Mevlana ArŞİvİ

by metin

New member
Katılım
22 Şub 2006
Mesajlar
472
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
29
MEVLANA'NIN HAYATI
Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr,
Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi
lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) diye
bilinen Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e
ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim
Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının
altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi
Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi
Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir
zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara
kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve
olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın
ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi
verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren
tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek
benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin,
meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için
memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden
birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e
görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve
merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi
hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her
ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini
zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler,
onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam
Muhammed Bahaeddin Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu
notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ
günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm
okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla
sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı.
Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama
atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara
gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer
canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle
şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz
varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım."
diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun
gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık
koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim.
Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek
vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar,
Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler.Oğlum onlara dönüp; "Sizinle
konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı.
Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş
şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar
beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat
ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in
terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun
hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar
dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a
gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr
kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük
yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü
bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn
rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir
kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan
Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile
meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e
hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn
imiş.
Ferîdüddîn Attâr Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî,
yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Bahaeddin Veled ve Mevlânâ Celâleddîn, daha
sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine
yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve
talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Bahaeddin Veled bâzı gecelerde
oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından
kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli
kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu
doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı
kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf
oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o
kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun." buyurdu.
Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz
verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme
ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye
(Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için
yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar
talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa
yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına
erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla
evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled
dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi
Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi
Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan
Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Bahaeddin
Veled Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan
Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının
dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri
sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Bahaeddin Veled ve
yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi
doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli
Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar
husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve
kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî babası
Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir
gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam
Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım." diyerek,
talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki
gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ;
"Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri
üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de
bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini
duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid
Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı
mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için
Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede,
nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet
sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi
gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi.
Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken,
Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir
yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir
oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye,
Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini
muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa
düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar.
Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle
düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister
istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak
Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i
şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli
gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde
bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman
Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve
velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini
kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır
aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır
aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh,
mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî
ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet
içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi.
Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi
akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla
tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ
Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce
Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun
feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya
döndüler.
Seyyid Burhâneddîn Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir
hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye
devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona;
"Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet
hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin
rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün
ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini
yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına
gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına
almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek
artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek
nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu
rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn
ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim.
Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman,
Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat
kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O,
seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi
anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki
dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada
geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber
kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid
Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet
yaşayan Seyyid bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve
dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi
dışarı çıkınca, Seyyid secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok
seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve
arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu
teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe
döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze
hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi.
Mevlânâ haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında
Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin
kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i
Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.
 
Mevlânâ o sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve
tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim
öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek
derecelere ulaştı.
Hocası Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi
gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın
ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip
uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler
ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer
peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği
amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur."
buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu
rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret
buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin
yüksekliğini anlamaları için anlattım."
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada
toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde
oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun
üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam,
kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn
hazretleri; "Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz."
buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir.
Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi.
Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin
daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat
ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ
ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da
bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması
îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle
dosta canım fedâ olsun." dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi.
Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın
mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ talebeleriyle
oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı
olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve
yoluna devâm etti. Kendi kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor.
Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var."
diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ
atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir
arzunuz mu var?" dedi. O kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o
da; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî;
"Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî
mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ
hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün
mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı." buyurdu. Bu cevâbı
bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla
bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "Sübhânî."
"Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?"
diyerek tekrar sordu. Mevlânâ buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber
efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet,
aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa
onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî!
Verdiğin bu nîmetleri daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin
kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek
tecellî ile dolup taşardı". Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî;
"Allah!" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hemen atından inerek
Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar
ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir
hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn
hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey
Muhterem efendim!Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık
bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan
böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine
koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk
içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye,
insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini
görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî
ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde
bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini
tâzelerlerdi.
Bir gün Şems-i Tebrîzî havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu.
Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın
kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ
oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve "Diğerleri ne ise,
Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı
ıslanmasaydı." diyerek âh etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî kolunu
sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap
Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.
Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz
kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu.
Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı.
Mevlânâ; "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldü.
Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.
Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen
anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce
ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın
Şems-i Tebrîzî gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan
yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında
kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten,
Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na
muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.
Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu. Şems,
babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın muhabbetinden
yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an
ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük
mânevî derecelere yükseldi."
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî
çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve
Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i
Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu
söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse
Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep
birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar.
Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın
oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül
bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in
toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu
söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir
Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp
sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i
Tebrîzî artık Konya'da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o
mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık
acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl
bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems,
Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu
yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona
bir mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey
sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah.
Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın
olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel." diye yazıyordu.
Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i gördüm." diye yalan söylese,
ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi;
"Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi.Mevlânâ, ona
elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; "O,
Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor." deyince, Mevlânâ da; "Ona
verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî
haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti.
Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan
düşmanlıktan, vazgeçildi. Mevlânâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu
Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
"Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin
o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O,
Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ
isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi
dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et!" dedi.
Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının
târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu
dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe
ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun
üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola
çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de
arkasından yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi
için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi
bizce yakışık olmaz. Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi
gerektiğini öğrendik." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya
yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek
üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ müjdeyi getirene o kadar çok hediye
verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in
Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'nın, başta sultan
olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra,
bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî
Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i
Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş,
Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem
manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak
ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan
inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları
arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm
okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi
dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü.
Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in
kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı.
Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım, bir de
sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e
verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle
geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum
derecelere kavuşamaz." dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip
sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi
almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince
Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte
bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam
tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin
ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine
çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü
riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; "Her kim; "Âlimler,
peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak
isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun
gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve
vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış
olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı,
onu kimse keşfedemedi." buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk,
Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı.
Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım!
Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz
birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdu.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile
Şems yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve
çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve
Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda
üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi
duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan
lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini
istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek
cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin
cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın
dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç
bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın
verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini,
derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç
kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet
yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan
muhabbetinden dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak
kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.
Mevlânâ bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye,
câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu.
Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. İnsanların hasta
kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.
İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim
talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu. Her zaman
etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip gelirken bile,
etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.
Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta
emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları büyük bir îtinâ ile
yetiştirmeye çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı.
Büyük âlimler yetişti.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden
biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Bir
gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına
şekil vermek için vurulan her çekicin; "Allah, Allah!" diye ses
çıkardığını kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi
olan Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn,
Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık
her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz
kalan kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu
yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine
çevirdi. Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona
olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek
nikâh yapıp akrabâ oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin
sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi. Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti.
Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ talebelerinden Çelebi
Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde
yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi
yazması oldu. Mevlânâ mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm
ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu
beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi yazdı, diğer
beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı. Böylece
daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi.
Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında
oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah
namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına
hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın
rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup
durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara
hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü
dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin,
Allah katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir." buyurdu.
Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst
tarafına oturmadı.
Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim sâhibi biri; "Bugün
Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim."
dedi. Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O sırada
Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap
verebiliyorsan ver." buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip
Mevlânâ'nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu.
Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ âniden aramızda
peydâ olup; "Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın!" buyurdu. Biz
hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk.
Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin
altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.
Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler. Mevlânâ; "Gitme!"
dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü.
İmâm İhtiyârüddîn anlatır: "Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn
Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş
giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm.
Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ gitmiş.
Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek; "İnsanoğlu bir
kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun?" buyurdu. Bağa
vardık. Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "İsterim ki, Şeyh
Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun." buyurdu.
Hüsâmeddîn Çelebi; "Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur." dedi.
Mevlânâ; "İyi ama benim gönlümden öyle geçti." buyurdu. Sonra sohbet
bitti. Ertesi sabah şehirden gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında
âniden öldüğü haberini getirdiler. İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi
oraya müderris tâyin edildi."
Hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık.
Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm. Mübârek
ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı
kumlar gördüm. Sorduğumda; "Mekke'de bir velî dostum vardır. Biraz onunla
sohbet ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur." buyurdu. Bu kadar kısa zamanda
oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; "Allahü
teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir." buyurdu.
Böylece tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere
gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar."
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde;
kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm
etti. O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler. Mevlânâ da
memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin
çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu
görünce; "Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz?" diye sordu. Babası
da: "Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken,
oraya güzel yüzlü bir melek geldi. Onlara; "Allah bu zâtı Mevlânâ'ya
bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir."
diye cevap verdi.
Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ bir gün namaza durdu.
Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir
taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte
Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her
zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak
duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra;
"Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar
çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle
kıyâmet gününde ne yaparız?" diye sordum. Yemîn ederek; "Allahü teâlânın
bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet,
yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten
başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm olan
Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu
kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî!" demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir
ibâdeti kim yapabilir?" buyurdu.
Mevlânâ müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve
güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan
meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara
düşüp Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar.
Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok
tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın
yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer
hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu
karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak
istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu
göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır." buyurdu.
Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi
üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını
okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine,
namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde
bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır,
iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler,
bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş
karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu
âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde
yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân
bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı.
Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara
Allahü teâlâdan; "O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak
hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun." hitâbı geldi.
Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek;
"Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda
da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize
dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere
bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp
istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.
Sultân Veled anlatır: "Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın,
talebelerine şöyle dediğini duydum: "Ben yedi yaşımda iken, nefsim
tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum." Bunu dinleyen
talebelerden biri; "Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder
hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?" dedi. Bu suâle;
"Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister.
Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir.
Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle
yaparız." cevâbını verdi.
Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı
aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı:
"Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber
efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan
gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru
ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan
tabaktaki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak; "Yâ
Resûlallah!Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir?" diye sordum.
Buyurdu ki: "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır." O anda uyandım.
Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine
gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ
oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı
tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyâmı anlatmadan: "Sevgili Peygamberimiz;
"Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır." buyurdu." dedi. Mevlânâ'nın
rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük
bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve
sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım."
Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle
selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O
zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini
çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve
sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz; "Sen, bizim dostumuz olan
Celâleddîn Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok
sevdiğimiz evlâdımızdır." buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını
anladı. Kendi kendine; "Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin
ziyâsından kaçtın. Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla
şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş." dedi. Hemen Mevlânâ'nın
medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola
koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı.
Talebe, ona; "Beni hocam Mevlânâ gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan
bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın." dediler. "Haydi içeriye
buyurun!" dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi
olmakla şereflendi.
 
Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet
etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ de vardı. Herkese yemekler geldi.
Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın
konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu.
Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi
için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince, Muînüddîn'e;
"Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir
de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri
duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve
kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle
bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden
oldu.
Emîr Ahmed anlatır: "Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık
olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam
müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat
nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü
teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum.
Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini
gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu
görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni
kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir
mikdâr saçımı keserek; "Bu, Mesnevî âlimi olacak." buyurdu. Uyandığımda,
saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında
idim. Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca
Konya'ya gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde
çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her
soruyu cevaplandıracak hâle geldim."
Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: "Hacca gidip
vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir
delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun
sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün
kendisine sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda uyumuşum.
Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu
bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım
duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir
müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir
çadır vardı. Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini
gördüm. Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye
sordum. Bana; "Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için
pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi lâzım.
Sabredersen onu görürsün." dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi.
İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra
kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ bana tebessüm ederek;
"Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız."
buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında
buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma
tavsiyede bulunmamın sebebi budur." dedi.
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için
izin istedi. Mevlânâ de; "İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız
İstanbul'da şu adreste bir kilise var. İçinde şu vasıflarda birini
bulacaksın. Ona benden selâm söyle." buyurdu. Tüccâr; "Peki!" diyerek yola
çıktı. İstanbul'da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip
kiliseyi buldu. İçinde târif edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ'nın selâmını
söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini
murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü
bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse
vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; "Mevlânâ'ya benden selâm
söyleyiniz." diye tenbihte bulundu. Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir
yolculuktan sonra Konya'ya geldi. Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti.
İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya
bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu
gördü. Yine hayretinden aklı başından gidip, orada bayıldı. Ayıldığında,
Mevlânâ; "Ey tüccar! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme."
buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı
ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuşmaya çalıştı.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip
elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır,
konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu arada
Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün
kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın,
iltifât göstermenin sebebi nedir?" diye sordular. O da cevap olarak; "Biz
Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini
anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak
için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri;
"Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin
meâlinde; "İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e
varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyruluyor. Bu
âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den
geçeceği bildiriliyor. Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman
İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır?" dedi. Mevlânâ; "Evet.
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır.
Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir.
Hattâ Cehennem; "Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor."
diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş,
aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim." dedi.
Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp,
kendisine verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece
fırının içine attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin
içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı
alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında,
bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük.
Sonra Mevlânâ bize dönerek; "Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe
böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız." deyince, hepimiz insâf edip,
Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Her birimiz de, bundan sonra
İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola
gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim Mevlânâ'nın
talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur."
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; "Bugün
Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım
ki, hiç birisine cevap veremesin." dedi. Talebeler soru hazırlamaya
koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in
yanında Mevlânâ tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp
oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; "Mevlânâ buraya geldi." deyince,
talebeler; "Biz görmedik efendim." dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in
zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ tekrar
orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve
oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük
odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler.
İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları
geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden
dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü
düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi
olmakla şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: "Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret
için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı.
Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler.
Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ
ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ
kullarından Mevlânâ geldi. Hemen; "Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza
yetişmen için yalvarıyorum." diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde,
gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve
kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna
çıktığımızda bize; "Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından
birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar."
buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete
kavuştuk."
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara;
"Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım."
dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona
götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl
edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında;
"Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp,
yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım
olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok.
Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm
ediyorum." dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: "Ey Tâcir! Sen,
Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle
karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın.
Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın." diyerek,
karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan
pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun
yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; "Bu
huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına
kavuşmaktır." buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan
sonra; "Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de
selâmımızı söyle." dedi. Tâcir; "Peki efendim!" deyip yol hazırlıklarını
yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip
Mevlânâ'nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm
eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; "Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle
bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni
Mevlânâ hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak."
deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı gördü. Bu hâle gözleriyle
şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın
talebesi oldu.
Mevlânâ her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve
nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün
talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i
sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği
ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını
kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli
istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir.
Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her
hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız.
Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir.
Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet
günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet
etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi
göremeyeceklerdir." buyurdu.
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara
barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi
latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da
toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin
büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O
sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su
toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey
Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz
ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan
kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce
girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her
ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız." buyurdu. Bunu dinleyen iki küs
kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.
Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ o
kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim
deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da; "Hayır, râzı olmam." diye
cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı
olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim
diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun
sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü
teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini
bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim sûresi:
7) buyurdu.
Mevlânâ bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım
olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: "Nişâburlu bir ilim talebesi
ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin
ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi.
Sonra tüccar, talebeye ikide bir; "Ey talebe! Yolun düzgün yerinden
yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden
gitme.. Ayakkabıyı eskitme..." diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi
usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne
bıraktı ve; "Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun
için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm
olamam." dedi. İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız
olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl
olur.
Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret
eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek
istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona
nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: "Abbâsî halîfesi
Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her
gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ
etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına
ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm
kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün
sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr
etti. Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. "Ey vefâlı
dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ
makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye
başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık
hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun
hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar
hasretinizle yanacağım?.." gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta
âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm; "Ey azîz
dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler,
hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim vazîfeni yapıp müslümanların
işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet
ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti
terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın. Sâdece
kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini müslümanlara
tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i
meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü
içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin,
müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete
çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes
yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz.
Bunun için artık senin yanına gelmiyorum." dedi. Zâbıta âmiri bunları
dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru... Çok doğru..." dedi.
Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca
derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr
anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu
zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin
vazîfen de o derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok,
vazîfene devâm etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı
ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin
bulunması lâzımdır. Böylece onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar.
Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız
yoktur."
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; "Efendim! Allahü teâlânın
velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta
oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye
sordular. Mevlânâ de; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl
ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar.
Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur." buyurdu.
Oradakiler; "Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de
ihsân ve merhamet eder misiniz?" deyince, Mevlânâ; "Ey dostlarım! Kılıç
kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı
verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz." buyurdu.
Mevlânâ kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen
sevdiklerine; "Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı
kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok
seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır." buyurdular.
Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ
inciri aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği var." buyurdu ve yere
bıraktı. Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça
incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi
ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp yedi
ve; "Bu incirin kemiği hiç yoktur." buyurdular ve incirleri orada
bulunanlara dağıtmasını emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona
gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; "Vallahi bir dostum
vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın
bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı
gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ velîlik nûru
ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o
dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve
helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ bunu kabûl edip iltifâtlarda
bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden
soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: "Bir gün bir akrep bir
ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına
gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte yanına
geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte
yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi
davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su
üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu
uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne
yapıyorsun?" diye sordu. Akrep; "Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik
edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim
göstereceğim şefkat de ancak budur." dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen
suya daldı. Akrep de boğulup gitti." Mevlânâ bundan sonra şu beytleri
okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni
incitir." Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini
sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal
göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir." buyurdular.
Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; "Bâzı kimseler mescidde
dünyâ lafı ediyor." diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ
hazretleri; "Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık
temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin
birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü
mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir.
Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır." buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete
gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle
şaştı ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ bana nasîhatte bulunsun." dedi. Bunun
üzerine Mevlânâ hazretleri; "Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık
emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen
hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile
hareket ediyorsun." buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak
dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; "Yâ Rabbî!
Mevlânâ bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı
kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum.
Bana merhâmet et." dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.
Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete
geldi. Fakat Mevlânâ onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla
Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre
mâzeretler beyân edip özür diledi ve; "Efendim! Babam dedi ki, çok defâ
benim Allah ile işim ve hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman
göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider
kendilerini buluruz." buyurdu. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki
eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ çıkageldi. Vezir
hemen ayağa kalkıp; "Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz?" dedi. Mevlânâ
buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; "Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana;
"Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve
hiç kimseyi kapıda bekletme." demek istediniz öyle değil mi?" dedi.
Mevlânâ tebessüm edip; "Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir.
Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek
ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var
ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; "Ekmek pişinceye kadar biraz sabret
ve bekle." derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve
sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir
sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı.
Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ onlara;
"Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer
ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o;
"Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif
ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular.
Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi."
derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allah ile konuşmaktır.
Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?"
buyurdular.
Buyurdular ki; "Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır."
"Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi
Resûlullah efendimize uydurmalıdır."
"Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer."
"Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır."
"Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi
vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup
namaz kılmaktır."
Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep
riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar
yememiştir."
"Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî 1273 senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına
olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse
de tekrar gönderip almalarını sağladı. "Elhamdülillah bu tehlikeden
kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret
etti.
Mevlânâ hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede
zelzele oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Herkes bu
durumdan korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada Mevlânâ hazretleri; "Evet
zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzım." buyurdu ve
sonra da; "Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az
yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza
devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına
dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm
olan sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların
hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz
olanıdır. Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur." buyurdu.
Mevlânâ bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına
çağırdı ve ona bir duâ öğretti. Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını
tenbih etti: "Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya
hasret çekiyorum. Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh
etmek, anmak için istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak,
sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek
bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir
sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı
kabûl et."
Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve
şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; "Allah
âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ
siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur." dediler. Mevlânâ onlara;
"Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân
eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış
bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra
ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz." buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd
etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; "Bu kedicik niçin
feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve talebeleri; "Siz
bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl
vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim
hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.
Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım.
Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordular. Mevlânâ de; "Hüsâmeddîn
Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum." buyurdu. Oradakiler
bu suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. "Cenâze
namazınızı kim kıldırsın?" diye sordular. Ona da; "Hocam Sadreddîn Konevî
kıldırsın." buyurdular.
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: "Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde
yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini
gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; "Döşeği
kaldırın." buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O
delikanlının yanına varıp; "Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından
kalkarak sizi karşıladı?" diye sordum. O da; "Ben Azrâil'im. Rabbimizin
emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim."
dedi. Mevlânâ da; "Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık
gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!" deyip
Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü
ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu."
Mevlânâ vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl
ânında gördüklerini şöyle anlattı: "Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya
başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi
alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım.
Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni
olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O
anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan
gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler
geliyordu; "Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek
bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku
yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden,
sonsuz âleme naklolunurlar." Bu sözler beni kendime getirdi."
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî talebesi Mevlânâ'nın
cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir
hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı
kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri
gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde
hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?" dediler. Bunun
üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf
saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını
gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı."
buyurdu.
Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rüyâda
gördüler. Hâli iyi idi. "Bu mertebeye nasıl kavuştun?" diye sorduklarında,
"Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu
bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu sebeple Allah beni
magfiret eyledi." diye cevap verdi.
Muhammed Hâdim şöyle anlatır: "Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim.
Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece bile, yatıp uyumak
ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ
ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak,
ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını
uzatmamış ve yatmamıştır."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun
çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan
merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün
vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir.
Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede
mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve
anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir
gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir
özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok
eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim
hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir
rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır.
İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet
damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet
şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri
çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya
çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar.
Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun
Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti
olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin
ney çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i
Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mesnevî'de
yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i
Rûmî Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine
imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih,
Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine
her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır.
Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da
birçok kimse ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et
Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup,
Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H.1263)'de Matba'a-i Âmire'de tab
edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki:
"Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor,
ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek
insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her
an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok
demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı,
içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl
olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden,
Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin
üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil
kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi,
kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı
iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin
Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât
etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, "ney"i
çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar,
ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin
(kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o
tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir
kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî
şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette
aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i
Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim
Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste.
Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!"
demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi
çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini
zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını
verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle
yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan
uzaklaşmışlardır.
Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i
Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna
geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve
hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar;
Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir." buyurdu. Yâni evliyâlık
yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat
evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.
Mevlânâ ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için,
tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir
şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir.
Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır.
Bunun için Mevlânâ'nın
"Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!"
buyurduğu söylenmektedir.
ÇOK SÖZ SÖYLEME
Oğlu Sultan Veled'e şöyle nasîhatlerinde; "Ey oğlum! Sana vasiyet ediyorum
ki: Her halde ilim, edep ve takvâ üzerine bulun. Her zaman geçmiş din
büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan
ayrılmamayı vazîfe edin. Fıkıh (İslâm hukûku) ve hadîs-i şerîf öğren,
câhil sofulardan olma. Namazı her zaman cemâatle kıl, fakat imâm ve
müezzin olma. Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir. Makâma bağlı olma.
Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemede hâkim huzûruna çıkma. Kimseye
kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin
çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilme, yalnız kalma. Çok söz
söyleme. Çok söz işitmek kalbe nifak verir. Sözü inkâr etme. Onun
söyleyenleri ve sâhipleri çoktur. Az söyle ve halkın kötülük ve
eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur. Kadınlardan ve
dinde eğri yollara girenlerden sakın. Herkesle ve zenginlerle sohbet etme
(oturup kalkma). Helal ye ve şüphelilerden kaçın. Dünyâ malına kapılma.
Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur. Çok gülme ve kahkaha atma.
Zîrâ fazla gülmek kalbin ölümüdür.
Herkese şefkatle bak. Hâinlikle bakma. Dışını süsleme. Zîrâ dışın süsü;
için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücâdele etme ve
hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Âlimlere, evliyâya,
mal, can ve tenle hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme. Zîrâ
inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler." buyurdu.
 
