeyen “Şark Meselesi” bu konferansın ağırlık merkezini teşkil ediyordu.
Bu arada İngiltere bölgedeki denetimini arttırmak için İngiliz yanlısı Irak Kralı Faysal ile anlaşma imzalamıştır.
Lozan görüşmeleri Kasım 1922’de başlamıştır.Fakat yapılan ikili görüşmelerde (ki İsmet Paşa’ nın teklif doğrultusunda gerçekleşmiştir) sonuç alınamayınca Musul Sorunu 23 Ocak 1923’teki oturumda gündeme gelmiştir. Bu oturumda İsmet Paşa,Musul’un Türkiye’ye verilmesinin gerekçelerini dört başlık altında ele almıştır: ilk olarak Musul ve civarı,Mondros Mütakeresi hükümlerine aykırı olarak işgal edilmiştir.İkincisi Musul neredeyse bin yıldır Türk hakimiyeti altında kalmıştır ve hem coğrafi hem de ekonomik olarak Anadolu’nun uzantısı durumundadır. Üçüncüsü bölge halkı sömürgeleştirilmiş bir halk olarak değil, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak yaşamak istemektedirler.Dördüncü ve asıl tez ise bölgenin geleceğinin Arapların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesince belirlenemeyeceği yönünde olmuştur.Çünkü bölge halkının çoğunluğunu Kürtler(263 bin) ve Türkler(146 bin) oluşturuyordu,Araplar (43 bin ) ise azınlıktaydı.Türkiye’nin bu tezlerine karşılık İngiliz heyeti kararlı bir tavır sergilemiştir;hatta Türk görüşlerinin tersini savunmuştur.
Sonuçta taraflar arasında sorunun çözümü yine çıkmaza girerek Lozan görüşmeleri tamamlanmıştır.Lozan Antlaşması’nın hükümlerine göre,taraflar 9 ay içinde bir çözüm yolu bulmadıkları takdirde,sorun Milletler Cemiyeti’ne sunulacaktı Lozan’dan sonra İngiltere Ekim 19232’te Türk hükümetine başvurarak Musul konusunda ikili görüşmelere başlanmasını istemiştir
Haliç Konferansı
Haliç Konferansı,Türk ve İngiliz hükümetlerinin daha önceki görüşmelerine bağlı olarak 19 Mayıs 1924’te toplanmıştır.
Bu konferans İngiltere tarafından daha en başından bir çözüm yolu olarak görülmemiştir; nitekim Musul sorununun kendi çıkarları doğrultusunda çözüme kavuşması yolunda bir basamak olmuştur.Hatta Londra’nın bu tutumunu o dönemde Dışişlerinde Osborne’nun sözlerinden anlayabiliriz, ‘Görüşmelere başlayacağız da ne olacak?Aynı tartışmalar bir daha tekrarlanacak.Nasıl olsa nihai ve bizim için en uygun çözüm Milletler Cemiyeti’nde sağlanacaktır”
İngiltere’nin sorunun Milletler Cemiyeti’nde çözümü için açıkça girişimlerde bulunduğunu söyleyebiliriz.Bunun en belirgin örneği İngiltere’nin görüşmeler sırasında Musul dışında bir de bölgedeki Nasturiler (Süryaniler) için Hakkari’yi istemesidir.Bna Türkiye’nin tepkisi tahmin edilmiş ve görüşmelerin çıkmaza girmesi sonucunda Milletler Cemiyeti yolunun görüneceği tahmin edilmiştir;ki gerçekten 5 Haziran’da görüşmeler sona ermiştir.
Tuhaftır ki tam o sıralarda Hakkari’de Süryani isyanı ortaya çıkmıştır.Bunun İngiltere destekli olduğu açıkça ortadadır.Fakat yine de İngiltere bu politikalarla kısa sürede amacına ulaşamamıştır.Toynbee’nin de belirttiği gibi “Musul’daki İngiliz aleyhtarı mahalli ayaklanmayı bastırmada kullandıkları Nasturilerin yardımı bile bildiğimiz gibi. Bölgenin akibetinin 1926’dan önce belli olmasını sağlayamayacaktır”
Musul Sorununun Milletler Cemiyeti’ne Götürülmesi
Haliç Konferansı’nın başarısızlığa uğramasından sonra İngiltere sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürmüştür.Bu Türkiye’nin davasını açıkça kaybettiğinin göstergesiydi;çünkü Türkiye’nin üyesi dahi olmadığı,buna karşılık İngiltere’nin kurucu ve asli üyesi olduğu Milletler Cemiyeti’nin nasıl bir karar alacağı daha başından belliydi.
Milletler Cemiyeti Meclisi 20 Eylül 1924’te sorunu görüşmeye başlamıştır.Türkiye olacakların önüne geçmek için plebisit istemiştir.İngiltere bu talebi bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlayamayacağı gibi gerekçelerle kabul etmemiştir.
Sonuçta Milletler Cemiyeti Meclisi bir komisyon kurularak (komisyon kurulmasını İngiltere teklif etmiştir) sorunun yerinde incelenmesi kararını almıştır.
Komisyon çalışmalarına başladığında İngiltere,kuzeye doğru yeni bir askeri harekata girişmiştir ve bölgede çatışmalar çıkmıştır.Bunun üzerine Milletler Cemiyeti Meclisi o günkü fiili durumu geçici olarak sınır ilan etmiştir.Brüksel Hattı denilen bu sınır Musul’u Hakkari’den ayırmaktaydı.
Bu arada komisyonun çok sağlıklı ve objektif çalıştığını şüphe taşımaktadır.Bazı beklenmedik olaylar da Türkiye aleyhinde bir ortam yaratmıştır.Örneğin bunlarından bir tanesi Edmonds’un da vurguladığı gibi “Musul,o yıl şiddetli bir yıl geçirmişti.Karlar altında halkın eğilimini tespit etmek üzere yöreyi karış karış gezmek mümkün olmamıştı” Zaten yine Edmonds’un ifadesiyle Komisyon bir an önce araştırmasını tamamlayıp Avrupa’ya dönmek için sabırsızlanıyordu.
Komisyon incelemelerini tamamlayarak 16 Temmuz 1925’te raporunu meclise sunmuştur.Rapor,Musul’un(Brüksel Hattı’nın güneyindeki bölgenin)İngiliz mandasındaki Irak’a ilhakını uygun görmekteydi.Ayrıca Irak’ın 25 yıl Milletler Cemiyeti mandası altında kalacağı belirtilmekteydi.
Türkiye komisyonun kararını reddetmiştir ve bunun üzerine Milletler Cemiyeti Meclisi , Milletlerarası Adalet Divanı’nın görüşüne başvurmuştur. Divanın kararı da Türkiye aleyhine olmuştur.Nitekim 16 Aralık 1926 tarihinde meclis Türkiye’nin ısrarla karşı çıktığı raporu benimsemiştir.Ve Musul sadece İngiltere’nin çıkarları gözetilerek Irak’a bırakılmıştır.
Alınan karar Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanmıştır.
Böyle bir kararın alındığı bu ortamda bir de Şeyh Sait Ayaklanması (Cumhuriyet tarihinin ilk ve en geniş Kürt ayaklanması) çıkmıştır.Bu ayaklanmanın da İngiltere tarafından desteklenmiş olduğu fazla şüphe doğurmayan bir düşüncedir.Buna rağmen Kürkçüoğlu,İngiltere’nin Şeyh Sait Ayaklanması’nı yakından izlediği;fakat destekleyici bir tutumdan da kaçındığı inancındadır. Ancak yine de Toynbee’nin belirttiği gibi, “İngilizler Musul’u işgal ettikleri andan itibaren Kürt milliyetçiliğini teşvik etmişlerdir.
Ayaklanmanın kaynağı ne olursa olsun İngiltere’nin işine yaradığı açıkça ortadadır.Bu olay Türkiye’nin Musul tezini yaralamıştır.Kendi Kürtleriyle kavgalı olan Türkiye’nin çoğunluğu Kürt olan Musul’u talebinin bu yüzden tutarsız olduğu görüşünün İngiltere tarafından kullanılmasına imkan vermiştir.
Nitekim, gerek içte ayaklanmalarla (belirttiğim gibi özellikle Şeyh Sait) mücadele edilmesi,gerek 1. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı’ndan büyük zararlarla çıkılmasından sonra yeni bir savaşın göze alınamaması;fakat en önemlisi sınırların güvenliği için Batıyla artık olumlu ilişkilerin kurulmasının gerekli olduğu düşüncesi ile Türkiye başlangıçta tanımadığı Milletler Cemiyeti kararını kabul ettiğini açıklamıştır.Türk hükümeti Oral Sander’in de belirttiği gibi Musul’da bir anlaşma olmadığı takdirde,İngiltere’nin bu genç devleti rahat bırakmayacağını,iyi ilişkiler kurma peşinde olduğu Batılı devletlerle yakınlaşmasının bu sorunun çözümüne bağlı olduğu ve içerde yapılan köklü reformların sağlam bir temele oturabilmesi için,dışarda rahat bir ortama ihtiyacı olduğunu anlamıştı
Sonunda Türkiye sorunun çözümümde büyük çaba harcamasına rağmen 5 Haziran 1926’da İngiltere ve Irak ile antlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. “Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk Antlaşması” ile Brüksel Hattı Türk-Irak sınırı olmuş,Musul artık kesin olarak Irak’a bırakılmış ve Türkiye’nin 25 yıl süreyle Musul petrollerinden %10 hisse alması kabul edilmiştir.Daha sonra bu haktan 500 bin İngiliz sterlini karşılığında vazgeçilmiştir.
Görüldüğü gibi Osmanlı toprağı olan Musul’un uluslar arası hukuka aykırı olarak işgal edilmesiyle başlayan süreç ne Türkiye’nin ne bölge halklarının talepleri dikkate alınmadan bir oldubittiyle İngiltere himayesindeki Irak’a verilmesiyle son bulmuştur.
Burada unutulmaması gereken en önemli husus;kaybedilenin sadece topraklarımızın veya petrolün olmadığı,Türkiye’nin aynı zamanda soydaşlarını kaybetmiş olmasıdır.Öke’nin üzerinde durduğu gibi bu kopuşun asıl faturasını baskı ve katliamlara maruz kalarak asıl onlar ödemişlerdir Hatta günümüzde bile hala Türkmen soydaşlarımızın haklarının yeterince korunmadığı/savunulmadığı gözden kaçmamaktadır.
