türk ocağı
serdengeçti
Mevlana Örneğinde Anadolu İslamı
Hicri 7. ve onu takip eden yüzyıllar, bir anlamda Kültür İslâmı`nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığı yıllardır. Artık bu yüzyılda müslümanların siyasi ve askeri gücü epey kırılmıştır. İslam coğrafyasında birçok irili-ufaklı güçsüz devlet vardır. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavmin kitleler halinde İslâm`a geçişi ve bunların müslüman halk arasında çoğunluk teşkil edişi, Vahiy İslam`ından çok farklı bir İslâm anlayış ve yaşantısının oluşmasına yol açar. Bu, Kültür İslâmı dediğimiz, vahiyle pek örtüşmeyen bir din anlayışıdır. Bize tarihçiler müslümanların topluca müslüman olduklarını söylüyorlarsa da bu sosyolojik olarak mümkün değildir. Hiçbir millet bir günde değişemez.
Doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur. Önceki yüzyıllarda etkin olan kelâmın, fıkhın güç kaybetmesi, ulema sınıfının otoritesinin azalması, eski şaman yeni keramet sahibi evliyalar karşısında ikinci plana itilmesi hicri 6. yüzyılda sistemleşmiş, tarikat kurumlarını oluşturmuş tasavvufa büyük imkanlar sunar.
Artık tasavvuf bir kaç meczup, cerbezeli konuşan adamın felsefesi olmaktan çıkıp, şeyhlerin toplumun önüne bir mehdi gibi, bir kurtarıcı gibi çıktığı, toplumu yönlendirdiği dönemdir. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim üssü olur. Bu birimlerde faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.
Yeni müslüman eski şaman Türkler fakihlerden, müftülerden ve kelamcılardan pek hazzetmezler. Türkler geçiş döneminin kolaylaştırıcı özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan kurtulurlar. Dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorumlar maskesi altında devam ettirme fırsatı bulmuş olurlar. Şeriatın sert ve acımasız kuralları, sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen şeriat kuralları yerine her türlü inanca ve mensubuna kucak açan, onlara sınırsız hoşgörü ile muamele eden, namazsız-niyazsız ama keramet sahibi(!) şeyh, derviş, abdal ve babalar etraflarında büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.
Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farketmeleri uzun sürmez. Onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine daha çok bağlandıkca onların hoşgörüsü daha da artar. Onlar mana aleminin sultanları olurlar ve madde aleminin sultanlarına kafa tutacak kadar siyasi ve dini bir güç kazanırlar.
Onların vahiy İslâmı`nı sosyal alanda hakim kılmak gibi bir amaçları yoktur.
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba`nın aynı amaçlar peşinde koştururlar. Kişisel çıkarlarına hizmet ettiği kadar, -sırf İnsanî nedenlerle de olabilir- birlik beraberlik ve hoşgörü bayrağı dalgalandırırlar. Yunus Emre`nin dediği gibi;
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir
Gel ne olursan ol, gel diyenler, kendi dindaşlarını katledenlerle çok samimi olabilmişler, hatta kendi çocuklarını gözden çıkarabilmişlerdir. Bugünlerde de diyalog ve hoşgörü adı altında faaliyet gösterenler, kendi kardeşlerine hasmâne, batılılarla ve papazlarla gayet dostâne ilişkiler geliştirebilmektedirler.
7. yüzyılda İslam`a yeni girmiş Türkler tasavvuf ve tarikatlarla destek sağlarlar. Bu arada Şamanist karakterli, İslâmi kimlikli şeyhler de çıkar. Tasavvufa bir çok yeni şamanist unsurlar katarlar.[1] Bu yeni ucubenin içinde İran zerdüştlüğü, anadolu sır dinleri gibi pek çok gayri islami felsefenin söylemlerini bulabilirsiniz. Müslümanlar islamı araplardan değil, iranlılardan öğrendiler. Onlar kitabi islamı değil, şifahi islamı öğrendiler. Dünün şamanları, bugünün abdalları, alperenleri olan Yeseviye tarikatının pirlerinden dini öğrendiler. Temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları icazet ile Anadoluya akın ettiler. Hristiyanların yer aldığı, İslam`a yeni girmiş fakat İslam`ı bilmeyen Türk kitlelerinin bulunduğu bu Rum diyarı onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve anlattıkları menkıbelerle, gösterdikleri söylenen kerametlerle bu göçebe cahil halkı kontrollerine alırlar.
Büyük Türk kitlelerin İslama topluca geçmesinde Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır. Şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa intikal etmesinde bu tarikatların rolü vardır.
Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük şairlerinden biridir. O İranın Belh kentinde doğmuştur. Mevlânânın babası Bahaeddin Veledte Belhin hem âlimlerinden, hem de sufilerindendir. Akli düşüncenin en önemli temsilcisi Fahreddin Razide Belhlidir.
Fahreddin Razi ile anlaşamıyan Bahaaddin Veled burasını terk eder. Bahaeddin Veled Anadoluya göçerken Bağdatta Kadirilerin tekkesinde kalmıştır. Bahaeddin Veled Maarif adlı eserin sahibidir ve bildiğimiz ulema sınıfıyla pek anlaşamaz. Karamanda 7 sene ikamet etti. Konya emiri Alâeddin Keykubatta akliyecidir. 1225 yılında Konyaya gelmiştir. 1228 de vefat etti.
Kalenderilerin Moğollarla arasında sıcak bir ilişki vardır Moğollar Şamanist idiler. Moğolların bu din adamları Şamanlar hem doktorluk yaparlar, hem sihirbazlık yaparlar. Bunlar Moğollar tarafından kutsal kişiler olarak görürler. Kalenderiler de göçebedirler. Köy köy dolaşarak, dilenerek geçinirler. Kalenderiler dilenebilmek için köylerde görsel şovlar yaparlar, karınlarına şiş batırırlar, ateş yutmak gibi numaralar yaparlar ve geçimlerini böyle sağlarlar. Örneğin Mevlânânın şeyhi olan Şemsin lakabı da Şems-i Parende dir. Yani; uçar gibi takla atan, parende atan Şems! Bu kalenderi dervişler de Moğol şamanları gibi sihirbazlık numaraları yapıyorlardı. Moğollar bu kalender dervişleri orduya alıp, asker olarak çalıştırdılar. Mesela Kösedağda Selçuklulara karşı, savaşta Moğollar için en önde çarpıştılar. 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu'yu istila ettiler. Hatta Erzurum'da, Erzincan'da, Tokat'ta, Sivas'ta, Kayseri'de büyük katliamlar yaptılar, bu şehirleri yağmaladılar ve özellikle Tokat'ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri'yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlânâ'nın hocası Şems-i Tebrizî'nin Kalenderî müritleri de mevcut idi. Hatta bu Kalenderiler, Moğollarla birlikte şehre girdikten sonra büyük bir katliam yaptılar. On binlerle ifade edilen Ahi ve Türkmen burada katliama tâbi tutuldu. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlânâ'nın hocası olan Kayseri'deki Seyyid Burhaneddin'in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Nitekim bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat ettiğinde, Seyyid Burhaneddin'in türbesini de Moğollar inşa edecektir.
Babası Bahaeddin Veled öldükten sonra Seyyid Burhaneddin halife oldu. Mevlânâ bir müddet bu zatın terbiyesinde yetişti. Seyyid Burhaneddin, Bahaeddin Veledten ne aldıysa Mevlânâya aktardı.
Moğolların Anadoluya girerek cinayetler işlediği zamanda Seyyid Burhaneddin Kayserideydi. Ortalığı kan gölüne çeviren Moğollar ne hikmetledir ki onun dergâhına girince baş eğip teslim olmuşlar, Seyyidin ayaklarına altın saçmışlardır.
Seyyid Hazretleri Kayserinin hendeği yanında ilahi şarapla mest olmuş oturuyordu. Moğol askeri de şehri yağma ediyordu. Birden bire heybetli bir Moğol kılıcını çekerek Seyyidin hücresine geldi. Ona: "Ey! deme, çünkü sen her ne kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce malumsun. Çünkü ben senin kim olduğunu biliyorum." buyurdu. Moğol derhal atından indi, baş koydu, biraz oturup gitti. Seyyidin yanında bulunan arkadaşlar o adam hakkında sorguda bulundular. Seyyid "Hırka içinde saklı olan bu adam, tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır." dedi. Bir an sonra bu adam döndü Seyyidin ayağına birkaç dinar saçıp başını açtı, mürid olup gitti.
Yani; Kalenderi dervişler ve Mevlânâ'nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve bunun gibi olan bazı kişileri de Moğollar ajan olarak istihdam ediyorlardı.
Şems-i Tebrizî, kendi eseri, Makalât'ının birçok yerinde, Moğolların aleyhinde konuşanları susturur, onlara ağır hakaretlerde bulunur. Moğollara alt yapı yapmaya çalışır, Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye çağırır. Mevlânâ da bunu daha sonra yazacağı eserlerde yapacaktır.
Mevlânâ "Fihi Mâ Fih, s.100-3" adlı eserinde, Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki; Cengiz Han, Allah'tan mesaj aldı ve Allah'tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana; "Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret" demiş.
Bahaeddin Veledin Harizmşaha duyduğu bu kin dolayısıyla kendisi ve Mevlânâ Moğolları Allahın askerleri olarak tanımlayacaktır.
Bahaeddin Veled Belhlilerden incindi; o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı Hemencecik tanrıdan, ey kutupların padişahlar padişahı tek er diye hitap geldi. Dendi ki: bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya. Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belalarını vereyim... O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi. Tatar, o bölgelere hücum etmiş İslam askeri bozguna uğramıştı. Belhi almışlar, o topluluktan hadsiz hesapsız birçok kişiyi ağlata inlete öldürmüşlerdi. Büyük şehirleri yakıp yıkmışlardı. Tanrının bin türlü azabı vardır .
Müslüman kardeşlerini katleden ve bunun için zalimlere müteşekkir bir Mana sultanı(!)
Moğol Hükümdarı, Hulagu Han Bağdat'ı fethettikten sonra, Bağdat'ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır'a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır'da halifeliğini ilân etti. Mevlânâ Mesnevî'sinde "Mısır Halifesinin Hikâyesi" diye bir hikâye anlatır ve orada Sultan Baybars'ı ve Mısır'a kaçan Ez-Zahir Billah'ı tahkir eder, rezil etmeye çalışır ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışır.
Menakıbull Arifinde anlatıldığına göre; "Hulagu Han Bağdat'ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat'ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı." şeklinde Mevlânâ Moğolları alkışlamaktadır ki, Tarihçi İbn-i Esirin belirttiğine göre bu Hz.Ademden bu yana insanlığın gördüğü en büyük felakettir.
Hümanizmin devasa şairi olarak lanse edilen Mevlânâmız bu azılı katilleri tebrik ve tebşir etmektedir.
Moğollar Kayseride büyük bir katliam yaptılar. Ahiler bu Moğollara karşı direnmişlerdi. Yani Ahiler ile Kalenderiler arasında bir rekabet vardı. Mevlânâ zamanında Anadolu'da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı. Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlânâ o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş'a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlânâ'ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin el konulan mallarındandır. Bu 700 dinar, o zamanlar 70 deveyi satın alabilecek kadar değeri vardır.
İşte müritleriyle birlikte Kayseride katliama katılan bu Şems-i Tebrîzî, bu olaydan üç ay kadar sonra 1244 yılında Konyaya gelir, 39 yaşında olan Mevlânâ ile tanışır. Ona önce şiir sanatını öğretti, sonra da şiir malzemesi olacak doneler verdi ki bunlar kadim İran kültürüne ait malzemelerdi. Şems-i Tebrîzî, Bir Mecusi çocuğudur. Babası aslen Hassan Sabbahın hemşerisidir. Mesnevînin birinci cildini birlikte yazdılar. Mevlânâ, 15 yaşında, güzelliği dillere destan Kimya Hatun adlı cariyesini bu sırada 65 yaşında olan Şems-i Tebrîzîye nikahladı. Oysa bu Kimya Hatun Mevlânânın oğlu Alâeddin Çelebiyi seviyordu. Bu kızcağız sık sık evi terkediyordu. Yine böyle bir terk olayından sonra Şems-i Tebrîzî Kimya Hatunu öyle bir döver ki, boynunu kırar ve bu kızcağız birkaç gün içinde ölür. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Şama kaçar. Mevlânâ Alâeddin Çelebi ile bu yüzden araları açıktır. Diğer oğlu Sultan Veled Şam a gönderdi ve 1245 yılında Şems-i Tebrîzîyi tekrar Konyaya geldi. Şems-i Tebrîzî Kayseri katliamına katıldığı için, Moğol ajanı olduğu için ve bazı Mecusi söylemlerinden dolayı Ahiler ondan hiç hoşlanmıyorlardı. Bir fırsatını bulup, ona bir süikast düzenlediler ve öldürüp cesedini bir kuyuya attılar.