Mevlevİ Terİmlerİ

MEVLEVİ TERİMLERİ

RUMİ DÜŞÜNCESİNDE İNSAN
Felsefeyi Kur'an mesajını kontrol eden bir noktaya çıkarmamak Mevlana'nin
belirgin ozelliklerinden biridir. O, Kur'an denetiminde surekli felsefe
kamburu duzeltmistir. Diyor ki: "Felsefenin verdigi inkari gonlumden
surdum, cikardim; gonlumu yudum, arittim; gozumde de Yusuf'a ait sekillere
yer verdim. (DK. 1/227)

Mevlana hem kendi bakislarini hem de Kur'an tefekkurunun bakisini insana,
yasayan insana cevirmistir.

Mevlana, dinin kuru bilgi, sekil ve doktrin tarafindan cok, duygu, ic
tecrube ve ask aktivitesi yonuyle kucaklasmistir. Bu kucaklasma onu bir
yandan felsefenin kuru prensip ve kabullerine, bir yandan da dinin bir tur
transandantal materyalizme donusturuldugu fikih kuralciligina sirt donmeye
itmistir. Bu tipik materyalizmden ask fezasina yukselme dini, polariteden
kacisin degil polariteyi gogusleyisin kurumu yapmakla mumkundur. Din,
ancak bu sayede yaratici bir enerji halinde hayatimiza girer; aksi halde
bir sigintilar kuyusu halinde varolusu surekli asagi ceker. Dini bir
siginma ve sirtustu yatma kurumu yapanlarin, zitlari gogusleme cesaretine
ulasamadiklarini goren Rumi onlari aci bir dille elestiriyor:"Kufrun
kefinden bile haberin yok iken, imanin gerceklerini nereden anlayacaksin?"
(DK. 6/442)diye soran Rumi, imani bir korluk degil bir beyyine yain
zitlarin muhasebesi ustune oturan aydinlik-bilgi olarak goren Kur'an'in
dunyasina burada da tam girmistir.

Zitlari birlikte tanimadan onlarin her hangi bir kutbunu sevmek korluktur.
Iki kutubu da tanimak gerekir. Tanimadan sevmek tabuculuktur; tabunun
oldugu yerde ise beyyine olmaz.

Zitlarin birlikteligine Kur'an-i Kerim Zevciyet diyor. Zitlarin
birlikteligi dinde de isin esasidir. Bu yuzden Rumi, polariteden uzak
dusmus insani ister melek olsun, ister seytan, sevmiyor:"Kimya-altin
aramiyorum; altin olmaya yetenegi olan bakir nerede? Atesli gideni,
hizli-hizli yol alani kim bulmus? Yari atesli, yari soguk yol alan
nerede?" (DK. 4/84)

Melek insan hayal eden dinciden tiksinen Rumi, eksigi, negatifi olan
insandan uzaklasmayi dini anlamamak sayar. Allah adami, bir tas gibi
oacikta duran insani bir cesmeye ceviren adamdir. Bas yarma ihtimalini
dusunerek tastan uzaklasmaz Rumi, yaklasir ve tasi sular akitan bir
cesmenin yapiminda kullanir. Ve der ki:"Testi tastan korkar ama, o tas
cesme oldu mu testiler her an ona gelmeye can atar."(DK. 2/179)

Bu noktaya gelmek, dini bir alma kurumu olmaktan cikarip verme kurumu
haline getiren fedakar ruhun isidir. Diyor ki Rumi:"Bize almayi degil
vermeyi ogrettiler." (Eflaki, 1/487)Ve diyor ki: "Dunya deniz kesilse biz
o denizde Nuh'un gemisiyiz. Nuh'un gemisi batma-yitme derdine duser mi
hic?" (DK. 7/95)Iste Hak eri, Nuh'un gemisi gibidir. Tufanin gidecek yer
birakmadigi bir zamanda o tutar-kaldirir insani, o yener umutsuzlugu ve o
acar umulmadik yerlerden mutluluk pencerelerini. Ve onun umut-aydinlik
kucagi istisnasiz herkesi sarar; bunu bileni de sarar, bilmeyeni de. Soyle
sesleniyor Mevlana:"Dostum, ben senim, sen de bensin. Kendini birakip da
gitme kendinden, kendini baskasi sanip da surme kapindan. Golge gibi
senden hic ayrilmayan biri varsa o da benim; dostum, kendi golgene cekme
kendi hancerini." (DK. 7/330)

Bunu diyebilecek benlik, gozyasiyla abdest alabilecek noktaya gelmis
mustarip ama suurlu dindardir. Rumi kendini bu dindarlardan biri olarak
gorur.

"Aksam namazi vaktinde herkes mumunu yakar, sofrasini kurar; bense
sevgilinin hayaline dalarim, gamlara batarim, aglayip feryat etmeye
koyulurum.

Gozyasiyla abdest aldigimdan namazdim da atesli olur; bir ezan sesi geldi
mi, mescidimin kapisini yakar-yandirir.

Kiblem nereye gitti ki namazim kazaya kaldi? Tanri takdiriyle boyuna bana
da sinamalar gelip catmadadir, sana da.

Acaba sarhoslarin namazi dogru mudur? Sen soyle! Sarhos, ne zaman bilir,
ne yer tanir.

Acaba bu ikinci rekat mi, yoksa sekizinci mi? Acaba hangi sureyi okudum;
zati dilim de yoktu ki." (DK. 7/263)

Bu anlamda din denince Rumi iman ve ask abideleri halinde Hallac'i,
Senai'yi, Attar'i anlar. Mevlana Bagdatli Cuneyd'e de vurgundur ama
Hallac, Senai ve Attar onun adeta ruhunu olusturan ucgenin
koseleridir:"Kur'an yogurda, Senai'nin misralari yag ve kaymaga benzer."
(Eflaki, 1/257)diyor. Senai budur ama onun da arkasinda Hallac vardir.

