Mustafa Kemal'e İftiralar ve Yanıtları

Grave_Worm

Banned
Katılım
3 May 2006
Mesajlar
481
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
42
Konum
Tanrı Dağı
DÜZENLEME = LÜTFEN SONUNA KADAR OKUYUNUZ. TEPKİSİZ KALMAYINIZ

Bu konuyu açıp açmamakta tereddüt ettim. Ancak bazı arkadaşlarımın bile çekinmeden Atatürk'e yapılan iftiralara inandığını görünce açmaya karar verdim ancak bu seferde Mustafa Kemal bölümüne mi yoksa Her Telden'e mi açsam diye düşündüm. Mod arkadaşlarımın affına sığınarak daha fazla görünmesi için buraya açmayı uygun gördüm kendileri isterlerse değiştirebilirler...

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, kurtarıcısı Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bazı kişi, kuruluş ve grupların emellerine engel olduğu için bu zümreler tarafından iftiralara maruz kalmıştır. Elbetteki çoğu sivrisinek ısırığı gibi olsa da Atatürk'ün dini, annesi Zübeyde Hanım'ın namusu, Atatürk'ün soyu gibi bazı önemli konularda bu kişilerin emellerine ulaştığını görüyoruz. Elbetteki bazı aklı-evvellerin atmış olduğu bu iftiralar çamur at izi kalsın mantığındadır. O yüzden kendi imkanlarımla hali hazır da bulunan iftiralara yanıtları ve El Birliği Derneği olarak bizim çıkarmış olduğumuz kitabı sentezleyerek o kişilere inanan insanlarımıza gerçekleri göstermek amacındayız. Saygılarımla

ATATÜRK'E KİMLER NİÇİN SALDIRIYOR?

ATATÜRK'E KİMLER NİÇİN SALDIRIYOR?' Alıntı:
Türkiye’yi çağın gerisine düşürmek ya da bölmek isteyenler önlerinde en büyük engel olarak Atatürk’ün manevi kişiliğini görürler. Gönüllerde Atatürk etkeni oldukça hiçbir güç kötü amaçlarına ulaşamaz. Atatürk’e saldırılmasının başlıca nedeni budur. Atatürk'e yapılan saldırıların yalnızca Atatürk'le ilgili olmadığını, olayın, büyük önderin yüce anısında Türk ulusuna, Türk yurduna, Türk devletine saldırı olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle, Atatürk'e saldırılar sıradan bir karalama kampanyası değildir. Bütünlüğümüzle, yönetim biçimimizle, ulusal kimliğimizle, ulusal güvenliğimizle ve geleceğimizle doğrudan ilgili olduğundan ülkemiz için yaşamsal önem taşımaktadır. Dolayısıyla bütün kurumlar ile kişilerin ilgilenmesi gereken bir konudur.

Bunların saldırma dayanakları yalan, iftira, uydurmadır. Bunun için hayal güçlerini sonuna dek kullandıkları görülüyor. Saldırmada amaçları Atatürk'ü ve Atatürk etkenini yok etmek olunca, Atatürk'ü bütün yönleriyle karalama, O’na çamur atma çabasında oluyorlar. Doğumundan mezarına varana dek bütün yaptıklarına ve her durumuna yönelik iftira üretilmiştir.

Ürettikleri iftiralarla genç beyinleri kirletiyorlar, etki alanlarına aldıkları kişilerde Atatürk’e ilişkin kuşkular doğuruyorlar. Toplumumuzda inceleme, araştırma alışkanlığı olmadığından ve bilgisiz düşünceye, kanıtsız kanıya sahip olma kolaycılığı yaygın olduğundan, bu kuşku zamanla düşmanlığa dönüşüyor.

İşte bu durumda amaçlarına ulaşmış oluyorlar.

Kişileri demokrasi karşıtı, laiklik düşmanı yapabilmek için önce, İslamiyet’i saptırarak, yozdinsel söylemlerle, demokrasi ile laikliğin Tanrı’ya karşı gelmek olduğunu, Müslüman’ın laik olamayacağı yalanını aşılıyorlar. Sonra, Türkiye’deki Müslümanları dinsiz laik düzene sokanın Atatürk olduğunu, Atatürk’ünse hain, namussuz ve İslamiyet düşmanı bir dinsiz olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bu iki aşılamanın tuttuğu kişi, Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik düşmanı olup çıkıyor. Hem de kemikleşmiş biçimde. Gerçekleri göremeyecek kadar körleşiyor. Birey olarak yaşamını, bağımsızlığını, Atatürk’e borçlu olduğunu; Atatürk sayesinde bir yurda, devlete kavuştuğunu artık göremiyor, düşünemiyor. Doğruyu görebilse Atatürk büstüne, heykeline saldırabilir mi? Heykellerine put gözüyle bakabilir mi? Ders betiklerindeki (kitaplarındaki) resimlerinin gözlerini oyabilir ya da bıyık-sakal çizebilir mi?

İş bu kadarla da kalmayıp kimlik tercihi değişikliği de başlıyor. Çünkü Atatürk’ü karalarken, tarihimizin Atatürk’ün yaptığı dönemi de karalıyorlar. Cumhuriyet tarihini, uydurma ve yalanlarla alt üst edip alternatif tarih dedikleri bir tarih oluşturarak beyinleri bu yalanlarla dolduruyorlar. Bunun sonucunda kişiler, Türk kimliğinden uzaklaştırılıyor.

Amacımız; iftiranın, yalanın, uydurmanın doğrusunu, gerçeğini kanıtlarıyla vermektir. En azından sıradan yurttaşların gerçeği, doğruyu öğrenmesini sağlamak, kandırılmasını önlemektir.



Yrd. Doç. Dr. İsmet GÖRGÜLÜ Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi / Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi Uzmanı

BU İFTİRALARIN KAYNAĞI RIZA NUR KİMDİR

BU İFTİRALARIN KAYNAĞI RIZA NUR KİMDİR?' Alıntı:
BU İFTİRALARIN KAYNAĞI VE RIZA NUR (1)

Bu şerefsizliği ilk yapan Rıza Nur'dur. "Hayatım ve Hatıralarım" adlı 2005 sayfalık baştan sona iftira ve uydurma ile dolu kitabında, "İhtiyar Teselyaların rivayeti şudur." diye başlar ve Mustafa Kemal'in annesinin genelevde çalıştığına ilişkin iğrenç iftirayı atar. Rıza Nur tipindekiler de, yani yeni Rıza Nurlar, bu iftiraya sarılırlar.

Bu iftiranın ortaya çıkış nedenini anlayabilmek için Rıza Nur'u biraz tanıtmamız gerekecek. Ayrıca uydurma ve iftiraların %90'nın kaynağı da bu kişidir, belirttiğimiz kitabıdır. Saldırganların pek çok kaynak dediği de bu kitaptır.

Rıza Nur, tıp doktorudur. Birinci ve İkinci Meclis'lerde iki dönem milletvekilliği yapmış, iki kez hükümette görev almış, Lozan Konferansı'na İsmet İnönü'nün maiyetinde katılmış bir kişidir. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra 14 ciltlik Türk Tarihi adlı bir eser yazarak burada Kurtuluş Savaşı'nı överek anlatır.

Eylül 1926'da Türkiye'den ayrılarak ve Fransa'ya yerleşir. Buna karşın milletvekilliği maaşının ödenmesi sürdürülür. Gidişi de kendisinden, hastalığından kaynaklanır. 1927 yılında Atatürk, Nutuk'u okur ve yayımlar. Nutuk'ta bu kişinin Balkan Savaşı sırasında yurda ihanet etmiş olduğu, herkes yurdu kurtarma çabası içindeyken bunun Arnavutları isyan ettirme çalışmalarında bulunduğu açıklanır.

Rıza Nur 1928 yılında, Nutku okur ve "Hayatım ve Hatıralarım" isimli anılarını yazmaya başlar. Yazarken kullandığı kaynak Nutuk'tur. Nutuk'u ters yüz ederek ve hiçbir belge kullanmadan yazar. Yazdıkça da kalemi iyice kayganlaşır, hayallerini, kafasından geçenleri, fütursuzca kağıda döker. Böylece hainliğinin ortaya dökülmesinin karşılığını verir.

Anılarını, 1935 yılında, Biritsh Museum'a "1960 yılına kadar okuyuculara sunulmamak" koşuluyla gönderir. Yani olay tanıklarının ölmesini bekler. Anılar, 1967/1968 yılında 4 cilt olarak Türkiye'de yayımlanır. (Bu iftiraların yayımlanmasına göz yumanlar da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir hainliktir.) İşte bundan sonra Atatürk düşmanları, Türk ve Türkiye düşmanları, kendilerince bir kaynağa kavuşurlar. Atatürk dönemi tarihini belgelere, gerçeklere dayalı değil, Rıza Nur'a dayalı işlemeye başlarlar.

Rıza Nur’un anılara göre Atatürk, her türlü kötü özelliğe sahip bir kimsedir. Kurtuluş Savaşı Rıza Nur sayesinde zafere ulaşmıştır. Lozan'ı yapan, saltanat'ı kaldıran, Cumhuriyet'i kuran, halifeliği kaldıran devrimlerin düşünce babası sözde hep Rıza Nur'dur.

Peki bu Rıza Nur nasıl bir kişidir? Anılarında kendini tanıtıcı çok bilgi verir ve kendi kendine hekim olarak koyduğu tanı "Kuşkusuz ki ben nevrastenik idim". Evet hasta bir kişidir.