Bu olaydan sonra Moğollar ile Selçuklular, Ahiler arasında şiddetli bir düşmanlık baş gösterdi. Ahilerin lideri Ahi Evran, Mevlânânın oğlu Alaeddin Çelebiyi yanına alıp Kırşehire gitti. Mevlânâ bundan sonra şiirle düşmanlarıyla mücadele ettiğini söyleyecektir. Düşmanlarının Firavun olduğunu, Mesnevinin ise Asayı Musa olduğunu, bununla düşmanlarını yendiğini söyler. 1264 te Mesneviyi bitirmiştir.
Şems-i Tebrîzî, Mevlânâyı Mevlânâ yapan kişidir. Şems-i Tebrîzî Kalenderi şeyhidir. Bu kişinin tam olarak kim olduğu, hangi mezhebe ve tarikata bağlı olduğu tartışmalıdır. Kimilerine göre bir İsmailî dâî/propagandisttir. Kimilerine göre Cevlekî şeyhi, kimilerine göre o devirde Kalenderîliğin Anadoludaki temsilcisidir.
Bu Cevlekilerin helal ve mübah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, şarap içer, hiçbir küfürden de sakınmazlardı. Dilencilikle geçinirlerdi.
Şemsin Kalenderîler gibi çardarb yaptığı (saçı-sakalı, bıyığı, kaşı kestiği) şaraba düşkün olduğu birçok kaynakta zikredilir. Kalenderîler, insan yüzünü Allahın mazharı kabul ettiklerinden, o güzelliğin tam olarak görülmesi için üzerindeki tüm kılların ustura ile alınması fikrindedirler. Bunu, Budist rahiplerden almışlardır. Bazı sufiler Allahı tüyü bitmemiş toy bir delikanlı olarak tasavvur etmişlerdir. Bu Kalenderîler, dünyaya ve dünyevi değerlere umursamazlar. Toplumun inanç ve geleneklerine karşı çıkarlar, kılık-kıyafet ve davranışlarıyla da bunu göstermeye çalışırlardı.
Bazı tarihçilere göre bu Kalenderîler; haramları mübah sayarlar, namaz kılmazlar, eşkare oruç bozarlar, içki içerler, her türlü küfrü yaparlar. Abdalan-ı Rum olarak isimlendirilen bu Anadolu Dervişleri, Kalenderîler, Haydarîler ve Yesevîlerdir. Yine abdal kelimesi çoğu kere kalenderî için kullanılır. Yine kalenderî şeyhlerine Baba ve Abdal denilir. Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal Osmanlıya isyan etmiş ve devleti epey uğraştırmış Kalenderi şeyhleridir. Bunlar daha sonraları Bektaşiler içinde kaybolup gitmişlerdir. Bunlar mescid ile kiliseyi, cennet ile cehennemi bir gören, güzellere meftun kimseler olup, Sünnilerden başka Şiilerin bile mülhid kabul ettiği kimselerdir. [2]
Şems de çardarb yapan, şaraba düşkün, davul ve alemlerle toplu gezen bir kalenderi şeyhi olduğunu kaynaklar zikrederler. Mevalana Şems ile tanışmadan önce, babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sufidir.
Mevlânâ; "tasavvufi manada âşık" olduğu Şemsle altı ay bir hücrede halvette kalmışlar ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk sarhoşu olarak semaya başlamış. Mevlânâ Şems öncesi de sema yaptığı, fakat bu semada sadece el çırpıp, sallayarak yaparmış. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek sema yapmayı öğrenmiştir. Mevlânâ özellikle Şems Konyadan kaçıp Şama gittiğinde kendisini büsbütün semaya vermiştir. Kitabî İlimlere düşman olan Şems, Mevlânâya Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu, bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı olduğunu ve kendisinin de o makamın sahibi olduğunu söyleyerek Mevlânâyı kendinse bağlamıştır. Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini en fazla Hüsameddin Çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî'nin kaleme aldığı şiirlerini, Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Tasavvuf dîni ulularının kendilerini peygamberden üstün görmeleri yadırganacak bir inanış değildir. Çünkü onlar Tanrıda fani olup, onunla ittihad edip, Allahta onlara hulul ederek Tanrılaşırlar(!) Dolayısıyla Mesnevi'nin Kuranla eşdeğer, hatta ondan da üstün görmesinde şaşılacak bir şey de yoktur.
Mevlânâ; 9.yüzyıldan itibaren Belh şehri gibi ünlü mutasavvıflar yetiştiren büyük bir kültür ve bilim merkezinde doğmuş olmakla beraber esas tasavvufi şahsiyeti ve fikirleri Anadoluda gelişmiştir. Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut mektebi, Mevlânânın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadoluda gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi. Mevlânâ, cenaze namazını Sadrettin Konevinin kıldırmasını vasiyet edecek kadar onun hayranlarındandır.
Mevlânâyı etkileyen bir diğer akım ise Kübreviliktir. Temsilcilerinin başında bizzat Mevlânânın babası Bahaedin Veled ve Necmeddin Daye geliyordu. Bu tarikat, züht anlayışı kuvvetli bir tasavvuf telakkisine dayanmaktadır.
Mevlânâyı etkileyen başka bir tarikat Melamemîlik ve Kalenderîliktir. Mevlânâ, Şemsi Tebrizideki dünyaya değer vermeme ve dünyanın peşinden kendini harap edercesine koşan insanlara karşı takındığı tavra hayrandır.
Mevlânâyı en çok etkileyen bilinenin aksine, Şemsi Tebrizi değil, babasıdır. Mevlânânın ölünceye kadar babasının kitabı olan Maarifi elinden düşürmediğini Mevlevi kaynakları kaydederler. Mevlânâ bizzat kendisi Eğer Bahaeddin Veled birkaç yıl daha yaşasaydı ben Şemsi Tebriziye muhtaç olmayacaktım. dediğini Eflakî belirtir. Bundan dolayı Mevlânânın hayatını ifade ederken yalnız Şemsi Tebriziyi hesaba katmak yanlış olur.
Mevlânâdaki Şemse duyduğu aşkın bir benzerini, Şemsin katledilmesinden sonra bir kuyumcu olan Selahaddin Zerkûba gösterir. Onu şeyhi ilan eder. On yıl sonra Zerkûb ölünce yerine, Mesneviyi kendisine yazdırdığı Hüsameddin Çelebiyi posta oturtur.
Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda Mevlânâyı şeyh olarak tanıyanlar hariç ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hakimiyetini perçinleştirdiler. Mevlânâ'ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler.
Putpereste ve Mecusiye kucak açan Mevlânâ Hacı Bektaştan da pek hoşlanmaz.
Emir Nureddin bir gün Mevlânâ Hazretlerinin hizmetinde Hacı Bektaşın kerametlerinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaşın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona namaz kılmanın mutlaka gerekli olduğunu söyledim. O: git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim, diye buyurdu. Testiyi kendi elimle çeşmeden doldurup önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve: Dök dedi. Onun eline su döktüğüm vakit berrak suyun kan olduğunu gördüm ve şaştım kaldım. Bunun üzerine Mevlânâ: Keşke kanı su yapsaydı çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaşa gösterdiği rağbetten vazgeçti.
Moğollar Mevlânâ ve adamlarını paraya gark ediyordu. Mevlânâ ve çevresi bu dönemde Moğolların resmi memurları konumundadırlar. Moğollarla halk arasında Mevlânâ aracılık yapmaktadır. Mevlânâ, Moğollardan bir isteği olan kimselerin ricalarını birazcık dünyalık karşılığı, bu istilacılara iletmektedir.
Mevlânâ kendisiyle tartışan ve bu yüzden kendisinden hoşlanmadığı zengin bir tüccar olan, Tacettin-i Kâşînin evine birkaç rind Mevlevî dervişi/kabadayısı ve Moğol askeri ile baskın düzenletir. Bu çapulcular da bu zengin tüccarı katleder ve evini yağmalarlar. Mevlânâ ölünceye kadar Moğollarla sıkı ve sıcak ilişkileri devam etmiştir.
Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddinden sonra mutlak hakimiyet Mevlânâdadır. Mevlânâ bu dönemde Selçuklu yönetimine hakimdir ve vezir Pervane Muiniddinle olan diyaloğu onu her alanda söz sahibi yapmaktadır.
Pervane Muiniddin ise yıllarca siyasi alanda kazandığı deneyimlerle sultanları iktidara getiren ya da alaşağı eden birisidir. Öncelikle Mevlânânın vezir Pervane Muiniddine olan hakimiyetini görelim.
Borçlular borçlarının bağışlanmasını ya da mühlet verilmesi için Mevlânâya gelip, ondan Pervaneye mektup yazmasını isterler.
Mevlânâ, cinayet işleyen ve bir arkadaşının evinde gizlenen bir şahsa şefaat etmesi için Pervaneye bir mektup gönderir. Katili serbest bıraktırır. Mevalnanın çeşitli devlet adamlarına ve yakınlarına yazdığı bu mektuplar Mektubat adlı eserinde toplanmıştır.
Anlaşılan Mevlânâ vezir Muiniddin Pervaneyi o kadar kontrol altına almıştır ki kendisine yalvaranların isteklerini hallettirmekte; borçlunun borcunu sildirmekte, katilleri bağışlatmaktadır.
Moğollara boyun eğen, Selçuklu padişahı, Dördüncü Kılıçarslanı bu Pervane bir tertiple Moğollara katlettirecektir. Rivayete göre; Sultan boğdurulduğu sırada Mevlânâ Mevlânâ diye bağırıyordu. Mevlânâ o sırada mübarek medresesinde semaya gark olmuştu. İki şehadet parmağını kulaklarına sokarak zurna ve beşaret getirmelerini emretti. Zurna ve beşareti kulaklarına koyup naralar attı ve şu gazeli okudu:
Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi? Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmesi benim.
Mevlânânın zurna peşreviyle kapadığı bu cinayet Mevlânâ-Muiniddin Pervane ve Moğol işbirliği içinde gerçekleşmiştir.
Muiniddin Pervane Moğol hanına öyle nüfuz etti ki Hülagu, on beş yıllık bir devir esnasında Türkiyede yegâne siyasi şahsiyet haline geldi ve Moğollara dayanarak hâkimiyetini kurdu. Moğollar Anadoludaki uzun süreli hâkimiyetlerini Mevlânâ ve ailesine borçludurlar. İşgalcilerin ve anlayışlarının ele geçirdikleri topraklarda tutunabilmeleri için gerekli olan en önemli unsurlardan birisi de orada ağırlığı olan kişiler veya kurumlarla işbirliği yapabilmeleridir.
Mevlânâdaki makam ve hükmetme hırsı erişilmez derecededir. O arkasına aldığı Moğol desteği ile Anadolunun mutlak manevi lideri pozisyonuna gelmiştir. Mevlânâya göre padişahlık gönül sultanlığıdır, ama kendisine muhalefet edenlere de hiç merhameti yoktur. Yine Eflakiden bir rivayetle:
Bir gün İslam sultanı İzzeddin Keykavus Mevlânâ Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlânâ ona gereği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlarla meşgul oldu. İslam sultanı kul gibi tezellül gösterip: Mevlânâ Hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlânâ:
Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık vermişler sen kurtluk ediyorsun, sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun, tanrı seni sultan yaptı sen şeytanın sözünü dinliyorsun buyurdu.
