Milli Mücadele ve Türk Cumhuriyeti..!

fatu

Banned
Katılım
15 Ara 2005
Mesajlar
4,106
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Boynumuz yiğit boynudur; sevdadan başkasına eğilme
632800862448510704.jpg
 
TÜRK MİLLÎ MÜCADELE HAREKETİ VE KUVA-YI MİLLİYE RUHU

XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam edegelen mücadele ve muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.

Mondros Mütarekesi'nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir. İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir. Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı Millîye'yi de "asi" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı. 1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz edecektir.

Anadolu'nun İşgali Karşısında Türk Milletinin Tepkisi ve Millî Teşekküller

Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır.

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal eden emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden bazıları ise şunladır;

Kars Millî İslâm Şûrası; 5 Kasım 1918' de kurulmuştur. 30 Kasım 1918'de Kars'ta büyük bir kongre düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve Ahıska'yı içine alan Türk bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti kurulmuştur. İngilizler tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak 1919'da adını "Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti" olarak değiştirdi ve Türk bayrağını millî bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra İngilizler tarafından 13 Nisan 1919'da parlâmentosu basılarak ortadan kaldırılmıştır.

Millî Kongre; Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul'da teşkilâtlanıp "Megalo-İdea" uğrundaki çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Dr. Esat Paşa'nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay, Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere 70 kadar cemiyetten 2'şer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918' de "Millî Kongre" adı ile partiler üstü bir teşkilât kuruldu. Tüzüğünde belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan haksız ve yalan yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap vermek idi. 1919 yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca olarak "Dünya Kamuoyu Önünde Türkiye", "Ermenilerin Müslüman Ahaliye Yaptıkları Mezalim Hakkında Belgeler" ve "Avrupa'nın Ünlü Yazarlarına Göre Türkler" gibi değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda milletvekili seçimlerinde adayların tespit ve tanıtılmasında Türk milliyetçilerini destekleyen Millî Kongre, 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Millî"nin hazırlanmasına da fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul'un 16 Mart 1920' de resmen işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da, Mustafa Kemal Paşa'yı ve Ankara'da toplanan Meclisi fikren desteklemekten geri kalmamıştır.

Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Heyeti Osmaniyesi ; 2 Aralık 1918' de, Edirne'de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i Miracıların iddialarına direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur. Trakya'nın ırk, kültür, ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat için çalışmıştır. "Yeni Edirne" ve "Ahali" adlı iki gazete çıkarmıştır.

İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti ; Nurettin Paşa'nın gayretleri ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına karşı mücadele için 26 Aralık 1918'de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık ayı sonunda İzmir'de kurulan "Müdafaa-i Vatan Heyeti" adlı cemiyet 14 Mayıs 1919 günü İzmir'e Yunan askerlerinin geleceği haberini protesto için beyannameler bastırıp dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine çevirmişti. İzmir'in işgalinin ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek faaliyetlerini yürütmüştür.

Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuku Millîye Cemiyeti; Erzurumlu Raif Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini 2 Aralık 1918'de İstanbul'da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve Türkçe "Hadisat" gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve İslâmlığını müdafaa ediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmediklerini belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de mücadele ediyordu. Mart 1919'da "Albayrak" gazetesini yeniden faaliyete geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir Paşa'nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa'nın şahsında bir baş, bir koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. (Tayyib Gökbilgin, Millî Mücadele Başlarken Mondros Mütarekesinden Sivas Kongresine, Cilt:I, Ankara,1959,s.74.). Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919'da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katıldı.

Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti; Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya çıkmış olmakla beraber Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu Rumlara, ayrıca Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919'da kurulan bu cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca yapıyordu. "İstiklâl" adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının çürüklüğünü, Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya duyurmaya çalışmışlardır.

Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi'ne iştirak ederek kongre sonunda kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılarak çalışmalarını genişletmişlerdir.

Kilikyalılar Cemiyeti; İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve Tarsusluların Ermenilere karşı 20 Aralık 1918'de kurduğu bu cemiyetin başkanlığını Rifat Bey yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve "Kilikya Ermenistanı" kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde bölgede silâhlı mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini Adana'ya nakletmiştir.

Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti ; 5 Kasım 1919'da Sivas'ta kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve istiklâlini müdafaa uğrunda bütün Anadolu'nun birliği için çalışmak gayesiyle mitingler tertip etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderdi.

Millî şuura sahip bütün bu dernekler Sivas Kongresi'nde 7 Eylül 1919'da birleşerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti " adını almışlardır.

 
Harikasın fatu anlayana anlamak isteyene çok bile
 
Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Hazırlıkları ve Millî Mücadelenin Başlaması

Mustafa Kemal Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre İstanbul'u fiilen işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre gelmişti. Gördüğü manzara karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal Paşa'nın yaverine söylediği "Geldikleri gibi giderler" sözü meşhurdur.

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz tarihî hadiseler silsilesi ile doludur.

Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz Mebuslar Meclisi'nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine, mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı, azim ve kuvvet sahibi bir kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de kabul ettirmişti. Fert fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir hâlde görmek ve fikrini orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal mecliste bir salonda toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu vermemek olduğunu söyledi.

Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu. İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı.

Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner dönmez ilk işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin'den bir görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra kendisini kabul edeceğini bildirmişti.

Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal'i kabul etmiş ve onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna, padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade etmişti.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da, iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu'ya geçmek ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i" bir kararı her yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına" inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul'dan kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya geçerek millî mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra Anadolu'ya geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu'ya geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa'ya Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa'dır. Ali Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey'e Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta ikna etmiştir. Mehmet Ali Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik durumu ortaya çıkıp, İngiliz işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti'ne protestolu bir rapor verdiği sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit Paşa, Mehmet Ali Bey'e dahiliye nazırı olarak meselenin halli hususunda fikrini sormuştur. O da, bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir komutanın gönderilmesi gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa olabileceği şeklinde fikrini beyan etmiştir.

Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek tarihî tayinin işlemlerine geçecektir.

Türk İstiklâl Savaşı'na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. O'nun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır.

Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır.

Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir özelliktir. (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt:I-III, Ankara,1984.; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul,1972.)

 
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya Geçişi ve Kongreler Dönemi



Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi bakımından fevkalade önemledir.

Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi;

* Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir,

* Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur,

* Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.

Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919'da Havza'dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere "Millî Teşkilât" kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi.Bu tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.

Samsun ve Havza'dan sonra Amasya'ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22 Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir.

3 Temmuzda Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadelesine devam etti.

23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve pratik bir yön vermiştir.

Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az değişiklikle 4-12 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde de kabul edilmiştir. Geniş katılımın sağlandığı Sivas Kongresinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adında tek kuruluş durumuna getirilmiştir. Erzurum Kongresi'nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir hükûmet niteliği taşıyan "Heyet-i Temsiliye" Sivas Kongresi'nde sayıca genişletilmiş ve Heyet-i Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paţa getirilmiţtir.

Heyet-i Temsiliye'ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi. Sivas Kongresi'nde İtilaf Devletleri'ne karşı takınılan tavır daha da sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas Kongresi'nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit edilmiş olmasıdır.

Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin yanı sıra Batı Anadolu'da toplanan Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele hareketinin ülke geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda değer gelişmeler olarak kabul edilir.

Anadolu'da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun temel felsefesini oluşturmuştur.

Anadolu'daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması ile artık Millî Mücadele'nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu'ya kaymış oluyordu.
 