Turgut Özakman, bu kişinin kişilik yapısını "Dr. Rıza Nur Dosyası (Bilgi Yayınevi)" adlı yapıtında ayrıntılarıyla ortaya koyar. Ve bir doktordan, yazdıklarının incelenmesiyle bir tanıya ulaşmasını ister. Ruh ve Sinir hastalıkları uzmanı Dr. Hasan Behçet Tokol'un, Rıza Nur'a ilişkin tanısı şöyledir:

"Bu kişide bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık var. Teşhisim; psikopatik bir zemin üzerinde paranoit reaksiyon, yani çok ağır bir ruhsal bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zeka fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa olumlu işler yapabilirler. Anılarını; son duygu, düşünce ve yargılarına göre değiştirerek, geriye dönüp yeniden kurgulayarak, sanki gerçekmiş gibi aktarmış ki, bu tutum, bu tür hastalara özgü bir telafi ve tatmin yoludur. Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben olanaklı değildir.

"Doktorun, Rıza Nur'da belirlediği hastalık adları da şöyle: İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), depresyon (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), homoseksüel eğilimli, Obsesif- kompülsiv sendrom (toz, mikrop korkusu), depersonelizasyon (aşağılık duygusu), agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), psikopat (kişilik bozukluğu), mitomani (yalan söyleme), fabulasyon (masal uydurma, hayali hikayeci), fanteziler (hayal ettiği olayları gerçek sanma), megalomani (büyüklük fikirleri), narsisizm (kendine hayran olma), paranoid reaksiyon (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantirizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur). Gerçekten bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalığa sahipmiş.
İşte yeni Rıza Nurların peşinden gittiği, hep kaynak gösterdikleri kişi bu. Turgut Özakman'ın eserinden Rıza Nur'u biraz daha tanıtalım : Rıza Nur, bir uçtan bir uca sürekli gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşı'nda Arnavutları ayaklandırır, Kurtuluş Savaşı'nda milliyetçidir, anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında hem sultanlık ile halifeliği kaldırmış olmakla övünür; hem de hazırladığı parti programında halifeliği yeniden kurmak ister. "Türk Tarihi" adlı kitabında Mustafa Kemal'in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olamayacağını belirtir. Anılarındaysa Mustafa Kemal'e olmadık iftiralar atar.

Rıza Nur cinsel yönden de sağlıklı değildir. Kendi anlatımıyla gençliğinde bir kez cinsel tacize, bir kez de tecavüze uğramıştır. Sonrasında bir Harbiyeliye aşık olur. Kadın olmak ister. Husyelerini aldırtmayı düşünür.
Rıza Nur'un "Hayatım ve Hatıralarım" adlı kitabının bazı cümlelerini aynen şöyledir :

"Karımdan şu mektubu aldım: 'Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkan bırakmıyorum.' Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı (s.1785). Galiba bu işte (M. Kemal'in) ve İsmet'in (İnönü) de parmağı var (s.1786)."

"(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor (s.1346)"

"Bir Rus doktor, zampara mı zampara. Karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış (1410)."

"Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım (s.78)."

"Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana, 'Çöz! Yoksa öldürürüm!' dedi... Boğuşma başladı... Nihayet bayılıp kalmışım... Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu (s.84)."

"Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım... Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde heyecan duyuyordum... Anladım ki bu çocuğa aşık olmuştum... Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir. (s.22)"

"Kadın, erkekten aşağı bir mahluktur. (s.1530)"

"Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar, iğrendiğim şeylerdir. (s.1531)".

"Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir (s.378). Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir. (s.1305)".

"Ahlak ve temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke mecbur oldum. Yalanda söyledim (s.105)."

Rıza Nur'un hazırladığı bir parti programından saçmalıklar :

• İdare sistemi laik ve sosyaldir. Fakat devletin resmi dini vardır.

• Eski yazıya dönülecek ve Latin harfi ile ikisi beraber yürüyecek.

• M. Kemal'in Nutuk'u toplattırılıp, imha edilecek .

• Partiye mistik bir şekil verilip, üyeleri Türkçülük hususunda tarikat ve dervişlik gibi ilahi bir ideal ve gayrete sahip olacaktır.

• Halveti tarikatına müsaade etmeli.

• Hilafetin yeniden tesisi hayati bir ihtiyaçtır.

• Başbakanlığa bağlı bir ırk müdürlüğü kurulacak, Türk olmayanlar memurluktan çıkarılacak.

• Kadını erkekle eşit saymak, ona memuriyet vermekten büyük hata olamaz. Kadın çocuk makinesidir. Dans yasaklanacak. Kalıtsal hastalığı olanlar kısırlaştırılacak.


Yeni Rıza Nur'lar, iğrenç yollarında yürüyebilmek için, Rıza Nur'un dışında kaynak, belge, bilgi sıkıntısı çekiyorlar. Çözüm olarak yine Rıza Nur'u kullanıyorlar. Kendileriyle aynı ağzı kullanan bir yabancı gazete de aynı ŞEREFSİZliği yapmaktadır. Türk Ulusu Atatürk’e saldıran ŞEREFSİZlerin kimlerle işbirliği içinde olduğunu görmelidir
.

ATATÜRK'E SALDIRAN BİR YUNAN GAZETESİ VE İFTİRANIN TÜRKÇESİ

ATATÜRK'E SALDIRAN BİR YUNAN GAZETESİ VE İFTİRANIN TÜRKÇESİ' Alıntı:
KEMAL ATATÜRK BABASI BİLİNMEYEN BİR ....

SELANİK’TEKİ EVİN KENDİSİNE AİTLİĞİ DE BELİRSİZDİR.


Yunan Gazetesi Hronos (1 Mart 1996)

i55560_2.jpg


Diktatör ve Türkiye'nin reformcusu Kemal Atatürk'ün babası belli değildi. Kemal'in kişisel ve yakın dostu Rıza Nur öyle diyordu. (Rıza Nur, İsmet İnönü'yle birlikte Türkiye adına 1923 Lozan Antlaşması'nı imzalamıştır.) Rıza Nur bu gerçeği ortaya çıkardıktan sonra Kemal tarafından sürgün edildi ve hakkında öldürülme emri verildi. Ancak Rıza Nur, Paris'e kaçıp kurtuldu ve anılarını yayımladı. Hemen ardından Londra'daki bir dergi tarafından bu anılar İngilizce olarak yayımlanmaya başladığında, bu dergiye yayımını durdurmazsa bombalanacağı tehditleri (büyük olasılıkla Türk şövenistler tarafından) gelmeye başladı.

Rıza Nur'un anıları içinde, Kemal'in askeri eğitim gördüğü okul kayıtları var olup burada babası bilinmiyor olarak yer almaktadır. Türkler konunun yok edilerek unutulması amacıyla bu nüfus kayıtlarını ortadan kaldırdılar. Kemal'in annesi olan Zübeyde, Selanik'teki gümrük memuru olan ve Türklerce Mustafa'nın resmi babası olarak gösterilen Ali Rıza'yla ilk evliliğini yaptığında küçük bir bebekti. Gerçek babasıyla ilgili iki yorum vardır :

(1) Genç Zübeyde'nin ilişki içerisinde olduğu Yenişehir (Larissa) mutassarıfı Abduş Ağa,

(2) Kimliği bilinmeyen Selanik'li bir Yahudi dönmesi. (Ayrıca Hronos bir önceki sayısında Kemal'in Yahudi kökeniyle ilgili bilgi vermişti.)

(Öldüğünde camiye götürülmemişti.) Ali Rıza öldüğü zaman, Zübeyde, zengin bir aileye sahip bir Türk Paşasıyla evlendi. Bu arada Kemal reşit olduğu zaman Paşa'dan miras istediğinde "h.s...tir p.ç" yanıtını almıştır.

Kemal askeri okuldan mezun olduğunda Manastır'daki bir Yunan kızına aşık oldu. Doğal olarak bu genç kızın ailesi, kızlarının bir Türk, aynı zamanda bir askerle olan ilişkilerini benimsemedi. Araya Manastır metropoliti girerek durumu sultana şikayet etti ve Kemal, buyrukla Libya çöllerine sürüldü. Kemal'in Yunanlılara ve Ruhban sınıfına hıncı buradan kaynaklanmaktadır. Kemal'in 1923-1938 yılları arasındaki Türkiye diktatörü olarak yapmış olduğu çılgınlıklarla ilgili olarak, New York'ta 1973 yılında gazeteci Noel Barbier tarafından yayımlanmış olan "The Sultanss" adlı tarih betiğini (kitabını) okumanızı öneriyoruz. Kemal'in p.ç soyuyla ilgili Rıza Nur'un anılarını bulup okumamızın olanağı yoktur. Çünkü bu yayın Türkiye'de yasaklanmıştır.

Selanik'te Kemal'in evi olduğu öne sürülen eve gelince, Yunan Devleti'nce Türkiye denen kültürsüz, vahşi ve doyumsuz canavarın saldırganlığının bir parça önünün kesilmesi amacıyla iyi komşuluk göstergesi olarak, "Kemal'in (Anadolu'daki Helenizm'i yok eden ) doğduğu ev" denerek bir eski ev verildi. Bu armağan, komşularımız saldırgan ve obur seslerini yükseltmesinler, diye verildi. (Bununla Atina'daki hıyarlar, Şekspir'in Otello adlı eserinde "Lanetli Irk" olarak isimlendirildiği Asya canavarını durdurabileceklerini sandılar.) Doğal olarak o eski evin gerçekten Kemal'in evi olduğu ya da onunla herhangi bir ilişkisi olduğu yönünde herhangi bir gerçek kanıt yoktur
.