Türkiye 13 yıl sonra benzer şekilde karşısına çıkacak Hatay(Sancak) Sorunu’nda aynı fedakarlığı göstermeyecektir.İzlediği Başarılı politikalarla bu torakları Musul’daki durumun aksine kendi topraklarına katacaktır;tabi bunda Sancak krizi sırasındaki uluslararası konjonktürün de farklı olması etkili olacaktır

Gündem:Ecevit’in Musul Konusunda Vasiyet İddiası
Türkiye’nin Musul sorununda katlandığı fedakarlık açıkça ortadadır:Musul kaybedilmiştir.Buna rağmen Türkiye bunu kabul etme olgunluğunu göstermiş,Irak’la ilişkilerini bu yeni duruma göre düzenlemiştir.Irak bağımsızlığına kavuştuğunda ve bölgesel bazı sorunlar yaşadığında da komşusunun toprağında gözü olmamıştır.Hatta bugün Irak’ın bölünmesi senaryoları ortalıkta dolaşırken;bir zamanlar Musul için büyük mücadele veren Türkiye,Irak’ın toprak bütünlüğü esasına göre belirlediği temel politikasından taviz vermemektedir.Bu noktada son günlerde Prof.Dr.Yalçın Küçük ve Bülent Ecevit sayesinde gündeme getirilen bir konu Musul sorununu yine tartışılır hale getirmiştir.
Prof.Dr.Yalçın Küçük’ün tartışma yaratan iddiası; Mustafa Kemal’ın Musul’un geri alınmasını ölmeden önce İsmet İnönü’ye vasiyet ettiği,İsmet İnönü’nün de bu vasiyeti Bülent Ecevit’e aktardığı yönündedir.Bu arada Küçük,ABD’nin 30 yıldır bu bölgede bir Kürt devleti kurma isteği karşısında,Türkiye’nin Kürt politikasını yanlış bularak Türkiye’nin kendisinin Kürt devletini kurduğunu belirtiyor.
Bu vasiyet Ecevit tarafından daha sonra Akşam gazetesine açıkça doğrulanmıştır. Ecevit 3 Ocak 2005 tarihinde akşam gazetesine, Atatürk ve İsmet İnönü’nün, Musul’un aslında Türk toprağı olduğunu düşündüklerini fakat şartlar elvermediği için alamadıklarını vurgulamış ve İnönü’nün kendisine şartlar elverdiğinde Musul’u Türk topraklarına katması isteğinde bulunduğunu açıklamıştır. Ecevit’in yine belirttiğine göre kendisi halâ bu vasiyetin açıklanmaması düşüncesindeymiş fakat gerek böyle bir tartışmanın Küçük tarafından başlatılması (Ecevit sır gibi saklanan vasiyeti Küçük’e İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker tarafından aktarılmış olabileceğini ifade ediyor) ve gerekse Irak’taki son gelişmelerin bu konuda elverişli bir ortam yaratması sonucu bu vasiyeti açıklamasına neden olmuştur. Aynı vasiyetin Atatürk tarafından da İsmet İnönü’ye yapılıp yapılmadığına ilişkin soruya ise Ecevit “elbette yapılmıştır” yanıtını vermektedir.
Ecevit daha sonra üç kez başbakanlık koltuğuna oturduğunu, bu dönemlerde Musul konusunun hiçbir zaman aklından çıkmadığını belirterek o dönemde Irak’ın toprak bütünlüğünün hem bölgenin hem de Türkiye’nin yararına olduğunu düşündüğünü; bu nedenle o yıllarda bu konuyu gündeme getirmediğini açıklamaktadır.
Son günlerde ise Türkiye’nin Musul’u topraklarına dahil etmesi için şartların uygun hale geldiğini belirten Ecevit, son gelişmeler üzerine (ki bunlar ona göre Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini gerektiriyor) cumhurbaşkanı Sezer ile bu konuda görüştüğünü açıklıyor. Kuzey Irak’ta güneydoğuda tek çatı altında bir kürt devleti kurulma hareketleri (ki bunun için BM’ye dilekçe bile verilmiştir) açıkça bir tehdittir; çünkü Türkiye’deki Kürtlerde kısa sürede bu devlete katılmak isteyeceklerdir, bu noktada Ecevit’e göre Türkiye ABD’yi de ikna ederek kendi güvenliği için Musul topraklarına dahil etmeyi yada Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesini sağlamaktadır; Türkiye’nin bu konuda güçlü ve haklı olması böyle bir politikanın geliştirilmesini ortaya çıkarmaktadır.
Atatürk’ten İnönü’ye, İnönü’den de Ecevit’e böyle bir vasiyetin yapılmış olması kesin olmadığı gibi tarihi çok önceye dayanan bir sorun hakkında gelişen bir çok koşul (uluslar arası ilişkiler, siyasal olaylar vb.) karşısında geçmişe dayanarak bazı kararların alınmasın istemek pek de uygun olmasa gerek. 1920’li yıllarda dış politikada istikrarın, en önemlisi güvenliğin sağlanması için böyle bir fedakarlık uygun görülmüştü. Ki bu uygun görülmeseydi (Sancak sorununda olduğu gibi) ileriki bir tarihe ertelenmezdi. O yüzden bu fedakarlığın karşılığını almak için mantıklı gerekçelere dayanmadan herhangi bir müdahalenin gereksizliği açıkça ortadadır. Buna rağmen Türkiye’nin güvenliğinin tehdit edilmesi durumunda tabii ki meşru yollarla korunması yoluna gidilmelidir.

KAYNAKLAR
 Oran, Baskın; Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, (İstanbul, 2003)
 Gürun, Kamuran; Savaşan Dünya ve Türkiye, (Ankara, 1986)
 Eroğlu, Hamza; Türk İnkılâp Tarihi, (İstanbul, 1982)
 Sander, Oral; Siyasi Tarih 1918-1994, (İstanbul, 2001)
 Aydın, Ayhan, Musul Meselesi, (İstanbul, 1995)
 Kürkçüoğlu, Ömer, Türk İngiliz İlişkileri 1919-1926, (Ankara, 1978)
 Öke, M. Kemal, Musul Kürdistan Sorunu “1918-126” (İstanbul, 2002)
 

tdalkaya

New member
http://www.badongo.com/file/2220970


ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA MUSUL SORUNU
Prof. Dr. İsrafil KURTÇEPHE
Akdeniz Üniversitesi
Giriş

Dicle'nin sağ kıyısında kurulmuş olan Musul şehri, Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran zaferinden (1514) sonra Osmanlı hakimiyet sahasına girmiştir. Kanuni Sultan Süleyman'ın Bağdat seferinden (1534-1535) sonra bu hakimiyet kesinleşmiştir. Osmanlı idari taksimatında Musul, altı sancaktan müteşekkil bir eyalet merkezi olarak yerini almıştır.(1) (1330) 1914 yılı salnamesine göre Musul vilayeti Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarından meydana geliyordu. Bu tarihteki idari bölünmeye göre Musul sancağı; Musul, İmadiye, Dahuk, Akfa, Zakho ve Sincar; Kerkük sancağı; Kerkük, Revandiz, Kuşnuk, Köş, Raniye, Selahiye ve Erbil; Süleymaniye sancağı ise, Merkez, Kalaınbriya, Şehr-i zor, Muhammerah ve Bozyan kazalarını kapsıyordu.(2)
Asırlarca Osmanlı yönetiminde kalan Musul vilayeti, 19. yüzyılın son çeyreğinde Batı emperyalizminin ilgi odağı haline gelmiştir. Bölgenin ekonomik ve stratejik önemi, Almanya ve İngiltere'nin kıyasıya bir mücadeleye girmelerine sebep olmuştur. Arap yarımadası ve Doğu Akdeniz ülkelerini Ortadoğu ve Uzakdoğu'ya bağlayan yolların üzerinde yer alması Mezopotamya'ya Hindistan'a yöneltilecek bir saldırı için ilk adımın atılacağı bir bölge olduğu gibi Basra Körfezi yoluyla da güneye yönelecek bir askeri harekatın başlangıç noktası olma özelliği kazandırmıştır. Böyle bir harekatı yapacak ordunun, stratejik harekat için geniş bir ikmal üssü ve emniyet sahası olan Mezopotamya'yı ele geçirmesi gerekir(3). Mezopotamya tarih boyunca Ortadoğu'yu besleyen tahıl ambarlarından biri olmuştur. Avrupa tekstil sanayiinin ihtiyaç duyduğu pamuk üretimine elverişli mümbit topraklara sahiptir. 19. Yüzyılın sonlarında insanoğlu yeni bir stratejik madde keşfeder. Bu maddenin adı petroldür. Petrolün ilk bulunduğu yerlerden biri de Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Musul yöresidir. Bu yeni buluş, emperyal devletlerin Mezopotamya'ya olan ilgisini daha da artırır.( 4)
Mezopotamya ve Musul, 19. asrın sonlarına doğru büyük güçlerin petrol arama ve imtiyaz kapma yarışına giriştikleri bir bölge olmuştur. 1871'de bölgede araştırma yapan Alman uzmanlar heyetinin Mezopotamya'nın zengin petrol kaynaklarına sahip olduğunu Osmanlı Devleti'ne bildirmesinden sonra II.Abdülhamit bölgedeki sondaj çalışmalarına hız verdirtmiş, 1898'de yayınladığı iki fermanla Musul ve Bağdat vilayetlerindeki petrol sahalarını Hazine-i Hassa'ya bağlamıştır (5).