Mevlânânın bu sözlerinde ikinci İzzeddin Keykavusa karşı olan tavrı ortadadır. Şüphesiz bu sözlerin arkasında İzzeddin Keykavusun veziri olan Kadı İzzeddinnin Ahilere başvurarak Moğollara karşı cihad hareketi başlatması saklıdır. Zaten bu hareket Moğol galibiyeti ile sonuçlanmış, Kadı İzzeddin ve Ahilerden pek çok ileri gelen şahıs, Moğol komutanı Baycu Noyan tarafından idam edilmiştir.[3]
Bu örnekler çoğaltılabilir. Mevlânânın hayatı dergâhın içine gizlenmiş hırslarla doludur. Ne yazık ki babasından kendisine geçen bu anlayış daha sonra peşinden gelenlere miras kalmıştır. Mevlânânın ve neslinin manevi iktidarları boyunca Moğollar da siyasi iktidarlarını Anadoluda korumuşlardır. Mevlânânın torunu olan Ulu Arif Çelebi de bu sadakatini devam ettirmiş, Moğolların istilasını Allahın takdiri görmüş, Bahaeddin Veledi ilk defa Anadoluya geldiklerinde Karamanda ağırlayan Karamanlılar yerine Moğolları tercih etmiştir.
Onlardan dağdan gelip bağdakini kovan kimselere benzerler. Kendilerine kucak açan vefalı Anadolu halkına ihanet etmekten sakınmamışlardır. Onlar buranın göçmen kuşlarıdır. Buralarda kendilerini yabancı gibi, gurbette gibi hissetmeleri gayet doğaldır. "Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de" diye şiir düzmesi içindeki topluma yabancı olmasındandır.
Eski Yunan, Roma kralları yarı tanrı kabul edilirdi. Fars /İran kralları tanrının oğlu, zıllullah/ Allahın yeryüzündeki gölgesi olarak görülürdü. Bu tanrı krallar dönemi sona erdikten sonra madde ve mana sultanları halkı kendilerine kul ve bende yapmak için işbirliğine gittiler ve görev taksimi yaptılar. Arada sırada post/pasta kavgası yapsalar da birbirlerine örtülü destekleri hep devam etmiştir. Mevlânâ örneğinde görüldüğü üzere bazen bu mana sultanları, madde sultanlarını parmaklarında bile oynatmışlardır.
Mesnevi sadece ilahi aşk kitabı değildir. Mesnevide Ahi Evrana hakaret eder. Yılancı hikayesinde anlattığı kişi Ahi Evrandır. Zira Ahi Evranın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir, serum imal ettiği bilinmektedir.
Moğolların önünden kaçan son halife ve Mısır Kralı Baybarsa ağır hakaretlerde bulunur.
Moğollar, bu maaşlı memuruna Şeyhul-Şuyûhul-Rumî ünvanını verdiler. Ve böylece Anadoludaki tüm şeyhlerin bu Mevlânâya biat etmeleri istendi. Biat etmeyen pek çok şeyh öldürüldü. Hatta Mevlânâya biat etmeyen oğlu Alâeddin Çelebi ve Ahi Evran Nasreddin Mahmudu Moğol Nureddin Cacaya öldürttü. Ki; bu adam Mevlânânın mürididir. Oğlunun cesedi Konyaya getirildiğinde, Moğollara itaat etmediği için Mevlânâ oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu bütün Mevlevî kaynakları yazmaktadır.
Bunun üzerine diğer tarikat mensupları Anadoludan göç ettiler. Mesela; Tokat tarafında bulunan Rufâî olan Sarı Saltuk ve 3000 kadar müridi Bizansa sığındı ve Çanakkalede Ezine tarafına yerleştiler. Yine, Karasiler (Kara İsa) Çanakkaleye, Malatyalı Germiyanlar da batıya göç ettiler. Bunlar arasında Ahlat ve Konya Ereğlideki Kayılar da bu göç edenler arasındadır.
Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda düzülen adamın hikayesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın sarkıntılıkları gibi bir çok pisliği ayrıntılı olarak Mesnevide görebiliriz.
Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır. Bu ağzı küfürle dolu sahte peygamber asırlardır insanlığa aşk peygamberi olan tanıtılmıştır.
Mevlânâdaki müstehcen hikayelerde amaç pornoğrafi değildir. Amaç bazı insanlar hicvederek, aşağılamaktır.
Yine Şems ve Mevlânâ antifeministtirler. Kadın düşmanlığı onlarda son derece kuvvetlidir. Bu düşüncenin temeli eski İran kültüründen kaynaklanır. Mecusilere göre kadın çok aşağılık bir varlıktır. Ona göre tüm kadınlar fahişedir. Hatta sahabe hanımlarını bile böyle görür. Onlara da dil uzatır. Fihimâfihte şöyle bir hikaye anlatır; Güya Peygamberimiz Tebük seferinden dönen sahabenin geceleyin, evlerine gitmelerine izin vermemiştir. Askerler bir aydan fazla bir süredir evlerinden uzak kalmışlar, hanımlarını özlemişlerdir. Resulullahtan bunun sebebini sorarlar. Bunun üzerine güya Peygamberimiz demiş ki; şu an geceleyin evlerinize giderseniz, hanımlarınızı başka erkeklerin altında olduğunu göreceksiniz, bunları görmemek için sabahleyin evlerinize gidin demiş. Yani Mevlânâya göre tüm sahabe hanımları da fahişedir. Tüm sahabe içinden sadece bir kişi itiraz etmiş, o da evine gittiğinde ne görsün, hanımı bir başka erkekle oynaşmakta imiş ve orada gürültü-patırdı olmuş. Güya peygamber doğru söylemişmiş!
Peygambere ve onun sahabesi hanımlarına iftira etmekten çekinmeyen bu alçaklar, Allahı koyunlarına alıp, onunla cima etmekten de utanmazlar;
Şems-i Tebriziye, karısı Kimya Hatunu bazen Allah olarak, daha doğrusu ona, Allah, karısı şeklinde görünürdü. Mevlânâ; bir çadırda Şems-i Tebriziyi Kimya Hatun ile oynaşırken gördü. Mevlânâ oynaşmaları için biraz dışarıda dolaşıp, sonra hocasının yanına geldiğinde Şems; O Kimya Hatun değildi. Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, sevdiğim kimse suretinde yanıma gelir. Az önce senin beni halvet halinde gördüğün kadında Kimya Hatun değildi, Allah Kimya Hatun şeklinde gelmişti der. [4]
Gel ne olursan ol, yine gel diye bilinen şiir onun değildir. Bu şiir ondan 150 sene önce yaşamış, İranlı şair Ebu Said ebul-Hayrın bir rübaisidir. Üstelik bu şiir yanlış da tercüme edilmiştir. Anlamı; tövbe et, tövbe et, ne olursan, hangi durumda olursan ol yine tövbe et şeklindedir.
Yine, Divan-ı Kebir denilen eserinin tamamı kendisine ait bir eser değildir. Divanı Kebir'de Mevlânâ'ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 civarındadır. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Divan-ı Kebir'de 18 ayrı şairin şiirleri bulunmaktadır.
Mevlânâ, Moğollar, Kalenderilerin öldürttüğü Ahiler[5] sanatçı insanlardır. Bunlar 32 çeşit meslek icra ediyor, Anadolunun ekonomik kalkınmasına ve insanların meslek edinmesine yardım ediyorlardı. Hatta bu sanatkar Ahilerin hanımları ve kızları da çalışıyorlardı. Bunların büyük bir kısmı Yesevî olan Türkmenlerdir. Ahi Evran, Fahreddin Razinin de talebesidir. Yine Selçuklular da bu Fahreddin Razinin temsil ettiği akliyeci ekolü destekliyorlardı. Yani Ahi Evran Mevlânânın aksine, akliyecidirler. Pozitif ilimlerde derinleşmişlerdi.
Bu sürülen Karasi Oğulları danişmend, yani; sülale boyu ilme önem veren içlerinden pek çok hocanın çıktığı bilgili kimselerdir. Bunlar; Hanefi ve mutezili idiler. Bunlar Osmanlılar zamanında da bu dini yapılarını muhafaza etmeye çalıştılar.
Mesnevîyi Kurandan üstün tutan Mevlânâ diğer taraf da ben Kuranın kölesiyim de der. Mevlânâ da çok güzel hikayeler, öğütler ve Ayet tefsirleri de vardır.
Şimdi ise Mevlânânın İslami yönünü biraz mercek altına alalım.
Mevlânâ kendini bir peygamber gibi görür. Bunu sebebi bağlı olduğu inançlarından kaynaklanır. Zira o Hululiyye mezhebindendir. Bu da ona Mecusilerden, özellikle Şemsten geçmiştir. Mevlânânın doğduğu Belh şehri Mecusiliğin kurucusu Zerdüştün ikinci memleketidir. Burası Mecusiliğin kutsal kitabı Avestanın fikirlerinin hakim olduğu bir yerdir. Burası İran Gnostizminin, irfancılığının merkezidir. Yine burada Budist düşüncenin iyi bilindiği bir yerdir. Yine burası daha 2.hicri yüzyılda tasavvuf düşüncesinin buralarda geliştiği bir yerdir. İbrahim Ethem, Şakik-i Belhî Belhlidir. Mevlânâ, Mansur Hallaç, Bayezdid-i Bistami , Ebul Hasan Harakani, Şakîk-i Belhî gibi İranlı, İran kültürünün temsilcisi bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlânâ da Hulûliye mezhebindendir. Hulûl felsefesine göre, Allah insanlara hulûl eder. Bu Hıristiyanlıkta da olan bir inançtır. Bazı Hıristiyan mezhepleri derler ki, "Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa'ya hulûl etti ve Hazreti İsa'nın şahsiyeti ilâhlaştı, tanrı oluverdi." İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantıları da Hulûliyecilerdir.
Bu Mecusi itikadına göre; kişi riyazet yaparak, bir takım çilelerle, zikirlerle Allahla bütünleşir. Devamında Allah insanın benliğine hulul eder ve kişi artık ilah kesilir, artık konuştuğu her şey Allahtan olur. Zerdüşt Avestada, insanın üstün insan olması için bu tür riyazetler tavsiye etmiştir. Bu Allahın insana hulul etmesi eski birer Zerdüşt olan Hallaç ve Bayezidda da görülmektedir. [6]
Hatta Mevlananın felsefesinde sadece Allah aşkı yoktur. Bu felsefede Allah da kullarına aşıktır
Mevlânâ, Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlânâ, "aklı Mustafa'nın yoluna hayran et" dediği zaman esas maksadı,akliyeciliği yermektir. Mesnevî'indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Mevlânâ Mesnevî'sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi'ye hakaret etmektedir. Bunun nedeni Razinin akliyeci olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla, Anadolu'nun fikren, ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında bu akıl karşıtı tasavvuf düşüncesinin rolü vardır.[7]
Mevlânâ kadim İran şiir malzemelerini alıp, yeniden daha güzel ifade etmişlerdir. Şems, ona bu malzemeyi vermiştir. Türkçe bilmez. Kendisi Türkçe bilmediği gibi oğulları da, Türkçe bilmez. Özetle; Mevlânâ bir Türk sufisi değildir. İranlıdır, İrancıdır, İran tasavvufunun Anadolu'daki temsilcisidir. Mevlevîlik, daha sonraları, Osmanlılar devrinde bir Türk tarikatı hâline dönüşmüştür. Mevlevî tarikatına giren Türkler, Mevlevî tarikatının yolunu, yöntemini değiştirip, Nakşibendiliğe yaklaştırdılar.
Mevlânâ, Mesnevîsini kitabının başında, dibacesinde şöyle över;
Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrının en büyük fıkhı (Fıkh-ı Ekber, hem şeriat hem de akaid kitabıdır), Tanrının en aydın yolu, Tanrının en açık bürhanıdır. Mesnevi, Mısır'daki Nil'e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere hasret(hüsran/kayıp). Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır. Mesnevinin bundan başka lakapları da var (Mesnevi Manevî, Mesnevi Şerif, Saykalül-ervah/ Ruhların cilası), o lakapları veren de Tanrıdır.[8]
Mevlânâ; Mesnevisine verdiği sıfatlar Kuranın sıfatlarıdır. Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir. Derken aklınca, Kurana nazire yapmaktadır, zira Kuranda şöyle denmiştir. O Kuran, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allahtan indirilmiştir. [Fussilet/ 41-2] Şüphesiz bu ayetler değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış [Abese/11-6], Ona ancak temiz olanlar dokunabilir [Vakıa/79]
Mesnevi şarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Mevlânânın bu sözlerinin Kurana nazîre olduğunu kabul eder ve şöyle der; "Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir."