Mevlana Hallac'i iman, ask ve erisin tartismasiz sembolu, ebedi temsilcisi
sayar. Gercek ask, daragacinda sallanan asikla ispatlar kendini:"Ey ask,
padisahim sensin, benim ici bir daragaci kur; asilmamis kandil evi
aydinlatmaz." (DK. 1/73)Hallac-i Mansur, askin nasil ispatlanmasi
gerektigini insanliga gosteren olumsuz ask rehberi olarak anilir:"Aski
gormuyorsan asiklara bak. Hepsi de Mansur gibi, daragacina neseli bir
surette geldiler." (DK. 2/425)Ve:"Mansur'un canina, senin askin yuzunden
daragaci kurdular ya; boynunu ipe takti, bir turlu o ipten vazgecmiyor."
(DK. 7/323)Ve:"Madem ki Mansur'a sevgilisinin vuslati yuz gosterdi;
gonlunu temelinden daragacina vermesi yarasir mi yarasir. Elbisesinden
kulaha benzer bir sey kaptim; fakat o aklimi da yakti-yandirdi, basimi da,
ayagimi da." (DK. 3/218)Ve:"Asiklarin agizlari-damaklari yardim gormus,
Mansur sarabinla, o sarabin lezzetiyle dopdolu. Boylece yuzlerce Hallac
ipte oynayip durmada." (DK. 4/93) Ve:"Yarin derdi, sevda vesvesesi kulakta
pamuktur, gozde kil. Hallac gibi, tertemiz erler gibi, sen de ask atesine
yak su pamugu." (DK. 5/109)

Mevlana, kendisinin asktaki eris ve sadakatini ifadeye koyarken de
Hallac'i delil gosterir:"Hallac'dan bir koku geldi bana; sakiden Mansur
sarabini istiyorum." (DK. 6/318)Ve:"Rahmanin daragaci budaginda Mansur
gibi asilmisim; cirkinlerin dudaklarindan uzak olsun; boylesine
kucakladim, optum-opuldum ben." (DK. 5/413)

Mevlana, gercek asikin, olumunden korkmak soyle dursun, olumu isteyecegini
ifadeye koyarken de Hallac'in bu konudaki unlu beytine atif ve telmihte
bulunur. Hallac diyordu ki:"Oldurun beni ey dostlarim, oldurun;
oldurulmemde gercek hayatim saklidir."Rumi de diyor ki:"Kendimizin
dusmaniyiz biz, oldurenin dostuyuz. Asiklarin her biri bir Mansur'dur,
kendini oldurtur." (DK. 3/414)Ve:"Oldur beni, oldurdun mu askla dirilirim
ben." (DK. 3/266)

Ve Enel Hak. Hallac'in tarihi sarsan bu sozu, Mevlana sisteminde
Yartici'yi gercekte bulusun ifadesi olarak kullanilmaktadir:"Enel Hak
kadehini doldur, Mansur sarabindan sun; bu zamanede Mansur gibi senin
daragacinin dibindeyim ben." (DK. 3/252)Ve:"Enel Hak sozunu sen
soylemedin, O'nun sarabinin esintisi soyledi. A hoca Mansur, is boyleyken
neden daragacindasin." (DK. 7/70)

Mevlana'yi anlamak icin genis anlamda Islam'i, ozel olarak da Kur'an'i
anlamak gerekmektedir. Bunun iki temel sebebi var: Birincisi; Mevlana,
kultur zemini ve bilgi mirasi tamamen Kur'an ve Islam olan bir mistik
dusunurdur. Ikincisi; Mevlana, imani, aski, cezbesi bakimindan da bir
Muhammedidir. Diyor ki: "Canim tenimde oldukca Kur'an'in kolesiyim ben,
Tanri'nin seckin peygamberi Muhammed'in yolunun topragiyim. Her kim
benden, bunun disinda bir soz naklederse hem o sozden sikayetci olurum hem
nakledenden." (Rubailer, rubai:1052)

Muhammed'i sevmeden Mevlana sevilebilir mi? Muhammedi merhamet ve
hosgorunun sinirsizligi buna imkan verebilir. Ama Muhammed'i tanimadan
Mevlana'yi sevenler kendi dunyalarina cekilmis bir Mevlana severler. Bu,
artistik, turistik, bazen sosyetik Mevlana olabilir ama Muhammed'in ruh ve
bilgi mirasinin uzantisi Mevlana olamaz. Yani Mesnevi'nin, Divan-i
Kebir'in, Fihi Mafih'in cizdigi Mevlana olamaz. Saygi duydugumuz
degerlerin bagli olduklari kiymetleri inkar veya ihmal, o degerleri
tanidigimizi degil, istismar ettigimizi gosterir.

Mevlana'yi bir weltanschaung (dunya gorusu) olarak dusundugumuzde,
Kur'an'i ve Muhammed'i anlamadan, Mevlana adina bir yere varamazsiniz.


Kisaltma: (DK. x/y; Divan-ı Kebir, cilt/beyit)
 
Rumİ DÜŞÜncesİnde İnsanin Yerİ Ve DeĞerİ

RUMİ DÜŞÜNCESİNDE İNSANIN YERİ VE DEĞERİ
Mevlana'da insan, olumlu ile olumsuzu, iyi ile kotuyu, ilahi ile beseriyi
benliginde birlestiren bir toplayici ortadir.

Insanin, varlik agacinin mevyesi oldugu kuskusuz. Tartisma surada: Meyve
mi agacin sebebidir, agac mi meyvenin? Kronolojik acidan baktigimizda agac
meyvenin sebebidir. Bu bakis, bizi materyalizme cikarabilir. Rumi, bu
bakisa asla itibar etmez. O, bu noktada teleojik bir yaklasim
sergilemektedir. Ona gore agac meyvenin degil, meyve agacin sebebidir.
Yani, agac meyve icindir. Soyle diyor:"Suret suretsizlikten vucuda geldi.
Varlik petegini oren aridir, ariyi vucuda getiren, mum ve petek degildir.
Ari, biziz, sekil ve cokluk sadece bizim ihmal ettigimiz mumdur."
(Mesnevi, beyt: 1810)

O halde:"Sekil ve cisim bizden vucuda geldi. Biz onlardan degil; sarap
bizden sarhos oldu, biz saraptan degil."Bu demektir ki, gercek, temelde
madde degil, ruhtur. Ruh ve suur, materyalist yaklasimda oldugu gibi, araz
degildir:

"Araz kainat yani maddedir; insan, cevherdir."

Rumi varligin ozu yani Yaratici Kudret'le insanin ozunu birlestiriyor. Bu
birlik, insani varligin gayesi yapmistir. Varlik, anlamini insanla
kazanir. Yaratici, eserini, insanla seyreder, zira insan Hakk'in gozu ve
aynasidir."Sen cihanin hazinesisin, cihan ise yarim arpaya degmez. Sen
cihanin temelisin, cihan senin yuzunden taptazedir. Diyelim ki, alemi
mesale ve isik kaplamis, cakmaksiz ve tassiz olduktan sonra o, igreti bir
ruzgardan baska nedir?" (Rubailer, rubai: 226)

"Ey Tanri kitabinin ornegi insanoglu. Ey sahlik guzelliginin aynasi mutlu
varlik. Her sey sensin. Alemde ne varsa, senden disarida degil. Sen her ne
ararsan kendinde ara, cunku her varlik sende." (Rubailer, 1382)

Insanin, serefi gibi, sorumlulugu ve istirabi da varligin en buyuk
sorumluluk ve istirabidir.

Mevlana'nin kavgasi esyaya boyun egen insani, esyayi boyun egriden bir
yaratici benlik haline getirmek icindi. Bu yolda elde edilmesi gereken ilk
deger ise insanin Yaratici'ya bagli olan zamanustu Ben'in suuruna
varmakti. Mevlana, insani bu olusun sancisini duymak uzere surekli tahrik
etmistir."Her susamis gonlu denize goturuyorlar." (DK. 2/326)diyerek kulli
benlige cagirdigi insani igretiye yenik dusmemesi icin soyle
uyariyor:"Yuce esikten baska bizi nereye cagirsalar, sonucta aldatirlar."
(DK. 4/21)

Insan ne oldugunu anlamak icin nereden geldigini anlamak zorundadir.
Mevlana'ya gore boyle bir anlayis Yaratici Kudret'ten koptugunun
bilincinde olan insanin nasibidir. Insan tanri degildir; ancak tanri
disindakilerin de hicbirine benzemez. O, Yaratan'la yaratilan arasi bir
noktada oturmaktadir."Insandir desem, asktan utanirim; tanridir desem,
tanridan korkarim." (DK. 2/303)Soyle sesleniyor Mevlana:"Bedeninin her
zerresinden bir feryat duy, bir inilti isit; cunku sen buyuk bir sehirsin;
belki de bir sehir degil, binlerce sehirsin sen." (DK. 7/449) "Hersey
sensin; herseyden ote ne varsa o da sensin; o da senden ibaret." (DK.
3/213)

Kendisini kusatan dunyanin nice tufanina tanik olmasina ragmen kendi
icinde sakladigi tufanlarin henuz idrakine ulasamamistir."Ademoglu
dedigin, dunya sandigina konmus bir arslandir. Sandik kapanmistir,
kilitlenmistir, o da kendisini yorgun-bitkin gostermededir. Ama gunun
birinde bir costu, bir kukredi de sandigi kirip parcaladi mi nelere gucu
yettigini, ne isler edecegini o vakit gorsun." (DK. 1/264)

Insanin yapisindaki, bahtindaki bu yucelik sadece patentlerin, geleneksel
kabullerin "iyi" damgasini vurdugu insanlar icin degildir. Her insan,
Tanrinin bir nefhasi olarak, eksigi ve gunahi ne olursa olsun bu yuceligi
ozunde tasir."Insanlarin tas yureklerinde oylesine bir ates vardir ki,
perdeyi kokunden yakar. Perde de yandi mi, insan Hizir hikayelerini de
tamamiyla anlar, ledun bilgisini de. O eski asktan gonlun icinde yeniden
sekiller peydahlanir." (DK. 4/242)

Mevlana, insanin yuceliginin temelinde ondaki yaratici hurriyeti,
yapip-edici iradeyi gormektedir. Esasen Yaratici'nin nefhasini tasimak,
siradan bir yaratik olmamak budur. Sonuc olarak insana iki noktayi, altini
cizerek hatirlatmak kacinilmazdir:

1. Kendini tani, mucize arama
2. Eser (yaratilmis) den gec, Muessir (Yaratici) i gor.

Mevlana bu iki prensibi Divan-i Kebir'de iki gazeliyle cok guzel ifadeye
koymustur."Nice dilekleriniz var, bagis istemedesiniz; bir kendinize gelin
artik, bagisin ta kendisi sizsiniz. Gece-gunduz kavusup bulusma
askindasiniz; fakat kavusmanin da isigi sizsiniz, bulusmanin da; bundan
haberiniz yok, bunu anlamiyorsunuz. Sasilacak bir sey ariyorsunuz; fakat
her seyden fazla sasilacak seysiniz; oylesine sasilacak seysiniz ki hem
padisahsiniz siz hem yoksul." (DK.7/75)

"A umitle, korkuyla pilisini-pirtisini atmis kisi; sonunda bir kere de
bakisi-gorusu bagislayana bak.