ANNESİ ZÜBEYDE HANIM'A YÖNELİK İFTİRALAR

ANNESİ ZÜBEYDE HANIM'A YÖNELİK İFTİRALAR' Alıntı:
GİRİŞ

Türk'e Atatürk'ü veren, en büyük Türk anası hakkında böyle bir konu açıyor olmaktan üzüntü duyuyoruz. Bizi bağışlamasını diliyoruz.

Türkiye'de hurafelere dayalı düzen kurmak isteyenler, kendilerine taban oluşturabilmek için din, Atatürk ve tarih ögelerini çarpıtarak kullanırlar. Kişiyi; din ögesiyle "Ben Müslüman’sam laik olamam"; Atatürk ögesiyle "Soyu sopu belli olmayan, bunca kötü özellikler taşıyan birinin yaptıkları iyi olamaz"; tarih ögesiyle de "Ben Türk ulusundan değil, İslam ümmetindenim." anlayışına getirmeye çalışırlar.

Atatürk’e ilişkin bütün olumlu duygu ve düşünceleri tersine çevirebilmek için işe Atatürk’ün annesinden başlarlar. O yüce kadına, kötü kadın olduğu, genelevde çalıştığı iftirasını atarlar. Bu iftiralarını da 1990 yılında, sahte bir mahkeme kararıyla gerçekmiş gibi göstermek isterler.

Bu sahte mahkeme kararına göre; Zübeyde Hanım birlikte yaşadığı kişi ölünce, ondan olan oğlu için babalık davası açmış, ölenin yakınları itiraz etmiş, karısı olmadığını, genelevden odalık aldığını ve odalık aldığında Zübeyde Hanım'ın 2 yaşında çocuk sahibi olduğunu bildirmişler. Mahkeme de sözde geneleve sormuş, gelen yanıtta da Zübeyde Hanım'ın 19 Haziran 1881'de oğluyla birlikte geneleve girdiği, 11 Nisan 1882'de ölen kişi tarafından genelevden çıkarıldığı belirtilmiş. Böyle olunca mahkeme davanın reddine karar vermiş.

Bu iğrenç iftiracılara göre, bu karar dolayısıyla artık her şey o kadar açık ki, hem de mahkeme kararıyla kanıtlı ki, Mustafa Kemal'in babası belli değildir, annesi de kötü kadındır.

Dünya dillerindeki hiçbir sıfatla anlatılamayacak bu iğrenç iftiranın yanıtlarına geçmeden, Türkiye'nin geldiği durumu görelim. Bu sahte belge, 1990'da, Almanya'dan, Siirt'ten, Bitlis'ten çeşitli adreslere postalanıyor. En acısı da, Milli Eğitim Bakanlığı'nda çoğaltılıyor (Personel Genel Müdürlüğünün bir şefi tarafından) ve Meclis'te milletvekillerinin posta kutularına dahi atılabiliyor (23 Şubat 1994)(1).



Hürriyet Gazetesi (21 Ocak 1990)

i55568_2.jpg


i55569_4.jpg


i55570_6.jpg


Türk basını o günlerde bu iftiraya tepki göstererek düzmece belgeyi inceledi.

Basının vardığı sonuç:

Kağıdın rengi bozulmamış, yazılar hasar görmemiş, 110 yıllık belgede bu olanaklı değildir.
O dönemin kararlarında pul yoktur. Bu düzmece kağıtlarda pul var.
Kararda, imzası bulunan yargıçların adlarının ve kıdemlerinin yazılı olması gerekir. Yok.
Ayrıca kararda hukuksal mantık olarak da büyük bir yazım ve görüş hatası vardır. (2)
Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’yle ne zaman evlendi, düzmece kararın yılı olan 1882'ye dek kaç çocuğu oldu, M. Kemal'den önceki üç çocuğu için neden babalık davası söz konusu değil, mahkeme sırasında Ali Rıza Efendi'nin durumu ne, sağ mı, ölümü, Zübeyde Hanım’ın kocası mı, değil mi? Sağsa ve Zübeyde Hanım’ın kocasıysa bu durumda evli bir kadın nasıl babalık davası açabiliyor?
Annesi genelevde çalışmış olan ve üstelik bu durumu mahkeme kararıyla belgelenmiş birisini, Osmanlı ordusunda askeri okullarla alıyorlar mıydı?
Osmanlının o yıllarında resmi genelev var mıydı? Varsa çalışanları kimlerdi? Yoksa, bu konu nereden çıktı?
Annesinin ikinci evliliğine bile, küçük yaşına rağmen, katlanamayan bir Mustafa Kemal, annesinin böyle bir durumu olsa onu reddetmez miydi? Böyle bir anneye ölümüne dek bakar mıydı?
Ayrıca sözü edilen tarihte Zübeyde Hanım 24 yaşında ve babasıyla iki erkek kardeşi var. Bu koşullarda ve o günkü Türk aile yapısında böyle bir durum olabilir mi?
Böyle bir durum olsaydı, Mustafa Kemal'in muhalifleri, o yıllarda ve sonrasında, M. Kemal'i öldürme girişimleri yerine, bu durumu kullanmazlar mıydı?
Böyle bir durum olsaydı, Padişah Vahidettin, M. Kemal'e kızıyla evlenmesini önerir miydi?
Karşı taraftan "Bu durum o zamanlar bilinmiyordu." sesleri geliyor. Bu olanaklı mı? Selanik gibi herkesin birbirini tanıdığı, özellikle Türk'lerin birbirlerini yakından tanıdıkları bir kentte böyle bir durum gizli kalabilir mi? M. Kemal'in çocukluk arkadaşları var, okul arkadaşları var, sonrasında Selanik'te görev yapan asker arkadaşları var. Bunların içinde sonradan muhalifi olanlar var. Bunlar, böyle bir şey olsa duymazlar mıydı?
Duyanlardan, en azından biri, en azından Atatürk öldükten sonra, dile getirmez miydi? Karşı taraftan "Rıza Nur dile getirdi." sesi geliyor. Rıza Nur'un kim ve nasıl biri olduğunu anlattık. (Rıza Nur kimdir ve nasıl biridir ?)

Bu irdelemeyi daha çoğaltabiliriz. Ama irdelemedeki bu kadar soru bile bizi bir noktaya getiriyor. Desteksiz atıyorlar, alçaklığın en büyüğünü yapıyorlar. Bu iğrençliğin düpedüz iftira olduğunu anlamak hiç de güç değil.



EVLİ BİR KADIN BABALIK DAVASI AÇABİLİR Mİ?

Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’yle 1870 yılında, 14 yaşındayken evlenir ve 1882'ye (düzmece mahkeme kararına) dek, sırasıyla Fatma, Ahmet, Ömer ve Mustafa adlı 4 çocuğu olur.(3) Ali Rıza Efendi sağdır ve Zübeyde Hanım’ın kocasıdır. Dört çocuklu ve kocalı bir kadının, dördüncü çocuğu için bir başka erkeğe yönelik kocalık davası açması mantıksal değildir. Açması demek en basitinden kocasından ayrılmış ya da ayrılmayı göze almış olması demektir. Oysa böyle bir durum yok. Ali Rıza Efendinin öldüğü yıl olan 1893 yılına dek evlilikleri sürer, Makbule ve Necmiye adlı iki çocukları daha olur. Ayrıca bir koca, böyle bir davayı öğrendiğinde üç kez "Boş ol." deyip evliliği bitirir. Evlilik sürdüğüne göre böyle bir durum yoktur, dava olmadığına göre karar da yoktur.

Evli, dört çocuklu ve kocasının geliri olan bir kadın genelevde çalışmaz. Özellikle o günün ahlak anlayışında bu hiç olanaklı değildir. Bazı kafalardan geçen soruyu yanıtlayalım. Ali Rıza Efendi belki toleranslı davranmıştır. Olmaz ama varsayalım ki öyle. Ancak Zübeyde Hanım yalnız değil. Kocasının dışında babası ve erkek kardeşleri var. O günün ve bugünün de Türk aile yapısında, bu koşullarda ki bir kadın, değil geneleve girmek, başka şekilde yanlış bir adım atsa, iş namus meselesi olur ve kanla temizlenir.

Kendisine "Zübeyde Molla" denilen bu yüce kadın üzerinde, bu yakışıksız konuların hiç konuşulmaması gerekirdi.



MUSTAFA KEMAL ASKERİ OKULA GİREBİLİR MİYDİ?

Şimdi de askeri okullara giriş koşullarına bakalım. 1845 yılında orta dereceli askeri okullar açılırken, öğrenci alımı esasları da belirlenir ve şöyle denir : “Açılacak (askeri okullara) yalnızca hanedan ve asker çocukları alınmayacak; aslı ve nesli belli halkın çocuklarından da okullara kayıt yapılacak; toplum içinde kötü tavır ve durumda olduğu bilinenlerin çocuklarının kayıtları yapılmayacaktır.”(4)

M. Kemal Selanik Askeri Rüştiyesi’ne (ortaokul) 1894 yılında bu koşullar uygulanırken kayıt olur. Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi, 1882 yılında, bir çocuğun babasının belli olmadığına ve annesinin kötü kadın olduğuna karar verecek ve 12 yıl sonra bu çocuk aynı yerdeki askeri okula, yukarıdaki koşullara karşın kayıt yaptıracak. Bu olacak iş değildir.