Sultan Veled anlatır; bir dostları Baban neden Mesneviye Allah kelamı diyor, böyle demese daha iyi olacak, başkalarına izah etmekte zorlanıyoruz der. Bunu duyan Mevlânâ şöyle çıkışır;
Ey eşek; niye Kuran değildir?
Ey köpek, neden Kuran değildir?
Ey kahpenin dölü, niye Kuran değildir?
Sonra da şöyle ilave eder, Bizim Mesnevîmiz Kurandan daha yücedir der. Onu Kuran görmeyen eşektir der.
Onu sadece Kurana rakip görmez, onu Tevrattan da üstün görür. Yahudiler ona Mişna derler. Yine bu Mişna ikili beyitlerden oluştuğu için ona mişnevî derler. Mesnevî ismi ile Mişnevî arasında benzerlik kurar. Bu Mişnanın bazı bölümlerine sifr ismi vermişlerdir. O da bu yüzden, Mesnevînin bazı bölümlerine sifr ismini koymuş olmalıdır. Yine o Mesnevîsini Mecusilerin kitabı olan Zerdüştün Avestası ile yarıştırır.[9]
Mevlânâ, ''Fihi Ma Fih'' adlı eserinde örtünmekle ilgili görüşleri de islama aykırıdır;
''İnsanlar, men edildikleri şey konusunda aç gözlü olurlar. Sen ne kadar kadına 'kendini sakla, örtün' diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar fazlalaşır. Erkeklerde de örtünüp kendini gizlediği için, o kadını görme isteği artar. Şu halde, sen 'örtün' demekle her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılamış oluyorsun ve bununla da kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir.''
Mevlânâ ve sema;
Mevlâna döneminde yaşamış olan Ahmet Eflâkinin Menâkıbu'l-Ârifinde bildirdiğine göre; Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başlamıştır. Mevlânanın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunan Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce semâ' etmediğini, Şems'in talebi üzerine semâ' etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu tarîk ve âyin haline getirdiğini nakleder. Oğlu Sultan Veled ise; babasının Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ' ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, ney çalanlara altın ve gümüş verdiğini, ney çalmaktan kavalcılarda takat kalmadığını nakletmektedir.
Mevlânâ semâ' esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah'ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ' ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın'da kırk gün semâ'a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ'da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır. Mevlânâ uzun süre yemek yemeden semâ' etmiş, "el-cû', el-cû' sümme rucû"' (açlık, açlık, sonra Allah'a dönüş) diyerek semâ'a devam etmiştir. Nadirde olsa bazı kereler Mevlânâ, semâ' esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp ney çalanlara vermiş, etrafında bulunanlar Mevlânâ'nın üzerine kendi elbiselerini atmışlardır. Mevlânâ bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının semâ' davetlerine icabet etmiş, gûyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde semâ' etmiştir. Eflâkî'nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı ise; Mevlânânın Selahaddin Zerkûbî'nin dükkanından gelen çekiç seslerine ayak uydurarak semâ' etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlâna semâ' etmiştir.
İnsan tüm bunlara baktığında hayretler içinde kalmaktadır. Mevlânâ sanki bir balerin gibi ha bire raksediyor. Bir rakkase gibi dönüyor. Üstelik böyle bir şeyin İslami hiçbir yanı da yoktur. Memleket ateşler içinde iken, Müslüman devletler putperest Moğolların istilası altında iken Mevlana aç susuz kendini sema ayinlerine kaptırmış, çalgıcılara, müritlerine paralar dağıtıyor. Kimi sokak ortasında bir demircinin çekiç sesiyle, kimi bir meyhaneden gelen çalgı sesiyle danslar yapmakta!
Yine Mevlana; Hallaç, Bayezid gibi, kimselerin Müslüman saymadığı Karmatiler gibi Hac ile şu şekilde alay etmeye kalkışır:
Pir Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı, Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin? dedi.
Bayezid, Hac mevsimi.. Kâbeye gidiyorum diye cevap verdi. Pir dedi ki : Yol masrafı olarak yanında ne var? Bayezid, İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte deyince, Pir (şeyh), Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu. Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safaya koştun, Say erkânını yerine getirdin.[10] (Mesnevi, C.2, 2238-43.beyitler)
Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :
Bugün Ahmed benim :Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim; Ama yemle beslenen kuşcağız değil [11]
Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor:
Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.
Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben. [12]
Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?
Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Ona göre; herkes Tanrıdır ve insan insanlığını anlayınca O, olur.[13]
Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddinden sen özür dile! Akl-Küllün ve canın özür diliyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.[14]
Mevlâna bu sözleriyle, Allaha Sen Husameddinden özür dile demek suretiyle Allaha minnet etmektedir.
Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte, kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu ben ve bizi vücuda getirdin. Bu suretle ben ve senler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. [15]
Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından- ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemektedir.
Hatta Firavuna, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavunun karıştığı âleme erişirsin.[16]
Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini, zira haksız olanın Musa olduğunu söylüyor. Şöyle ki :
Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavunun Musadan nefretini, sen Musadan bil! [17]
Mevlânâ için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen, insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.
Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da. Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.[18]
Mevlânâ, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu söyler.
Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )
Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı. [19]
Vezir Ziyaeddinin hanında tavus adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gönül okşayıcıydı. Gönül kapıcı ve benzeri az bulunur bir kadındı. Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün aşıklar onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlânâ hazretleri o hana girip tavus hanımın odasının karşısına oturdu. O sırada tavus-ı çengi cilve yaparak Mevlânânın huzuruna gelip baş koydu, sazını Mevlânânın eteğine vurup onu kendi hücresine davet etti. Mevlânâ Hazretleri icabet buyurup sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Mübarek sarığından bir gez miktarı kesip tavus hanıma verdi. Cariyelerine de kırmızı dinarlar bağışlayarak oradan hareket etti.
Görülüyor ki Mevlânâ ne yaparsa yapsın hikmet olarak kabul edilmekte, insanları eğlendirmekle meşhur olan bir kadının odasında geçirdiği saatler tevil edilerek fuhuştan keramet çıkarılmaktadır.
Mevlânâ, ne kadar büyük evliyadır bilemeyiz ama, şeyhinin içki içtiği herkesin malumudur. Hatta onun içki içmesi ile ilgili takılanlara çok ağır küfürler etmektedir.
Mevlânâya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar. Maksatları Şems-i Tebrize laf sokmaktı. Mevlânâ kinaye yollu şöyle dedi;
İçse ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Böyle tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak caizdir. Eğer Şems-i Tebriz içiyorsa ona her şey mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.[20]
Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderilere helâl olduğunu söyler ve derki:
Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram. [21]
Mevlânada fatalizmin/kaderciliğin en katmerlisini görebilirsiniz.
Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin! Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil![22]
Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur.
Mevlânâ dini ilimleri öğrenmeye de karşıdır; İlim dediğin, hocadan, kitaptan öğrenilmez, direk Allahtan alınır(!)
Tanrıdan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçup gider. (Mesnevi, C.I, 3449.beyit)
Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir. ( Mesnevi, C.2, 3323.beyit)
Ledün ilmini öğrenmek için kitaplardan uzaklaşmayı şart görür;
Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın. (Mesnevi, C. 1, 3642.beyit)[23]
Mevlânâya göre, ilahi hakikatler akılla kavranamaz. Ona göre aşk ve vecdle anlaşılan ilahi gerçek karşısında akıl, çamura batmış eşek gibidir. Ona göre akıl, körün elindeki değnek gibidir.[24]
Aklı kullanan, onunla kıyas yapan kişileri İblise benzetir ve der ki, İlk kıyas yapan İblis olmuştur
Şems, şeri ilimlere kıl-ü kâl /dedi kodu der. Güya Şems, Mevlânânın tüm kitaplarını havuza atar.
Mevlânâ; Biz Kuranın özünü ve ruhunu aldık, postunu köpeklerin önüne attık diyerek Kuranın bir kısmını gereksiz olduğunu söyleyebilir.
Ebussuud Efendinin bu konudaki fetvası çok nettir; Bir kimse Mevlânânın Mesnevisini okumak, Kuranı okumaktan daha faziletlidir, zira Mesnevi Kuranın özüdür dese kafir olur ve katli helal olur![25]
Mevlânâya taraftarları aşk peygamberi diyebilmişlerdir. Câmî, Mevlânâ için şöyle der; Ben yüce vasıflara sahip olan o yüce kişi (Mevlânâ) için ne diyebilirim ki, gerçi o peygamber değildir amma Kitabı vardır
Daha düne kadar çok büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk içinde olduğunu görünce şaşırıp kalıyoruz. Allah'ı koynuna alanları, şarabı şeyhine helal görenleri, gaybı bilen ve gezdiği yerlere bereket yağdıran namaz kılmayan velileri, yazdığı şiir kitabı için 'Alemlerin Rabbından indirilmedir' diyenleri tanıdıkça bunların müslümanlıkla uzaktan yakından alakasının olmadığını görmekteyiz.
[1] Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybtan haber vermesi(!), insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı, uçabilmesi, suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır. Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak, vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak, sema, raks, vucud hareketleri, müzik (ilahi) gibi şeylerden yararlanmak, muskalarla kötülüklerden korunmak, Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak, şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.
Saadettin Merdin
Kaynaklar:
[2] Nihat Azamat, Kalenderiyye md., DİA, Kalenderiyye md. S.353-6
[3] Cemal Çağlak, http://www.tevhidnesli.
[4]Eflâkî, Menakıbul-Arifin, C.2, s.72
[5] Araştırmacılar Ahiliğin fütüvvetle ilişkisini kabul etmişlerdir. Şayet İslam dünyasında fütüvvet kurumunun tarihi gelişimi kaynaklara dayanılarak takip edilirse görülecektir ki; Ahiliğin orjininin öz be öz Türk kurumu olmadığı ve ahiliğin yapısal olarak fütüvvet teşkilatıyla yakından ilişkisi olduğu anlaşılır. Özellikle İran ve Azerbaycanda Türklerin Anadoluda gelişinden çok önceleri yaşamış ahilerin olduğunu biliyoruz. Ahiliğin kurucusu Kırşehirli Ahi Evran bilinmesine rağmen bu bilgi de doğru değildir. Araştırmacılar onun, Anadolu ahiliğini sağlam bir teşkilata kavuşturan şahsiyet olarak görülebilineceğini söylerler. Ahiliğin mahiyet ve niteliği de ithaldir. Ahi zaviyelerinde yazılan fütüvvetnâmelere bakıldığında, bunlarda Şii motiflerin yoğun olarak işlendiği görülür.
[6] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1, 2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının OluÅumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube
[7] Mikail Bayram, Tevhid Nesli geliyor.... - MEVLANA CELALEDDIN RUMİ MOGOL AJANIMI ?
[8] Mevlânâ, Mesnevi C.I, Önsöz, Çev;Veled İzbulak MEB, 1991/İst.
[9] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi, 1-2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının OluÅumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube
[10]Hikmet Ertürk, Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk
[11] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım, s.203
[12] A.g.e, s.292
[13] A.g.e, s. 196
[14] Mesnevi, C.1, 1807-9.beyitler.