A isteyen, a seven, istegi verene bak; eseri yaratani gor, ne diye esere
sarilip kalmissin?

Odur seni barisa, savasa ceken, odur kimini dostlarla gorusmeye, kimini de
yolculugun yucelerine suren?

O, sana bakip durada; senin gozunse solda-sagda. O, sana soz soylemede;
sense kulagini masala vermissin.

Bu sisi o sapliyor, o gozun akliysa hay-hayda; yoldasi Isa, fakat
esekcinin akli, ancak esekte." (DK. 7/25)Muessir'i yani Allah'i bulmak hem
nimetin kaynagini bulmaktir hem de dertlerin ana devasini. Soyle soruyor
Rumi:"Ne vakte dek care nedir, dermanim ne deyip duracaksin? Sana care
aratan kim? Onu ara... Define bulabilirsin ama omur bulamazsin. Sen
kendini bul, cunku bu define sana kalmaz, senin elinden de gecip gider.
Daha fazla can cekis, altin yig, gonlunu hos et. Butun altinin, gumusun,
malin-mulkun cehennem yilanidir." (DK. 7/286-287)Ve soyle
sesleniyor:"Tanriya kac, abihayat ondadir, her nefeste ondan kurtulus
dile, ondan!" (DK. 3/187)

Allah'i bulanin hicbir seyi kaybetmiyecegi ve Allah'i kaybedenin hicbir
sey bulamayacagi seklindeki kabul, Kur'ansal anlayisin omurga
noktalarindan biridir. Rumi, bu omurga noktaya sik sik parmak basar. Insan
yeli hissedip de buna vucut veren yelpazeyi sallayan eli aramiyorsa
kendine yazik ediyor demektir. Yelpaze gorunmuyor fakat yucelmis benlik o
gurunmeyen yelpazeyi arar ve bulur. Diyor ki Rumi:"Ya Rab! Yeli gosterdin,
yelpazeyi gizleme. Yelpazeyi gormek temiz kisilerin gonullerine isiktir."
(DK. 4/94)

Yelden birseyler beklemek de akilliliktir ama bu siradan benliklerin
isidir. Yelpazeye, daha dogrusu yelpazeyi sallayan ele ulasmak isteyen
buyuk ruh, yelin sundugu ferahlikla yetinmez. Her insanin icinde yelpazeyi
sallayan eli bulma arzusu vardir. Ne yazik ki cogumuz bu arzuyu bir takim
sahte hedeflere yonelterek cirpinir dururuz ve gonlumuzun esas sevgilisine
bir turlu yonelmeyiz. Rumi, insani uyariyor:"A her yana kosup duran! Bir
turlu isin bir araya gelmedi gitti; senin isini bir araya getirecek, bir
duzene sokacak olan ancak alti yana sigmayandir." (DK. 3/417)Ve:"Hayal
marangozu goge ne vakit bir merdiven yapar, buna imkan var mi? O merdiven
ancak: 'Hersey donup bize gelir.' diyenin elinden cikar." (DK. 4/57)

Goge agmak ve Muessir'i bulmak icin bilgi anahtari kacinilmazdir."Agaci
gormuyorsun, agactaki kusu nereden goreceksin?" (DK. 7/612)diye soran Rumi
bilgiyi, agaci gorme noktasina kadar kutsar. Ancak agactan kusa gecis kuru
bilgiyi asan bir keyfiyettir. Bilgi alettir, aleti kullanmasini bilmeyene
alet ne yarar saglayabilir. Ele silah almakla yigitlik olmaz; yigitlik
silahi kullanabilme huneridir."Bilgi silahindir senin, silah da erkeklik
alametidir. Erkek degilsen, erkeklik alametinin olmamasi yegdir." (DK.
2/405)

Rumi'ye gore kuru bilgi yani entellektuel satir bilgisi insani sarayin
kapisina kadar getirir. Iceri girmek sadir yani gogus veya gonul
bilgisiyle mumkun olur. Entellektuel bilgiyle isin icinden cikacaklarini
sananlar, kapinin onunde bekleyip duranlardir. Rumi bunlara soyle
sesleniyor:"Niceye dek perdenin ardinda, kapinin disinda duracaksin.
Kapidaki su perdeyi yirtsana." (DK. 5/96)

Insan nereden gelip nereye gittigini, bir baska deyisle, gercek benligini
ve onurunu duygu ve bilgi planinda kavrayinca maddenin ve ona bagli nimet
ve ihtisamlarin basitligini gorur ve hayat denen soylu ve sonsuz
yolculugun bu basit ve igreti saltanat ugruna harcanmamasi gerektigini
anlar."Kiskanacaksan Tanriyi kiskan. Bu kiskanclik nebilerde de vardir."
(DK. 5/205)

Madde ve ona bagli igreti saltanatlar insanin sonsuzluk yolunda pusulasini
saptirmaktadir. Ancak sunu unutmamaliyiz ki, Rumi'nin sisteminde maddeye
sirt donmek ve ona el surmek degil, maddenin ustune cikmak esastir. Yani
kotu gorulen sahip olmak degil, sahip oldugumuz seylerin kolesi haline
gelmektir."Dunya, Haktan gafil olmaktir; kumas, mal, cocuk ve kadin sahibi
olmak degil." Maddeye saplanmak ve oradan tatmin bulmak insanin kendine en
buyuk kotulugudur. Buyuk bir onuru beyinsizce ayaklar altina
almaktir."Mide ayranla, kulak yalanla dolu. Kacip kurtulmak icin bir
himmet lazim." (DK. 5/182, 187)

O halde insan bir tercih yapmak zorundadir. Ya dunyayi sonsuzlugun uydusu
yapacaktir ya sonsuzlugu dunyanin uydusu. Varlik ve olus kanunlari ayni
anda hem Musa'yi hem Firavun'u memnun etmeye imkan vermemektedir. Rumi bu
noktada cok sert konusuyor: "Sevgilinin dudagiyla sarhos olmayi, sekerler
cigner bir hale gelmeyi istiyorsan dudagini her opuse verme, her yemekle
bulastirma da,

Dudagindan baskasinin kokusu gelmesin; yalniz ve yalniz ask kesilsin,
tertemiz, essiz bir hale gelsin o dudaklar." (DK. 7/1)

Igretiye yenik duserek sonsuzluk sermayesini tarumar etmeme konusunda iki
noktaya ozellikle dikkat cekiyor Rumi. Bunlarin biri bizi icten korurken,
ikincisi dis guvenimizi saglar. Icten koruyup benligi guclendiren yardimci
az yemektir. Su sozlere bakin:"Ekmek, beden hapishanesinin mimaridir."
(DK. 5/216) "Beden helva yiyince abdesthaneye gider; fakat can helva yedi
mi, arsa yukselir." (DK. 3/60)Isin burasinda Rumi, orucu gundeme getirir
ve onu insani erdiren belki de bir numarali disiplin olarak sunar:"Oruc
can gozunun acilmasi icin bedenleri kor eder; senin gonul gozun kor de o
yuzden hicbir ibadet, o aydinligi veremiyor sana."

Asiklarinyasayislari, beden mutfagi yuzunden kararmisit, mutfaklarini
aydinlatmak icin cikti-geldi oruc. Dis dunyaya karsi bizi guven ortaminda
tutacak ve sonsuza yonelmis egoyu yozlasmalardan koruyacak tavir ise
sonsuzluk degerleri bakimindan iflas etmis, asagilik, sefil kisilerden
uzak durmak, onlara tenezzul ifade edecek bir yola asla meyletmemektir.
Rumi bu noktada da cok sert konusmaktadir:"Haber almak istiyorsan, haberi
olmayanlarla az dus-kalk; haberi olmayan suruyu kopek surusu say." (DK.
3/204)

Rumi, "habersiz" kisilerle dostluk ve beraberlik pahasina gelecek rutbe ve
itibari insanin serefine surulmus en buyuk leke saymaktadir. Eger birisi
boyun egecek, yagcilik yapacak, asagidan alacaksa bu neden madde
saltanatindan baska hicbir seyi bulunmayan kisi olmasin? Ve sunu
soyluyor:"Sair, padisahi over; fakat kendinden haberi olsaydi, padisah
kalkar sairi overdi." (DK. 6/100)Bu anlayisinin bir sonucu olarak Rumi,
hayati boyunca serserilere, hamallara, irgatlara gosterdigi guleryuz ve
itibari sultanlara, vezirlere gostermemistir. Cunku Rumi, boynu bukuk
insanlarin gonullerinde "yoksullugun saltanati" dedigi sonsuzluk
ihtisamini seyrediyordu. Madde ihtisamina bohyun egmeyen sonsuzluk erinin
zaferini engelleyen bir bela daha vardir: Korku veya sunepelik. Rumi, ask
ve iman adaminin, yaratici hurriyetin tum risklerini hic cekinmeden
goguslemesi gerektigini cok acik ve mert ifadelerle insanliga
duyurmaktadir. Rumi'nin bu anlayisi en buyuk etkisini suurlu olarak
Muhammed Ikbal'de, farkinda olmadan da Nietzsche'de gostermistir. Soyle
diyor Rumi:"Ganimete konmak, inciler elde etmek isteyen kisinin denizin ta
ortasina kayiklar surmesi gerekir." (DK. 2/291)

Sonsuzluk eri tum odullerini sonsuzlugun sultanindan bekledigi icin, bu
dunya planinda onun, yuruyusu frenliyecek hicbir kayda yenik dusmemesi
esastir.