DEVLETLE ALAY EDİYORLAR.

Yalnızca devletle alay etmiyorlar, o dönemin üç padişahını da aşağılıyorlar. Mustafa Kemal, Abdülhamit döneminde askeri okula girer, onun döneminde askeri liseyi, Harp Okulu'nu, Harp Akademisi'ni bitirir ve kurmay subay olur. Sultan Reşat döneminde paşalığa yükseltilir. Vahdettin de Mustafa Kemal’i kendine fahri yaver olarak seçer. Bunlar nasıl padişahlık yapmışlar? Diyelim ki Abdülhamit yönetimi durumun farkına varmadı. Ama Sultan Reşat yönetimi için aynı şeyi söyleyemeyiz; çünkü kişi paşa yapılacak. Diyelim ki o yönetim de atladı. Artık Vahdettin’den kaçmaması gerekir. Nedenine gelince; Vahdettin M. Kemal'i çok yakından tanır. Birlikte uzun bir Almanya gezisi yaparlar. Padişah olduktan sonra da en fazla görüştüğü paşalardan biridir. Fahri yaveri yapar. Kızı Sabiha Sultanla evlenmesini ister.(5) Bir padişah düşünün ki, kızıyla evlendirmek istediği kişinin soyunu sopunu araştırmayacak. Olur mu böyle şey? Mutlaka incelemiştir, ondan sonra bu öneriyi yapmıştır. Demek ki bunların bulup çıkardığı mahkeme kararını Vahdettin bile bulduramamış!



OSMANLIDA GENELEV VAR MIYDI?

Osmanlı'da fuhuş yasaktır. İslam hukukuna göre zina kabul edilir ve ağır cezası vardır. Fuhuşu önlemek için padişahlar sık sık ferman çıkarırlar. Esir ticaretinin kaldırıldığı 1858 yılına kadar, çok yoksullar dışında erkekler bir fuhuş ortamına ihtiyaç duymazlar. Dört kadınla evlenebilmekte ve ayrıca esir pazarından "yataklık" kadın alınabilmektedir.

Esir ticaretinin kaldırılmasından sonra, büyük kentlerde, fuhuş üzerindeki baskıda bir gevşeme olur. Gizli randevuevleri ortaya çıkar. Devlet değil, kent yöneticileri görmezlikten gelir, rüşvet karşılığında çalışmalarına göz yumulur. Rüşvetle göz yumulur ama, onun da koşulu vardır: Sermaye olarak Müslüman kadın çalıştırılmayacaktır. Ve bunun denetimi yapılır. Müslüman sermaye çalıştıran yere göz yumma biter ve yakalanan kadına çok ağır ceza verilir. İstanbul'da bu şekilde yakalanan bir Müslüman kadının, ceza olarak, cinsel organının kesilmesi olayı ünlüdür.

Sonuç : Osmanlı'da devletten izinli, ruhsatlı, meşru genelev yoktur.

Dolayısıyla Selanik mahkemesinin yazışacağı, karşısında muhatap yoktur. Muhatap olmayınca yazışma yoktur, yazışma olmayınca belirtilen adi yanıtta yoktur.

NOT: Bu konuda ayrıntılı bilgi ve belge için, Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Mumcu’ya başvurulabilir.



DİPNOTLAR

(1) Tuşalp, Erbil; Şeriat A.Ş., Bilgi Yayınevi, 1994 s.103

(2) Sabah Gazetesi, 21 Ocak 1990

(3) Güler, Ali ; Atatürk, Soyu, Ailesi ve Öğretim Hayatı, Ank. 1999, s.47,59

(4) Işıklar Askeri Lisesi Tarihi, Bursa-1994, s. 170

(5) Bayur, Hikmet; Atatürk, Hayatı ve Eseri, Ata. Arş. Mrk. Yayını Ank. 1990, s.148
BABASINA YÖNELİK İFTİRALARA YANITLAR

İFTİRALAR :' Alıntı:
“Rıza Nur, Mustafa Kemal’in babasının belli olmadığını biliyormuş çünkü Mustafa Kemal’in Hem Özel Doktoru Hem de Yakın Arkadaşıymış (!)

Üstelik Mustafa Kemal, babasının anılmasına tahammül edemezmiş (!) M. Kemal, babasından söz etmediği gibi başka birinin söz ettiğini işitirse ona düşman olurmuş (!)

“Mustafa okula girince annesi Ali Rıza Bey’le evlenmiş... Dolayısıyla Ali Rıza Efendi Mustafa Kemal’in Üvey Babasıymış ve Gerçek Babası Belli Değilmiş ve Mustafa Kemal’in babası hakkında çok söylenti varmış; kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar’dır diyormuş.” (!)

YANITLAR :' Alıntı:
GİRİŞ

Pekçoklarının olduğu gibi bu iftiraların da kaynağı Rıza Nur'dur. Rıza Nur’un kim olduğunu ve nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlattık. (Rıza Nur Kimdir ve Nasıl Biridir ?)

İftiralarına inanılmasını sağlamak için Rıza Nur’u, Atatürk’ün yakın arkadaşı ve özel doktoruymuş gibi göstermeye çalışıyorlar.

RIZA NUR, MUSTAFA KEMAL’İN ÖZEL DOKTORU DEĞİLDİR.

Rıza Nur, Atatürk'ün yakın ya da uzak arkadaşı da özel doktoru da değildir. Atatürk'ün, Cumhurbaşkanı oluncaya dek, doktorları olmuştur ama özel doktoru olmamıştır. (1)

Rıza Nur, Atatürk’ün doktorlarından biri olabilir mi diye baktığımızda; Rıza Nur’un 2 Nisan 1920'de Ankara'ya geldiğini, Kasım 1923'te Ankara’dan ayrıldığını, bu 3,5 yıllık süre içinde Sinop milletvekili olarak çalıştığını, Maarif Vekilliği (4 Mayıs 1920-4 Aralık 1920), Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekilliği (24 Aralık 1921 - 2 Kasım 1922), Lozan Heyetinde delegelik (3 Kasım 1922-24 Temmuz 1923), Sıhhat Vekilliği (14 Ağustos 1923 - 27 Ekim 1923) yaptığını, ayrıca bakanlığı arasındaki zamanlarda da Rusya'ya, Afganistan'a, Ukrayna'ya görevli olarak gönderildiğini görüyoruz.(2) Yani 3,5 yılın (42 ay) 21 ayını bakanlık, 11 ayını da dış görevlerde geçirmiştir. Dolayısıyla bu kişi Ankara'da doktorluk yapmamıştır ki, Atatürk'ün doktoru olsun. Atatürk Cumhurbaşkanı olduktan sonraysa bu kişi, milletvekili olmakla birlikte Ankara'da değil, İstanbul'da yaşamıştır. Bir de Rıza Nur’un kendi yazdıklarına bakalım :

"Ben ekseriye İstanbul'dayım... Cumhuriyetin ilanından mebusluğumun sonuna kadar Ankara'da toplam olarak üç-beş ay ya oturmuşumdur, ya oturmamışımdır... Meclisteki müzakerelere karıştığım, onlarla alakadar olduğum yoktur."(3)

İstanbul'da oturan biri, Ankara'daki Cumhurbaşkanı'nın nasıl özel doktorluğunu yapar? Yapamaz, yapmamıştır, yalandır.

"Milletvekilliğinin sona ermesinden sonra yapmış olabilir mi?" sorusunun yanıtı da çok açıktır : Rıza Nur’un milletvekilliği 1927'de sona erer; ama, 1926'da Paris'e gitmiştir ve 1939'a kadar yurtdışında yaşar.

RIZA NUR, MUSTAFA KEMAL’İN YAKIN YA DA UZAK ARKADAŞI DA DEĞİLDİR.

16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinden sonra Meclis-i Mebusan mebuslarının pek çoğu, Ankara'da açılacak meclise katılmak üzere giderler. Rıza Nur gitmeyenler arasındadır. Ancak İstanbul hükümeti aralarında Rıza Nur'un da bulunduğu 4 mebusu, Nasihat Heyeti olarak, Ankara'ya göndermeye karar verir. Görevleri, Mustafa Kemal'i meclis açmaktan vazgeçirmek, ulusal mücadeleye son vermesine ikna etmek. Rıza Nur anılarında bu olayı anlatırken bakın ne diyor. "Anadolu'ya gideceğiz. Fakat ya Mustafa Kemal bizi tepelerse." (4)

Bu nasıl arkadaşlık? Anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal'i daha tanımıyor bile. Arkadaşı olsa böyle bir kaygıya düşmez. Ayrıca Mustafa Kemal de bu heyettekileri tanımamaktadır. Heyettekiler Geyve'de Kuvay-i Milliye tarafından durdurulur, Mustafa Kemal’le görüşmek istedikleri Ankara'ya bildirilir ve bunun üzerine, 28/29 Mart 1920'de Mustafa Kemal , heyete yönelik telgrafında; "Sizin, İngilizlerin koruması altında ve sağladığı kolaylıklarla Anadolu'ya geçmeye nasıl başarılı olabildiğiniz yoruma muhtaçtır. Önce bizi aydınlatmanızı rica ederiz"(5) der. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, heyettekilerden kuşkulanmıştır. Mustafa Kemal açısından da bir yakınlık olmadığı anlaşılıyor.

MUSTAFA KEMAL, BABASI ALİ RIZA EFENDİ’Yİ ÇOK SEVMİŞ VE ONDAN SIKÇA SÖZ ETMİŞTİR.