Misak-ı Millî

Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya geldi ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin tarafından 21 Aralık 1918'den beri feshedilmiş bulunan mebuslar meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan'a seçilen 168 üyenin ancak 72'si İstanbul'da 12 Ocak 1920 günü açılan Meclise katılabilmiştir.

Meclis-i Mebusan'ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en önemli karar Misak-ı Millî'nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i Mebusan'ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir.

Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir.

Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını özetleyen ve Millî Mücadele'nin başından sonuna kadar değişmeyen bir programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele'den yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda yazmıştır.

Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara'da Mustafa Kemal Paşa'nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. Yusuf Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler olduğunu ifade ederek, "Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan İstanbul meclisidir" demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir.

Meclis-i Mebusan'a intikal eden metin, 22 Ocak 1920'de Felah-ı Vatan Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak 1920'de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. Adı geçen meclisin yaptığı başlıca işe yarar şey de bu olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul'un işgali ve mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara'da toplanan ve Türk milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak'a bağlılığını açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde sürdürmüş ve onun gerçekleşmesini amaç bilmiştir.

Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı'nda düşmanlarımız olan İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ne taahhütleri idi. Müttefikimiz Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi'nin tatbikatından önce, Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi, Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi. Batı Trakya Türkiye'ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler'e kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak sınırlarını koruyacaktı.

İstiklâl Harbi'nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen Lozan Barışı'ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan'ı içine sindiremeyen girişimleri ile Atatürk, Hatay'ı Türkiye'ye bağlatmış ve boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin, Atatürk'ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur.

Atatürk, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. "Türk milletinin , kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en bariz arzu ve iman malum olmuştu : Kurtuluş...Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde arzu-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi'nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde tespit olunan esasat, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı altında, züpte edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin tamamiyyetini ve milletin istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti istihsale çalışıyordu."

Mustafa Kemal Paşa'nın da yukarıda yer alan ifadelerinde de tespit ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil eden milletvekillerinin namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık bildirgesidir.

Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır.

 
Kuva-yı Milliye

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla İstanbul Hükûmeti ve buna bağlı olarak ordu İtilaf Devletleri'nin kontrolüne girmiş, devlet müesseseleri vazifelerini yerine getiremez duruma gelmişti. Türk milleti uğradığı haksızlıkların önüne geçilmesi hususunda resmî makamlara yapmış olduğu müracaat sonuç vermeyince vazifenin kendine düştüğünü kabullenip, işgal gören bölgelerde düşmana karşı harekete geçti. İşte bu direniş hareketini başlatanlara Kuva-yı Milliye(Millî Kuvvetler) adı verilmiştir.

Mili Mücadele tarihimizde "Kuva-yı Milliye" deyiminin biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki ayrı manası vardır. Bunlardan ilki "Milis" teşkilâtı adıyla da anılan millî kuvvetleri, yani silâhlı mukavemet teşkilatını anlatmaktadır. Diğeri ise Millî Mücadele'yi bütünüyle içine alan daha geniş bir anlamı ifade eder. Bu geniş mana içerisinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, İlk Büyük Millet Meclisi , Misak-ı Millî gibi dönemin temel gelişmeleri yer almaktadır.

Yakın tarihimizde Kuva-yı Milliye dönemi İzmir'in işgali ile I.İnönü Muharebesi arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık (Mayıs 1919-Aralık 1920) dönemi ihtiva eder. Bu zaman zarfında fiilen yabancı işgaline karşı koyan Kuva-yı Milliye hareketi Osmanlı Devleti'ne bağlı bir kuvvet hüviyetinde değildir. Mevcut hükûmetten ayrı fakat Türk milletine dayanan ve onun adına faaliyet gösteren, dolayısıyla yalnız Anadolu Türk halkının bünyesinden çıkmış bir direniş hareketidir. Kuva-yı Milliye'nin ortaya çıkışı bir siyasî parti hüviyetinde de olmamış, taraftarlarını memnun edecek mevkileri ve memuriyetleri de vaat etmemiştir. Buna rağmen az zamanda ülke genelinde samimî bir Türk birliği meydana getirmiş olmasını ancak halkın "hâlet-i ruhiyyesi", geçirdiği sıkıntılar ve istiklâlini müdafaa hususundaki hassasiyeti ile izah etmek mümkündür.

Kuva-yı Milliye'nin Milli Mücadele döneminde birçok faydaları olmuştur. Sağladığı en önemli fayda, dünya kamuoyunda Türk halkının Yunan işgalini sükûnetli karşılığı kanaatinin yerleşmesini önlemek ve Milli Mücadele hareketini mazlum bir milletin istiklâl hareketi olarak göstermek olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa "Anadolu'ya ayak bastığım zaman milleti bir istiklâl cidaline hazır ve teşne bir hâlde buldum" derken mevcut olan bu ortamın geniş bir propaganda şebekesi vasıtasıyla sağlandığı anlamına gelmediği açıktır. Anadolu Türkünün bu noktaya gelmesini sahip olduğu "cevher-i aslî"sinden çıkan tabiî ve an'anevî bir netice olarak kabul etmek en isabetli görüş olacaktır. "Kuva-yı Milliye" ruhundan anlaşılması gereken mana da bu olmalıdır." demiştir

Kuva-yı Milliye ruhu sadece Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan bir vakıa değildir. Kaynağını Türk milletinin bilinmeyen tarihinden bu tarafa sahip olduğu ve nesilden nesile intikal etmiş olan ilk cevherinden alan yeni bir Türk ruhudur. Yahya Kemal bu anlayışı şu şekilde dile getirmektedir.:

"Anadolu'nun bu üç senelik tarihi yeni Türk ruhu olduğunu, en görmek istemeyen gözlere bile gösteriyor. Avrupalılar, Amerikalılar İstanbul'a geliyorlar. Bu hadisenin ne olduğunu bizden soruyorlar, daha yakından seçebilmek için Anadolu'ya kadar gidiyorlar. İnkârdan şüpheye, şüpheden tereddüde, tereddütten inanmaya doğru günden güne beliren bir hareket var. Bir gün gelecek ki bir Türklük , yeni bir Türk ruhu tâ karşıdan seçilecek"

Milli Mücadele dönemi aydınlarının eserleri incelendiğinde Kuva-yı Milliye ruhunun Türk milleti için yeni bir istiklâl mücadelesini ifade ettiği hususunda müşterek bir görüşün ortaya çıktığı görülür. İstiklâl mücadelesinden amaç ise; Türklerin ekseriyeti teşkil ettiği bir coğrafî alan içerisinde "Türk milletinin gerek irfanca ve gerek iktisadiyatça bilâkaydü şart her türlü haricî nüfuzlardan ve kayıtlardan azade olarak kendi vesaitiyle azami inkişafına mazhar olmasıdır. "

Millî İstiklâl davasına atılmış olan Türk milleti bu dava devam ettiği sürece, bu istiklâle inanan ve onu gerçekleştirmek için hesapsız fedakarlığı göze alan bir ruh hâleti içerisinde olmuştur. Bu esrarengiz şuur hiçbir, ilmin, hiçbir eğitimin ve hiçbir propagandanın mahsulü değil, Türk karakterinin samimî bir tezahürüdür.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Kuva-yı Milliye, "Millilik" vasfının ön plânda tutulduğu, millî istiklâl ve iktisadî hürriyet mücadelesinin hareket noktasıdır. İstiklâl Savaşı'nda, millî heyecana dinî heyecanın da karıştığı, din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, o dönemin dinî duygularının millî bir karakter taşıdığı ve "millilik" vasfına hizmet ettiği söylenebilir.