[15]Mesnevi, C. 1,1785-8 beyitler
[16] Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler
[17] Mesnevi, C.1, 2481.beyitler
[18] Mesnevi, C. 6, 3928-32. beyitler
[19] Mesnevi, C. I, 35033504. beyitler
[20] Ali Akın, Hurafeler ve Gerçekler, s.418
[21] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım. s. 198-200
[22] Mesnevi C. 1, 3889-92.beyitler
[23] Hikmet Ertürk,Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk
[24] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.157-8
[25] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.141-2
Yazı Sahibi: Yazar Saadettin Merdin
Hicri 7. ve onu takip eden yüzyıllar, bir anlamda Kültür İslâmı`nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığı yıllardır. Artık bu yüzyılda müslümanların siyasi ve askeri gücü epey kırılmıştır. İslam coğrafyasında birçok irili-ufaklı güçsüz devlet vardır. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavmin kitleler halinde İslâm`a geçişi ve bunların müslüman halk arasında çoğunluk teşkil edişi, Vahiy İslam`ından çok farklı bir İslâm anlayış ve yaşantısının oluşmasına yol açar. Bu, Kültür İslâmı dediğimiz, vahiyle pek örtüşmeyen bir din anlayışıdır. Bize tarihçiler müslümanların topluca müslüman olduklarını söylüyorlarsa da bu sosyolojik olarak mümkün değildir. Hiçbir millet bir günde değişemez.
Doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur. Önceki yüzyıllarda etkin olan kelâmın, fıkhın güç kaybetmesi, ulema sınıfının otoritesinin azalması, eski şaman yeni keramet sahibi evliyalar karşısında ikinci plana itilmesi hicri 6. yüzyılda sistemleşmiş, tarikat kurumlarını oluşturmuş tasavvufa büyük imkanlar sunar.
Artık tasavvuf bir kaç meczup, cerbezeli konuşan adamın felsefesi olmaktan çıkıp, şeyhlerin toplumun önüne bir mehdi gibi, bir kurtarıcı gibi çıktığı, toplumu yönlendirdiği dönemdir. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim üssü olur. Bu birimlerde faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.
Yeni müslüman eski şaman Türkler fakihlerden, müftülerden ve kelamcılardan pek hazzetmezler. Türkler geçiş döneminin kolaylaştırıcı özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan kurtulurlar. Dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorumlar maskesi altında devam ettirme fırsatı bulmuş olurlar. Şeriatın sert ve acımasız kuralları, sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen şeriat kuralları yerine her türlü inanca ve mensubuna kucak açan, onlara sınırsız hoşgörü ile muamele eden, namazsız-niyazsız ama keramet sahibi(!) şeyh, derviş, abdal ve babalar etraflarında büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.
Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farketmeleri uzun sürmez. Onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine daha çok bağlandıkca onların hoşgörüsü daha da artar. Onlar mana aleminin sultanları olurlar ve madde aleminin sultanlarına kafa tutacak kadar siyasi ve dini bir güç kazanırlar.
Onların vahiy İslâmı`nı sosyal alanda hakim kılmak gibi bir amaçları yoktur.
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba`nın aynı amaçlar peşinde koştururlar. Kişisel çıkarlarına hizmet ettiği kadar, -sırf İnsanî nedenlerle de olabilir- birlik beraberlik ve hoşgörü bayrağı dalgalandırırlar. Yunus Emre`nin dediği gibi;
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir
Gel ne olursan ol, gel diyenler, kendi dindaşlarını katledenlerle çok samimi olabilmişler, hatta kendi çocuklarını gözden çıkarabilmişlerdir. Bugünlerde de diyalog ve hoşgörü adı altında faaliyet gösterenler, kendi kardeşlerine hasmâne, batılılarla ve papazlarla gayet dostâne ilişkiler geliştirebilmektedirler.
7. yüzyılda İslam`a yeni girmiş Türkler tasavvuf ve tarikatlarla destek sağlarlar. Bu arada Şamanist karakterli, İslâmi kimlikli şeyhler de çıkar. Tasavvufa bir çok yeni şamanist unsurlar katarlar.[1] Bu yeni ucubenin içinde İran zerdüştlüğü, anadolu sır dinleri gibi pek çok gayri islami felsefenin söylemlerini bulabilirsiniz. Müslümanlar islamı araplardan değil, iranlılardan öğrendiler. Onlar kitabi islamı değil, şifahi islamı öğrendiler. Dünün şamanları, bugünün abdalları, alperenleri olan Yeseviye tarikatının pirlerinden dini öğrendiler. Temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları icazet ile Anadoluya akın ettiler. Hristiyanların yer aldığı, İslam`a yeni girmiş fakat İslam`ı bilmeyen Türk kitlelerinin bulunduğu bu Rum diyarı onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve anlattıkları menkıbelerle, gösterdikleri söylenen kerametlerle bu göçebe cahil halkı kontrollerine alırlar.
Büyük Türk kitlelerin İslama topluca geçmesinde Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır. Şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa intikal etmesinde bu tarikatların rolü vardır.
Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük şairlerinden biridir. O İranın Belh kentinde doğmuştur. Mevlânânın babası Bahaeddin Veledte Belhin hem âlimlerinden, hem de sufilerindendir. Akli düşüncenin en önemli temsilcisi Fahreddin Razide Belhlidir.
Fahreddin Razi ile anlaşamıyan Bahaaddin Veled burasını terk eder. Bahaeddin Veled Anadoluya göçerken Bağdatta Kadirilerin tekkesinde kalmıştır. Bahaeddin Veled Maarif adlı eserin sahibidir ve bildiğimiz ulema sınıfıyla pek anlaşamaz. Karamanda 7 sene ikamet etti. Konya emiri Alâeddin Keykubatta akliyecidir. 1225 yılında Konyaya gelmiştir. 1228 de vefat etti.
Kalenderilerin Moğollarla arasında sıcak bir ilişki vardır Moğollar Şamanist idiler. Moğolların bu din adamları Şamanlar hem doktorluk yaparlar, hem sihirbazlık yaparlar. Bunlar Moğollar tarafından kutsal kişiler olarak görürler. Kalenderiler de göçebedirler. Köy köy dolaşarak, dilenerek geçinirler. Kalenderiler dilenebilmek için köylerde görsel şovlar yaparlar, karınlarına şiş batırırlar, ateş yutmak gibi numaralar yaparlar ve geçimlerini böyle sağlarlar. Örneğin Mevlânânın şeyhi olan Şemsin lakabı da Şems-i Parende dir. Yani; uçar gibi takla atan, parende atan Şems! Bu kalenderi dervişler de Moğol şamanları gibi sihirbazlık numaraları yapıyorlardı. Moğollar bu kalender dervişleri orduya alıp, asker olarak çalıştırdılar. Mesela Kösedağda Selçuklulara karşı, savaşta Moğollar için en önde çarpıştılar. 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu'yu istila ettiler. Hatta Erzurum'da, Erzincan'da, Tokat'ta, Sivas'ta, Kayseri'de büyük katliamlar yaptılar, bu şehirleri yağmaladılar ve özellikle Tokat'ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri'yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlânâ'nın hocası Şems-i Tebrizî'nin Kalenderî müritleri de mevcut idi. Hatta bu Kalenderiler, Moğollarla birlikte şehre girdikten sonra büyük bir katliam yaptılar. On binlerle ifade edilen Ahi ve Türkmen burada katliama tâbi tutuldu. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlânâ'nın hocası olan Kayseri'deki Seyyid Burhaneddin'in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Nitekim bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat ettiğinde, Seyyid Burhaneddin'in türbesini de Moğollar inşa edecektir.
Babası Bahaeddin Veled öldükten sonra Seyyid Burhaneddin halife oldu. Mevlânâ bir müddet bu zatın terbiyesinde yetişti. Seyyid Burhaneddin, Bahaeddin Veledten ne aldıysa Mevlânâya aktardı.
Moğolların Anadoluya girerek cinayetler işlediği zamanda Seyyid Burhaneddin Kayserideydi. Ortalığı kan gölüne çeviren Moğollar ne hikmetledir ki onun dergâhına girince baş eğip teslim olmuşlar, Seyyidin ayaklarına altın saçmışlardır.
Seyyid Hazretleri Kayserinin hendeği yanında ilahi şarapla mest olmuş oturuyordu. Moğol askeri de şehri yağma ediyordu. Birden bire heybetli bir Moğol kılıcını çekerek Seyyidin hücresine geldi. Ona: "Ey! deme, çünkü sen her ne kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce malumsun. Çünkü ben senin kim olduğunu biliyorum." buyurdu. Moğol derhal atından indi, baş koydu, biraz oturup gitti. Seyyidin yanında bulunan arkadaşlar o adam hakkında sorguda bulundular. Seyyid "Hırka içinde saklı olan bu adam, tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır." dedi. Bir an sonra bu adam döndü Seyyidin ayağına birkaç dinar saçıp başını açtı, mürid olup gitti.
Yani; Kalenderi dervişler ve Mevlânâ'nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve bunun gibi olan bazı kişileri de Moğollar ajan olarak istihdam ediyorlardı.
Şems-i Tebrizî, kendi eseri, Makalât'ının birçok yerinde, Moğolların aleyhinde konuşanları susturur, onlara ağır hakaretlerde bulunur. Moğollara alt yapı yapmaya çalışır, Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye çağırır. Mevlânâ da bunu daha sonra yazacağı eserlerde yapacaktır.
Mevlânâ "Fihi Mâ Fih, s.100-3" adlı eserinde, Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki; Cengiz Han, Allah'tan mesaj aldı ve Allah'tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana; "Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret" demiş.
Bahaeddin Veledin Harizmşaha duyduğu bu kin dolayısıyla kendisi ve Mevlânâ Moğolları Allahın askerleri olarak tanımlayacaktır.
Bahaeddin Veled Belhlilerden incindi; o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı Hemencecik tanrıdan, ey kutupların padişahlar padişahı tek er diye hitap geldi. Dendi ki: bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya. Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belalarını vereyim... O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi. Tatar, o bölgelere hücum etmiş İslam askeri bozguna uğramıştı. Belhi almışlar, o topluluktan hadsiz hesapsız birçok kişiyi ağlata inlete öldürmüşlerdi. Büyük şehirleri yakıp yıkmışlardı. Tanrının bin türlü azabı vardır .
Müslüman kardeşlerini katleden ve bunun için zalimlere müteşekkir bir Mana sultanı(!)
Moğol Hükümdarı, Hulagu Han Bağdat'ı fethettikten sonra, Bağdat'ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır'a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır'da halifeliğini ilân etti. Mevlânâ Mesnevî'sinde "Mısır Halifesinin Hikâyesi" diye bir hikâye anlatır ve orada Sultan Baybars'ı ve Mısır'a kaçan Ez-Zahir Billah'ı tahkir eder, rezil etmeye çalışır ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışır.
Menakıbull Arifinde anlatıldığına göre; "Hulagu Han Bağdat'ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat'ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı." şeklinde Mevlânâ Moğolları alkışlamaktadır ki, Tarihçi İbn-i Esirin belirttiğine göre bu Hz.Ademden bu yana insanlığın gördüğü en büyük felakettir.
Hümanizmin devasa şairi olarak lanse edilen Mevlânâmız bu azılı katilleri tebrik ve tebşir etmektedir.
Moğollar Kayseride büyük bir katliam yaptılar. Ahiler bu Moğollara karşı direnmişlerdi. Yani Ahiler ile Kalenderiler arasında bir rekabet vardı. Mevlânâ zamanında Anadolu'da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı. Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlânâ o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş'a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlânâ'ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin el konulan mallarındandır. Bu 700 dinar, o zamanlar 70 deveyi satın alabilecek kadar değeri vardır.
İşte müritleriyle birlikte Kayseride katliama katılan bu Şems-i Tebrîzî, bu olaydan üç ay kadar sonra 1244 yılında Konyaya gelir, 39 yaşında olan Mevlânâ ile tanışır. Ona önce şiir sanatını öğretti, sonra da şiir malzemesi olacak doneler verdi ki bunlar kadim İran kültürüne ait malzemelerdi. Şems-i Tebrîzî, Bir Mecusi çocuğudur. Babası aslen Hassan Sabbahın hemşerisidir. Mesnevînin birinci cildini birlikte yazdılar. Mevlânâ, 15 yaşında, güzelliği dillere destan Kimya Hatun adlı cariyesini bu sırada 65 yaşında olan Şems-i Tebrîzîye nikahladı. Oysa bu Kimya Hatun Mevlânânın oğlu Alâeddin Çelebiyi seviyordu. Bu kızcağız sık sık evi terkediyordu. Yine böyle bir terk olayından sonra Şems-i Tebrîzî Kimya Hatunu öyle bir döver ki, boynunu kırar ve bu kızcağız birkaç gün içinde ölür. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Şama kaçar. Mevlânâ Alâeddin Çelebi ile bu yüzden araları açıktır. Diğer oğlu Sultan Veled Şam a gönderdi ve 1245 yılında Şems-i Tebrîzîyi tekrar Konyaya geldi. Şems-i Tebrîzî Kayseri katliamına katıldığı için, Moğol ajanı olduğu için ve bazı Mecusi söylemlerinden dolayı Ahiler ondan hiç hoşlanmıyorlardı. Bir fırsatını bulup, ona bir süikast düzenlediler ve öldürüp cesedini bir kuyuya attılar.