Acaba M. Kemal, babasından hiç söz etmeyen bir insan mıydı? Edene de düşman mı olurdu? Yani Atatürk’ün babasına bakışını inceleyelim.

Ali Rıza Efendi'nin 1893’te öldüğünde, Mustafa Kemal 12 yaşında, hayatta kalan kardeşi Makbule(1885) 8 yaşında, Naciye(1889) ise 4 yaşındadır. Ve Zübeyde Hanım üç yetim çocukla dul kalmıştır. Mustafa Kemal'in dayısı Hüseyin Ağa, bu aile tablosu üzerine Selanik'e gelir ve Zübeyde Hanıma, "Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum. Bundan sonra size ben bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim." diyerek aileyi Lankaza'daki Rapla Çiftliği'ne götürür.(6)

Mustafa Kemal , 1894 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi'ne (Ortaokul) girer. Annesi, ekonomik sıkıntı nedeniyle bir süre sonra Ragıb Efendi adlı bir kişiyle ikinci evliliğini yapar. Şimdi Mustafa Kemal'in davranışını görelim. Mustafa, evin en büyük ve erkek çocuğu olarak bu evliliği onaylamaz. Evle bağını keser ve Selanik Horhor Mahallesi'nde oturan halası Emine Hanım'ın evine sığınır. Okul dışındaki zamanlarında bu eve gider ve Manastır Askeri Lisesi'ne gidinceye kadar (1896), annesinin evine nadiren uğrar.(7) Ayrıca askeri lise eğitimi için Manastıra değil İstanbul'a gitmek ister.(8) Yani bir üvey baba bulunan ev çevresinden,babasının üzerine evlenen annesinden olabildiğince uzaklaşmak ister.

Ölen babası umurunda olmayan bir çocuk, annesinin yeni bir kocayla birlikte olmasını da umursamaz. Ancak M. Kemal'in, babasına öyle bağlı olduğu anlaşılıyor ki, babasının yerine ikinci bir erkeğin geçmesine katlanamıyor ve işi annesiyle olan bağlarını koparmaya kadar götürüyor. Mustafa Kemal’in babasına bağlılığı, ana evinden ayrıldıktan sonra sığındığı yerde de kendini gösteriyor. Dikkat edilirse dayı ya da teyze evine değil, hala evine, yani babasının ailesine sığınıyor.

Şimdi, böyle bir kişi mi babasından söz etmeyecek, edene de düşman olacak? Birkaç örnek verelim:

Annesine karşı tepkisini, yıllar sonra Afet İnan'a şöyle açıklar; "Anamın da genç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını (sonra) takdir ettim. Ancak (bu) çocukluk duygumdan ve benim babamı kaybetmiş olmamdan doğan bir isyandan ibaretti"(9)

Başlayacağı okulun seçilmesinde babasının rolünü şöyle anlatır. "Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe girmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine girmemi istiyordu. Rüsumatta memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Sonunda babam işi ustaca halletti. Önce geleneksel tören ile (ilahilerle) mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim. Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayımın yanına yerleştik." (10)

Babasının kendisine, "Adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur." dediğini anlatır.(11) Kendisi de "... İlk ilham, ana-baba kucağından sonra okuldaki eğiticinin dilinden, vicdanından, terbiyesinden alınır"(12)der.

Babası için bunları diyen birisi babasından hiç söz etmez olabilir mi? Babasına takdir ve saygı duygularıyla dolu olan bir kişi, babasından söz edene düşman olabilir mi? Her konuda olduğu gibi bunda da desteksiz atıyorlar.

MUSTAFA KEMAL’İN BABASI BELLİDİR. BİR TÜRK OLAN ALİ RIZA EFENDİ, MUSTAFA KEMAL’İN ÖZ VE GERÇEK BABASIDIR.

Amaç ortada. “Babası belli olmayan bir kişi bir ulusun atası olamaz.” düşüncesini beyinlere yerleştirmek. Bunu da gerçekleri saptırarak yapmaya çalışıyorlar. Gerçek, Mustafa Kemal’in babasının Ali Rıza Efendi olduğudur. Bunlar Ali Rıza Efendi'yi silemiyorlar, Zübeyde Hanım'la evlenme tarihlerini değiştirerek, Mustafa Kemal'i ortada bırakmaya çalışıyorlar. Arkasından da "Babası hakkında birçok rivayet var; kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar'dır diyor" diye iğrençliklerini sürdürüyorlar.

Ali Rıza Efendi’yle Zübeyde Hanım'ın evlendiği tarih 1871'dir.(13) 1857 doğumlu Zübeyde 14 yaşında, 1839 doğumlu Ali Rıza 32 yaşındadır. Ve bu Zübeyde Hanım'ın ilk evliliğidir. Bir kızın evlenebileceği en erken yaşta da evlendiği görülmektedir. Bundan önce bir evliliği daha var demek akıl dışıdır. Evlilikleri Ali Rıza Efendi'nin öldüğü tarih olan 1893'e kadar 22 yıl aralıksız sürer. Altı çocukları olur. Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (1881-1938), Makbule (1885-1956), Naciye (1899-1901).(14) Zübeyde Hanım, kocası öldükten sonra, ekonomik sıkıntı nedeniyle, Ragıb Bey'le ikinci evliliğini yapar. Bunun da yılı 1894'tür.

Yeni Rıza Nurlar, Ragıb Bey'in yerine Ali Rıza Efendi'yi koyarak Mustafa Kemal'i babasız gibi göstermeyi amaçlıyorlar. Ancak öbür bütün iğrençlikleri gibi bu da bir iftiradır. Çünkü Mustafa Kemal, ilkokula başladığında babası sağdır ve onu okula elinden tutarak babası götürür. Bir önceki konuda açıklandığı gibi, öz babası Ali Rıza Efendi'nin okul seçimindeki rolünü anlatır. Ragıb Bey ise, askeri okula gittikten sonra üvey babası olur. Ali Rıza Efendi, oğlunu üniformalı göremez. Üvey babası görür. Mustaf Kemal, üvey babasından da söz eder. "... sonradan O asil beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici oldu... Bana karşı çok saygılı davrandı, büyük adam muamelesi etti. Nazik ve kibar bir insandı."(15)

Şimdi sormak gerekir. Altı çocuğun dördüncüsü olan Mustafa Kemal, Ali Rıza Efendi'nin nasıl üvey oğlu olur? Bunun bir başka yanıtını Mustafa Kemal veriyor. Ali Rıza'dan "Babam", Ragıb'tan "Bey" diye söz ediyor.

Ali Rıza Efendi’yle Mustafa Kemal’in birbirlerine ne kadar benzediklerini de mi göremiyor bu kör beyinler ?
i55596_3.jpg
i55598_5.jpg


SONUÇ :

M. Kemal'in babası bellidir ve Ali Rıza Efendi'dir. Ali Rıza Efendi, üvey değil öz babasıdır. Üvey babası Ragıb Beydir. Ali Rıza üvey babası olsaydı, Harp Okulu künye defterine, babası olarak Ali Rıza değil, o an hayatta olan üvey babası Ragıb adı yazılırdı. Ama kayıtlar babası olarak, ölmüş olmasına rağmen, Ali Rıza'yı gösteriyor. Hayatta olmasına ve üvey babası olmasına rağmen Ragıb ismi görülmüyor.

Mustafa Kemal, 13 Mart 1899'da Harp Okulu'na girer. Bu dönemde girenlerin kaydının tutulduğu, Kara Harp Okulu'nda bulunan 21 numaralı künye defterinde, M. Kemal ile ilgili şu bilgiler yer alır:

1315 (1899) Duhullülere Mahsus Künye Defteri :

"Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük Memurlarından müteveffa (vefat etmiş) Ali Rıza Efendi'nin mahdumu (oğlu) uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96"(16)



Mustafa Kemal'in Harp Okulu Künye Defteri Sayfası
i55601_7.jpg


Yeni Rıza Nur'ların dedikleri gibi Ali Rıza üvey babası olsa, bu künyeye o zaman daha sağ olan üvey babası Ragıb'ın ismi yazılırdı. Babası belli olmasaydı, o yıllarda üvey de olsa babası olan gene Ragıb'ın ismi kayıtlara geçerdi. Bunlar olmadığına göre; Yüce Atatürk'ün, Türk'ün Atası'nın babası Ali Rıza Efendi'dir.

DİPNOTLAR

(1) Bkz: Şehsuvaroğlu, Bedi Prof. Dr.; Atatürk'ün Sağlık Hayatı, Hürriyet Yayını, İst. 1981; Şimşir, Bilal N.; Atatürk'ün Hastalığı, TTK. Yayını, Ank. 1989.