Riski goguslemek veya tehlikeye atilmak en belirgin sekliyle olum
korkusunu asmada gorulur. Rumi soruyor:"Esi-dostu canin tanrisi olan kisi,
canin gitmesinden korkar mi hic?" (DK. 5/239)Hak dostu Hakk'la hayat
buldugu icin, bedenin devreden cikmasi demek olan olum onu
korkutamaz."Bizim olumumuz sonsuz bir dugun demektir. Onun sirri nedir?
Huvallahu ehad (O Allah'tir; biriciktir, tektir.) Tanri isigiyla diri
olanin canina bir yardimdir olum." (DK. 7/461)

Mevlana'nin ermek ve basarmak icin temel sartlarindan biri olarak gordugu
bu riski gogusleme ve tehlikeye atilma, onun belki de en buyuk muridi olan
Muhammed Ikbal tarafindan bu yuzyilda yeniden ve hararetli bir bicimde
dile getirilmistir. Ikbal, geleneksel Dogu'nun riskten kacan yaklasimini
"selamet istiyorsan kenarda dur" seklinde ifadeye koyan Iranli Sadi'ye
karsi Mevlana'nin Kur'an kaynakli anlayisini su cumlelerle
haykirmistir:"Eger hayat istiyorsan tehlike icinde yasa." Ve: "Hayatin
sirrini mi ariyorsun? Onu, zorluk ve istiraplarla kivranmanin disinda
bulamazsin"

Ne yazik ki, Musluman Dogu'da hala Sadi'nin anlayisi egemendir. Rumi ve
Ikbal'in Kur'an kaynakli "Yaraticilik riskini gogusleme" anlayislari
Musluman dunyada henuz tam bir bicimde hayata gecirilememistir.


Kisaltma: (DK. x/y; Divan-ı Kebir, cilt/beyit)
 
Rumİ DÜŞÜncesİnde İnsanin AyriliĞi

RUMİ DÜŞÜNCESİNDE İNSANIN AYRILIĞI
Insanin kudret, seref ve cilesinin temelinde onun ayriligi yatar. Insan
Allah'tan ayrilmistir. Insanin butun sevgileri, temelde bir tek objeye
yonelmistir. Bu obje, insanin can yoldasi, asli, ozu olan Allah'tir.
Sevgilerin gorunuste baglandigi mal-mulk, kadin, cocuk vs. gercek
sevgiliyi ararken, farkinda olmadan onun yerine koydugumuz perdeler,
mecazi sevgililerdir. Gercek insan, perdelerin arkasini gorur ve sevgiyi,
perdelere takili kalmaktan kurtarir. Fihi Mafih'in su parcasi bu noktayi
cok guzel aciklar:"Insanlar bu dunyadan gocup o Sah'i perdesiz olarak
gorunce, bunlarin hepsinin perdelerden ibaret oldugunu ve gercekte
istediklerinin yalniz o bir sey oldugunu gorur ve anlarlar. Bu suretle
butun guclukleri halledilir ve iclerindeki her turlu sorularin ve
muskullerin karsiligini fark ederler. Istedikleri seyi acikca gorurler.
Tanri, her gucluge birer karsilik vererek cevaplandirmaz, bir tek cevap
vermek suretiyle, butun sorulari aciklar ve cevaplandirir. Boylece, butun
muskuller halledilir..."

Insanin butun dunyasini dolduran sevgi. atilganlik, merak, yaraticilik vs.
onun, aslina duydugu ozlemin ifade edilisidir.

"Bu evden degilim ben, garibim. Madem ki burada huzurum, kararim yok,
elbette baska ildenim."(DK.4/8)

Ayrilik nasil vucud buldu?

Insan; aslindan, can yoldasindan ayrilip bu noksanliklar dunyasina
gelirken, koptugu butunle bir anlasma, bir ahdlesme yapmis, bir misak
imzalamistir. Kur'an bu ahdi bozmamak uzere insani uyarmaktadir. Bu
misakla, Yaratici'nin bu alemde sahidi olmayi kabullenmistir. Ruh, bu
misaki, beden atinda seyrederken unutmuyor, ama bulanik hatirlamak gibi
bir durumda kalir. Ne var ki, hatirlama derecesi ne olursa olsun, bir
derin istek halinde sevgilisini, can yoldasini istiyor, ozluyor. Ve Rumi,
insanoglunun ayrilik ve yalnizlik acisini dindirmek icin verdigi savasi su
gozyasi gibi cumleyle tanitiyor:"Seni aramak, seni bulmak icin goklere
kapi acmaya yeltendim; kapi acilmadi, ben sasirip kaldim; yandim yandim."
(DK. 2/427)

Insanin butununden kopup noksanliklar dunyasina inisi bir cikisi zorunlu
kilar. Aksi halde insan kendini tamamlayamaz. Inis, insanin hayatinin bir
yarisidir. Diger yarisi, cikis olacaktir. Bir baska deyimle insan varlik
dairesini tamamlamak durumundadir. Madem ki bir daire soz konusudur ve
madem ki baslangic noktasi Allah'tir, bitis noktasi, son nokta da Allah
olacaktir. Kur'anin beyaniyla:"Allah hem baslangic hem sondur." ve "Donus
Allah'adir." (Hadid,3; Bakara,28,245 vs.)Valik dairesindeki seyrimiz veya
hayat yolculugu, cansiz maddelerde ilk adimini atiyor. Yolculugun genel
adina, varlik dairesini tamamlamak deniyor. Sufiler buna seyr, sefer,
hicret, gurbet veya suluk derler. Cansizlardan bitkilere, oradan
hayvanlara gecen seyr, insanda derin bir soluk alir ve oradan Allah'a
gider. Allah ayni zamanda ilk noktadir. Bu yolculuk boyunca insan butun
varlik mertebelerini yasamis olur. Allah'a vardiginda kozmik suurunu veya
transandantal benligini kazanir yani aslina ulasir. Varlik dairesinin inis
kismi, suursuz idi. Ama cikis kavsindeki seyr boyle degildir. Insan
mertebesine kadari inisimizdi, insandan Allah'a kadari cikisimiz
olacaktir. Cikis iradi ve suurludur.

Bu varolus macerasi Rumi'ye gore bir "hamken yanmak ve pismek" olayidir.
(Furuzanfer, XVII) Boyle bir olus ucuz vekolay degildir. Bu yuzden
insanin, aslina donus yolunda cikardigi feryat derin ve yakicidir. Bu
feryat yoksa, insan insanligini unutmus demektir.

Insanin butun zorluklar yaninda buyuk bir bahtiyarligi da vardir: Insan
ayrildigi butunun yabancisi degildir, sadece uzagina dusmustur. Yani
insanla Allah iki yabanci degil, asillari bir, fakat ayri kalmis iki
sevgilidirler. Yani iki yabancilasmis varliktirlar. Bu yabancilasma,
insanin suur ve gayretiyle ortadan kalkacaktir. Yabancilasmanin Allah
tarafi, bu ise zaten istekli ve gayretin icindedir. O, insani surekli
iceri cekmekte, costurmakta, istemekte, ozlemektedir."Demir parcalariyiz,
askinsa miknatis; butun isteklerin asli sensin."

"Ya Rabbi, ben mi ariyorum seni, sen mi ariyorsun beni? Ben, ben oldukca,
benligimden kurtulmadikca ne ayip bana, o vakit ben bir baskasiyim sen bir
baskasi."

Mesnevi'nin ilk 18 beytinde ney, durup dinlenmek bilmeyen askin, bir baska
deyimle insan-i kamilin semboludur. Esasen Rumi sisteminde butun masiva
(Allah disindaki seyler) "ney"le temsil edilmistir. Cunku onlarin hepsi,
suurlu veya suursuz Allah'tan ayrilisin atesi icinde inlemekte ve
koptuklari butune ulasmak icin didinmektedirler. Bu didinmeyi, zirvede,
insan temsil etmektedir. Diyor ki RUmi:"Alem bir neye benzer, O ise her
deliginden b neyin ufurup durmadadir. Her feryat, o seker mi seker, o
tatli mi tatli iki dudagin zevkini bilir, duyar." (DK. 1/60)

Anlasiliyor ki Rumi, insanin gayesini sosyal veya tarihsel olamk degil,
kozmik ve evrensel olmak diye dusunuyor. Bu tutum ve anlayis onun,
caglarin otesine gecebilmesinin de zemini olmustur. Cunku insanin
olumsuzlugu, zamana yenik dusmemek budur. Insanligin bugun Rumi'den
yararlanmasini mumkun ve zorunlu kilan da budur. Rumi, kozmik ve
evrenselolmayi "sevginin yok ugruna harcanmamasi" diye ifadeye koyar:
Insanin sevgiyi harcamamasi dosta vefasiyla gerceklesir. Bu vefa, ilk
etapta, insanin asli dostu Yaratici'ya ezelde, Misak'ta verdigi soze
sadakatiyle elde edilir. Bu ezeli ahde vefadir ki iman dedigimiz esrarli
manayi ortaya cikarir.