Bölgede bulunan petrolün varlığı derhal büyük güçlerin dikkatini çekmiştir. Berlin-Bağdat Demiryolu'nun yapımını üstlenen Almanların ağırlıkla temsil edildiği Anadolu Demiryolu Şirketi daha 1888'de aldığı imtiyazla demiryolu hattının geçtiği topraklarda bulunabilecek hammadde kaynaklarını çıkartma ve işletme hakkını Osmanlı Devleti'nden almıştı. Musul'da petrol varlığının anlaşılması ve Almanların elde ettiği imtiyaz, İngilizleri de harekete geçirmiştir. Alman nüfuzunda inşa edilmeye başlanan Bağdat Demiryolu'nun Hindistan'daki İngiliz varlığını tehdit edebileceği korkusu ve Mezopotamya'da zengin petrol yataklarının mevcudiyeti, İngiltere'nin Osmanlı Devleti'ne karşı izlediği politikayı yönlendiren etkenler olmuştur. 1901'de İran'da petrol imtiyazını elde eden William Knox D'arcy İngiltere'nin İstanbul büyükelçisinin teşvik ve desteği ile Babıali ile görüşmelere başlar. 1907'den itibaren Shell ve Royal-Dutch şirketi de katılır. Fakat bu görüşmeler 1908'de Meşrutiyet'in ilanını takiben Mezopotamya'da ki Padişaha ait petrol alanlarının Hazine-i Hassa'dan alınıp Maliye Nezareti'ne bağlanmasıyla bir çıkmaza girecektir.(6) Ancak buna rağmen Shell ve Royal-Dutch şirketi yılmayacak ve bir yan kuruluşu olan Anglo-Saxon Oil Company vasıtasıyla Babıali ile görüşmeleri devam ettirecektir. Bu arada. Amerikalılar da Musul petrollerine ilgi duyacaklar ve Amiral Chester vasıtasıyla demiryolu ve petrol imtiyazı elde etmek için yarışa katılacaklardır. (7)
Amerikalıların imtiyaz yarışına katılmasından sonra petrol pazarlıkları iyice kızışır. 1912'de bir İngiliz bankacısı olan Sir Ernest Cassel tarafından kurulan Turkish Petroleum Company 19 Mart 1914'te Osmanlıların da imzaladığı bir anlaşma ile D'Arcy grubunun %50, Deutsche Bank'ın ve Anglo-Saxon Company'nın %25'er paya sahip oldukları bir ortaklık haline gelir. Bu anlaşmanın daha mürekkebi kurumadan İstanbul'da bulunan Alman ve İngiliz büyükelçileri Babıali'ye başvurarak Turkish Petroleum Company'ye Musul'da petrol imtiyazı verilmesini istediler. İstenilen bu imtiyaz Sadrazam Said Paşa'nın 28 Haziran 1914 tarihli yazılı cevabı ile verildi. Fakat Dünya Savaşı'nın başlaması, Turkish Petroleum Company'nin imtiyazı kullanma işini sürüncemede bıraktı.(8)
Mezopotamya'nın ekonomik ve stratejik değeri, daha Türklerin Odessa'yı bombalamasından (29 Ekim 1914) önce İngiltere'yi harekete geçirmişti. 15 Ekim'de hareketlenen Hindistan İstila Gücü "D" 23 Ekim'de Bahreyn'e ulaşmıştı. Arap şeyhlerini elde eden İngilizler, bu gücü savaş ilanı öncesi Bahreyn'e çıkartmaktan çekinmemişlerdir. 5 Kasım'da Osmanlı Devleti'ne savaş ilan eden İngilizler Basra'yı işgal ederek Mezopotamya'ya doğru yetmiş kilometre yaklaştılar. Bölgede bulunan Türk kuvvetleri, savaşın başında bir varlık gösteremediler, 29 Eylül 1915'te Kut düşmana teslim edildi. Ancak bu yenilgi sonrası takviye edilen Türk kuvvetleri Halil Paşa kumandasında İngilizleri önce Selman-ı Pak'ta yenilgiye uğrattılar ve yıl sonunda da Kut'u geri aldılar. Bu arada Rusya'nın İran üzerinden Mezopotamya'ya yönelik girişimleri de Ali İhsan Paşa'nın gayretleriyle önlendi. Böylece Irak'ta yeniden Türk hakimiyeti sağlandı. Ne var ki, 1916 Haziran'ında başlayan Arap isyanı bölgede güç dengesini İngiltere lehine değiştirdi. İleri harekata başlayan İngilizler 10 Şubat 1917'de Kut'u, 11 Mart'ta Bağdat'ı ele geçirdiler. Artık İngilizlere Musul yolu açılmıştı.
Devam eden savaş İngiltere'nin petrol ihtiyacını hat safhaya çıkarmıştı. Churchill'in deyimiyle "bir damla petrol, bir damla kandan daha değerli" hale gelmişti. 30 Haziran 1915'te Sir Maurice Bunsen başkanlığında kurulan "Asya Türkiye'sini İnceleme Komisyonu"'nun hazırladığı raporda, Musul'daki petrol ve tüm ekonomik imtiyazlara sahip çıkmanın İngiltere açısından vazgeçilmez bir hedef olduğu vurgulanıyordu. Ancak savaş içerisinde 1916'da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması'yla Mezopotamya'nın önemli bölümünü İngiltere alırken Musul ve yöresi Fransızlar'a bırakılmıştır. Müttefikler arası ahengi koruma düşüncesi İngilizleri böyle bir taviz vermeye zorlamıştır.(9)
İngiltere, Musul'u kağıt üzerinde Fransa'ya bırakmasına karşılık bu zengin ve stratejik bölgeden vazgeçmiş değildi. İngiliz ajanlarının Londra'ya gönderdikleri raporlarda, petrol, kömür, tütün ve tahıl zenginlikleriyle Musul'un potansiyel değerine dikkat çekiyordu. Bir taraftan da İngiliz ajanları bölgede halkı İngiliz yönetimine hazırlamak için propaganda faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Mütareke öncesi İngiliz Genelkurmayı Musul'u ele geçirmek amacıyla bölgeye bir askeri güç yollamaya karar vermiş ve 17 Ekim 1918'de General Marshall, Musul'a doğru harekete geçmiştir. Bölgeye İngiliz saldırıları sürerken 23 Ekim'de İngiltere Fransa'ya Sykes-Picot Antlaşması'nın, yöre şartlarının değiştiği için uygulanamayacağını bildirdi. Fransa'nın 1916 antlaşmasının uygulanmasında ısrarlı tutumu; İngiliz hükümetini Musul'un mukadderatı hakkındaki tasavvurlarını zaman içinde Fransızları rahatsız etmeden uygulamaya yöneltmiştir. Dışişleri Bakanlığı, Bağdat'taki İngiliz komiserine Fransız çıkartmasıyla çatışacak bir duruma sebebiyet verilmemesi ve yörenin askeri yönetim altında tutulması talimatını göndermiştir.(10)
Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada İngiliz kuvvetleri Musul'un otuz kilometre güneyinde bulunuyorlardı. Mütarekeye rağmen İngilizler, Musul'un hakimi olmak istiyorlardı. Hatta, müttefikleri olan Fransızları bile bu bölgeye sokmak niyetinde değillerdi. Bir an önce Musul ve yöresini işgal edip barış masasına güçlü bir şekilde oturmak istiyorlardı. (11)
Mütarekenin üzerinden daha 24 saat geçmeden İngiliz öncü kuvvetleri komutanı General A.Cassels, 6. Ordu Kumandanı, Ali İhsan Paşa'ya gönderdiği bir mektupla Musul'u işgal emrini aldığını bildiriyor ve hemen Türk kuvvetlerinin şehrin beş kilometre gerisine çekilmesini istiyordu.(12) Bölgede bulunan İngiliz komutanlarına Mezopotamya'nın Musul'u da ihtiva ettiği ve mütareke hükümlerince işgal edilmesi emri verilmişti. General Cassels'i harekete geçiren Londra'dan gelen işgal talimatıydı. (13)
Ali İhsan Paşa İngilizlerin bu isteğini Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ileterek talimat istedi. İstanbul'dan gelen talimatta "Mutareke metninde Musul'un boşaltılmasını ve teslimini öngören herhangi bir madde olmadığını, düşman işgal isteğinde ısrar edip saldırıda bulunursa, karşılık vermeden kuzeye çekilmesi" bildiriliyordu.(14) 2 Kasım günü General Cassel şehri kuşatarak mütareke hükümlerince Türk garnizonunun teslimini istedi. Ali İhsan Paşa Musul'daki Türk birliklerini "garnizon" oluşturmadıklarını ileri sürüp şehrin teslimi teklifini reddetti. Ali İhsan Paşa'nın direnmekte ısrarlı olduğunu gören İngiliz Kuvvetleri Başkomutanı General Marshall devreye girdi. Taraflar arasında karşılıklı yazışmalar başladı. Marshall durumu İstanbul'daki Amiral Colthorpe'a telgrafla bildirerek meseleyi çözmelerini istedi. Marshall zamanın Türkler lehine işlediğini düşünüyor, devletler arası hukuk kurallarına göre bir süre aşımından sonra İngiliz işgalinin geçersiz sayılmasından korkuyordu. Colthorpe'in diplomatik girişimlerinin sonucunu beklemeyen Marshall sorunu kendisi çözmeye karar verdi. Şehirde bulunan Ermenilerin Türkler tarafından katledildiğini ileri sürdü (15); Ali İhsan Paşa'nın bunu yalanlaması üzerine tehdit yoluna başvurdu. 7 Kasım'da, 15 Kasım günü öğleye kadar şehir boşaltılmadığı takdirde dökülecek kanın sorumlusunun Ali İhsan Paşa olacağını söyledi.(16) Tehdit ve Colthorpe'ın diplomatik girişimi işe yaradı ve Türk birlikleri 8 Kasım günü şehri boşaltmaya başladılar. Aynı gün Musul valiliğine İngiliz bayrağı çekildi. Ali İhsan Paşa 9 Kasım'da İstanbul'a gönderdiği telgrafta General Marshall'in bütün silah ve teçhizatın teslimini istediğini her türlü mali kaynak ve levazımlara el konulduğunu, bunun Musul'un teslimi demek olduğunu İstanbul'a Harbiye Nezareti'ne bildirdi.(17) Nezaret Ali İhsan Paşa'nın bu telgrafını cevapsız bıraktı. İngilizler 11 Kasım'da Musul'da bulunan Türk mülki erkanının görevine son verdiler. Bir taraftan da şehri Türklerden arındırmak için, yoğun bir baskı uygulamaya başladılar:(18)
Bu gelişmeler karşısında Ali İhsan Paşa 26 Kasım'da General Fonshaw'a bir telgraf çekerek artık İngiliz isteklerini yerine getirmeyeceğini bildirdi.(19)
Fakat artık iş işten geçmişti. Zira 15 Kasım gününden itibaren Musul tamimiyle İngiliz işgali altına düşmüştü. Böylece mütareke hükümlerine aykırı olarak Musul şehrini ele geçiren İngilizler, bununla da yetinmeyerek işgallerini Musul vilayetinin tamamını kapsayacak şekilde genişletmeye başladılar; hatta bazı yerler de Diyarbakır vilayeti sınırına tecavüz ettiler.(20)
Musul'dan çekilen 6. 0rdu'nun karargahı Nusaybin'e taşındı. İngilizlerin esas niyetinin Ermenilerin göz koyduğu altı şark vilayetini işgal etmek ve kendi himayelerinde muhtariyet vermek olduğunu tahmin eden Ali İhsan Paşa ordunun menzil ambarlarında bulunan silah ve cephaneyi süratle Anadolu'nun içlerine naklettirmiş ve derhal yöre valileri ile yazışarak Güneydoğu Anadolu'da "Müdafa-i Hukuk" cemiyetleriyle yerel milis teşkilatları kurulmasını sağlamıştır. Ancak İngilizler Paşa'nın bu faaliyetlerinden hiç de hoşnut değillerdir. O'nun merkeze alınması için İstanbul'a baskı yaptılar. Bu baskılar kısa sürede semeresini verdi ve Paşa 6. Ordu Komutanlığı'ndan alındı. İstanbul'a dönmek üzere bindiği tren daha Haydarpaşa'ya girer girmez İngilizlerce tutuklanan Ali İhsan Paşa, Malta adasına sürgün edildi.(21)
Musul'un kaybında, İngilizlerin mütarekeyi çiğnemek pahasına bu zengin ve stratejik bölgeyi ele geçirmek kararlılığını göstermeleri ve Osmanlı Hükümeti'nin gereğinden fazla korkak davranması önemli rol oynamıştır.