Millî Mücadele'nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk sayılarından birinde Kuva-yı Milliye'yi kamuoyuna şu şekilde anlatmaktadır:

"Kuva-yı Milliye, milletin ruhundan ve ihtiyacı beka ve istiklâlinden doğmuş bir vahdettir ki, onu hiçbir şey ihlal edemeyecektir".

Sonuç olarak Kuva-yı Milliye ruhu yüksek bir siyasî olgunluk seviyesine gelmiş bir milletin, bu siyasî kudretini en azametli ve göz kamaştırıcı bir şekilde kullanmasından başka bir şey değildir. Kuva-yı Milliye'yi ortaya çıkaran "ruh" bu hareketin başlangıç dönemi ile de sınırlı kalmamıştır. Millî Mücadele dönemi boyunca Türk halkının müşterek ve hâkim anlayışını ifade etmiş, yeni Türk devletinin kurulmasında bir manevî menbaa olmuş, yaşatılmasında milletin tarihi tekâmüllerinden kaynaklanan manevî dayanağı temsil etmiştir. Kuva-yı Milliye'nin boz kalpaklı kahramanlarının o günkü ruh hâli bugünde Türk milletinin benliğinde yaşamaktadır. Bu günkü yeni nesil, bedeli can ve kan ile ödenmiş Türk vatanının muhafazasında fevkalâde hassas olan sessiz ekseriyettir ve Millî Mücadele hareketinin Türk milleti adına gerçekleştirildiğini asla unutmamalıdır.

 
YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN KURULUŞU
CUMHURİYETİN İLÂNI


1-Büyük Millet Meclisinin Açılması
ve Yeni Türk Devleti'nin Kuruluşu


Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan'da yayımladığı bildiride, Damat Ferid'in Aydın ilini Yunanistan'a teslim ettiğini, tecavüze uğrayan Türklerin müdafaasına engel olduğunu, İtilaf Devletleri'ni askerî işgalde bulunmaya davet ettiğini fakat milletin bu sefer tedbirli ve hazırlıklı davranacağını Damad Ferit Hükûmetini tanımayacağını açıklıyordu. İstanbul işgal altında olduğundan normal faaliyetini sürdüremeyen Mebuslar Meclisi'nin olağanüstü yetki ile Ankara'da toplanması için her türlü tedbir alınmıştı. 19 Mart 1920'de bu hususta her tarafa bildiri gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara'da toplandılar. 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa derhâl bir hükûmet teşkil edilmesini istedi. Meclis, kurucu meclislerin sahip oldukları bütün haklara sahip olduğu gibi hükûmet vazifesini de üzerine almış bulunuyordu. Yeni kurulan bu devlet teşri, icra ve kaza kuvvetlerini kendinde topladığından bir "cumhuriyet" demekti. Fakat şartlar uygun olmadığından bu deyim o dönemde kullanılmamıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi; böylece hem devlet, hem de hükûmetin başına geçmiş oldu.

Büyük Millet Meclisi, ilk iş olarak çıkarttığı 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile yurtta meydana gelen olumsuz cereyanları önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları ve ayaklanmalara katılanları yola getirmeyi amaçlıyordu.

Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun çıkarılmasından hemen sonra Büyük Millet Meclisi, 3 Mayıs 1920'de şu 11 vekili seçerek programını yapmış ve yeni Türk Devleti'nin ilk hükûmetini I.İcra Vekilleri Heyeti adıyla kurmuştur.

* Bakan:Mustafa Kemal Paşa,
* İçişleri: Cami Bey (Aydın),
* Adliye; C.Arif Bey (Erzurum),
* Bayındırlık :İ. Fazıl Paşa (Yozgat),
* Dışişleri :Bekir Sami Bey (Amasya ),
* Sağlık :Adnan Adıvar (İstanbul),
* İktisat :Yusuf Kemal Tengirşenk (Kastamonu),
* Maliye:Hakkı Behiç (Denizli ),
* Maarif :Dr. Rıza Nur (Sinop ),
* Millî Müdafaa:Fevzi Paşa (Kozan-Adana ),
* Erkan-ı Harbiye :Albay İsmet İnönü (Edirne ).

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet tarihimizde fevkalâde önemli bir mevkiye sahiptir. İlk meclisin fevkalâdeliği farklı ve zıt fikirlere sahip milletvekillerinden meydana gelmiş olmasına rağmen ülke savunması ve bütünlüğü konusunda tek bir ses ve tek bir yürek olabilmesidir. Bu temel hassasiyetine bağlı olarak ilk meclisin diğer özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz;

1. Bu meclis her şeyden önce millî bir meclistir. Meclis üyeleri tamamiyle Türklerden oluşmuştur. Bundan dolayı da "Meclis-i Kebir-i Millî "adını almıştır.

2. Meclis idealist, demokratik bir ruha sahiptir.

3. Olağanüstü hâl meclisidir. Yasama, yürütme ve yargı kavramlarını temel güçler olarak benimsemiş olmakla beraber bu güçleri kendi bünyesinde toplamıştır.

4. Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayandırılmıştır.

5. Şüphesiz bu meclis kahraman bir meclisti.

Kısaca İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti.

 
2-TBMM'nin Açılmasından Sonra
Meydana Gelen Askerî ve Siyasî Olaylar


Türk İstiklâl Savaşı'nda, girişilen mücadeleyi başarısızlığa uğratmak için, ülke sınırları dahilinde çeşitli yörelerde iç isyanlar meydana gelmiştir. Bu tür isyanların bir kısmı saltanat ve hilâfet adına, bir kısmı da Türk yurdunu parçalayarak yeni siyasî oluşumları gerçekleştirmek amacıyla çıkarılmıştır. BMM'nin meşruiyetine karşı çıkarılan ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, askerî, siyasî ve sosyal yönlerden büyük zararlar meydana getiren bu isyanlar sonuç itibariyle BMM Hükûmeti tarafından bastırılmıştır.Anadolu'da meydana gelen iç isyanların yanı sıra Doğu Anadolu Rus destekli Ermenilerin, Güney Anadolu ise İngiliz Ermeni ve Fransızların işgaline uğramıştı. Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırları içindeki topraklarının bir bütün olduğunu kabul etmiş ve bunu gerçekleţtirmek için harekete geçmiştir.

İlk olarak Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki kuvvetler Ermeniler'i bozguna uğratarak Sarıkamış ve Kars'ı Türkiye'ye kazandıran Gümrü Antlaşmasını 2 Aralık 1920 tarihinde imzaladı. Kısa süre sonra anlaşma yoluyla Ardahan ve Artvin de ana vatana bağlandı. Böylece Misak-ı Millî'nin Doğu Anadolu'daki sınırına kısmen ulaşılmış oluyordu.

Güney ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen işgale karşı bölge halkı kendi imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koymaya çalışmıştır. Bu bölgelerimizde açılan Adana, Maraş, Urfa ve Antep Cepheleriyle Anadolu'da kurtuluşa giden yol açılmıştır. Güney cephelerimizde Türk kuvvetlerinin kazandığı zaferler sonucu Fransa, 20 Ekim 1921'de Ankara Hükûmeti ile Ankara İtilâfnamesini imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma, Fransa ile Türkiye arasındaki savaşı sona erdirmiş, Türklere karşı batılı devletlerin kurmuş oldukları ortak cephe yıkılmıştır.