Bu olaydan sonra Moğollar ile Selçuklular, Ahiler arasında şiddetli bir düşmanlık baş gösterdi. Ahilerin lideri Ahi Evran, Mevlânânın oğlu Alaeddin Çelebiyi yanına alıp Kırşehire gitti. Mevlânâ bundan sonra şiirle düşmanlarıyla mücadele ettiğini söyleyecektir. Düşmanlarının Firavun olduğunu, Mesnevinin ise Asayı Musa olduğunu, bununla düşmanlarını yendiğini söyler. 1264 te Mesneviyi bitirmiştir.
Şems-i Tebrîzî, Mevlânâyı Mevlânâ yapan kişidir. Şems-i Tebrîzî Kalenderi şeyhidir. Bu kişinin tam olarak kim olduğu, hangi mezhebe ve tarikata bağlı olduğu tartışmalıdır. Kimilerine göre bir İsmailî dâî/propagandisttir. Kimilerine göre Cevlekî şeyhi, kimilerine göre o devirde Kalenderîliğin Anadoludaki temsilcisidir.
Bu Cevlekilerin helal ve mübah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, şarap içer, hiçbir küfürden de sakınmazlardı. Dilencilikle geçinirlerdi.
Şemsin Kalenderîler gibi çardarb yaptığı (saçı-sakalı, bıyığı, kaşı kestiği) şaraba düşkün olduğu birçok kaynakta zikredilir. Kalenderîler, insan yüzünü Allahın mazharı kabul ettiklerinden, o güzelliğin tam olarak görülmesi için üzerindeki tüm kılların ustura ile alınması fikrindedirler. Bunu, Budist rahiplerden almışlardır. Bazı sufiler Allahı tüyü bitmemiş toy bir delikanlı olarak tasavvur etmişlerdir. Bu Kalenderîler, dünyaya ve dünyevi değerlere umursamazlar. Toplumun inanç ve geleneklerine karşı çıkarlar, kılık-kıyafet ve davranışlarıyla da bunu göstermeye çalışırlardı.
Bazı tarihçilere göre bu Kalenderîler; haramları mübah sayarlar, namaz kılmazlar, eşkare oruç bozarlar, içki içerler, her türlü küfrü yaparlar. Abdalan-ı Rum olarak isimlendirilen bu Anadolu Dervişleri, Kalenderîler, Haydarîler ve Yesevîlerdir. Yine abdal kelimesi çoğu kere kalenderî için kullanılır. Yine kalenderî şeyhlerine Baba ve Abdal denilir. Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal Osmanlıya isyan etmiş ve devleti epey uğraştırmış Kalenderi şeyhleridir. Bunlar daha sonraları Bektaşiler içinde kaybolup gitmişlerdir. Bunlar mescid ile kiliseyi, cennet ile cehennemi bir gören, güzellere meftun kimseler olup, Sünnilerden başka Şiilerin bile mülhid kabul ettiği kimselerdir. [2]
Şems de çardarb yapan, şaraba düşkün, davul ve alemlerle toplu gezen bir kalenderi şeyhi olduğunu kaynaklar zikrederler. Mevalana Şems ile tanışmadan önce, babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sufidir.
Mevlânâ; "tasavvufi manada âşık" olduğu Şemsle altı ay bir hücrede halvette kalmışlar ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk sarhoşu olarak semaya başlamış. Mevlânâ Şems öncesi de sema yaptığı, fakat bu semada sadece el çırpıp, sallayarak yaparmış. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek sema yapmayı öğrenmiştir. Mevlânâ özellikle Şems Konyadan kaçıp Şama gittiğinde kendisini büsbütün semaya vermiştir. Kitabî İlimlere düşman olan Şems, Mevlânâya Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu, bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı olduğunu ve kendisinin de o makamın sahibi olduğunu söyleyerek Mevlânâyı kendinse bağlamıştır. Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini en fazla Hüsameddin Çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî'nin kaleme aldığı şiirlerini, Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Tasavvuf dîni ulularının kendilerini peygamberden üstün görmeleri yadırganacak bir inanış değildir. Çünkü onlar Tanrıda fani olup, onunla ittihad edip, Allahta onlara hulul ederek Tanrılaşırlar(!) Dolayısıyla Mesnevi'nin Kuranla eşdeğer, hatta ondan da üstün görmesinde şaşılacak bir şey de yoktur.
Mevlânâ; 9.yüzyıldan itibaren Belh şehri gibi ünlü mutasavvıflar yetiştiren büyük bir kültür ve bilim merkezinde doğmuş olmakla beraber esas tasavvufi şahsiyeti ve fikirleri Anadoluda gelişmiştir. Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut mektebi, Mevlânânın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadoluda gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi. Mevlânâ, cenaze namazını Sadrettin Konevinin kıldırmasını vasiyet edecek kadar onun hayranlarındandır.
Mevlânâyı etkileyen bir diğer akım ise Kübreviliktir. Temsilcilerinin başında bizzat Mevlânânın babası Bahaedin Veled ve Necmeddin Daye geliyordu. Bu tarikat, züht anlayışı kuvvetli bir tasavvuf telakkisine dayanmaktadır.
Mevlânâyı etkileyen başka bir tarikat Melamemîlik ve Kalenderîliktir. Mevlânâ, Şemsi Tebrizideki dünyaya değer vermeme ve dünyanın peşinden kendini harap edercesine koşan insanlara karşı takındığı tavra hayrandır.
Mevlânâyı en çok etkileyen bilinenin aksine, Şemsi Tebrizi değil, babasıdır. Mevlânânın ölünceye kadar babasının kitabı olan Maarifi elinden düşürmediğini Mevlevi kaynakları kaydederler. Mevlânâ bizzat kendisi Eğer Bahaeddin Veled birkaç yıl daha yaşasaydı ben Şemsi Tebriziye muhtaç olmayacaktım. dediğini Eflakî belirtir. Bundan dolayı Mevlânânın hayatını ifade ederken yalnız Şemsi Tebriziyi hesaba katmak yanlış olur.
Mevlânâdaki Şemse duyduğu aşkın bir benzerini, Şemsin katledilmesinden sonra bir kuyumcu olan Selahaddin Zerkûba gösterir. Onu şeyhi ilan eder. On yıl sonra Zerkûb ölünce yerine, Mesneviyi kendisine yazdırdığı Hüsameddin Çelebiyi posta oturtur.
Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda Mevlânâyı şeyh olarak tanıyanlar hariç ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hakimiyetini perçinleştirdiler. Mevlânâ'ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler.
Putpereste ve Mecusiye kucak açan Mevlânâ Hacı Bektaştan da pek hoşlanmaz.
Emir Nureddin bir gün Mevlânâ Hazretlerinin hizmetinde Hacı Bektaşın kerametlerinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaşın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona namaz kılmanın mutlaka gerekli olduğunu söyledim. O: git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim, diye buyurdu. Testiyi kendi elimle çeşmeden doldurup önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve: Dök dedi. Onun eline su döktüğüm vakit berrak suyun kan olduğunu gördüm ve şaştım kaldım. Bunun üzerine Mevlânâ: Keşke kanı su yapsaydı çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaşa gösterdiği rağbetten vazgeçti.
Moğollar Mevlânâ ve adamlarını paraya gark ediyordu. Mevlânâ ve çevresi bu dönemde Moğolların resmi memurları konumundadırlar. Moğollarla halk arasında Mevlânâ aracılık yapmaktadır. Mevlânâ, Moğollardan bir isteği olan kimselerin ricalarını birazcık dünyalık karşılığı, bu istilacılara iletmektedir.
Mevlânâ kendisiyle tartışan ve bu yüzden kendisinden hoşlanmadığı zengin bir tüccar olan, Tacettin-i Kâşînin evine birkaç rind Mevlevî dervişi/kabadayısı ve Moğol askeri ile baskın düzenletir. Bu çapulcular da bu zengin tüccarı katleder ve evini yağmalarlar. Mevlânâ ölünceye kadar Moğollarla sıkı ve sıcak ilişkileri devam etmiştir.
Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddinden sonra mutlak hakimiyet Mevlânâdadır. Mevlânâ bu dönemde Selçuklu yönetimine hakimdir ve vezir Pervane Muiniddinle olan diyaloğu onu her alanda söz sahibi yapmaktadır.
Pervane Muiniddin ise yıllarca siyasi alanda kazandığı deneyimlerle sultanları iktidara getiren ya da alaşağı eden birisidir. Öncelikle Mevlânânın vezir Pervane Muiniddine olan hakimiyetini görelim.
Borçlular borçlarının bağışlanmasını ya da mühlet verilmesi için Mevlânâya gelip, ondan Pervaneye mektup yazmasını isterler.
Mevlânâ, cinayet işleyen ve bir arkadaşının evinde gizlenen bir şahsa şefaat etmesi için Pervaneye bir mektup gönderir. Katili serbest bıraktırır. Mevalnanın çeşitli devlet adamlarına ve yakınlarına yazdığı bu mektuplar Mektubat adlı eserinde toplanmıştır.
Anlaşılan Mevlânâ vezir Muiniddin Pervaneyi o kadar kontrol altına almıştır ki kendisine yalvaranların isteklerini hallettirmekte; borçlunun borcunu sildirmekte, katilleri bağışlatmaktadır.
Moğollara boyun eğen, Selçuklu padişahı, Dördüncü Kılıçarslanı bu Pervane bir tertiple Moğollara katlettirecektir. Rivayete göre; Sultan boğdurulduğu sırada Mevlânâ Mevlânâ diye bağırıyordu. Mevlânâ o sırada mübarek medresesinde semaya gark olmuştu. İki şehadet parmağını kulaklarına sokarak zurna ve beşaret getirmelerini emretti. Zurna ve beşareti kulaklarına koyup naralar attı ve şu gazeli okudu:
Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi? Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmesi benim.
Mevlânânın zurna peşreviyle kapadığı bu cinayet Mevlânâ-Muiniddin Pervane ve Moğol işbirliği içinde gerçekleşmiştir.
Muiniddin Pervane Moğol hanına öyle nüfuz etti ki Hülagu, on beş yıllık bir devir esnasında Türkiyede yegâne siyasi şahsiyet haline geldi ve Moğollara dayanarak hâkimiyetini kurdu. Moğollar Anadoludaki uzun süreli hâkimiyetlerini Mevlânâ ve ailesine borçludurlar. İşgalcilerin ve anlayışlarının ele geçirdikleri topraklarda tutunabilmeleri için gerekli olan en önemli unsurlardan birisi de orada ağırlığı olan kişiler veya kurumlarla işbirliği yapabilmeleridir.
Mevlânâdaki makam ve hükmetme hırsı erişilmez derecededir. O arkasına aldığı Moğol desteği ile Anadolunun mutlak manevi lideri pozisyonuna gelmiştir. Mevlânâya göre padişahlık gönül sultanlığıdır, ama kendisine muhalefet edenlere de hiç merhameti yoktur. Yine Eflakiden bir rivayetle:
Bir gün İslam sultanı İzzeddin Keykavus Mevlânâ Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlânâ ona gereği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlarla meşgul oldu. İslam sultanı kul gibi tezellül gösterip: Mevlânâ Hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlânâ:
Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık vermişler sen kurtluk ediyorsun, sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun, tanrı seni sultan yaptı sen şeytanın sözünü dinliyorsun buyurdu.