Mezopotamya'nın zengin potansiyeli, 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasıyla Musul'un Fransız nüfuzuna bırakılmasına rağmen İngilizler için bir ilgi odağı olma özelliğini muhafaza etmişti. 1917-1918 yıllarında yaşanan petrol krizi, Musul'u İngiltere açısından vazgeçilmez bir bölge haline getirmişti. Mütareke öncesi, Irak'ın önemli bir bölümünü ele geçiren İngilizler en yüksek petrol potansiyeline sahip Musul'un işgalini İngiltere açısından hayati bir mesele olarak görmüş (22) ve bölgeyi ele geçirmek için kararlı bir tutum sergilemiştir. Osmanlı Hükümeti ve Musul'da bulunan Ali İhsan Paşa ise, İngiliz baskısı karşısında çok zayıf bir direniş gösterebilmiştir. İşgali yaşayan General Wilson hatıratında, "Ali İhsan Paşa, Marshall'ın blöfünü görseydi, Marshall ilerleyemezdi.., ayrıca İstanbul ile Londra arasındaki müzakereler zaman alabilir, belki bir süre sonra -ara açıldığı için- İngiltere ilerleme emrini veremezdi, hele Türk erkanı, hatta Türk birlikleri kendilerine jandarma süsü vererek şehirde kalmakta diretselerdi; İngilizler, onları şehirden çıkartamazlardı" (23) diyerek bölgede bulunan İngiliz kuvvetlerinin Musul'u ele geçirebilecek güçten yoksun oldukları gerçeğini vurgulamaktadır. Ahmet İzzet Paşa Kabinesi'nin İngilizler karşısındaki izlediği teslimiyetçi politika da Musul'un işgalini kolaylaştıran önemli bir faktör olmuştur.
İşgal Sonrası Gelişmeler ve Ankara'nın Musul Siyaseti
(1918-1922)
İşgalden sonra İngilizler, Musul'un siyasi geleceği hakkında karar vermekte tereddüte düştüler. Musul konusunda İngiliz bakanlıkları arasında bir fikir birliği yoktu. Bölgede bulunan İngiliz Ajanları Londra'ya gönderdikleri raporlarda iki ayrı öneride bulunuyorlardı. Bazıları Irak'ın geleceği ve İngiliz çıkarları açısından Musul'u Irak'a bırakmayı önerirken, bölgenin etnik yapısını göz önünde bulunduran ajanları ise kurulacak Kürt Konfederasyonunun sınırlarına dahil etmek gerektiğini savunuyorlardı. Bu sırada Türk toprakları üzerinde bir Ermeni Devleti kurulması fikrinin arkasında İngilizlerin olduğu haberleri, bölgede bulunan aşiretleri İngiltere'den soğutmuş ve Türklerle birlikte hareket etme yollarını aramaya sevk etmiştir. Nitekim bu tepkinin sonucu olarak 22 Mayıs 1919'da, Şeyh Mahmut ani bir baskında Süleymaniye'ye girmiş, yönetime el koyduktan sonra bölgedeki İngiliz subaylarının tamamını hapse attırmıştı. Fakat Kerkük'ten harekete geçen İngiliz kuvvetleri 17 Haziran'da Süleymaniye'yi geri alıp Şeyh Mahmut'u esir ettiler.(24) Türkiye ile birleşmek amacıyla başlatılan bu ilk ayaklanma, bölgede bir Kürt Konfederasyonu kurmak fikrini zayıflatırken Musul'un Irak'la birleştirilmesi ihtimalini güçlendirdi. İngilizler bu olay sonrasında sembolik dahi olsa Musul'da Türk nüfuzu bırakmamaya karar verdiler.
Musul'da bunlar yaşanırken Samsun'a ayak basan Mustafa Kemal milli kurtuluş hareketini başlatmıştı. TBMM'nin açılışından sekiz gün sonra 1 Mayıs'ta Mecliste yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şöyle diyordu: "...hudud-ı millimiz İskenderun'dan geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u Kerkük'ü, Süleymaniye'yi içine alır. İşte hudud-ı millimiz budur!" (25) Bu sözlerle açıkça ifade edildiği gibi daha Milli Mücadelenin başlamasında Mustafa Kemal, Musul'un Türk vatanın bir parçası olduğunu ilan ediyordu. Mustafa Kemal, Musul'un misak-ı milli sınırları içerisinde yer aldığını ileri sürerken İstanbul Hükümeti 10 Ağustos 1920'de imzaladığı Sevr Antlaşması ile bir çok Türk toprağı gibi Musul'u da İngilizlere bırakıyordu. Antlaşmanın 69. maddesine göre, "Müttefik Devletler Musul Vilayeti'ndeki Kürtlerin, (bağımsız olduğu takdirde)...kuzeyde kurulacak Kürt Devleti'ne katılmak istemeleri halinde bunu kabul edeceklerdi."(26)
Bu aradaSan Remo Konferansı sırasında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan 24 Nisan 1920 tarihli antlaşmayla, Sykes-Picot Antlaşması'na göre Fransız nüfuz alanı olarak kabul edilen Musul, İngiltere'ye bırakıldı. Musul'un İngilizlere terkine karşılık olmak üzere Musul petrollerinin işletme payının %25'i Fransızlara veriliyordu. Ayrıca İngiltere, Ruhr bölgesi üzerindeki Fransız iddialarını destekleyecekti.(27)
Fransa'nın devreden çıkmasından sonra İngiltere, Mezopotamya'da Irak devletinin kuruluşunu gerçekleştirdi. Sözde yapılan bir halk oylaması sonucu Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal Irak krallığına getirildi. (23 Ağustos 1921) (28)
Güneyde Irak krallığı kurulurken Musul bölgesinde Türk istihbaratçılarının etkin rol oynadıkları görülüyordu. İngiliz boyunduruğundan kurtulup kaderlerini Türkiye ile birleştirmek isteyen aşiretler İngilizlere karşı peş peşe ayaklanıyorlardı. İngiliz hava kuvvetleri isyanları bastırmak için bomba yağdırmasına rağmen olayların arkası kesilmiyordu.(29) 1921 ve 1922 yıllarında taraflar arasında Musul için sürmekte olan mücadele kızıştı. 1 Şubat 1922'de Mustafa Kemal Türkiye lehine gelişen uygun şartları göz önüne alarak, Musul'a bir miktar kuvvet gönderilmesi için Milli Müdafaa Vekaleti'ne emir verdi. Gönderilecek Türk kuvvetlerinin komutası Suriye ve Antep cephesinde önemli görevler almış olan Kaymakam Özdemir Bey'e (Şefik Özdemir) verildi. Özdemir Bey bir binbaşı, altı üsteğmen, dokuz teğmen, altı asteğmen ve bir subay namzedi ile bir hesap memurundan oluşan kadro teşkil etti. Aşiretlerden topladığı milislerle Fransız ordusundan kaçan Tunuslu ve Cezayirli askerlerin oluşturduğu yüz kişilik bir müfreze kuvvetiyle 15 Mayıs'ta Diyarbakır'dan yola çıkan Özdemir Bey, 22 Haziran'da Revandiz'e vardı. Bölgenin en büyük aşiretlerini yanına alan Özdemir Bey, 31 Ağustos'ta İngilizlere karşı saldırıya geçti. Derbent Muharebesi ile İngilizlere karşı kesin bir zafer kazandı. İngilizlerin durumu gittikçe daha vahim bir hal alıyordu. 18 Eylül'de Şaklara ilçesine giren Özdemir Bey, Musul ile irtibatı sağlamıştı.