Doğu ve kısmen güney cephelerinde çarpışmalar başarıyla sona erince Ankara Hükûmeti bütün gücüyle Batı Cephesi'ne yönelme imkanı buldu. Batı Cephesi'ndeki dağınık birlikler düzenli bir ordu hâline getirildi ve cephe komutanlığına İsmet Bey (İnönü) atandı.

Bu sırada ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri 9 Temmuz 1920'de Bursa'yı işgal ederek Eskişehir yönünde ilerlemeye başladı. İnegöl-Pazarcık yoluyla ilerleyen Yunanlılar İnönü mevkiinde Türk kuvvetleriyle karşılaştılar. 9-10 Ocak 1921 günlerinde savaş sürdü. Yunan kuvvetleri 11 Ocakta geriye çekildiler. Üç aylık bir aradan sonra yeniden saldırıya geçen Yunanlılar, 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında yine İnönü'de Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Fakat yeni birliklerle desteklenen Yunan Ordusu 10 Temmuzda saldırıya geçerek Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz) ve Eskişehir'i (19 Temmuz) işgal ettiler. Türk ordusu Sakarya hattına çekildi. Yunanlılar'ın son büyük saldırısı Sakarya hattında durduruldu. 22 gün ve gece süren (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya savaşı Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Artık saldırı sırası Türk ordusuna gelmişti. Anadolu'dan düşman kuvvetlerini atmak için bir yıllık bir hazırlıktan sonra 26 Ağustos 1922 tarihinde saldırıya geçildi. 30 Ağustosta düşman kuvvetleri perişan edildi. Yunan başkomutanı Trikopis esir edildi (2 Eylül 1922). 9 Eylülde İzmir'de Yunan kuvvetleri denizine döküldü. 11 Eylülde Bursa kurtarıldı. Esirlerden başka Anadolu'da başka Yunan askeri kalmadı.

Yunan kuvvetlerinin ezilmesinden sonra Mudanya'da mütareke görüşmeleri 3 Ekim 1922 tarihinde başladı.11 Ekimde imzalanan Mudanya Mütarekesi'ne göre, Türkler ile Yunanlılar arasındaki savaş 14-15 Ekim gecesi sona erecek, Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya Yunanlılar tarafından boşaltılacak ve İstanbul, barış antlaşması imzaladıktan sonra İtilaf Devletlerince boşaltılacaktı.

Trakya'yı teslim almak için 19 Ekim 1922 'de İstanbul'a gelen Ankara temsilcisi Refet Paşa büyük gösterilerle karşılandı. 4 Kasım'da İstanbul Hükûmeti kendi görevinin sona erdiğini ilan etti. 26 Kasım'da Trakya Türk yönetimine geçti. Böylece Yunan işgaline uğramış olan bütün vatan toprakları kurtarılmış oluyordu.

Sıra barışın yapılmasına gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Lozan Konferansı'na İsmet Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Görüşmeler 4 Şubat 1923'te kesildi. Ancak tarafların barış isteği ağır basınca 23 Nisan'da görüşmeler yeniden başladı ve 23 Temmuz 1923 tarihinde XX. yüzyılın en önemli barış antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması imzalanarak yeni Türk Devleti dünyaca tanınıyor, sınırları saptanıyordu.

Türkler dışında, Birinci Dünya savaşının bütün mağlûp devletleri, kendilerine zorla kabul ettirilen antlaşmalara boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Türk milleti ise Sevres Antlaşması gibi bir esaret belgesini kendi tarihinin şeref ve haysiyetine layık görmemiş, istiklâlinin sona erdiğinin zannedildiği bir anda, vatanın müdafaası için neler yapabileceğini düşmanlarına önce savaş meydanlarında göstermiştir. Daha sonra bu başarılarını I.Dünya Savaşı'nın galiplerine, karşılıklı eşitlik prensibine dayanan bir antlaşmayla tasdik ettirmiş kendi üzerine oynanan bütün oyunları bozmuştur.

I. Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan adaletsiz anlaşmalar, Avrupa'da yeni bir savaşın çıkmasına sebep olup yürürlükten kalkmış fakat gerçek barışın kurulmaya çalışıldığı Lozan Andlaşması ise I. Dünya Savaşı sonrasının günümüze kadar geçerliğini koruyan tek antlaşması olmuştur. Antlaşmanın Türk milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa Kemal Paşa açıklamıştır. " Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastin, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade eder bir vesikadır".

 
3-Türk İnkılâbı

Lozan Barış Andlaşması, Millî Mücadele hareketinin askerî ve siyasî açıdan başarıyla tamamlanmasını, yeni Türk devletinin milletler arası toplulukta tanınmasını sağlayan önemli bir vesikadır. Genel olarak Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleştiği Lozan sonrasında, millî devlet, siyasî, sosyal ve ekonomik alanda zorunlu hale gelen yeni bir teşkilatlanmaya gidecektir.

Mustafa Kemal Paşa'nın "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak" şeklinde tanımladığı Türk İnkılâbında esas amaç, millî modern bir devlet hâline gelmek olarak tespit edilmiştir. Türk inkılâbında, batılı anlamda millî bir toplum yaratmada, nazarî de olsa, millîlik ile medeniliğin bir bütün olarak ortaya çıktığı ve birbirine bağlı iki kavram olduğu görülür.

Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyetin ilânıyla, Mustafa Kemal Paşa'nın "Medeniyet yolunda yürümek, muvaffak olmak hayatın şartıdır" prensibinin gerçekleşmesinde önemli bir adım atılmıştır. Cumhuriyetin ilânı ise her şeyden önce, kurulan yeni devletin bir "Millî Türk devleti" olduğunu ve devlet kültürünün Türk benliği ve gelenekleri üzerine kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.

Cumhuriyet rejimi ve Türk millî devlet fikri Mustafa Kemal Paşa'nın en başta gelen temel inkılâpları olmuştur. Onun yaptığı diğer inkılâplar, bu temel inkılâpları tamamlayan yenilikler mahiyetindedir.

 
bu memleket nasıl kurulmuş nasıl kurtarılmış bilmeyenler öğrensin eline sağlık fatu
 
Yaz kardeşim yaz iştahla minnetle kayıt ediyorum bunları.Eline emeğine sağlık
 
A-Saltanatın Kaldırılması

İtilâf Devletleri, 28 Ekim 1922'de Lozan'da toplanacak barış konferansına B.M.M. Hükûmetiyle birlikte İstanbul Hükûmeti temsilcilerini de davet etmişlerdi. İtilâf Devletleri'nin bu davranışı Ankara ve İstanbul Hükûmetleri şeklinde iki ayrı otoritenin varlığını kabul ettirerek, ülkede ikilik yaratmak suretiyle Millî Mücadele Hareketini başarısızlığa uğratmak amacını taşımaktadır. Ancak bu teşebbüs, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan Büyük Millet Meclisi kararının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Tevfik Paşa, Sadrazam unvanıyla 29 Ekim 1922'de BMM Başkanlığına çektiği telgrafta Lozan görüşmelerine İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin de katılımını talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa, konuyu 30 Ekim 1922 tarihli BMM Genel Kurul görüşmelerine getirdi. Toplantıda iki ayrı görüş çarpışmıştır. Birinci grup milletvekillerinden Antalya Mebusu Rasih Bey (Kaplan), Hakkari Mebusu M.Müfit (Kansu) Bey ve Sıhhıye Vekili Dr. Rıza Nur Bey'in dile getirdikleri görüş: "Bab-ı Ali ve padişahın hükümsüzlüğü" şeklindeydi. İkinci grup liderlerinden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey'in ifade ettiği görüş ise; "Tevfik Paşa'nın telgrafına ret cevabı yeterlidir, başka bir işleme gerek yoktur" ţeklindeydi.