(2) Türk Parlamento Tarihi, Cilt 3, TBMM Vakfı Yayını, Ank. 1995, s.868-871

(3) Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Altındağ Yayınevi, 1968, s.1277; Aktaran Turgut Özakman, Dr.Rıza Nur Dosyası, Bilgi Yayınevi, 1995, s.136

(4) Rıza Nur, s.520; Turgut Özakman, s.103

(5) Turgut Özakman, s.22,23; Atatürk Ansiklopedisi, Haz. Kemal Zeki Gençosman, c.7, May Yayınları, İstanbul, 1971, s.50

(6) Güler, Ali; Atatürk, Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1990, s.59

(7) a. g.e. s.60

(8) Güler, Ali; Manastır Askeri Lisesi ve Mustafa Kemal Atatürk'ün Askeri Lise Öğrenimi, Ank.199, s.35

(9) Atatürk, Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, s.60

(10) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c.III, Ata. Arş. Mrk. Yay. Ank. 1999, s.39,40

(11) Atatürk, Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı s.92

(12) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri c II, Ank. 1959, s.197

(13) Atatürk Soyu ve Ailesi s.73

(14) a.g.e ,s. 73

(15) a.g.e,s.60

(16) Güler, Ali; Hemşehrimiz Atatürk, Karaman Valiliği Yayını, Karaman 2000, s133.[/
Quote]
 
Masonların Atatürk'ü kendilerindenmiş gibi göstermesine yanıt' Alıntı:
Mustafa Kemal’den masonlara:
Defolun Yahudi uşakları



Son günlerde iki büyük medya kuruluşu yeni bir kampanya başlattı. Hürriyet Gazetesi 26 Mart’ta Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın Üstadı Kaya Paşakay ile bir röportaj dizisi başlattı. Ardından da Sabah Gazetesi 13 Mart’ta Orhan Koloğlu’nun hazırladığı “Türkiye Masonları” adlı yazı dizisini yayınlamaya başladı. Bu iki gazeteyi bir anda harekete geçiren sebep bilinmez ama, bu durum Türk kamuoyunun rastladığı ilk olay değil. Türkiye’de basın tarafından belli olaylar bir anda birileri düğmeye basmışçasına gündeme getiriliyor ve bu durum birtakım kuruluşları aklama kampanyasına dönüştürülüyor. Bundan bir süre önce de çeşitli gazetelerde Said-i Nursî ve Fethullah Gülen ile ilgili yazı dizileri başlatılmış, bunların Türkiye’ye yaptıkları “hizmetler” uzun uzun anlatılmıştı. Müslümanlık temelinde faaliyet yürüten tarikatların aklanmasından sonra sanırız şimdi sıra diğer dinler temelinde faaliyet yürüten tarikatların propagandasına geldi. Ne de olsa Türkiye şimdilerde her türden tarikatın kendini ifade ettiği, her türden dinin siyasete alet edildiği bir özgürlükler ülkesi. Kendisi “Müslüman” olan Tayyip Erdoğan iktidarı, Ruhban Okulu’nun açılması için mücadele ediyor, mason locaları Müslüman ülkesinde salyangoz satıyor. Türkiye, şeyhler, dervişler, tarikatlar ülkesi haline getiriliyor.

Amaçları masonluğu kamuoyunda aklamak

Orhan Koloğlu, böyle bir yazı dizisini neden hazırladığını 29 Mart tarihli Sabah Gazetesi’nde şöyle açıklıyor: “Biraderlerin kurumsal disiplin çerçevesindeki davranışlarından dolayı, Türkiye’de Masonluk en çok merak edilen konulardan biri haline gelmiş. Karşıtları ise, bu davranışlardan doğan esrarengiz havadan yararlanarak her türlü yakıştırmayı araştırmadan gündeme getirmişler.” O yüzden Orhan Koloğlu, konuyu toplumsal işlevi üzerinde yoğunlaşarak objektif bir şekilde değerlendirmiş.

Yani kendisinin de ifade ettiği gibi amaçları, oluşan yahudi karşıtlığını ortadan kaldırmak. Türkiye’de üzerinde en çok durulan masonların “kapalılık esası” dediği gizlilik meselesiymiş. Orhan Koloğlu bu noktada objektif bir biçimde masonlara hak veriyor. Çünkü her kurumun, örneğin bir ticaret şirketinin, bir spor kulübünün, bir siyasi partinin, bir sosyal derneğin kendine özgü bir gizli kapaklılığı olabilir. Oysa Hürriyet Gazetesi’ndeki yazı dizisinde Büyük Üstad Kaya Paşakay, Dernekler Yasası’na tabi olan mason localarının her yıl iki genel kurul yaptıklarını belirtiyor. Birincisi masonik genel kurul, ikincisi dernek genel kurulu. Ancak bunlardan yalnızca dernek genel kuruluna hükümet komiseri katılabiliyor. Yani bu kurumların masonik genel kurulları Türk Devleti tarafından denetlenemiyor. Diğer taraftan masonların neden kimliklerini sakladıkları, mason olup olmadıkları sorulduğunda “hayır” cevabını vermeleri yazı dizilerinde gizlilik hakkı olarak savunuluyor. Çünkü onların “kapalılık esasına” göre faaliyet yürütmeleri, devletten gizli toplantılar yapmaları demokrasi ve özgürlükler açısından doğaldır, milletin bu gizliliği sorgulaması yine demokrasi açısından yanlıştır. Milletin bu konuda üstüne düşen görev sardece hoşgörülü olmaktır.

Masonluğun kökü dışarıda

Masonluğun toplumsal işlevine gelince. Her şeyden önce masonluk, Kaya Paşakay’ın açıklamalarına göre bir tarikat olmayıp, sevgi birliğidir. Amaçları barışın, sevginin, saygının, uzlaşmanın ve huzurun olduğu, kanun önünde insanların eşit hak ve özgürlüklerinin olduğu bir toplum ortamı yaratmaktır. Işık Doğudan yükselmektedir. Doğu nedir? Anadolu’dur. Anadolu’muzdan gelen hümanist fikirler, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşı Veli sayesinde olmuş, onlar bu fikirleri sistematize etmişlerdir. Bu fikirlerin yayılması için neden gizlilik esastır bilemiyoruz ancak, kendilerine bu topraklarda bir kök yaratma uğraşlarını anlayabiliyoruz. Bunların hedefi gerçekten de Doğudur, Anadolu’dur. Amaçları bu topraklarda sevgi ve kardeşliği yeşertmek değil, bağlı bulundukları ülkelerin çıkarlarını Anadolu topraklarında gizlice yürütmektir. Her ne kadar masonluğun gelişimini Anadolu kaynaklı hareketlere bağlamak isteseler de, masonluğun bu topraklarda kökü yoktur. Masonluğun Türkiye’ye girişi Batı kaynaklıdır, kökü dışarıdadır.

Masonluk Osmanlı Devleti’ne Batıdan ithal malı olarak girmiş, temelleri önce yabancılar sonra da azınlıklar tarafından atılmıştır. Osmanlı Devleti’nde yabancı ülkelerin vatandaşları olup oralarda masonluğa girmiş ve sonradan görevli olarak Türkiye’ye gelmiş kişiler ilk locaları kurmuştur. Türkiye’de ilk mason locası İstanbul’da Osmanlı Padişahı Üçüncü Ahmet (1703-1730) zamanında kurulmuştur. Bu tarih Dünya Masonları için başlangıç tarihi olarak kabul edilen Londra Büyük Locası’nın 1717’de kuruluşuna tekabül etmektedir. Yani Türkiye’de masonluk, tüm ülkelerde masonluğun ortaya çıkışıyla aynı zamanda olmuştur.

Türkiye’deki ilk loca, Fransız obediyansına bağlı olup, Galata’da kurulmuştur. O dönemde Galata’da yaşayan Frenkler ve Levantenler tarafından idare edilmiştir. İlk kurucuları; Yirmisekiz Mehmet Çelebi, oğlu Sait Çelebi ve İbrahim Müteferrika’dır. İbrahim Müteferrika Macar asıllıdır. Mehmet Çelebi’nin babası bir devşirmedir. Mehmet Çelebi ve Sait Çelebi bir yıl Paris’te kalmışlar, burada Fransız Locası’na bağlanmışlardır. Türkiye’ye döndüklerinde İbrahim Müteferrika ile birlikte ilk mason locasını kurmuşlardır. Yine Türkiye’deki ilk masonlardan olan Kumbaracı Ahmet Paşa gerçekte bir Fransız kontudur ve gerçek adı Comt de Banneval’dir. 1729’da Osmanlı hizmetine girmiş, ilk askeri ve topçuluk okulunu kurmuştur.

Batılılaşmanın Türkiye’ye hediyesi: Mason locaları

Aslında, Türkiye’ye masonluğun girişi ile Türkiye’nin batılılaşma çabalarının aynı tarihlere denk düşmesi tesadüf değildir. Türkiye üç yüz yıldır Batıdan kurum ithal etmektedir. Masonluk kurumu bunlardan yalnızca biridir. Osmanlı Devleti’nde emperyalist emeller taşıyan hemen her ülke, elçilikleri aracılığıyla kendi ülkelerinin obediyarslarına bağlı mason locaları açmışlardır. İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar kendilerine bağlı localar açmışlardır. Bu localar yavaş yavaş Anadolu’nun tüm illerine yayılmıştır.

Türkiye’de mason locaları yine 1908 senesinde, Meşrutiyet’in ilanından sonra yaygınlaşmıştır. Padişahların karanlık istibdat rejimlerine karşı hürriyet için mücadele edenler maalesef masonluğa ilgi duymuşlardır. Kendisini yabancıların korumasına muhtaç hisseden Tanzimatçı-Meşrutiyetçi anlayış masonluğun örgütlenip gelişmesine en önemli katkıları sunmuştur. Meşrutiyet’le birlikte ülkedeki masonlar bağımsız bir obediyans kurmaya teşebbüs etmişlerdir. Bu dönemde Büyük Loca, Yüksek Şura ve Türkiye Büyük Locası kurulmuştur. İttihat ve Terakki liderlerinin bir kısmı; Talat Paşa, Cemal Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Kazım Paşa ve bir çok isim Selanik’teki Fransız Büyük Maşrık’ına bağlı Veritans Locası’na bağlıdır.