Mevlânânın bu sözlerinde ikinci İzzeddin Keykavusa karşı olan tavrı ortadadır. Şüphesiz bu sözlerin arkasında İzzeddin Keykavusun veziri olan Kadı İzzeddinnin Ahilere başvurarak Moğollara karşı cihad hareketi başlatması saklıdır. Zaten bu hareket Moğol galibiyeti ile sonuçlanmış, Kadı İzzeddin ve Ahilerden pek çok ileri gelen şahıs, Moğol komutanı Baycu Noyan tarafından idam edilmiştir.[3]
Bu örnekler çoğaltılabilir. Mevlânânın hayatı dergâhın içine gizlenmiş hırslarla doludur. Ne yazık ki babasından kendisine geçen bu anlayış daha sonra peşinden gelenlere miras kalmıştır. Mevlânânın ve neslinin manevi iktidarları boyunca Moğollar da siyasi iktidarlarını Anadoluda korumuşlardır. Mevlânânın torunu olan Ulu Arif Çelebi de bu sadakatini devam ettirmiş, Moğolların istilasını Allahın takdiri görmüş, Bahaeddin Veledi ilk defa Anadoluya geldiklerinde Karamanda ağırlayan Karamanlılar yerine Moğolları tercih etmiştir.
Onlardan dağdan gelip bağdakini kovan kimselere benzerler. Kendilerine kucak açan vefalı Anadolu halkına ihanet etmekten sakınmamışlardır. Onlar buranın göçmen kuşlarıdır. Buralarda kendilerini yabancı gibi, gurbette gibi hissetmeleri gayet doğaldır. "Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de" diye şiir düzmesi içindeki topluma yabancı olmasındandır.
Eski Yunan, Roma kralları yarı tanrı kabul edilirdi. Fars /İran kralları tanrının oğlu, zıllullah/ Allahın yeryüzündeki gölgesi olarak görülürdü. Bu tanrı krallar dönemi sona erdikten sonra madde ve mana sultanları halkı kendilerine kul ve bende yapmak için işbirliğine gittiler ve görev taksimi yaptılar. Arada sırada post/pasta kavgası yapsalar da birbirlerine örtülü destekleri hep devam etmiştir. Mevlânâ örneğinde görüldüğü üzere bazen bu mana sultanları, madde sultanlarını parmaklarında bile oynatmışlardır.
Mesnevi sadece ilahi aşk kitabı değildir. Mesnevide Ahi Evrana hakaret eder. Yılancı hikayesinde anlattığı kişi Ahi Evrandır. Zira Ahi Evranın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir, serum imal ettiği bilinmektedir.
Moğolların önünden kaçan son halife ve Mısır Kralı Baybarsa ağır hakaretlerde bulunur.
Moğollar, bu maaşlı memuruna Şeyhul-Şuyûhul-Rumî ünvanını verdiler. Ve böylece Anadoludaki tüm şeyhlerin bu Mevlânâya biat etmeleri istendi. Biat etmeyen pek çok şeyh öldürüldü. Hatta Mevlânâya biat etmeyen oğlu Alâeddin Çelebi ve Ahi Evran Nasreddin Mahmudu Moğol Nureddin Cacaya öldürttü. Ki; bu adam Mevlânânın mürididir. Oğlunun cesedi Konyaya getirildiğinde, Moğollara itaat etmediği için Mevlânâ oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu bütün Mevlevî kaynakları yazmaktadır.
Bunun üzerine diğer tarikat mensupları Anadoludan göç ettiler. Mesela; Tokat tarafında bulunan Rufâî olan Sarı Saltuk ve 3000 kadar müridi Bizansa sığındı ve Çanakkalede Ezine tarafına yerleştiler. Yine, Karasiler (Kara İsa) Çanakkaleye, Malatyalı Germiyanlar da batıya göç ettiler. Bunlar arasında Ahlat ve Konya Ereğlideki Kayılar da bu göç edenler arasındadır.
Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda düzülen adamın hikayesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın sarkıntılıkları gibi bir çok pisliği ayrıntılı olarak Mesnevide görebiliriz.
Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır. Bu ağzı küfürle dolu sahte peygamber asırlardır insanlığa aşk peygamberi olan tanıtılmıştır.
Mevlânâdaki müstehcen hikayelerde amaç pornoğrafi değildir. Amaç bazı insanlar hicvederek, aşağılamaktır.
Yine Şems ve Mevlânâ antifeministtirler. Kadın düşmanlığı onlarda son derece kuvvetlidir. Bu düşüncenin temeli eski İran kültüründen kaynaklanır. Mecusilere göre kadın çok aşağılık bir varlıktır. Ona göre tüm kadınlar fahişedir. Hatta sahabe hanımlarını bile böyle görür. Onlara da dil uzatır. Fihimâfihte şöyle bir hikaye anlatır; Güya Peygamberimiz Tebük seferinden dönen sahabenin geceleyin, evlerine gitmelerine izin vermemiştir. Askerler bir aydan fazla bir süredir evlerinden uzak kalmışlar, hanımlarını özlemişlerdir. Resulullahtan bunun sebebini sorarlar. Bunun üzerine güya Peygamberimiz demiş ki; şu an geceleyin evlerinize giderseniz, hanımlarınızı başka erkeklerin altında olduğunu göreceksiniz, bunları görmemek için sabahleyin evlerinize gidin demiş. Yani Mevlânâya göre tüm sahabe hanımları da fahişedir. Tüm sahabe içinden sadece bir kişi itiraz etmiş, o da evine gittiğinde ne görsün, hanımı bir başka erkekle oynaşmakta imiş ve orada gürültü-patırdı olmuş. Güya peygamber doğru söylemişmiş!
Peygambere ve onun sahabesi hanımlarına iftira etmekten çekinmeyen bu alçaklar, Allahı koyunlarına alıp, onunla cima etmekten de utanmazlar;
Şems-i Tebriziye, karısı Kimya Hatunu bazen Allah olarak, daha doğrusu ona, Allah, karısı şeklinde görünürdü. Mevlânâ; bir çadırda Şems-i Tebriziyi Kimya Hatun ile oynaşırken gördü. Mevlânâ oynaşmaları için biraz dışarıda dolaşıp, sonra hocasının yanına geldiğinde Şems; O Kimya Hatun değildi. Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, sevdiğim kimse suretinde yanıma gelir. Az önce senin beni halvet halinde gördüğün kadında Kimya Hatun değildi, Allah Kimya Hatun şeklinde gelmişti der. [4]
Gel ne olursan ol, yine gel diye bilinen şiir onun değildir. Bu şiir ondan 150 sene önce yaşamış, İranlı şair Ebu Said ebul-Hayrın bir rübaisidir. Üstelik bu şiir yanlış da tercüme edilmiştir. Anlamı; tövbe et, tövbe et, ne olursan, hangi durumda olursan ol yine tövbe et şeklindedir.
Yine, Divan-ı Kebir denilen eserinin tamamı kendisine ait bir eser değildir. Divanı Kebir'de Mevlânâ'ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 civarındadır. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Divan-ı Kebir'de 18 ayrı şairin şiirleri bulunmaktadır.
Mevlânâ, Moğollar, Kalenderilerin öldürttüğü Ahiler[5] sanatçı insanlardır. Bunlar 32 çeşit meslek icra ediyor, Anadolunun ekonomik kalkınmasına ve insanların meslek edinmesine yardım ediyorlardı. Hatta bu sanatkar Ahilerin hanımları ve kızları da çalışıyorlardı. Bunların büyük bir kısmı Yesevî olan Türkmenlerdir. Ahi Evran, Fahreddin Razinin de talebesidir. Yine Selçuklular da bu Fahreddin Razinin temsil ettiği akliyeci ekolü destekliyorlardı. Yani Ahi Evran Mevlânânın aksine, akliyecidirler. Pozitif ilimlerde derinleşmişlerdi.
Bu sürülen Karasi Oğulları danişmend, yani; sülale boyu ilme önem veren içlerinden pek çok hocanın çıktığı bilgili kimselerdir. Bunlar; Hanefi ve mutezili idiler. Bunlar Osmanlılar zamanında da bu dini yapılarını muhafaza etmeye çalıştılar.
Mesnevîyi Kurandan üstün tutan Mevlânâ diğer taraf da ben Kuranın kölesiyim de der. Mevlânâ da çok güzel hikayeler, öğütler ve Ayet tefsirleri de vardır.
Şimdi ise Mevlânânın İslami yönünü biraz mercek altına alalım.
Mevlânâ kendini bir peygamber gibi görür. Bunu sebebi bağlı olduğu inançlarından kaynaklanır. Zira o Hululiyye mezhebindendir. Bu da ona Mecusilerden, özellikle Şemsten geçmiştir. Mevlânânın doğduğu Belh şehri Mecusiliğin kurucusu Zerdüştün ikinci memleketidir. Burası Mecusiliğin kutsal kitabı Avestanın fikirlerinin hakim olduğu bir yerdir. Burası İran Gnostizminin, irfancılığının merkezidir. Yine burada Budist düşüncenin iyi bilindiği bir yerdir. Yine burası daha 2.hicri yüzyılda tasavvuf düşüncesinin buralarda geliştiği bir yerdir. İbrahim Ethem, Şakik-i Belhî Belhlidir. Mevlânâ, Mansur Hallaç, Bayezdid-i Bistami , Ebul Hasan Harakani, Şakîk-i Belhî gibi İranlı, İran kültürünün temsilcisi bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlânâ da Hulûliye mezhebindendir. Hulûl felsefesine göre, Allah insanlara hulûl eder. Bu Hıristiyanlıkta da olan bir inançtır. Bazı Hıristiyan mezhepleri derler ki, "Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa'ya hulûl etti ve Hazreti İsa'nın şahsiyeti ilâhlaştı, tanrı oluverdi." İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantıları da Hulûliyecilerdir.
Bu Mecusi itikadına göre; kişi riyazet yaparak, bir takım çilelerle, zikirlerle Allahla bütünleşir. Devamında Allah insanın benliğine hulul eder ve kişi artık ilah kesilir, artık konuştuğu her şey Allahtan olur. Zerdüşt Avestada, insanın üstün insan olması için bu tür riyazetler tavsiye etmiştir. Bu Allahın insana hulul etmesi eski birer Zerdüşt olan Hallaç ve Bayezidda da görülmektedir. [6]
Hatta Mevlananın felsefesinde sadece Allah aşkı yoktur. Bu felsefede Allah da kullarına aşıktır
Mevlânâ, Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlânâ, "aklı Mustafa'nın yoluna hayran et" dediği zaman esas maksadı,akliyeciliği yermektir. Mesnevî'indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Mevlânâ Mesnevî'sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi'ye hakaret etmektedir. Bunun nedeni Razinin akliyeci olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla, Anadolu'nun fikren, ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında bu akıl karşıtı tasavvuf düşüncesinin rolü vardır.[7]
Mevlânâ kadim İran şiir malzemelerini alıp, yeniden daha güzel ifade etmişlerdir. Şems, ona bu malzemeyi vermiştir. Türkçe bilmez. Kendisi Türkçe bilmediği gibi oğulları da, Türkçe bilmez. Özetle; Mevlânâ bir Türk sufisi değildir. İranlıdır, İrancıdır, İran tasavvufunun Anadolu'daki temsilcisidir. Mevlevîlik, daha sonraları, Osmanlılar devrinde bir Türk tarikatı hâline dönüşmüştür. Mevlevî tarikatına giren Türkler, Mevlevî tarikatının yolunu, yöntemini değiştirip, Nakşibendiliğe yaklaştırdılar.
Mevlânâ, Mesnevîsini kitabının başında, dibacesinde şöyle över;
Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrının en büyük fıkhı (Fıkh-ı Ekber, hem şeriat hem de akaid kitabıdır), Tanrının en aydın yolu, Tanrının en açık bürhanıdır. Mesnevi, Mısır'daki Nil'e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere hasret(hüsran/kayıp). Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır. Mesnevinin bundan başka lakapları da var (Mesnevi Manevî, Mesnevi Şerif, Saykalül-ervah/ Ruhların cilası), o lakapları veren de Tanrıdır.[8]
Mevlânâ; Mesnevisine verdiği sıfatlar Kuranın sıfatlarıdır. Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir. Derken aklınca, Kurana nazire yapmaktadır, zira Kuranda şöyle denmiştir. O Kuran, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allahtan indirilmiştir. [Fussilet/ 41-2] Şüphesiz bu ayetler değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış [Abese/11-6], Ona ancak temiz olanlar dokunabilir [Vakıa/79]
Mesnevi şarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Mevlânânın bu sözlerinin Kurana nazîre olduğunu kabul eder ve şöyle der; "Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir."