Dr. Rıza Nur'un hazırladığı, Mustafa Kemal Paşa'nın da aralarında bulunduğu 82 mebusun imzasını taşıyan önergede "Osmanlı İmparatorluğu ve Sultanlığın devrildiği, Teşkilât-ı Esasiye kanunu ile hükümranlık haklarının millete ait bulunduğu" görüşü yer almıştı. Oya sunulan bu önerge İkinci Grup milletvekillerinin toplantıya katılmaması nedeniyle yeterli çoğunluk sağlanamamış ve kabul edilmemiştir.

1 Kasım 1922'de tekrar toplanan mecliste gerek Dr. Rıza Nur'un gerekse aynı gün verilen 26 imzalı Hüseyin Avni Bey'in önergeleri üzerindeki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa konuya müdahale ederek geniş bir konuşma yaptı.

Bu konuşmadan sonra konuyla ilgili önergeler,Teşkilât-ı Esasiye, Şer'iye ve Adliye Komisyonlarına gönderildi. Bu komisyonlar ortak olarak hemen toplandı. Komisyon görüşmelerinde bir kısım mebusların hilâfet ve saltanatın ayrılmasına karşı çıkmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alarak şu konuşmayı yaptı.

"...Türk milleti hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldu bitti hâline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek,usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir".

Bu konuşma üzerine komisyonda çözüme kavuşan konu, sür'atle tasarı hâline geldi ve aynı gün ikinci oturumda genel kurula sunuldu. Tasarı oy birliği ile kabul edilerek 1 Kasım 1922 tarihinde kanunlaştı. 308 sayılı kanunla hilâfet ve saltanat ayrılmış, hilâfete dokunulmamış, saltanat ise kaldırılmıştır.

Gerçekte saltanatın kaldırılması,16 Mart 1920'de sona eren, Osmanlı saltanat makamının sahip olduğu "hâkimiyet" mefhumunu çok daha önce 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türk milletine intikalini sağlayan inkılâp hareketinin son halkasıdır.

Saltanatın kaldırılması ile İstanbul'da Tevfik Paşa kabinesi 4 Kasım 1922 de toplanarak istifa etmiş,17 Kasım 1922 'de de son Osmanlı Sultanı Vahdettin İngiliz himayesinde ülkeyi terk etmiştir.
 
eyvallah fatu herkes senin gibi bilinçlense olay biter zaten!
 
B-Cumhuriyetin İlânı

Mustafa Kemal Paşa,1921 Anayasası'nın ilk maddelerinde yer alan "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ve "Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir " ifadelerini daima "Cumhuriyet" şekliyle yorumlamıştır.

Gerçekten de 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile kurulmuş olan siyasî rejim geniş anlamı ile Cumhuriyet'ten başka bir şey değildi. Ancak Cumhuriyet resmen ilân edilmemiş ve devlet başsız bir şekilde kurulmuştur .

26 Ekim 1923'de ortaya çıkan bir hükûmet buhranı sonucu Başvekil Fethi Bey istifasını vermişti. 28 Ekim akşamı Çankaya'da yeni hükûmet teşekkülü ile ilgili çalışmalar sırasında Cumhuriyetin ilanı kararlaştırıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının bazı maddelerini değiştiren değişikleri tespit ettiler.

29 Ekim 1923 günü konu önce Halk fırkası grubunun öğleden sonraki oturumunda gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa'nın bir gün önce tespit ettiği değişiklikler uzun görüşmelerden sonra kabul edildi. Kanun teklifi, Kanun-i Esasi encümeni tarafından usulen incelenerek meclise sunuldu.

TBMM 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti. Cumhuriyetin ilânı ile 1921 Anayasası'nın 1,2,4,10,11 ve 12. maddeleri şu şekilde değiştirilmîştir.

Birinci maddeye "Türkiye Devleti'nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir" cümlesi eklenmiştir.

İkinci madde; "Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir" şekliyle tespit edilmiştir. Bu madde 1921 Anayasası'nda mevcut olmayıp ana yasamıza ilk defa girmiştir.

Dördüncü madde; Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare konularında Bakanlar Kurulu vasıtasıyla yönetir.

Onuncu madde; Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir.

On birinci madde; Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerekli gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder.

On ikinci madde; Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis toplantı hâlinde değil ise, onaylama Meclis'in toplantısına bırakılır.

Yapılan bu önemli değişiklerden sonra aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Mustafa Kemal Paşa yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 30 Ekim 1923'te ise Malatya Mebusu İsmet Paşa, M. Kemal Paşa tarafından Başbakan olarak atanmış ve yeni kabine teşekkül ettirilmîştir.
 
C-Halifeliğin Kaldırılması

İslâm'da din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaz parçalardır. İslâm Devleti'nin başı hem ülkesinde dini koruyan bir "imam" hem de sınırların güvenliğini sağlayan bir "Devlet başkanı" dır. Cismanî ve ruhanî olmak üzere her iki otoriteyi (iktidarı) uhdesinde toplamıştır. Hristiyanlık'ta olduğu gibi "kilise-devlet" ayırımı yoktur. İşte İslâm tarihinde "dinî" ve "dünyevî" görevleri bünyesine toplayan devlet başkanlarına "halife" denmektedir.

Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilâfet muhafaza edilmiş, Abdülmecit Efendi halife olarak TBMM tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecit Efendi seçilirken kendine sadece "dini reis" olarak yetkiler verilmiţti.

Lozan sonrasında halifelik konusunda gerek Meclis'te, gerekse kamuoyunda tartışmalar yoğunlaştı. Basının önemli bir bölümü Hilâfet'in korunmasını savunmuştu. Meclis'te Halk Fırkası mebusları tarafından Halifenin yetkisini aştığı iddialarının ortaya atılmasına karşılık, aynı görüşte olmayan mebuslar da vardı. Ortaya çıkan bu görüşlerden ilki; Mustafa Kemal Paşa'nın savunduğu gibi Hilâfet'in yabancı güçlerce kullanılabileceği endişesinden hareketle artık zararlı bir niteliğe sahip olduğu şeklindedir. İkinci tavır ise asıl halifeliğin kaldırılmasının Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasında İslâm ülkeleriyle aralarındaki bağları keserek, devletin dış itibarını zedeleyebileceği mahiyetindedir.

Mustafa Kemal Paşa, Şubat 1924'te İzmir'de iken Hilâfet'in kaldırılması kararını almıştır. İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa ile birlikte aldığı Hilâfet'in, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye ile Şer'iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılma kararını daha sonra 1 Mart 1924'te meclisi açış nutkunda dile getirecektir.

Hilâfet'in kaldırılma meselesi önce 2 Mart 1924'te Halk Fırkasın da görüşülerek kabul edildi. 3 Martta toplanan Meclis Genel kuruluna ise üç ayrı kanun teklifi sunuldu ;

1) Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi'yle 53 arkadaşının Hilâfetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasıyla ilgili kanun teklifi.

2) Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer'iye ve Evkaf vekaletiyle Erkan-ı Harbiye Vekaleti'nin kaldırılmasıyla ilgili kanun teklifi.

3) Manisa Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanun teklifi.

Bu kanunlarda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat 18:45'te TBMM söz konusu tasarıları 429,430 ve 431 sayı ile kanunlaştırdı.