Mevlana, butun eserlerinde, insani serefinin burcuna oturtacak bu vefa
borcunu yerine getirmeye ve hayatin Yaratici'ya dost olmanin gerektirdigi
onur icinde gecirmeye cagirdi. En zor is de budur. Bu zor isi secmek ve
onur burcuna oturmak yerine kolayi ve belesi secenler, Rumi'ye gore,
kopek-esek tiynetli olanlardir."Bir kopegin onune bir cuval dolusu seker
koysan bile, onun gonlu yine les pesindedir. Sekerden ne anlar o?"

"Armaganlara, mallara sahip oldun da karsilik olarak aski verdin. Mali
birak, mal soyle dursun, sen aska sukrane olarak kendini ver."

"Bagi coz ogul, hur ol. Ne vakte dek altina-gumuse baglanacaksin?"

Ayrilik bahsinde akla gelen onemli bir soru da sudur: Ayrilik bitecek mi.
bitecekse bu bitisle ulasacagimiz sonuc ne olacaktir? Dogulu ve Batili
butun sistemlerde cevap aynidir. Ayrilik bitmeyecektir ve bitmemesi butun
sonsuzluk yolcularinin ortak istegidir. Rumi, sonsuzluk yolcusunun
ayriligin devamindan yana olmasi gerektigini soyluyor. Cunku "hasret
duymayacak kadar yakin olmak" butun yaratici aktiviteleri oldurebilir.
Kisacasi, Rumi, surekli yuruyusten yanadir. Diyor ki:"Bulusmayi dileme,
zaten bulusmak cismin sifatidir; ben oylesine bir yakinlik goruyorum ki,
yakinliktan da yakin." (DK. 1/373)

Rumi'nin surekli yuruyusu olumle de kesilmez. Cunku olum, olumsuzden
kaynaklanan zamanustu egoyu degil, o egoya bineklik yapan bedeni yok
etmektedir. Surekli yuruyus hayatin da kendisidir. Yuruyusun durmasi,
varilan hedef ne olursa olsun hayatin bitmesi demekdir. Sonsuzluk eri
nimete kavusmak pahasina bitisi degil, istirap ve tehlike pahasina
yuruyusu tercih eder.

"Agac bir yerden bir yere gidebilseydi ne testere eziyetini cekerdi, ne
cefa yaralariyla yaralanir-berelenirdi.

Sagir kaya gibi olduklari yerde kalakalsalardi ne gunes isik verirdi, ne
ayisigi alemi isitirdi.

Deniz suyu, yolculuga cikti, havaya agdi da bulut oldu mu aciliktan
kurtuldu, helvaya dondu.

Atesin yalimi, alevi yatisti mi ustunu kul kapladi, oldu, yok oldu gitti.

Bak Meryemoglu Isa'ya, boyuna yolculuk etti de oluleri dirilten abihayata
dondu.

Usanmasaydin, sikilmasaydin dunyadaki konuklari, yola dusmus, yolculuga
cikmis erleri, birer-birer, ikiser-ikiser, ucer-ucer sayar-dokerdim.

Birazini gosterdim, geri kalanini sen bil, sen ogren; kendi huyundan Tanri
huyuna ulasmaya bak, yola dus."(DK, 3/67)

Rumi'nin bu surekli yuruyus ozlemi, baska bir deyimle hasretin asla
bitmeyecegi gercegi, Muhammed Ikba tarafindan kuvvetli bir bicimde dile
getirilmistir. Diyor ki Ikbal:

"Kivrila kivrila uzayip giden yol, menzilden daha guzeldir." (Peyam-i
Masrik, 20)
 
Mesnevİ'den Alintilar

MESNEVİ'DEN ALINTILAR
"Mevlana, "Mesnevi" sine "Birlik Dükkani" demekte, "Mesnevi" yi
"Mesnevi'miz, Birlik dükkanidir;Birden baska ne belirirse puttur."
beytiyle övmekte. Birlik Dükkani.. Her varlik o dükkanda yogrulup
yapilmakta, orda sergilenmekte, satilmakta; orda yipranip gene orda potaya
girmekte, yenilenmekte. Sebepler sonuçlari meydana getirmekte; sonuçlar,
gene sebepler haline gelip baska sonuçlar belirmekte. Bu dükkanin bir ucu,
dükkani yapanin kudret elinde; öbür ucu, sonsuzluga dek gitmekte ve gene o
kudret eliyele sonu ön olmakta; her an yaratilmakta. Bu dükkanin alicisi,
saticisinin kendisi."


"Mesnevi"
Tercümesi ve Serhi
I.-II. Cilt
Tercüme ve Serheden Abdülbaki GölpinarliDinle, bu ney nasil sikayet ediyor, ayriliklari nasil anlatiyor. Diyor ki:
Beni kamisliktan kestiklerinden beri feryadimla kadin da aglayip
inlemistir, erkek de. Ayriliktan parça parça olmus bir gönül isterim ki
ask ve özlem derdini anlatayim ona. Aslindan uzak kalan kisi bulusma
zamanini arar durur. "Ben her toplulukta agladim, inledim. Iyi hallilerle
de es oldum, kötü hallilerle de. Herkes kendi zanninca dost oldu bana.
Içimdeki sirlarimi ise kimse aramadi. Benim sirrim, feryadimdan uzak
degil, fakat gözde, kulakta o isik yok. Beden candan, can da bedenden
gizli degil; fakat kimseye cani görmeye izin yok. Atestir neyin bu sesi,
yel degil. Kimde bu ates yok ise, yok olsun o kisi. "Ask atesidir ki neye
düstü, ask coskunlugudur ki saraba düstü. Ney, bir dosttan ayrilana estir,
dosttur, perdeleri perdemizi yirtti gitti. Ney kanlarla dolu bir yolun
sözünü etmede. Mecnun'un ask hikayelerini anlatmada. Ney gibi bir zehri,
ney gibi bir panzehiri kim gördü? Ney gibi bir solukdasi, bir hasret
çekeni kim gördü?"Bu aklin mahremi, akilsizdan baskasi degildir, dile de
kulaktan baska müsteri yoktur. Gamimizla günler geçti, aksamlar oldu,
günler yanislarla yoldas kesildi de yandi gittiler. Günler geçip gitti
ise, de ki: Geçin gidin, pervamiz yok. Sen kal ey dost, temizlikte sana
benzer yok. Baliktan baska herkes suya yandi, rizki olmayanin da günü
uzadikça uzadi. Ham; piskin, olgun kisinin halini hiç mi hiç anlayamaz.
Öyle ise sözü kisa kesmek gerek vesselam. [ I, 1-18]

Hersey sevgilidir, asiksa bir perde; diri olan sevgilidir asiksa bir ölü.
Kimin aska meyli yoksa kanatsiz bir kusa döner; eyvahlar olsun ona.
Sevgilimin isigi önde, artta olmadikça nasil önü-ardi akil edeyim ben? Ask
bu sözün söylenmesini ister; ayna gammaz olmaz da ne olur? Aynan, biliyor
musun, neden gammaz degil? Yüzünden toz, pas silinmemis, arinmamis da
ondan. [ I, 30-34 ]

Tanri'dan edebi gözetmek için basari dileyelim:edepsiz, Tanri'nin
lütfundan mahrum kalmistir. [ I, 78 ]

Edepsiz, yalniz kendine kötülük etmez; bütün çevreye ates salar. Su gök,
edep yüzünden isiklarla dopdolu bir hale gelmistir; melek edep yüzünden
suçtan arinmistir, temiz olmustur. [ I, 79;91 ]

Ulu bir kisinin sofrasi basinda, ona karsi kötü zanda bulunmak, harislige
kalkismak küfürdür. [ I, 86 ]

Asigin hastaligi, hastaliklardan apayridir; ask, Tanri sirlarinin
usturlabidir. Ask ister bu yandan olsun, ister o yandan; sonunda o yana
kilavuzdur bize. Aski anlatmak, bildirmek için, ne dersem diyeyim, asil
aska geldim mi, o sözlerden utanir-kalirim. Dilin anlatisi aydinlatir,
aydinlatir ama, dile düsmeyen, söze gelmeyen ask, daha da aydindir. [ I,
110-113 ]

Dile, ozle; fakat olculu dile, ozle; bir saman copu bir dagi kaldiramaz.
Dunyayi aydinlatan gunes, birazcik yaklassa hersey yanar-gider. [ I, 140-1
]

Gerçek söz verisleri, gönül kabullenir; geçici söz verislerse insani
tasalandirir. Büyüklerin söz verisleri, yürüyüp duran bir definedir; ehil
olmayanlarin söz verisleriyse akip giden bir zahmettir, bir eziyettir. [
I, 180-1 ]

Tavuskusunun da düsmani ayaklaridir. Nice padisah vardir ki gücü kuvveti
öldürmüstür onu. [ I, 209 ]

Bu dünya bir dagdir, yaptiklarimizsa ses; ses yankilanir, gene bize döner
gelir. [ I, 215 ]

Çünkü ölülerin sevgisi eglesmez; çünkü ölü bir daha dönüp gelmez. Dirinin
aski gönüldedir, gözdedir; her solukta gonceden de daha taze bir hale
gelir. [ I, 217-9 ]

Ölümsüz dirini askini seç çünkü cana canlar katan sarabi odur sana sunan.
Sen bize o padisaha varmaya izin yok deme; kerem sahibi olanlara isler güç
degildir. [ I, 220-2 ]

Bu riyazatlar, bu cefalar potanin, gümüsten posayi ayrimasi içindir.
Iyinin, kötünün sinanmasi, kaynayip kötü tortudan ayrilmasi, üste agmasi
içindir altinin. [ I, 232-3 ]

Can yolu, kesin olarak bedeni yikar; o yikintidan sonra da yapar, düzen
kosar onu. Altin definesini çikarmak için yikmistir evi; o defineyle de
evi, daha saglam yapar. [ I, 306-7 ]

Öfke ile istek, insani sasi eder; cani dogruluktan ayirir. Garez geldi mi
hüner örtülür; gönülden yüzelerce perde, gelir de gözün önüne çekiliverir.
[ I, 333-4 ]

O gönüllere gönül kesilenin haberlerinden birini duy; hani "Namaz ancak
gönül huzuruyla tamamlanir" der. [ I, 382 ]