Musul'daki askeri durum gün geçtikçe İngilizler aleyhine kötüleşiyordu, İngilizler buradaki birlikleri ya takviye etmeleri ya da çekilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Kısa sürede takviye güç göndermeleri mümkün görünmüyordu. Eldeki kuvvetlerle Musul'u Türklere karşı savunmaları da imkansızdı. Bu sebeple ortada geri çekilmekten başka seçenek kalmıyordu. İngilizler belli etmeden kademeli olarak çekilme kararı aldılar. Nitekim bir süre sonra İngilizler Süleymaniye'yi boşalttılar. Süleymaniye Türklerin eline geçti. Aşiretler halkın sevinç gösterileri arasında şehre girdiler. İngiliz Savaş Bakanlığı hükümete sunduğu bir muhtırada ne Irak ordusunun ne de bölgede bulunan İngiliz kuvvetlerinin Türkler tarafından desteklenen aşiretleri durdurabileceğini belirtiyordu.(30)
Son gelişmeleri değerlendiren İngilizler Musul'u kuvvet yoluyla elde tutamayacaklarını anlayınca, Türklerle Kürt aşiretlerin arasını açmak gayesiyle Hindistan'da sürgünde bulunan Şeyh Mahmud'u 12 Eylül 1922'de Bağdat'a çağırarak Süleymaniye'ye gönderdi.(31) Mahmut'un Süleymaniye'ye gelerek liderliğinde bir devlet kurulduğunu ilan etmesi (32) aşiretleri ve Türkleri rahatsız ederken İngilizlere rahat bir nefes aldırdı. Hiç kimse onun kurduğunu söylediği devletin hakimiyetinde kalmak istemiyordu. Bölge halka İngiliz ve Araplardan da nefret ediyorlardı. Artık Musul Türkleri bekliyordu. Mustafa Kemal Anadolu'da. kazandığı başarıları ile kısa sürede Musul halkının gözbebeği ve mahalli bir kahramanı haline gelmişti(33) Bu sırada; Özdemir Bey, Yüzbaşı Fevzi'yi Şeyh Mahmut ile temas kurmak amacıyla Süleymaniye'ye gönderdi. Bu görüşmede Şeyh Mahmut, İngilizlere karşı birlikte saldırıya geçmeyi önerdi. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bölgeye takviye Türk kuvvetleri sevk etmek gerekiyordu. Özdemir Bey bu görüşmeyi Doğu Cephesi Kumandanlığına rapor etti. Kumandanlıkta Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti'ne (Genel Kurmay Başkanlığı) bildirdi. Bunun hemen arkasından.vakit kaybetmek istemeyen Özdemir Bey, İran üzerinden Caf aşiretinin yaşadığı topraklardan geçerek Süleymaniye'ye yürümek için Doğu Cephesi Kumandanlığı'na bir öneride bulundu. Fakat bu öneri, Doğu Cephesi Kumandanlığı'nca uygun bulunmadı. Bölgede bulunan kuvvetlerin Revandiz'de toplanarak Elcezire Cephesinin başlatacağı harekata kadar savunmada kalınması emredildi.(34)
Şeyh Mahmut'a rağmen işin kötüye gittiğini gören İngilizler, aşiretleri menfaat karşılığı yanlarına çekmeyi denemeye karar verdiler. Süleymaniye'ye gönderilen Noel, bazı aşiret reisleriyle Bağdat'a döndü. Ancak gelen aşiretler zaten İngilizlerle işbirliği yapmış olanlardı. Üstelik şimdi bölgeye bağımsızlık verilmesini ve Şeyh Mahmut'un devletin başı olmasını istiyorlardı. Ne var ki, İngiliz Yüksek Komiserliği Mahmut'a ve onu destekleyen aşiretlere de artık güvenmiyordu. Zira Bağdat'a ulaşan bilgilere göre Mahmut Türklerle anlaşma yolları arıyordu. Ona güvenmenin bir hata. olacağını düşünen İngilizler, yine Hindistan'da sürgünde bulunan Seyyid Taha'yı devreye sokmaya karar verdiler. Seyyid Taha aşiretleri yanına çekeceğine inanıyordu. Kendisine hava desteği verildiği takdirde Özdemir Bey'in emrindeki kuvvetleri Revandiz'den püskürtebileceğini ileri sürüyordu.(35)
İngiliz Hükümeti gelişmeleri değerlendirmek ve Musul'daki içine düşülen duruma bir çözüm yolu bulmak amacıyla 8 Aralık'ta "Irak Komitesi" adını taşıyan bir heyeti Londra'da topladı. Bu toplantıda petrol bulunmayan Musul nehrinin kuzeyindeki toprakların Türklere bırakılabileceği görüşü ağırlık kazandı. Komite sorunun çözümünde inisiyatifi Lozan'da bulunan Curzon'a bırakma kararı aldı.(36)
Özdemir Bey'in kazandığı başarılar Ankara'da Musul'un kurtarılabileceği kanaatini uyandırmıştı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 7 Eylül 1922'de Musul'un silahla kurtarılması emrini Milli Savunma Bakanlığı ile Doğu ve Elcezire kumandanlıklarına bildirdi. Bu emre göre, "Elcezire Cephesi bütün kuvveti ile Dicle'nin iki tarafından Musul yönünde taarruz edecektir. Doğu Cephesi ise; Van, Hakkari ve Iğdır sınır kıtalarından teşkil edilen dağ bataryaları ile takviye edilen bir piyade tümeni, bir süvari tugayı, aşiret süvari tümenleri ve yerli halk ile takviye edilerek Özdemir Bey Müfrezesiyle birlikte İmadiye, Süleymaniye hattı üzerinden Musul-Kerkük hattına taarruzla görevlendirilecektir." Genel Kurmay Başkanlığı'nca Elcezire Cephesi kıtalarının 10 Kasım 1922'ye kadar Siirt-Diyarbakır-Mardin-Cizre çevresinde toplanması ve Doğu Cephesinden gönderilecek kuvvetler gelince harekata geçmesi emredildi. 25 Aralık 1922 tarihli bir başka emirle toplanma bölgesi Şırnak, Cizre, Midyat olarak değiştirildi. Bu hazırlıklar yapıldığı sırada Lozan'da devam eden barış görüşmelerinin kesilmesi ihtimali belirdiğinden, Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesinde güçlü bulunulması zarureti doğmuştu. Bu sebeple Elcezire Cephesi emrine gönderilecek uçak bölüğü Genel Kurmay Başkanlığı'nın 23 Aralık tarihli emriyle Batı Cephesi emrine verildi. (37) Genelkurmay Başkanlığı'nın emirlerinden anlaşıldığı gibi Lozan Konferansı başlamadan önce Türkiye, Musul'u savaşarak kurtarmak istiyordu. Fakat, konferansın başlamasıyla bir süre için askeri yöntemlerden vazgeçilip, diplomatik usullerle meselenin çözülmesi, Ankara'da daha uygun görülmüş olmalı ki, tüm hazırlıklar yapılmasına rağmen Musul'a beklenen Türk harekatı yapılmamıştır.
Türk Ordusunun Musul'a girmekten vazgeçmesinden sonra beklediği yardımcı kuvvetlerin gelmemesi; Özdemir Bey'in bölgedeki otoritesini sarsmış; yörenin en büyük aşiretlerinden olan Barzan ve Balik aşiretlerinin İngilizlerle, anlaşmaları da kuvvet dengesinin Türkler aleyhine dönmesine sebep olmuştu.
Cephane sıkıntısına düşen ve kuvvetleri azalan Özdemir Bey, İngilizlerle giriştiği mücadeleyi kaybederek İran'a sığındı. Silahları alınan Özdemir Bey ve müfrezesi, meşakkatli bir yolculuktan sonra 10 Mayıs 1923'te Van'ın Özalp ilçesine gelebildiler.
Lozan'da Musul Sorunu
1922 Eylül'ünde Yunan işgal kuvvetlerini Anadolu'dan tamamen atan Türkiye, 20 Kasım 1922'de Lozan'da nihai barış için düşmanlarıyla masaya oturdu. İngilizler konferans öncesi Musul'un Irak'ın bir parçası olması gerektiği tezini savunmaya başlamışlardı. Konferansta da aynı tezi savunacakları anlaşılıyordu. Musul konusunun konferansın açılışından bir hafta sonra yani 22 Kasım'da ele alınması kararlaştırılmıştı. Ancak İsmet Paşa, 26 Kasım akşamı Lord Curzon'a bu sorunun aleni görüşülmesinden vazgeçilmesini ve özel görüşmelerle halledilmesini önerdi. Bu önerinin kabul edilmesiyle başlayan ikili görüşmelerde taraflar arasında bir. anlaşmaya varılamadı. Türk tarafının Musul'un Türkiye'nin bir parçası olduğu ve Türkiye'ye iade edilmesi şeklindeki isteği, İngilizlerce bölge halkının çoğunluğunun Türk olmadığı ve Faysal ile yapılan anlaşma gereğince buranın Irak'ın toprağı olduğunu ileri sürerek kabul etmedi. Özel görüşmelerden bir sonuç alınamayınca Curzon Musul meselesini genel oturuma getirmeye karar verdi.(38)
Musul sorunu, konferansın 23 Ocak tarihli oturumunda gündeme geldi. İsmet Paşa, etnoğrafik, siyasi, tarihi, coğrafi, ekonomik ve askeri açılardan Musul'un Türkiye'nin bir parçası olduğunu ve İngilizlerin iddialarının ise ne kadar yersiz olduğunu uzun bir açıklama ile ortaya koydu. Paşa önce Musul vilayetinin nüfus çoğunluğunu Türklerle, Kürtlerin oluşturduğunu, ikinci olarak da Kürtlerin Turan kökenli ya da Türklerle aynı soydan geldiklerini Encyclopeadia Britannica'ya dayanarak ileri sürdü. Üçüncü olarak Kürtlerin kaderlerini kardeşleri olan Türklerle birleştirdiklerini vurguladı. Paşa en son olarak da Musul'un geleceğini belirlemek üzere bir plebisit yapılmasını isteyecektir. İsmet Paşa'nın İngilizlere karşı kullandığı en önemli koz bölge halkının Türkiye ile birlikte yaşama arzusudur. Bu nedenle Türk heyeti Musul sorununun lehine çözümü için plebisit yapılmasını ısrarla savunacaktır. İsmet Paşa'ya göre yöre halkı işgalden beri her vesile ile Türkiye'ye katılmak istediklerini göstermişlerdir. Başlarına İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalar bile Musul halkını bu kararından döndürememiştir. Musul vilayetinin doğu kesiminde yaşayanlara dört yıldan beri söz verilen özerkliğe dahi bölge halkı inanmamıştır. Bir plebisit yapıldığı takdirde bırakınız Musul halkını Irak halkı bile Türkiye ile birleşmek isteyeceklerdi.