Buna göre "Ţer'iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti kaldırılmış, eğitim öğretim Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak birleştirilmiştir.

Hilâfet'in tamamen kaldırılmasıyla ilgili karar kanunlaştıktan sonra İstanbul Valisi tarafından Abdülmecit Efendi'ye tebliğ edilmiş ve yurt dışına çıkması sağlanmıştır.

Aslında halifeliğin kaldırılmasının siyasî gayeden çok daha önemli kültürel ve tarihî manası vardır. On dokuzuncu yüzyılın başlarından beri sürüp gelen yenilikçi-lâik grubun, dinci-muhafazakârlara karşı zaferini ifade etmiştir.

Hilâfetin kaldırılması yurt dışında büyük tepkilere yol açmıştır. Batı dünyası bu olayı şaşkınlıkla karşılayarak hayranlıklarını ifade etmişler, İslâm dünyası ise olumsuz tepkilerini dile getirmiştir.

 
d-Anayasa Hareketleri

23 Nisan 1920 tarihinden itibaren artık resmî bir hüviyet kazanan millî teşkilât gayelerini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Mustafa Kemal'in 19 Mart 1920 tarihinde askerî ve mülkî erkâna gönderdiği seçim talimatında, Meclis'in 23 Nisan 1920 tarihinde açılmasına karar verilmiş, 22 Nisan 1923 tarihli telgraf ile de söz konusu tarihten itibaren mülkî ve askerî makamların ve bütün milletin müracaat edeceği makamın "Meclis" olacağı duyurulmuştur.

23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan BMM, yeni Türk devletinin ilk siyasî organı olarak faaliyete geçmişti. Aynı gün ilk oturumda en yaşlı üye sıfatıyla Şerif Bey, yaptığı konuşmada, "Türk milletinin yabancı köleliğine karşı çıkarak,geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğuna ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduklarını " açıkladı.

Açılışından hemen sonra çalışmalarına başlayan BMM'nin aldığı 1 numaralı kararla İstanbul Meclis-i Mebusan'ından gelen milletvekillerinin kendi çatısı altında toplanmaları kararlaştırılmış, bununla birlikte kendi kuruluşunu da düzenlenmiştir.

24 Nisan 'da Mustafa Kemal Paşa söz alarak geniş bir konuşma yapmış ve hükûmetin kuruluşu ile ilgili temel ilkeleri açıklamıştır. Bu ilkeler meclis tarafından kabul edilerek aynı günkü beşinci oturumda yapılan oylamada 110 rey alarak Meclis Başkanlığı'na seçilmiţtir.

Mustafa Kemal Paşa'nın hükûmet kurulmasının lüzumuna işaret eden teklifi 25 Nisan 1920 tarihinde kabul edildi ve "Kuvve-i İcraiye'nin" teşkiline karar verildi. Aynı gün yapılan görüşmelerde ayrıca Başkanlık Divanı seçimleri de tamamlandı.

Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis'e hükûmetin kurulması ile ilgili olarak verdiği teklifte, hükûmetin yapısına ilişkin ilkeler özetle şu şekilde belirtilmîştir:

1-Hükûmet kurmak zorunludur.

2-Geçici olarak bir padişah kaymakamı (vekili) ortaya çıkarmak uygun değildir.

3-İrade-i millîye'nin vatanın kaderine hâkim olmasının kabul edilmesi zorunludur.

4-TBMM'nin üstünde güç yoktur.

5-Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.

Mustafa Kemal'in bu tekliflerinden de anlaşılacağı gibi dönemin zarureti gereği, "Meclis Hükûmeti" sisteminin uygun bulunduğu, ayrıca kuvvetler birliği prensibinin benimsenmesi lüzumu telkin edilmektedir.

23,24 ve 25 Nisan günü alınan kararların Millî Hâkimiyet ilkesine dayanan bir meclisi ve hükûmeti oluşturması bakımından anayasa niteliği taşıdığı söylenebilir.

Mustafa Kemal Paşa'nın 24 Nisan 1920'de kabul edilen anayasa niteliğindeki teklifi 13 Eylül 1920'de TBMM'ye verilerek, 18 Eylülde mecliste alınan ve siyasî ,sosyal , askerî ve idarî yönden düzenlemeleri öngören program, 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın hazırlanmasına temel teşkil etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli TBMM'de 85 sayı ile kabul edilen anayasa, 23 madde ve bir de ayrı maddeden meydana gelmektedir. Bazı önemli maddeleri şunlardır:

"Madde1:Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.

Madde 2:İcra kudreti ve teşrii salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan BMM'de tecelli ve temerküz eder.

Madde 3:Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır".

Görüldüğü gibi kabul edilen bu maddelerle ayrı bir "Türkiye Devleti"nin varlığından bahsedilmektedir. Osmanlı Devleti'nin yok olmasıyla yeni bir devletin kuruluţunu, hukukî yönden belgelemiţtir.

Yeni anayasa aynı zamanda Millî Hâkimiyet'i esas alan ve vatanın kaderine Millî Hâkimiyetin temsilcisi olarak BMM'nin el koymasını mümkün kılan bir siyasî ve hukukî vesikadır.

1921 Anayasası Millî Mücadele'nin olağanüstü şartları içinde hazırlanmış geçici bir anayasadır. Meclis'in ve Millî Hükûmetin durum ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur.

1921 Anayasası'nda kuvvetler birliği sistemi hâkimdir. Türkiye'de bütün kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir. Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ, BMM'dir. Meclis yasama ve yürütme yetkilerine sahiptir.

Kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükûmeti sistemi 1921 Anayasası ile ilk defa Türkiye'ye girmektedir. Reissiz bir Cumhuriyet kuran bu anayasa ile millî irade Meclis tarafından temsil ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, millî kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da zorunlu kılmaktadır.

20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da yapılan en önemli değişiklik 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilânı ile olmuş, devlet şekli bu ilanla Cumhuriyet olarak değiştirilmîştir.

1921 tarihli anayasanın kabul edilmesinden sonra siyasî alanda önemli inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Kasım 1922'de saltanat kaldırılmış, Ekim 1923'de Cumhuriyet ilân edilmiş ve Mart 1924'te ise halifelik kaldırılmıştır; ayrıca eğitim-öğretim alanında birtakım yenilik hareketleri ile Türk milleti siyasî,sosyal ve kültürel alanında hızlı bir değişim içine girmiştir.

Bu hızlı değişimde toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir anayasanın hazırlanmasını 1924 tarihînde 491 sayı ile Teşkilât-ı Esasiye Kanunu olarak TBMM'de kabul edilmiştir.

 
Toplam 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası'nın önemli maddeleri şunlardır:

1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyet'tir.

2-Türkiye Devleti'nin dini İslâm dinidir. Resmî dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir.

3-Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.

4-TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına hâkimiyet hakkını kullanır.

5-Yasama yetkisi ve yürütme gücü BMM'de toplanır.

6-Meclis yasama yetkisini kendi kullanır.

7-Meclis yürütme yetkisini kendince seçilmiş Cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bir Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükûmeti her vakit denetleyebilir ve düţürebilir.

8-Yargı hakkı, millet adına, usulü ve kanununa göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır

Yeni Türk Devleti'nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası 1921 Anayasası'nın dayandığı temel ilkelerden esinlenmiş, millî hâkimiyet, tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensipleri geliştirilerek kabul edilmiştir.