Sultan Veled anlatır; bir dostları Baban neden Mesneviye Allah kelamı diyor, böyle demese daha iyi olacak, başkalarına izah etmekte zorlanıyoruz der. Bunu duyan Mevlânâ şöyle çıkışır;
Ey eşek; niye Kuran değildir?
Ey köpek, neden Kuran değildir?
Ey kahpenin dölü, niye Kuran değildir?
Sonra da şöyle ilave eder, Bizim Mesnevîmiz Kurandan daha yücedir der. Onu Kuran görmeyen eşektir der.
Onu sadece Kurana rakip görmez, onu Tevrattan da üstün görür. Yahudiler ona Mişna derler. Yine bu Mişna ikili beyitlerden oluştuğu için ona mişnevî derler. Mesnevî ismi ile Mişnevî arasında benzerlik kurar. Bu Mişnanın bazı bölümlerine sifr ismi vermişlerdir. O da bu yüzden, Mesnevînin bazı bölümlerine sifr ismini koymuş olmalıdır. Yine o Mesnevîsini Mecusilerin kitabı olan Zerdüştün Avestası ile yarıştırır.[9]
Mevlânâ, ''Fihi Ma Fih'' adlı eserinde örtünmekle ilgili görüşleri de islama aykırıdır;
''İnsanlar, men edildikleri şey konusunda aç gözlü olurlar. Sen ne kadar kadına 'kendini sakla, örtün' diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar fazlalaşır. Erkeklerde de örtünüp kendini gizlediği için, o kadını görme isteği artar. Şu halde, sen 'örtün' demekle her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılamış oluyorsun ve bununla da kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir.''
Mevlânâ ve sema;
Mevlâna döneminde yaşamış olan Ahmet Eflâkinin Menâkıbu'l-Ârifinde bildirdiğine göre; Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başlamıştır. Mevlânanın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunan Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce semâ' etmediğini, Şems'in talebi üzerine semâ' etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu tarîk ve âyin haline getirdiğini nakleder. Oğlu Sultan Veled ise; babasının Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ' ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, ney çalanlara altın ve gümüş verdiğini, ney çalmaktan kavalcılarda takat kalmadığını nakletmektedir.
Mevlânâ semâ' esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah'ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ' ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın'da kırk gün semâ'a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ'da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır. Mevlânâ uzun süre yemek yemeden semâ' etmiş, "el-cû', el-cû' sümme rucû"' (açlık, açlık, sonra Allah'a dönüş) diyerek semâ'a devam etmiştir. Nadirde olsa bazı kereler Mevlânâ, semâ' esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp ney çalanlara vermiş, etrafında bulunanlar Mevlânâ'nın üzerine kendi elbiselerini atmışlardır. Mevlânâ bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının semâ' davetlerine icabet etmiş, gûyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde semâ' etmiştir. Eflâkî'nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı ise; Mevlânânın Selahaddin Zerkûbî'nin dükkanından gelen çekiç seslerine ayak uydurarak semâ' etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlâna semâ' etmiştir.
İnsan tüm bunlara baktığında hayretler içinde kalmaktadır. Mevlânâ sanki bir balerin gibi ha bire raksediyor. Bir rakkase gibi dönüyor. Üstelik böyle bir şeyin İslami hiçbir yanı da yoktur. Memleket ateşler içinde iken, Müslüman devletler putperest Moğolların istilası altında iken Mevlana aç susuz kendini sema ayinlerine kaptırmış, çalgıcılara, müritlerine paralar dağıtıyor. Kimi sokak ortasında bir demircinin çekiç sesiyle, kimi bir meyhaneden gelen çalgı sesiyle danslar yapmakta!
Yine Mevlana; Hallaç, Bayezid gibi, kimselerin Müslüman saymadığı Karmatiler gibi Hac ile şu şekilde alay etmeye kalkışır:
Pir Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı, Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin? dedi.
Bayezid, Hac mevsimi.. Kâbeye gidiyorum diye cevap verdi. Pir dedi ki : Yol masrafı olarak yanında ne var? Bayezid, İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte deyince, Pir (şeyh), Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu. Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safaya koştun, Say erkânını yerine getirdin.[10] (Mesnevi, C.2, 2238-43.beyitler)
Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :
Bugün Ahmed benim :Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim; Ama yemle beslenen kuşcağız değil [11]
Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor:
Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.
Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben. [12]
Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?
Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Ona göre; herkes Tanrıdır ve insan insanlığını anlayınca O, olur.[13]
Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddinden sen özür dile! Akl-Küllün ve canın özür diliyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.[14]
Mevlâna bu sözleriyle, Allaha Sen Husameddinden özür dile demek suretiyle Allaha minnet etmektedir.
Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte, kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu ben ve bizi vücuda getirdin. Bu suretle ben ve senler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. [15]
Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından- ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemektedir.
Hatta Firavuna, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavunun karıştığı âleme erişirsin.[16]
Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini, zira haksız olanın Musa olduğunu söylüyor. Şöyle ki :
Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavunun Musadan nefretini, sen Musadan bil! [17]
Mevlânâ için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen, insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.
Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da. Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.[18]
Mevlânâ, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu söyler.
Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )
Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı. [19]
Vezir Ziyaeddinin hanında tavus adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gönül okşayıcıydı. Gönül kapıcı ve benzeri az bulunur bir kadındı. Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün aşıklar onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlânâ hazretleri o hana girip tavus hanımın odasının karşısına oturdu. O sırada tavus-ı çengi cilve yaparak Mevlânânın huzuruna gelip baş koydu, sazını Mevlânânın eteğine vurup onu kendi hücresine davet etti. Mevlânâ Hazretleri icabet buyurup sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Mübarek sarığından bir gez miktarı kesip tavus hanıma verdi. Cariyelerine de kırmızı dinarlar bağışlayarak oradan hareket etti.
Görülüyor ki Mevlânâ ne yaparsa yapsın hikmet olarak kabul edilmekte, insanları eğlendirmekle meşhur olan bir kadının odasında geçirdiği saatler tevil edilerek fuhuştan keramet çıkarılmaktadır.
Mevlânâ, ne kadar büyük evliyadır bilemeyiz ama, şeyhinin içki içtiği herkesin malumudur. Hatta onun içki içmesi ile ilgili takılanlara çok ağır küfürler etmektedir.
Mevlânâya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar. Maksatları Şems-i Tebrize laf sokmaktı. Mevlânâ kinaye yollu şöyle dedi;
İçse ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Böyle tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak caizdir. Eğer Şems-i Tebriz içiyorsa ona her şey mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.[20]
Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderilere helâl olduğunu söyler ve derki:
Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram. [21]
Mevlânada fatalizmin/kaderciliğin en katmerlisini görebilirsiniz.
Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin! Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil![22]
Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur.
Mevlânâ dini ilimleri öğrenmeye de karşıdır; İlim dediğin, hocadan, kitaptan öğrenilmez, direk Allahtan alınır(!)
Tanrıdan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçup gider. (Mesnevi, C.I, 3449.beyit)
Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir. ( Mesnevi, C.2, 3323.beyit)
Ledün ilmini öğrenmek için kitaplardan uzaklaşmayı şart görür;
Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın. (Mesnevi, C. 1, 3642.beyit)[23]
Mevlânâya göre, ilahi hakikatler akılla kavranamaz. Ona göre aşk ve vecdle anlaşılan ilahi gerçek karşısında akıl, çamura batmış eşek gibidir. Ona göre akıl, körün elindeki değnek gibidir.[24]
Aklı kullanan, onunla kıyas yapan kişileri İblise benzetir ve der ki, İlk kıyas yapan İblis olmuştur
Şems, şeri ilimlere kıl-ü kâl /dedi kodu der. Güya Şems, Mevlânânın tüm kitaplarını havuza atar.
Mevlânâ; Biz Kuranın özünü ve ruhunu aldık, postunu köpeklerin önüne attık diyerek Kuranın bir kısmını gereksiz olduğunu söyleyebilir.
Ebussuud Efendinin bu konudaki fetvası çok nettir; Bir kimse Mevlânânın Mesnevisini okumak, Kuranı okumaktan daha faziletlidir, zira Mesnevi Kuranın özüdür dese kafir olur ve katli helal olur![25]
Mevlânâya taraftarları aşk peygamberi diyebilmişlerdir. Câmî, Mevlânâ için şöyle der; Ben yüce vasıflara sahip olan o yüce kişi (Mevlânâ) için ne diyebilirim ki, gerçi o peygamber değildir amma Kitabı vardır
Daha düne kadar çok büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk içinde olduğunu görünce şaşırıp kalıyoruz. Allah'ı koynuna alanları, şarabı şeyhine helal görenleri, gaybı bilen ve gezdiği yerlere bereket yağdıran namaz kılmayan velileri, yazdığı şiir kitabı için 'Alemlerin Rabbından indirilmedir' diyenleri tanıdıkça bunların müslümanlıkla uzaktan yakından alakasının olmadığını görmekteyiz.
[1] Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybtan haber vermesi(!), insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı, uçabilmesi, suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır. Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak, vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak, sema, raks, vucud hareketleri, müzik (ilahi) gibi şeylerden yararlanmak, muskalarla kötülüklerden korunmak, Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak, şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.
Saadettin Merdin
Kaynaklar:
[2] Nihat Azamat, Kalenderiyye md., DİA, Kalenderiyye md. S.353-6
[3] Cemal Çağlak, http://www.tevhidnesli.
[4]Eflâkî, Menakıbul-Arifin, C.2, s.72
[5] Araştırmacılar Ahiliğin fütüvvetle ilişkisini kabul etmişlerdir. Şayet İslam dünyasında fütüvvet kurumunun tarihi gelişimi kaynaklara dayanılarak takip edilirse görülecektir ki; Ahiliğin orjininin öz be öz Türk kurumu olmadığı ve ahiliğin yapısal olarak fütüvvet teşkilatıyla yakından ilişkisi olduğu anlaşılır. Özellikle İran ve Azerbaycanda Türklerin Anadoluda gelişinden çok önceleri yaşamış ahilerin olduğunu biliyoruz. Ahiliğin kurucusu Kırşehirli Ahi Evran bilinmesine rağmen bu bilgi de doğru değildir. Araştırmacılar onun, Anadolu ahiliğini sağlam bir teşkilata kavuşturan şahsiyet olarak görülebilineceğini söylerler. Ahiliğin mahiyet ve niteliği de ithaldir. Ahi zaviyelerinde yazılan fütüvvetnâmelere bakıldığında, bunlarda Şii motiflerin yoğun olarak işlendiği görülür.
[6] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1, 2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının OluÅumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube
[7] Mikail Bayram, Tevhid Nesli geliyor.... - MEVLANA CELALEDDIN RUMİ MOGOL AJANIMI ?
[8] Mevlânâ, Mesnevi C.I, Önsöz, Çev;Veled İzbulak MEB, 1991/İst.
[9] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi, 1-2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının OluÅumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube
[10]Hikmet Ertürk, Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk
[11] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım, s.203
[12] A.g.e, s.292
[13] A.g.e, s. 196
[14] Mesnevi, C.1, 1807-9.beyitler.
[15]Mesnevi, C. 1,1785-8 beyitler
[16] Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler
[17] Mesnevi, C.1, 2481.beyitler
[18] Mesnevi, C. 6, 3928-32. beyitler
[19] Mesnevi, C. I, 35033504. beyitler
[20] Ali Akın, Hurafeler ve Gerçekler, s.418
[21] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım. s. 198-200
[22] Mesnevi C. 1, 3889-92.beyitler
[23] Hikmet Ertürk,Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk
[24] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.157-8
[25] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.141-2
Yazı Sahibi: Yazar Saadettin Merdin