Kurt bir politikacı olan Lord Curzon, Türk tarafının tezini çürütmek için karşıt iddialar ileri sürdü. Hiç inandırıcılığı olmayan İngiliz tezine göre, Türk tarafının nüfusla ilgili verdiği istatiki bilgiler gerçeği yansıtmıyordu. Bölgede yaşayan Türkler ancak nüfusun 1/12'sini teşkil ediyordu. Çoğunluk olan Kürtler ise Türk değil, İran kökenliydi. Bağımsız Irak Devletinin ekonomik ve siyasi açıdan Musul'a ihtiyacı vardı. İngiltere Faysal ile yaptıkları antlaşmaya sadık kalarak Musul'u Irak'ın ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu. (39)
İki tarafın görüşleri arasında tek ortak nokta, Musul sorununun bir petrol sorunu değil, bir ülke sorunu olduğu görüşü idi. Oysa, Musul'un kaderini tayinde petrol faktörü tarafların görüşlerinin aksine çok büyük rol oynuyordu. Savaştan yeni çıkmış, ekonomik kaynakları sınırlı bir Türkiye için Musul petrolünün önemi pek büyüktü. Ancak, Türkiye devletin güvenliğini ön planda tutarak, Musul sorununu bir ülke sorunu olarak ele alıyordu. Ankara petrolün, sorunun çözümünde oynayacağı rolün farkındaydı. İsmet Paşa ile Curzon arasındaki ikili görüşmelerde İngiltere ile petrolü paylaşabileceklerini söylemesi, yine büyük petrol şirketlerine Musul'da petrol arama ve işletme imtiyazını alabilmenin yolunun Ankara'dan geçtiği mesajının verilmesi, hatta bu konuda bazı girişimlerde bulunulması, Türkiye'nin Musul petrolüne gösterdiği ilginin işaretleridir. Konferans sırasında Musul petrollerinden % 25 pay alan Fransızlar, İngilizleri desteklerken, Amerikan temsilcisi de Musul petrolünün de içinde olduğu bazı ekonomik imtiyazlar beklentisiyle Türk tezini destekliyordu.(40)
Daha barış görüşmeleri başlamadan uluslararası petrol şirketleri arasında Musul petrolü için kıyasıya bir rekabet başlamıştı. İngiliz ve Fransızların Musul petrollerine dair düzenlemelerinden Amerika Birleşik Devletleri hiç de hoşnut olmamıştı. Amerikan hükümeti Londra'ya gönderdiği sert notalarla, Mezopotamya'daki petrole ilişkin düzenlemelerin "açık kapı" ilkesine aykırı, olduğunu ileri sürüyordu. Chester grubu savaş öncesi Osmanlı Devleti ile önsözleşmesi yapılmış imtiyazı yürürlüğe koymak üzere devreye girerken Amerikan firmaları olan Standart Oil ve Anglo-American II.Abdülhamit'in varislerini bularak tasfiye edilen Turkish Petroleum Company'nin hisseleri üzerinde uluslararası sorunlar yaratma yoluna başvuruyorlardı. II.Abdülhamit'in Musul'daki emlakinden, o zamanın rakamlarıyla 20 milyon sterlin civarında bir gelir elde edilebileceği tahmin ediliyordu. Amerikalılar, varislerle anlaşabilirse padişah emlakinin Maliye Hazinesine devrinin yasal olmadığını ileri sürerek hak iddia edebilirlerdi. Taraflar bu konuda davalarının haklılığını ispat yarışına girişeceklerdir.
Bu arada Ankara da boş durmuyordu. Lozan'daki Türk heyetinden Ahmet Rüstem Bey ve iki arkadaşı Musul petrolleri için pazarlık yapmak amacıyla Londra'ya gönderildi. Bazı şirket temsilcileri ve İngiliz parlamenterlerle temas kuran Türk heyeti İngiliz hükümetine ulaşmaya çalışıyordu. Musul üzerindeki Türk hakimiyetini İngilizler tanısın, petrol sizin olsun tarzında bir propaganda yapan Ahmet Rüstem Bey ve arkadaşları İngiliz istihbaratının dikkatini çekmişlerdi. Lord Curzon'un hükümet yetkililerini uyarması üzerine Londra'da Türk heyetine randevu verilmemiştir. Musul petrolü, bir Meksika şirketi olan Agwi Petrol'ün dahi ilgisini çekmişti. İngiliz hükümetine gelen istihbarat, raporlarına göre, Türk Hükümeti Musul'daki petrol kaynaklarının tamamına sahip çıkmak azmindeydi ve II.Abdülhamit'in varisleriyle paylaşmak gibi bir niyeti de yoktu. 25 Şubat 1923'te Sömürgeler Bakanlığı'nda bir araya gelen İngiliz karar vericileri, petrolle ilgili bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu toplantıda petrol sorununa giden yolun bir an önce açılmasına karar verildi. İngilizler, Ankara'nın yaptığı gibi imtiyaz vaat ederek taraflar toplayacaklarını anlayacak ve Musul petrolleriyle ilgilenen şirketlerle temasa geçeceklerdir. Böylece Türkiye'nin elindeki koz alınmış olacaktır.( 41)
Tekrar Lozan Barış görüşmelerine dönecek olursak, İngiliz temsilcisi Curzon, Türk tarafının güçlü argümanlara sahip olduğu Musul sorununu konferans gündeminden çıkartarak, Milletler Cemiyeti'nin hakemliğine havalesini önerecektir. Sorunun İngiltere'nin ağırlığı olan Milletler Cemiyeti'ne havalesi, sorunun İngilizler lehine çözülmesi demekti. Türkiye üyesi olmadığı ve İngiltere'nin nüfuzunda olan Milletler Cemiyeti'nin Musul sorununa karıştırılmasını istemiyordu. Ancak diğer taraftan Musul sorunu yüzünden barış yolunu tıkamayı da düşünmüyordu. İsmet Paşa, 9 Şubat'ta müttefiklere sunduğu mektupta Türk tarafının görüşünü şu sözlerle açıkladı "Salt barışın yapılmasına engel olmamasını sağlamak amacıyla ve Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde bir ortak anlaşmayla çözümlenmek üzere, bu meselenin konferans programından çıkartılmasının yerinde olacağını düşünmekteyiz." (42)
Curzon önerisini yaptıktan sonra Türk tarafının cevabını daha beklemeden Lozan'dan ayrılmıştı. Diğer delegelerin ayrılmalarını müteakip İsmet Paşa da Ankara'ya döndü. Türkiye'nin Musul Politikası TBMM'nde tartışmalara yol açtı. Hükümetin izlediği politikayı eleştiren ve kuvvet kullanarak Musul'u alma fikrini savunan milletvekillerine cevap için söz alan Mustafa Kemal şöyle diyordu: "...Bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımızda yalnız İngiliz değil; Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız... Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek, bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alırız. Musul'u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Yani bunu ayrıca konu etmek isterseniz. mahzurları kendi kendine ortaya çıkar.( 43)
Mustafa Kemal'in bu değerlendirmesinin, o günkü. siyasi konjüktür göz önüne alındığında gerçekçiliğin bir örneği olduğu görülür. 1922 Eylül'ünde yaşanan Çanakkale bunalımında Mustafa Kemal'i frenleyen sebepler ortadan kalkmış değildi. Türkiye İngiltere'nin hayati çıkarlarının bulunduğu Musul bölgesi için savaşın henüz bittiği bir sırada yeni bir savaşa girerek bütün elde ettiklerini bir anda tehlikeye atamazdı. Yalnız İngiltere değil, diğer bazı ülkeler de kendi çıkarları için Türkiye'ye karşı harekete geçebilirlerdi. Ankara için barış anlaşmasının imzalanması öncelik taşıyan bir konu idi.
Bu değerlendirmelerden sonra Türkiye Musul sorununun konferans programından çıkartılmasını ve iki ülke arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşma ile çözümlenmesini istedi. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi'ne götürülecekti. Lozan Konferansı'nın ikinci bölümünde Musul sorunu gündeme gelmedi. Türk tarafının bir yıllık önerdiği süre dokuz aya indirilerek üzerinde mutabakata varıldığı şekliyle Lozan Barış Antlaşması'nın 3. maddesinin 2. fıkrasında yer aldı.(44)
Lozan Konferansı'nda alınan karar gereğince ikili görüşmelere başlanması gerekiyordu. İngiltere tabiri caizse ayak sürüyordu. Bunun sebebi ise, Irak'ta düzeni kurduktan sonra yönetimi İngiliz yanlısı çevrelere bırakıp, kendisine en uygun ortam oluştuğunda çözüme gitmek istemesiydi. Bu yüzden görüşmelere hemen başlanamadı. İngiltere, Milletler Cemiyeti vasıtasıyla çözüme ulaşacağından emindi. Türkiye ile İngiltere arasında Lozan Antlaşması ile öngörülen ikili görüşmeler 19 Mayıs 1924 günü İstanbul'da başladı. "Haliç Konferansı" adı verilen bu toplantılara Türkiye adına Meclis Başkanı Ali Fethi Bey başkanlığında bir heyet katıldı. İngiliz heyetinin başkanlığını ise Sir Percy Cox yapıyordu. İlk toplantıda, Türk heyeti sınırın Musul'u Türkiye'ye bırakacak şekilde çizilmesi gerektiği tezini savunarak, bunun ırki, coğrafi ve tarihi delilleri üzerinde durmuştur. İngilizler ise Musul'un Irak'la birleşmesinde ısrar etmiştir. 21 Mayıs'taki oturumunda ise Cox Musul'un yanında Fırat'ın iki yakasındaki toprakları da istedi. 24 Mayıs'ta yapılan oturumda İngilizler Musul'la birlikte Hakkari'nin Beytüşşebap, Çölemerik ve Revandiz kasabalarını da talep ettiler. Taraflar görüşlerinde ısrar edince Haliç Konferansı 5 Haziran'da tatil edildi.(45)
Görüşmelerin kesilmesinden sonra Türkiye, Nesturilerin isyanıyla karşılaştı. Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler tarafından kullanılan bu Hıristiyan azınlık mütareke sonrası kaçtıkları İran'dan alınarak Irak'a yerleştirilmişlerdi. İngilizler Nesturileri İmadiye'ye yerleştirerek Türkiye'ye karşı bir tampon bölge oluşturmak istiyorlardı. 7 Ağustos 1924'te ayaklanan Nesturiler, Hakkari valisi ile jandarma kumandanını esir aldılar. İsyanda İngilizlerin parmağı olduğu ispatlandı. İsyan kısa sürede bastırıldı. Bu olayın ilgi çekici yönü isyanı bastırmakla görevlendirilen Cafer Tayyar Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle Musul vilayet sınırlan içerisine uzanan bir askeri harekata girişmeyi göze aldığını ifade etmesidir. Ancak Rauf Orbay'ın anlattığı bu anekdotu doğrulayan bir belge bulunmamaktadır.(46)
6 Ağustos 1924'te İngilizler Milletler Cemiyeti Konseyi'ne başvurarak Musul meselesini gündeme almasını istediler. Türkiye de bunu ilke olarak kabul etmiştir. Milletler Cemiyeti Meclisi'nde 20 Eylül 1924'te Musul meselesi görüşülmeye başlandı. Türk temsilcisi Fethi Bey Musul'da plebisit yapılmasına taraflar olduklarını açıkladı. İngiliz temsilcisi Lord Parmoor ise, sorunun Musul'un geleceği sorunu değil, Türk-Irak sınırının tespiti olduğunu ileri sürdü. İngiliz temsilcisi sınıf sorununun plebisit ile çözümlenemeyeceğini iddia ederek plebisite başvurulması önerisini reddetti. Sorunun çözümü için tarafsızlardan oluşan bir komisyon kurulmasını ve sorunu görüşüp bir karara bağlanmasını önerdi. Milletler Cemiyeti Meclisi, 30 Eylül'de Musul sorununu incelemek üzere bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırdı. Üç kişiden oluşacak komisyon üyeleri tarafından devletlerin uyrukları arasından Milletler Cemiyeti Meclisi'nce seçilecekti. Taraflar komisyona yardımcı niteliğinde müşavirler atayabilecekti.(47)
Bu sırada Musul bölgesinde Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında sınır çatışmalarının artması ve gerginliğe yol açması üzerine Türkiye'nin başvurması sonucu Milletler Cemiyeti Meclisi 29 Ekim 1924'te gerginliği azaltmak gayesiyle "Brüksel Hattı" olarak anılan çizgiyi geçici sınır çizgisi olarak tespit etti. Bu hat yaklaşık olarak Musul'u Hakkari'den ayıran eski vilayet sınırı idi.