1924 Anayasası, 1921 Anayasası'ndan yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermekle, parlâmenter rejime geçişte bir adım daha ileri gitmiştir. Millî Hâkimiyet ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmekle, anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemekte, kamu özgürlüklerine geniş bir şekilde yer vermektedir.

1924 Anayasası beş kez değişikliğe uğramıştır. Nisan 1928, Aralık 1931, Aralık 1934, Şubat 1937 ve Kasım 1937 tarihînde yapılan değişikliklerle devletin dini İslâm'dır ibaresi kaldırılmış, seçmen yaşı 18'den 22'ye çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, Cumhuriyet Halk Partisi programındaki altı ilke anayasa ilkeleri olarak kabul edilmiştir.

1924 Anayasası dil bakımından 1945 ve 1952 yıllarında mana ve mefhumuna dokunulmaksızın iki defa değişikliğe uğramış ve 1960 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

e-Hukuk, Eğitim ve Sosyal Alanlarda Yapılan İnkılâp Hareketleri:

Hukuk kuralları toplum yaşayışını düzenler. Fertlerin huzur ve güven içerisinde yaşamasını sağlar. En gelişmiş toplum düzeni olan devletle, fertler arasındaki ilişki modern hukuk kurallarının uygulanmasıyla arzu edilen seviyeye ulaşır.

Yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte başlayan batılılaşma hareketi zorunlu olarak devlet, cemiyet ve hukuk hayatında lâikliği bir temel prensip olarak öngörmüştür. Batı ülkelerinin kanunları, önemsiz değişikliklerle kabul edilmiş ve Türk toplumunun kısa bir zamanda Avrupa hukuk sistemine girmesi sağlanmıştır.

Mustafa Kemal Paşa Hukuk İnkılâbının gerekliliğini 1 Mart 1924'te TBMM'de şu konuşmasıyla ifade etmiştir:

"... adlî telakkimizi, adlî kanunlarımızı,adlî teşkilâtımızı,bizi şimdiye kadar şuur-i gayr-ı şuuri tesir altında bulunduran, asrın icabatına gayr-ı mutabık revabıttan (bağlardan) bir an evvel kurtarmaktır. Millet her mütemeddin memlekette (medenî memlekette) olan terakki-i adliyenin memleketin ihtiyacına tevakuf eden (uyan) esasatını istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna tesirattan silkinmek ve seri terakkiyata atılmakda asla tereddüt olunmamak lâzımdır. Hukuk-ı medeniyede,hukuk-ı ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve hurafelere merbutiyet (bağlılık) milletleri uyandırmaktan men eden en ağır bir kabustur. Türk Milleti üzerinde kabus bulundurulamaz".

Modern hukuk sistemine ulaşmanın bir gereği olarak, özellikle 1926 yılından itibaren, büyük yenilik hareketleri yapılmaya başlanmıştır.

Medeni Kanun : İsviçre'de 1907 yılında hazırlanan ve 1912 yılında yürürlüğe giren kanundan alınarak 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiştir.

Ceza Kanunu : 1889 tarihli İtalyan ceza kanunundan alınarak 1 Mart 1926 tarihînde kabul edilmiştir.

Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926'da kabul edilen bir kanunla yargı organlarının bağımsızlığı ve halkın çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır.

Ticaret Kanunu : Alman ve İtalyan kanun ve eserlerinden yararlanılarak hazırlanan kara ticareti ile ilgili kısım 29 Mayıs 1926'da deniz ticaretiyle ilgili kısım ise 15 Mayıs 1929'da yürürlüğe girmiştir.

İcra ve İflas Kanunu : 24 Nisan 1929 yılında İsviçre'den alınmış ancak faydalı olmaması neticesinde 30 Haziran 1932'de yeniden düzenlenerek kabul edilmîştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Eğitim, toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumun kültür ve karakterini muhafaza eder,hatta düzeltir. Bu nedenle de devlet hizmetleri arasında yer alır. Türkiye'de eğitim ve öğretimin modernleşmesi Tanzimat'la birlikte başlamış,gerçek anlamda modern eğitim-öğretim sistemine geçiş Cumhuriyet devrinde mümkün olmuţtur.

Mustafa Kemal Paşa,16 Temmuz 1921'de Ankara Maarif Kongresi'nde millî kültürün önemini ve gerekliliğini şu konuşmasıyla ifade etmiştir:

"... Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihîmize uygun bir kültür kastediyorum.

Çünki millî dehamız tamamıyla inkişafı, ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür şimdiye kadar takip olunan ecnebi kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir".

Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada eğitim-öğretim alanında yapılacak yeniliklerin temel prensiplerini tespit etmiţtir;

-Hükûmetin en önemli görevi maarif işleridir.

-Eğitim-öğretim müesseseleri tek bir teşkilât tarafından idare edilmelidir.

-Hazırlanacak eğitim programı milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun olmalıdır.

-Eğitimin hedefi milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiţtirmektir.

Bu gelişmelerin ardından Millî Eğitim Bakanı Saruhan Mebusu Vasıf (Çınar) Bey ve elli arkadaşının Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin birleştirilmesi) konusundaki önergesi görüşülerek benimsenmiştir. 3 Mart 1924'de ise tasarı TBMM Genel Kurulu'na getirilmiş ve değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir.

Eğitim ve öğretim kadrolarını Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplayan ve medreseleri kaldıran bu kanunla Türk Eğitimine "Millî"lik vasfı kazandırılmış, ayrıca millî kültür anlayışında birlik sağlanmak istenmiştir. Ayrıca, 2 Mart 1926'da kabul edilen maarif teşkilâtı hakkında kanun ile de eğitim hizmetlerine yeni düzenlemeler kazandırılmıştır.

Harf İnkılâbı; Harf İnkılâbı'na kadar bu konuda ülkemizde birçok tartışmalar yapılmıştır. Yeni Türk Devleti'nin kurulmasından sonra,1923 İzmir İktisat Kongresi'nde Lâtin harflerinin kabulü ile ilgili önerge verildiyse de kongre gündemiyle alâkalı görülmemiş, tartışılmadan Maarif Vekaleti'ne gönderilmiţtir.

1927 yılı sonlarına doğru harf meselesinde ciddî çalışmalar başladı.1928 yılında Maarif Vekâleti bir alfabe encümeni kurdu. Kurul, Lâtin harflerine dayalı bir alfabe üzerinde çalışmalarda bulundu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul Sarayburnu'nda yaptığı 8 Ağustos 1928 tarihli konuşmasında bu çalışmaların neticesi hakkında "Yeni Türk harflerini kabul ediyoruz" diyerek ilk haberi verdi.1 Kasım 1928 TBMM açış konuşmasında ise Lâtin esasından alınan Türk alfabesinin, Türk diline uygun olduğunu belirterek, okuma yazma oranı üzerinde olumlu etkiler sağlayacağını ifade etti. Daha sonra üç milletvekilinin TBMM'ye verdiği yeni Türk alfabesinin kabulü ile ilgili önerge Genel Kurul'da görüşülerek, 1 Kasım 1928 günü 1353 sayı ile kabul edildi.

Yeni harflerin kabulü ile birlikte bütün yurtta eğitim-öğretim seferberliği başlatıldı.1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açıldı. 31 Mayıs 1933'te İstanbul Dar'ül Fünun'u kaldırılarak yeni bir üniversite kurulması kararlaştırıldı.

Türk Tarih Tezi; Tarih, insanların zaman ve mekân itibarıyla geçirdikleri gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ilim dalıdır. Tarih gerçeklerin ortaya çıkmasına yarar. Tarihi zengin bir millet güçlüdür. Güçlü bir milletin oluşması manevî miraslarına sahip çıkmasıyla mümkündür.