Türkiye’de masonluk batılılaşma anlayışının dışına çıkıldığı dönemlerde sekteye uğramış, iki kez mason localarının faaliyetleri kesintiye uğramıştır. Bunlardan ilki 1935 yılında Mustafa Kemal’in mason localarını kapatmasıyla gerçekleşmiştir. Masonluk için ikinci geri adım dönemi ise 27 Mayıs Devrimi ile gerçekleşmiştir. 27 Mayıs ile bir çok mason Yüksek Adalet Divanı önüne çıkarılmış, pek çoğu Yassıada’da mahkum edilmiş, ardından mason olan Fatin Rüştü Zorlu asılmıştır. Masonlar üniversitelerden tasfiye edilmiştir. Mason Locaları Atatürk tarafından kapatıldıktan 14 yıl sonra Türkiye çok partili hayata geçmiş, ülkenin tekrar Batıya yönelmesiyle masonların bekledikleri günler gelmiştir. Dernekler Yasası’nda yapılan değişikliklerle 5 Şubat 1958’de Türkiye Mason Derneği adıyla masonlar yeniden faaliyete geçmiştir. Atatürk’ün kurduğu Halkevleri tasfiye edilmiş, 1950 sonrası mason dernekleri açtıkları davalar sonucu Halkevlerine devredilmiş mallarını ve binalarını geri almışlardır. 27 Mayıs’ın masonluğa vurduğu darbe, parlamentolu sisteme hızlı geçiş ile birlikte kısa sürede atlatılmış, masonlar devlet kadrolarına, üniversitelere geri dönmüştür.

Mustafa Kemal: Defolun gidin Yahudi uşakları!

Hürriyet Gazetesi bu noktada gerçekleri saptırmaktadır. Masonluğu Atatürk’le bağdaştırma çabaları son derece iğrençtir. Kaya Paşakay röportajında Atatürk’ün masonlukla olan ilişkisini yalanlara dayanarak ispat etmeye çalışmakta, Atatürk’ün arkasına gizlenerek faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır: “Atatürk’ün söylev ve demeçlerini düşünecek olursak, tüm bu prensiplerin özünde masonik ilkelerle birebir örtüşen, destekleyen ve tavsiye eden ifadeler görüyoruz. Atatürk zamanında Büyük Loca’mıza çok yakın davranmış ve faaliyetlerini teşvik etmiştir. Yakın çevresi, doktoru, başbakanı Şükrü Kaya ve vekillerinin çoğu masondur.” demektedir. Acaba Atatürk’ün hangi ilkesiyle masonluk bağdaşmakta, “Ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, kendi prensiplerime uyarım” anlayışıyla masonluk nasıl örtüşmektedir? Sabah Gazetesi daha da ileri giderek, mason localarının her zaman karşısında olan Mahmut Esat Bozkurt’u hedef seçmektedir. Mahmut Esat Bozkurt’un Karşıyaka’daki Zuhal Locasına üyelik için başvurduğu, reddedildiği için masonluğun karşısında yer aldığı iddialarına yer vermektedir.

Oysa Atatürk 1908’de üyesi bulunduğu İttihat ve Terakki’nin birçok üyesi mason olmasına rağmen masonluğu kabul etmemiştir. Meşrutiyet ilericiliğinin aslında Batının ajanlığı olduğunu yaşayarak görmüş, Tanzimatçılığı dışlayarak kendi fikirlerini geliştirmiştir. Atatürk tüm kökü dışarıda olan anlayışları reddetmiş, masonluk kurumundan nefret etmiştir. 1935’te zamanı geldiğinde ilk işi tüm mason localarını kapatmak olmuştur. Masonluğun yasaklanması olayı Cumhuriyet’in ilk milletvekillerinden olan İbrahim Arvas’ın “Tarihi Hakikatler” adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır:

Mustafa Kemal, Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırır. Kendisine masonların örgütlenme şemalarını ve amaçlarını anlatan bir kitap verir. “Bunu gizlice mutalâa et, bir takrir ile Halk Partisi Grup Başkanlığı’na ver ve grupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delâlet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.” Mahmut Esat Bozkurt bunun üzerine gereğini yapar ve takriri gurup toplantısında okutur: Bizim eba ancet gelen atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık. Masonluk da kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır?” Bunun üzerine mason olan Şükrü Kaya ve Doktor Mim Kemal önderliğinde bir grup Atatürk’ün yanına gelerek;

- Biz zaten maiyet-i devletindeyiz, fakat siz meşrik-i azamız olursanız pervane gibi etrafınızda dolaşırız.

- Peki bir şey soracağım. Bana cevap veriniz. Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbuunuzun ismi nedir?

- Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Borca Mişon Cenapları’dır.

- Haydi defolun buradan, cehennem olun gidin. Yahudi uşakları. Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi çıfıt Yahudiye uşak mı olacağım. Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki tüm localarınızı kapatmadığınız taktirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harp örfiye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan.

İşte Mustafa Kemal’in tavrıyla masonların “Uykuya yatma devri” dedikleri dönem böyle başlar. Zorunlu olarak tüm mason locaları kendilerini kapattıklarını ilan ederler. Tüm mason localarının mallarına el konulur ve mallar açılacak olan Halkevlerine devredilir.

Yahudi uşağı Türk medyası

Atatürk’ün ardından 1948’lerde faaliyete geçerek 1950’lerde önündeki tüm engelleri aşan mason teşkilatları, Adnan Mendereslerin, Celal Bayarların, Süleyman Demirellerin özel çabalarıyla kurumsallaşmış, Anadolu’da mantar gibi çoğalmıştır. Şimdi de Tayyip Erdoğan’ın iktidarında açık açık propaganda yapabilir duruma gelmiştir.

Bugün yeniden Tanzimat Batıcılığının ve gericiliğin kol kola vererek yükselişe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Nurcular, Nakşibendiler, masonlar ve her türden fitne fesat yuvası özgürlüğün sağladığı bu sarhoşlukla istedikleri gibi faaliyet yürütmekte, işbirlikçi basının sağladığı olanaklarla yalanlarını ortalığa dökebilmekte, milletin değerlerine saldırabilmekteler. Basının tüm çabası bu kurumları millete benimsetmektir. Bu noktada yaptıkları Yahudi uşaklığından başka bir şey değildir. Ancak bu çaba boşunadır, millet kendine yabancı olan hiçbir kurumu hele hele bu kurumlar Yahudiliğe hizmet ediyorsa asla benimsemez, hoş karşılamaz. Çünkü bu millet zamanında Atina Maşrıkı’na bağlı locaların kardeşlik dostluk adı altında nasıl Selanik’te, Makedonya’da Yunan çıkarlarına hizmet ettiğini unutmamıştır. Bu ve buna benzer örneklerden dolayı mason localarının Atatürk tarafından kapatılmasını sevinçle karşılamıştır.

Görüldüğü üzere Atatürk Masonlara hayatlarında unutamayacakları bir ders vermiştir ve o dersin izleri bugün bile mason popolarında rahatlıkla görülebilir
 
belgeler bayağı kapsamlı olmuş okumak biraz zaman alacak

şu yazıları biraz büyütürsen iyi olur yoksa worde aktaracağız bunları da ;)
 
SOYUNA YÖNELİK İFTİRALARA YANITLAR

SOYUNA YÖNELİK İFTİRALARA YANITLAR' Alıntı:
İFTİRA :

Mustafa Kemal Selanik'te Doğduğu İçin Türk Değilmiş de Yahudi, Sırp, Bulgar ya da Makedonmuş (!)
YANITLAR

Giriş
Bir Ulustan Olmak Duygu ve Düşünce Konusudur.
Atatürk'ün Ulusluk (Milliyet) Açısından Kendini Tanımlaması.
Selanik'te de Türk Olarak Doğulur.
Atatürk'ün Babası Türk'tür.
Atatürk'ün Anası Türk'tür.
Atatürk'ün Eski ve Yeni Nüfus Kimlik Belgeleri.
Sonuç : Atatürk Türk'tür.


GİRİŞ

Biz Türklerin atasına yöneltilen iğrenç iftiralardan biri de Atatürk'ün Türk olmadığı iftirasıdır. Amaç yine aynı : Türkleri, Türklerin Atası'ndan nefret eder duruma getirmek. Böylece diledikleri gibi insanların kafasını yıkayarak Atatürk'ün simgelediği kazanımlarımızı yıkmak.



BİR ULUSTAN OLMAK DUYGU KONUSUDUR.

Bir ulustan olmak, bir ulusa bağlı olmak aitlik duygusu ve düşüncesiyle ilgilidir. Birey ait olduğunu hissettiği ve düşündüğü ulustandır. Bir ulusun temel ögesi biz duygusu ve düşüncesine sahip olan insanlardır. Bu duygu ve düşünceyi de oluşturan temel etkenler ulusal dil ile ulusal kültürdür.

Yurdun ekmeğini yeyip de Türk olmaktan utanan, kendini "İslam ümmetindenim" diye tanımlayarak Türk'ü ve Türklüğü karalamaya kalkan niceleri vardır. Bir kişi kendini Türk hissetmeyebilir ama bu durum ona Türklüğü aşağılamaya yeltenme hakkını vermez. Bu iftirayı atanların pek çoğu kendilerini Türk hissetmiyor. Ben Türk'üm diyemiyor. Ancak iftiraya yeltendikleri yüce Atatürk, sürekli "Ben Türk'üm ve Türk olmaktan gurur duyuyorum." anlamında haykırmıştır.