Bundan sonra komisyon üyeleri belirlendi. Üçlü komisyon, eski Macar Başbakanı Kont Telek, İsveçli A. Wirsen ve Belçikalı A. Paulis'den oluştu. Komisyon 13 Kasım'da göreve başladı. İngilizler komisyonun kendi lehlerine karar vereceğinden son derece emindiler. Türklerin verilecek karara itiraz edeceğini de sanmıyorlardı. Milletler Cemiyeti'ne katılmak isteyen Türkiye'nin yalnızlığa mahkum olmamak için karara itiraz edemeyeceğini tahmin ediyorlardı.
Komisyon, Musul bölgesinde yaptığı incelemeleri değerlendirerek hazırladığı raporu 18 Temmuz 1925 günü tamamladı. Rapora göre, Brüksel hattı coğrafi sınır olarak benimseniyordu. Komisyon, ekonomik açıdan bölgenin Irak'a bağlanması sonucuna varmıştı. Komisyon, Irak'taki üç yıl sonra sona erecek manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması ve Kürtlere idari ve kültürel haklar verilmesi kaydıyla, Musul vilayetinin Irak'a bırakılmasının en iyi çözüm olacağını belirtiyordu. Bu iki hususa uyulmadığı takdirde Musul vilayetinin Türkiye'ye bırakılması daha uygun olacaktı. Ayrıca komisyon Musul'un İngiltere ile Türkiye arasında paylaşılabileceği önerisini de getiriyordu. İngiltere'nin Hakkari vilayeti üzerindeki iddiasını ise reddediyordu.(48)
3 Eylül'de Milletler Cemiyeti Meclisi komisyon raporunu görüşmeye başladı. İngiltere komisyonun Irak'a bırakılması için öne sürdüğü manda süresinin uzatılması ve Kürtlere özerklik verilmesi şartlarını kabul ettiğini bildirdi. Türkiye ise karan tanımadığını ve Musul üzerindeki hakimiyet haklarından vazgeçmediğini bildirdi. Türk temsilcisi Tevfik Rüştü Bey, Lozan Antlaşmasının Milletler Cemiyeti Meclisine bağlayıcı karar alma yetkisi vermediğini ve tarafları olumlu oylarının da bir karar için şart olduğunu söyledi. Meclis, 19 Eylül'de Milletlerarası Daimi Adalet Divanı'ndan istişari mütalaa sormak kararını aldı. Türkiye bu kararı da tanımadı. Divanın konuyu görüştüğü toplantıya katılmadı. Adalet Divanı verdiği mütalaada Milletler Cemiyeti Meclisi'nin kararının her iki taraf için de bağlayıcı olduğunu bildirdi. Meclis bu mütalaayı aldıktan sonra 16 Aralık 1925 günü evvelce geçici olarak belirlenen Brüksel hattının güneyinde kalan arazinin Irak'a bağlanması kararını aldı. Türkiye bu kararı da tanımadığını Musul üzerindeki egemenlik hakkını olduğu gibi muhafaza ettiğini Milletler Cemiyeti Meclisi'ne duyurdu. (49)
Türkiye'nin Cenevre'de gerçekleştirilen oldu bittiye karşı takındığı sert tavır fazla sürmedi. Zira Türkiye'yi uzlaşmaya iten sebepler çoğalmıştı. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkiye'nin uluslararası yalnızlığa itilmesi,
2. İtalya'nın yayılma politikası,
3. İnkılapların tamamlanabilmesi için istikrara ihtiyaç duyulması,
4. Şeyh Said isyanı.
Türkiye'nin uluslararası yalnızlığı Milletler Cemiyeti'nde Musul sorunu görüşülürken iyice ortaya çıkmıştı. Türkiye'yi destekleyen Milletler Cemiyeti Üyesi- tek bir ülke dahi -yoktu. Bu durumda Türkiye elde ettiği bütün sonuçları tehlikeye atacak bir maceraya atılamazdı. Böyle bir teşebbüse girişmek İngiltere'nin yanı sıra bazı devletlerin de Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek fırsatı verebilirdi. Bu sırada İtalya'nın Sicilya'ya askeri yığınak yaptığı haberleri alınmıştı. Bu haberler Ankara'da bu askerlerin Anadolu'ya yapılması düşünülen bir saldırıda kullanılacağı şeklinde değerlendirilmiş ve bir İtalyan saldırısından endişe duyulmaya başlanmıştı. Atina'dan Londra'ya gönderilen 23 Mart 1926 tarihli bir İngiliz raporu Türkiye'nin endişelerini doğrulamaktadır. Bu rapora göre İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan uygun bir zamanda Türkiye'ye karşı birlikte harekete geçmeyi tasarlıyorlardı. Buna göre Yunanistan, Doğu Trakya'yı alacak; İtalya Anadolu'da hareket serbestisi elde edecek; Yugoslavya ise Arnavutluğu ilhak hakkına sahip olacaktı.(50) Bilhassa İtalya faktörünün Türkiye'yi Musul sorununda uzlaşmaya yönelttiği söylenebilir. Türkiye 17 Aralık 1926'da imza ettiği Türk-Sovyet paktına rağmen Sovyetler Birliği Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için yalnızlıktan kurtulamamıştır.
Musul sorunu Türk Dış Politikasının gündemini işgal ederken Türkiye içeride köklü bir değişim geçirmektedir. 3 Mart 1924'te Osmanlı devlet sisteminin son kurumu olan halifelik kaldırıldı. Bunu adım adım gerçekleştirilen diğer inkılaplar izledi. Bu inkılaplara içten ve dış dünyadan tepkiler geliyordu. Türkiye hedeflediği noktaya gelebilmek için istikrara ihtiyaç duyuyordu. 1925 yılı Şubat'ında başlayan Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye'nin istikrar ihtiyacını ve dolayısıyla İngiltere ile anlaşma zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ayaklanma Türk-Kürt kardeşliğini ve Musul'daki aşiretlerin Türkiye'yi tercih ettikleri tezini zayıflatmış ve uzlaşmaya yönelmesinde rol oynamıştır.(51)
Bu sebeplerle Türk Hükümeti Milletler Cemiyeti Meclisi'nin vermiş olduğu kararı esas olarak kabul ederek İngiltere ve Irak'la görüşmelere girişmiştir. Bu görüşmeler sonunda 5 Haziran 1926'da imzalanan anlaşma ile Musul sorunu çözümlenmiştir.
Bu anlaşmaya göre, Türkiye ile Irak arasındaki sınır esas itibariyle Brüksel hattı olacaktı. Fakat Türkiye lehine bazı küçük değişiklikler yapılacaktı. Antlaşmanın 14. maddesine göre Irak Hükümeti Musul petrollerinden elde edeceği kârın % 10'unu yirmi beş yıl süre ile Türkiye'ye verecekti. Aynı gün 14.maddeye eklenen bir hükme göre, Türkiye % 10 hissesini sermayeye çevirmek istediği takdirde Irak Hükümeti, 30 gün içinde Türkiye'ye 500.000 İngiliz lirası ödeyecekti.(52)
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Musul'un kaderinde, stratejik önemi yanında bölgede bulunan bol miktardaki petrol rezervleri etkili olmuştur. 20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerikan emperyalizminin ilgi odağı haline gelen Mezopotamya bölgesi için sermaye çevreleri ve bunların yönlendirdiği devletler arasında kıyasıya süren bir mücadele başlamıştır. Bu mücadelede, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sonrasında İngiltere ile Almanya karşı karşıya gelirken, savaş sırasında Fransa ve ABD de bu mücadeleye dolaylı olarak katılmışlardır. Uluslararası bir sorun haline gelen Musul'a sahip olma mücadelesinde, İngiltere bölgede elde ettiği askeri avantajlarını kullanarak diğer devletlere karşı üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca İngiltere sorunu kendi lehine çözümlemeye çalışırken bölgenin petrolü ile ilgilenen. büyük sermaye çevrelerine petrolden pay vermek suretiyle karşısına çıkan bir çok engeli de aşmasını bilmiştir.