"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır".

Mustafa Kemal Paşa eksik ve yanlış gördüğü tarih anlayışını değiştirerek yeni ve doğru bir tarih anlayışı getirmek istemiştir. Bu amaçla Türk tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931'de "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) " kuruldu. 1932'de Ankara'da tarihçilerin katıldığı ilk "Türk Tarih Kongresi" toplandı ve "Türk tarih tezi" bu kongrede tartışıldı.

Kongre sonucu ortaya çıkan yeni tarih tezi şöyledir; "Türk milletinin tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk'ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiţtir."

Mustafa Kemal Paşanın tarih ilmine bu kadar çok değer vermesinin nedeni, tarihi, devletin ilerlemesi ve modernleşmesi için manevî bir destek olarak görmüş ve kullanmış olmasıdır. Ona göre Millî Mücadele sonrasında Türk halkı benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı tarih ilmînden almıştır.

Türk Dili İnkılâbı; Dil İnkılâbı,Türk İnkılâbının temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma inkılâbıdır.

Harf İnkılâbı'nın olumlu sonuçlar vermesi üzerine 12 Temmuz 1932'de "Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)" kuruldu. Cemiyetin amacı Türkçenin sözlük, terim, dil bilgisi, cümle bilgisi, etimoloji konularını inceleyerek Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır.

Cemiyetin çalışmalarıyla halk dilinde yaşayan kelimeler dilimize tekrar kazandırıldı. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılıklar ortadan kaldırıldı. İnkılâplar içerisinde "Türklük şuurunu" en fazla geliştirmeye yarayan, dilimiz üzerinde yapılan bu çalışmalardır.

 
Mustafa Kemal Paţa, Türk dilindeki gerekli gelişmenin önemini 1932'deki şu konuşması ile ifade etmektedir:

"Millî Kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel direği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine,aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için,bütün devlet teşkilatımızın dikkatli,alakalı olmasını isteriz".

Şapka İnkılâbı ve Kılık-Kıyafet Değişimi; 1925 yılında yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Paşa 24 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya yaptığı seyahatinde şapka, kılık-kıyafet konusunda halkla konuştu. Halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını daha medeni bir görüntüye bürünülmesi gerektiğini anlattı. Giydiği şapkayı ve kıyafetini halka göstererek buna uyulmasının gereği üzerinde durdu. Çünkü Mustafa Kemal Paşa batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir gereği olarak da medenî kıyafetin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu.

2 Eylül 1925'de Bakanlar Kurulu memurlara şapka giydirilmesi için bir kararname yayımladı. Ancak, Meclis bu kararnameyi anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kabul etmek istememiştir. Bu gelişmelerin ardından TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayı ile şapka giyilmesi hakkındaki kanunu kabul etti. Yine 2 Eylül 1925'de cübbe ve sarık giymek, din adamlarının dışındaki kimselere yasak edilmiţtir.

3 Aralık 1934 tarihînde de 2596 sayılı kanunla din adamlarının, dinî kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyecekleri tespit edilmiş, en yüksek düzeydeki din görevlisi bu uygulamanın dışında bırakılmıştır.

Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması; Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1925'de Kastamonu'da yaptığı bir konuşmada tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ve tarikatların kaldırılmasının lüzumundan bahsederek "En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir" şeklindeki sözleriyle halka akılcı olan yolu göstermiţtir.

30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.

Milletlerarası Takvim ve Saatin,Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde Değişiklik; Osmanlı Devleti döneminde uygulanan Hicri ve Rumi takvimler üzerinde Meşrutiyet'le birlikte yeni düzenlemeler yapılmak istendiyse de başarı sağlanamamıştı. 26 Aralık 1925'te kabul edilen bir kanunla Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak Milâdî takvim ve milletler arası saat uygulaması kabul edilmiţtir.

26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla da arşın, endaze, okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık arz eden birimler kaldırılarak Avrupa'dan alınan metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir.

Bu değişiklikler gerek ülke içinde, gerekse milletler arası ilişkilerde önemli kolaylıklar sağlamıştır.

Soyadı Kanunu'nun Kabulü ve Eski Unvanların Kaldırılması; Gerek toplumsal ilişkilerde, gerekse nüfus işlerinde meydana gelen karışıklıkları önlemek amacıyla 21 Haziran 1934'te "Soyadı Kanunu" kabul edilmiştir.

Soyadı Kanunu ile Türkler kendi adından başka bir de soyadı alacaktı. Soyadları Türkçe olacak, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı soyadı kullanılmayacaktı.

TBMM Mustafa Kemal Paşaya 24 Kasım 1934'te " Atatürk" soyadını vermiş, 17 Aralık 1934'de ise bu soyadını başkası tarafından alınmamasını kararlaştırmıştır.

26 Kasım 1934 tarihinde ise "Ağa , hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri" gibi lâkap ve unvanlar savaş madalyası dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması kabul edilmiştir.

Millî Bayramlar ve Genel Tatil; 23 Nisan 1921'de TBMM'ye verilen iki ayrı önergede 23 Nisan gününün, Türk Milleti'nin bağımsızlığını elde etmesinin yıl dönümü olması nedeniyle resmî bayram olarak kabul edilmesi istenmişti. Önerge aynı gün Meclis Genel Kurulu'nda görüşülerek kabul edilmiş ve kutlanmıştır.

27 Mayıs 1935 tarihinde ise Millî Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bu kanun ile cuma günü olan hafta tatili pazar günü olarak değiştirilmiştir. Dinî bayramlardan Ramazan Bayramı tatili 3 gün, Kurban Bayramı tatili 4 gün olarak tespit edilmîştir. 30 Ağustos bir gün Zafer Bayramı adıyla, 23 Nisan bir buçuk gün Millî Egemenlik Bayramı adıyla,1 Mayıs bir gün Bahar Bayramı adıyla resmî bayramlar olarak kabul edilmiştir.1 Ocak tarihi ise bir buçuk gün Yılbaşı tatili olarak tespit edilmiştir.

Kadın Haklarının Kabulü; Millî Mücadele'nin kazanılması topyekûn Türk milletinin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ancak kadınlarımızın toplumdaki bu önemli yerine karşılık medenî ve siyasî haklarında birtakım eksiklikler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran Mustafa Kemal Paşa olmuştur.21 Mart 1923'te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi'nin bir toplantısında yaptığı konuşmada kadın haklarının tanınması ile ilgili birçok konuya temas etmiştir.

1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medenî, siyasî ve sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926'da "Medeni Kanunu'nun" kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3 Nisan 1930'da çıkarılan "Belediye Kanunu" ise kadınlara belediye seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Siyasî alandaki bu ilk hak daha sonra geliştirilerek Türk kadınlarına 26 Ekim 1933'te Köy İhtiyar Heyetleri'ne seçme ve seçilme hakkının tanınması sağlanacaktır. Nihayet 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını milletvekili seçmek ve seçilmek hakkını elde etmiştir.

Türk Millî Mücadelesi maddî imkânsızlıklar içinde kazanılmış büyük bir zaferdir. Ancak bu zaferin kazanılmasından sonra yeni Türk devleti büyük bir mücadeleye daha girmek zorunda kalacaktır. Mustafa Kemal Paşa bu mücadeleyi İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı şu konuşmasında "ekonomik mücadele" olarak tespit ve işaret etmiştir;

 
Geri
Üst