ATATÜRK'ÜN ULUSLUK (MİLLİYET) AÇISINDAN KENDİNİ TANIMLAMASI.

"Benim hayatta biricik onurum ve servetim, Türklükten başka bir şey değildir."(1)

"Bana, insanlar üstünde bir doğuş yüklemeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, Türk olarak dünyaya gelmemdir."(2)

"... Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır."(3)

"Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı...'Türk'üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!' diyelim."(4)

" Üyesi olduğum Türk ulusunun şan ve şerefi olduğundan benim de bir bireyi olmak sıfatıyla şanım ve şerefim vardır..."(5)

Atatürk kendini işte böyle tanımlıyor. Ben bir Türk'üm diyor ve Türk olmaktan gurur duyuyor. Atatürk, Türk ulusuna unuttuğu ulusal kimliğini yeniden kazandıran bir Türk'tür ve daha ötesi bütün Türk'lerin de Atası'dır.



SELANİK'TE DE TÜRK OLARAK DOĞULUR.

Atatürk Selanik'te doğmuştur. Atatürk'ün doğmuş olduğu yıl olan 1881'de Selanik Osmanlı'ya bağlı bir kenttir. Kaldı ki annesi de babası da Türk olan bir kişi nerede doğarsa doğsun Türk'tür.



ATATÜRK'ÜN BABASI TÜRK'TÜR.

Atatürk'ün baba soyu, Aydın-Söke'den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen, "Kocacık Yörükleri (Koca Hamza Yörükleri)"ndendir. Ali Rıza Efendi, Manastır'ın Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelmiştir(1839). Aile sonradan Selanik'e göçmüştür. Ali Rıza Efendi'nin babası ilkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi; amcası, Kızıl Hafız Mehmet Efendi'dir. Taşıdıkları "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri yere "Kocacık" denmesi; Ali Rıza Efendi'nin soyunun, Anadolu'nun da Türkleşmesinde katkısı olan " Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri-Türkmenleri"nden geldiğini göstermektedir.(6)

Anne soyunda olduğu gibi baba soyunda da en sağlam bilgiler önce Atatürk'ün, annesinin, kardeşinin anlattıkları; sonra çevrelerinin aktardıklarıdır.

Makbule Hanım;

"Babam Ali Rıza Efendi, Selanik'lidir. Kendileri Yörük sülalesindendir."(7)

Atatürk:

"... Benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenler'dendir."(8)

M. Kemal'in Selanik'te mahalle ve okul arkadaşı, Kütahya Milletvekillerinden Mehmet Somer (1882-1950):(9)

"Atatürk'ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar : Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacık'lıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür... Bunların giysileri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır."(10)

10 Kasım 1993'te Milliyet gazetesi "Ata'nın Soy Kütüğü" adlı bir yazı yayımlar. Gazeteci Altan Araslı, Kocacık köyüne giderek bir araştırma yapar ve köylülerle konuşur. Kocacıklı Numan Kartal'ın aktardıkları : "Ali Rıza Efendi, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelir. Kocacık'ın nüfusu tamamen Türk'tür. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu'dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız."



Ata'nın Soy Kütüğü

Milliyet Gazetesi (10 Kasım 1993)

i55620_8.jpg


Kocacık Köyü'yle ilgili bir başka yazı 5 Eylül 1999'da Star gazetesinde yayımlanmıştır.



Ata'nın Köyü

Star Gazetesi (5 Eylül 1999

i55622_9.jpg


i55627_10.jpg


i55628_11.jpg


Atatürk'ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Efendi tarafında sürmüş ve günümüze ulaşmıştır. Bu soyun Mehmet Efendi'nin oğlu Salih ile eşi Müberra'dan devam ederek torunlarla yedinci kuşağa ulaştığı biliniyor. Belgelerden; Atatürk'ün Müberra Hanım'a "Yenge" diye hitap ettiği, çocuklarından Necati Erbatur'un nişanını 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayında kendisinin yaptığı, öbür amca çocuğu Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin Sögütlügil'in nikahını Park Otel'de kıydırdığı ve nikaha kendisinin de katıldığı anlaşılmaktadır. Bu konuda belge ve fotoğraflarla geniş bilgi ve ailenin soyağacı için Burhan Göksel'in "Atatürk'ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma" isimli kitapçığına bakılabilir.



ATATÜRK'ÜN ANASI TÜRK'TÜR.

Zübeyde Hanım'ın soyu Yörük'tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar'da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bunlar, "Konyarlar" ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve böyle anılmıştır.(11)

Aile, Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilir. Zübeyde'nin babası Sofizade Feyzullah Ağa, Selanik yakınlarındaki Lankaza'ya göçer ve bir çiftlik sahibi olur. Ve Zübeyde Hanım 1857'de burada doğar. Annesi, babasının üçüncü eşi Ayşe Hanım'dır.(12)

Zübeyde Hanım'ın soyunu birde anlatılanlardan görelim.

Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanım (1885-1956): "Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük'tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz" diyor ve atalarından bazılarının da sonradan tekrar Konya'ya geri döndüğünü de şöyle açıklıyor: "Dedem Feyzullah Efendi'nin büyük amcası Konya'ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak."(13)

Makbule Hanım Yörüklük için şunları söylüyor "...Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk'e "Yörük nedir?" diye sordum. Ağabeyim de bana 'Yürüyen Türkler' dedi."(14)

Yörük ile Türkmen eş anlamlıdır. Atatürk, soyunu açıklarken bunu da vurgular : ".... Benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenler'dendir."(15)

Zübeyde Hanım'ın babasını, kocası Ali Rıza Efendi'yi ve Ali Rıza'nın babası Kızıl Hafız Ahmet Bey'i de tanıyan Selanik doğumlu Aydın Milletvekili Hasan Tahsin San (1865-1951)(16) şu bilgileri verir:

" Atatürk'ün validesi, Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden Fethullah Ağa'nın kızıdır. Selanik'te doğmuştur. Bu aile bundan 130 sene evvel (1800'lü yılların başı oluyor.) Sarıgöl'den Selanik'e gelmişlerdir. Vodina sancağının batısında Sarıgöl nahiyesinde onaltı köyden ibaret olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve Teselya'nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı hükümetinin sevk ve iskan ettirdiği Türkmenlerdendir. Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını, kılık-kıyafetlerini değiştirmemişlerdi."(17)

Bir yabancı yazar da Atatürk'ün annesi hakkında edindiği bilgileri şöyle aktarıyor: "Mustafa'nın babası Ali Rıza Efendi, anası da Zübeyde Hanım'dı. Zübeyde Hanım... sarışındı; düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik'in batısında Arnavutluk'a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya'yı ve Teselya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros Dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörükler'in kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi."(18)

ATATÜRK'ÜN ESKİ VE YENİ NÜFUS KİMLİK BELGELERİ :

Atatürk'ün Eski Nüfus Kimlik Belgesi

i55631_12.jpg


Atatürk'ün Yeni Nüfus Kimlik Belgesi

i55632_13.jpg


Baba Ali Rıza Bey, Türk

Ana Zübeyde Hanım, Türk

+ _________________________

Oğul Mustafa Kemal Türk'tür.



SONUÇ : ATATÜRK ÖZ BE ÖZ TÜRK'TÜR.





DİPNOTLAR

(1). Bozkurt, Mahmut Esat; Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İst., 1955, s.95.

(2). Egeli, Münir Hayri; Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, İst., 1959, s.15.

(3). Faik Reşit Unat’ın “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Türk Dili Dergisi, Sayı 146, 1963 makalesinden aktaran Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ank., 1984, s.171-173.

(4). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II. derleyen Nimet Unan, Türk İnk. Tarihi Ens.yayını, Ank.,1959,s.143.

(5). Arıkoğlu, Damar; Hatıralarım, İst.,1961, s.304.

(6). Güler, Ali, s.17.

(7). E.B. Şapolyo, a.g.e.den aktaran Güler, Ali, a.g.e. s.28.

(8). E.B. Şapolyo, a.g.e.den aktaran Güler, Ali, a.g.e. s.28.

(9). Türk Parlamento Tarihi 1931-1935, c.11, Ank.1996, s.402.

(10). E.B. Şapolyo, a.g.e. s.21 den aktaran Güler, Ali, a.g.e. s.28.

(11). Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.40-46 - Göksel, Burhan; Atatürk’ün Soykütüğü Üzerine Bir Çalışma, Kültür Bak. Yay., Ank.1994, s.7.

(12). Güler, Ali; s.46.

(13). Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İst.,1958, s.33,23- aktaran Güler, Ali s.45.

(14). E.B.Şapolyo, a.g.e.den aktaran Güler, Ali a.g.e. s.27, 28.

(15). E.B.Şapolyo, a.g.e. den aktaran Güler, Ali a.g.e. s.28.

(16). Türk Parlamento Tarihi, 1919-1923 c.111, TBMM Vakfı Yay., Ank.,1995, s.132-133.

(17). E.B. Şapolyo, a.g.e den aktaran Güler Ali a.g.e.s.45.

(18). Lord Kınross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Yayınları, İst., 1978, s.25.

Bu da Elbirliği Derneği olarak bizim hazırladığımız İftiralara Yanıtlar kitabının pdf formatında ki örneği...

http://www.hemenpaylas.com/download/1111181/Ata.pdf.html

32 görüntüleme 1 cevap bayağı iyi gidiyor...
 
Geri
Üst