Anadolu'da emperyalizme karşı verilen milli bağımsızlık mücadelesinin bir benzeri de Musul bölgesinde yaşayan ve kendilerini Türk vatandaşı olarak gören yöre halkı tarafından İngilizlere karşı verilmiştir. Musul'da başlayan bağımsızlık mücadelesi içinde bulunan tüm olumsuz şartlara rağmen Ankara Hükümeti tarafından desteklenmiştir. Anadolu topraklarının düşman işgalinden kurtarılmasını müteakiben Türkiye Musul'u kurtarmak amacıyla bir askeri harekatın hazırlıklarına girişmiştir. Ancak, Lozan'da görüşmelerin kesilme tehlikesinin belirmesi ve savaşın yeniden başlama ihtimalinin ortaya çıkması üzerine planlanan askeri harekat yapılamamıştır.
Musul sorunu Lozan'da gündeme geldiğinde Türkiye sorunun İngiltere ile Türkiye arasında ikili görüşmelerle çözümlenmesi fikrini ortaya atarak karşısındaki rakip sayısını azaltmayı düşünmüştür. Bundan sonra iki devlet arasında 5 Haziran 1926 tarihine kadar devam edecek bir diplomasi savaşı başlamıştır. Lozan'da çözümlenemeyen Musul sorununun ikili görüşmelerde tarafların görüşlerinde ısrarı üzerine Milletler Cemiyeti'ne götürülmesi İngiltere'nin kozlarını kuvvetlendirmiştir. Nitekim Cemiyetin oluşturduğu İnceleme komisyonunun raporu Musul'u hukuken İngilizlere bırakmıştır. Bu rapor çerçevesinde Milletler Cemiyeti de Musul'u İngiltere'nin 25 yıl süreli mandaterliği kabulü şartıyla Irak'a bırakmıştır. Bu karara rağmen bölge üzerindeki iddiasını sürdüren Türkiye Şeyh Sait ayaklanması ile Musul üzerindeki hak iddiasını dayandırdığı tezin zayıfladığını anlayınca İngilizlerle anlaşma yolunu tercih etmiştir.
1932'de İngiltere'nin mandaterliğinin sona ermesi ve Irak'ın bağımsız bir devlet olması üzerine Türkiye, Musul petrolleri üzerindeki haklarını korumak için Irak ile bir protokol imzalar. Varılan anlaşmaya göre Irak devleti, Musul petrol gelirlerinin % 10'unu Türkiye'ye ödemeye devam edecektir. İngiltere resmen Irak'tan çekilmiştir, ama fiilen ülke petrolünün önemi dolayısıyla ülkedeki faaliyetleri ve etkinliği her geçen gün daha da artmıştır. Irak'ta 1937 ile 1941 yılları arasında peş peşe tam yedi darbe olayı yaşanır. Kralları, Başbakanları, Genelkurmay Başkanlarını ve üst düzey yöneticileri hedef alan suikastlar gerçekleştirilir. Bu istikrarsız dönemde Türkiye, Musul petrollerinden hissesine düşen % 10 payı doğru dürüst alamaz. 1952 yılında taraflar arasında Irak'ta yapılan görüşmelerde Türkiye, petrolden alacağı pay karşılığı olarak 100 milyon İngiliz lirası alacağı olduğunu ileri sürmüştür. Bu alacağın tahsili hususunda bugüne kadar özel bir çalışma yapılmamakla birlikte eldeki bilgilere göre Türkiye, alacağını, tahsil edememiştir. 1958'de yapılan darbe sonucunda Kral Faysal, ailesi ve üst düzey yöneticilerin yataklarında parçalanması ve yönetimin el değiştirmesinden sonra Türkiye'nin petrol alacağı bir daha gündeme getirilmemiştir.
1958 darbesinden sonra işbaşına gelen askerî yönetimler, Irak nüfusu içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olan Türk nüfusunu Türkiye'nin Irak üzerinde etkinliğini artıracak tehlikeli bir unsur olarak gördükleri için petrol bölgelerinin üzerinde oturan Türklere karşı yoğun, sistemli ve acımasız bir asimilasyon ve sindirme politikası yürüttüler. 1958'den günümüze kadar uzanan zaman diliminde binlerce Türk aydını idam edildi veya Irak zindanlarını boyladılar. 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra Birleşmiş Milletler kararıyla 32 ile 34'üncü paraleller arasında kalan Irak toprakları korumaya alınırken temel matematik kuralları hiçe sayılarak 34'üncü paralel bir doğru olmaktan çıkarıldı ve zikzaklar çizen bir eğriye dönüştürüldü. Böylece sayıları 3 milyona ulaştığı söylenen Irak Türklerinin % 90'ı koruma sahasının dışına atılmış oldu. Bu garip uygulamanın tek nedeni, Türkiye'yi petrol bölgesinden uzak tutmak idi. Kuzey Irak olarak adlandırılan bölgenin Irak hükümetinin denetiminin dışına çıkarılması, Türkiye açısından çok büyük sorunları da beraberinde getirdi. Bölgedeki otorite boşluğundan yararlanan bölücü PKK militanları Kuzey Irak'ı üst olarak kullanmaya başlayınca Türk topraklarında yaşanan terörist eylemlerde de hızlı bir artış gözlendi. 1999 yılına kadar geçen sürede 30 bin Türk insanı bölücü terörün kurbanı oldu. Türkiye'nin 1991 Körfez Krizinden dolayı uğradığı ekonomik kaybı konusunda 30 ile 85 milyar dolar arasında rakamlar telaffuz edilmektedir. Bunların yanında Saddam yönetimine karşı korumak gerekçesiyle Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt kabilelerinin başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı devletler destekleriyle siyasî, ekonomik ve askerî bakımdan örgütlenmesi, bölgede "fiili" bir Kürt devletinin kurulduğu kanısını doğurdu.
--------------------------------------------------
 

tdalkaya

New member
Yaşadığımız son günlerde yine Irak'a karşı başlatılması düşünülen savaş tüm dünyanın gündemini işgal ediyor. Bölgedeki gelişmelerden en fazla etkilenen devlet olması nedeniyle Türkiye muhtemel savaşın sıkıntılarını diğer devletlerden daha çok yaşıyor. ABD'nin çıkacak savaşta Türkiye üzerinden bir cephe açmak istemesi, Türk kamuoyunu çok ciddi bir savaş tehlikesi ile karşı karşıya getirmiş durumdadır. Türkiye'de toplumun her kesimi savaşı ve Türk devletinin muhtemel harekat tarzlarını tartışıyor. Savaş karşıtı çevreler, bu savaşı "kirli petrol savaşı" olarak niteliyor ve Türkiye'nin mutlaka bu savaşın dışında kalmasını savunuyorlar. Diğer taraftan bazı çevreler de bölgedeki gelişmelerin dışında kalındığı takdirde Türkiye'nin daha büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacağını ileri sürüyor ve Saddam sonrası Irak'ta yapılacak düzenlemelerde söz sahibi olmasını istiyorlar. Kamuoyunda bu tartışmalar sürerken Türk Hükümeti'nin vereceği kararlar merakla bekleniyor.
Ortadoğu bölgesinde yaşanan her problemin Türkiye'nin merkezinde olduğu bir tarihî arka planı var. Irak'taki gelişmeler, tarihi bağların bugüne taşıdığı kaygılar yüzünden Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. Kuzey Irak'ta yeni siyasî oluşumlar ve her türlü bölünmenin doğuracağı tehlikeler Türkiye'nin kaygılarını artırıyor. Ülkemiz bu kaygıları duymakta haksız da değil. ABD'nin Irak'a müdahale gerekçesinin, ileri sürüldüğü gibi Saddam'ın elinde bulunduğu söylenen kitle imha silahlarının imha edilmesi değil, dünyanın en zengin ve kaliteli petrolüne sahip Irak topraklarının kontrolünü ele geçirmek olduğu biliniyor. Amerikan yönetiminin 110 ile 122 milyar varil olduğu tahmin edilen zengin Irak petrol rezervlerine sahip olma hususunda çok kararlı olduğu da gözleniyor. Kendini dünyanın tek süper gücü olarak gören ABD'nin Türkiye'nin desteği olmaksızın da planlarını uygulamaya koyacağı ihtimali yüksek görünüyor. Olaylar bu şekilde geliştiği takdirde Türkiye, çok önemli müttefiki Amerika'yı karşına alacağı gibi öteden beri Irak'ın bölünmesinin yaratacağı tehlikelerle de yüz yüze gelecektir. Kuzey Irak'ta bağımsız Kürt devletinin kurulması, Türkiye için hiç arzu edilmeyecek bir gelişme olacaktır. Bu tehlikeyi önlemenin yolu, Saddam sonrası Irak'ın kaderi belirlenirken Türkiye'nin söz sahibi olmasıdır. Masaya oturtulduğunda Türkiye, Irak petrollerinden alamadığı yasal hakkı olan petrol payını ve nüfusları 3 milyonu bulan Irak Türklerinin siyasal, sosyal ve kültürel haklarını birer argüman olarak kullanabilir. Irak Türklerinin güçlü bir grup olarak bir takım haklara sahip olması, bölgeden Türkiye'ye yönelecek her türlü tehlikeyi önlemede önemli bir koz olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi "savaş zarurî olmadıkça bir cinayettir." Ancak görünen o ki, Irak'ta çıkacak bir savaş, Türkiye'nin hayatî çıkarlarını tehdit etmektedir. Gönül ister ki, Irak sorunu barışçı yollardan çözümlensin. Böyle bir gelişme, insanlık adına kazanılmış önemli ve güzel bir sonuç olur. Ancak bu dilek gerçekleşmez ve savaş yoluyla sorun çözülmek yoluna gidilirse, savaş sonrası Irak'ın gelecekteki yapısını tayin etmek için masaya oturan devletler arasında mutlaka Türkiye de olmalıdır.

http://www.badongo.com/file/2220988
 

HTML

Üst