Kim uyaniksa daha da beter uykudadir o; uyanikligi uykusundan da beterdir
onun. Canimiz, Tanri'yla uyanik olmazsa uyaniklik, bir geçittir, bir bogaz
gibidir bize. [ I, 411-2 ]

Yolda, bundan daha sarp geçit yoktur; ne mutlu o kisiye ki yoldasi haset
degil. [ I, 433 ]

Gumusun disi aktir, berraktir ama onun yuzunden el de kararir, elbise de.
Atesin, kivilcimlariyla al-al bir yuzu vardir ama yaptigi kotu ise bak,
sonundaki karaligi seyret. [ I, 452-3 ]

Hem gam caginda, hem esenlik caginda Tanri'ya dayanmadan tumden ona teslim
olmadan baska hersey duzendir, tuzaktir. [ I, 472 ]

Anlayisi, hatiri keskinlestirmekle Tanri'ya yol bulunmaz; padisahin lutfu
ancak kirilmis, dokulmus gonulleri alir katina. [ I, 536 ]

Toprak emindir; ona ne ekersen hainlik etmez, onu biçersin. Ilkbahar,
Tanri fermanini getirmedikçe toprak gizli seyleri meydana çikarmaz. [ I,
514;516 ]

Gozune gorus gucu verdi mi, gozunde bu alem gibi yuzlerce alem
beydahlanir. Sana gore bu dunya pek buyuktur, sonsuzdur ama bil ki Tanri
gucune karsi bir zerre bile degildir. [ I, 527-8 ]

Ne vakte dek dunyayi zaptedecegim, varligimla su dunyayi dolduracagim
diyeceksin? Dunya, bastan basa karla dolsa gunes bir bakti mi hararetle
hepsini eritir gider. O hayal kuruslari tutar, hikmet haline getirir; o
zehirli suyu serbete dondurur. O iskiller koparan, zanlar tureten seyleri
tam inanc eder; kin sebeplerinden sevgiler bitirir. [ I, 546-47;549-50]
 
Mevlana'nin Menkibelerİ

MEVLANA'NIN MENKIBELERİ
EY TÂLİHSİZ KİŞİ!

Konya'da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı.
Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini
nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Cehennemliklerin durumunu olduğu
gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir
Cehennem'den çıkarıp, öteki Cehennem'e sokuyorlardı. Dört kişi de orada
durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından
kurtulman için velîlerin sözlerini oku." diyorlardı. Tâceddîn bu heybetten
orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için
birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ ediyordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ
hazretlerinin Mesnevî'sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri
okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da
Cennet tarafına yönelip gitti. Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ'nın
medresesine koştu. Yolda Mevlânâ ile karşılaştı. Mevlânâ ona; "Ey
Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına
yetişir ve yardım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin
neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı
nerelere ulaştıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ
hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık
talebelerinden biri oldu.


NE SORARLARSA BİLİYORUM DE!

Mevlânâ'yı sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye
hazırlandı. Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve
kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya
bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o
kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken, bir
küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek çok yolcu ile
berâber, bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde
çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü
teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok
pişmân olup, tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm
etti. Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü. Ona;

"Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa, biliyorum, de!" diye
tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti. Genç
uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına
gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular.
Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler. Meğer
o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış,
hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp;
"Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi.
Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve
mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir
anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden
şifâya kavuşunca, gence; "Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal,
mülk istersen seni zengin edelim." diye ısrârla sorunca, genç;

"Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden ve hocamdan izinsiz para
kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir alıp, buralara getirdiler.
Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim
ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim. Kendisini, kurtulmam
için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu size
yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün
bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci serbest
bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi. Mevlânâ'ya
da pek çok hediyeler gönderdi.


SANKİ ÜÇÜNCÜMÜZ SEN İDİN

Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken, mevzû; Hızır
ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesâhat ve
belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile
dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler
mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin,
sanki üçüncümüz sen idin." diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına
sokuldum. "Anladım. Sen Hızır'sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim.
Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam
deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder."
dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için
yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır
aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim sözümü kesti.
BU ALTINLARI ÇAMURA ATIN

Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderip almasını
arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince;
"Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!"
buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren
bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar.
Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ,
talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu
gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli
olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip,
ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için
çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize
koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi
âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek
nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret
saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet,
insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye,
helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna
rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs
ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır." buyurdu.
BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYORUM

Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a
gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp,
Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada
bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes
hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar
tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine
helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine
göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu.
Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı,
ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.

Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi
Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı.
Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben
Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi
için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl
oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi.
O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara
çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin
sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi
tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey
bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona
olan bağlılıkları daha da arttı.
ŞÜPHESİZ MERHAMET EDER

Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi.
Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline
alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı.
Sonunda, Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle
yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib
ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle
bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i
şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından
merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun
yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin"
buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü
ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve
dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ;
"Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da
şüphesiz merhamet eder." buyurdu.
 
Benİ Kasabin Elİnden Kurtar"

BENİ KASABIN ELİNDEN KURTAR"

Mevlânâ hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir öküzü kesmek için satın
aldı. Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri
koparıp kaçtı. Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemedi.
Öküz, Mevlânâ'nın babasının mezarı yakınlarına geldi. O esnâda mezarın
başında Mevlânâ Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hâl lisânıyla ona; "Beni bu
kasabın elinden kurtar." dedi. Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşadı;
"Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir." buyurdu. Bu sırada kasap, elinde
urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa çıkageldi. Mevlânâ gelen kasaba,
öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını istedi. Kasap da
Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd etti. Kasap gidince Mevlânâ,
mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o günden sonra bir daha o
öküzü gören olmadı. Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz, kesilip pişirilecek
zamâna gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip
parçalanmaktan kurtuldu. İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın
evliyâsına cân u gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe
olursa, kıyâmet gününde Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur."
buyurdu.
ÂHİRETE BERÂBER GİTSİN

Bedreddîn Tirmizî isminde biri simyâ ile uğraşırdı. Mevlânâ'nın ismini
duyarak Konya'ya ziyâretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak,
yapacağı altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ'nın talebelerine vereceğini
vâd eyledi. Bu haberi Mevlânâ'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi.
Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ
ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ'nın geldiğini
görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden,
bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp
Bedreddîn'e vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyânın en yüksek
ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlânâ,
Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey Bedreddîn!
Sen simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda
kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete
gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka
her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe
doldurmakla olur." buyurdu.
"ALLAH, ALLAH" NİDÂLARIYLA

Mevlânâ'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at
alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ sarığını sarıp, giyinmiş olduğu
hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü
eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir
türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik.
Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu
yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz
at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble
istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş
bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir
şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı
eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de
aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat!
Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz
edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam
tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların
yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu.
Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ , bir atın
üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah,
Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye
bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz hâllerini ve yardımını
görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı
geriye püskürttüler. Mevlânâ düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya
başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna
çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere
kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet
edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.
ALLAH'A TEVEKKÜL EDİN

Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti.
Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın
kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize
merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti.
Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet
bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi
şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir
tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;

"Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın
evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur."
buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye
dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri vardı. Baycu
Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup;

"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir
kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı
var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler.
Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu
emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında,
herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu.
Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine
saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat
atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle
geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu
çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok da
hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice
öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü
hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak
hücûm etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü
yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk,
hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet
Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında
âcizliğini anlayınca;

"Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor.
Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu
anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek,
üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte,
anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz
geçti.
İMDÂDINIZA YETİŞİRİM

Mevlânâ vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve;
"Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne
hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın
izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardımlarda bulunurum.
Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi
iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler,
işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkunuz.
Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç
tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terkedip,
sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayınız.
Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâber olunuz. Ya
hayır konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz
ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.
MEVLANA CELALEDDİN (K.S.)'in DİLİNDEN BİR DUA :

"Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına
göre bize muâmele eyle.

Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete,
sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.

Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden
intikam alma. Bize azâb etme.

Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab
arslanını bize saldırtma.

Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem
etmezsin. Sen kerem sâhibisin.

Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen
varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten
toprağından muhâfaza eyle.

Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.

Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek
söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı
kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş
olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki
rahmetini celbetsin, çeksin. Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten
bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."
 
Gece Okuyacam Bunu Sağol Arkadaşim
 
Sema

SEMA
Evrende,atomlardan güneş sistemine,vücutta dolaşan kana kadar herşey
dönmektedir.Sema,ruhun olgunlaşarak birliğe ulaştığı ve Tanrı'ya doğru
yaptığı manevi bir yolculuk,bir ibadettir.Bu yolculuktan sonra ruh tekrar
hayatına ve insanoğluna hizmete döner.

Dergahlarda neyzen,kudumzen,naathan ve ayinhanlar mutrip adı verilen müzik
gurubunu oluştururlar.Mutriphanenin önünde semahane yer alır.Semahaneye
girişin tam karşısında şeyh postu vardır.Post ile giriş arasında var
sayılan çizgiye "Hatt-ı İstiva" denir.Bu gerçeğe ulaşan birliğe giden en
kısa yoldur.Bu çizgiye ayinde şeyhten başka kimse basamaz.Şeyh Mevlana'yı
temsil eder.Post ise en büyük manevi makamdır.Kırmızı rengiyle doğuşu ve
varoluşu temsil eder.

Mutrip,semazenler ve ardından şeyh de postaki yerini aldıktan sonra
naathan tarafından "Naat-ı Şerif" okunur.Itri'nin bestelediği bu eserde
Hz.Muhammed methedilir.Naat'tan sonra "KÜN" (ol) emrini temsil eden kudüm
sesi duyulur.Ardından ney taksimi başlar.Ney,kainata ruh verilmesini
temsil eder.Taksim bitince peşrevle birlikte Devr-i Veled başlar.

Semazen nefsinin ölümünü temsil eden özel bir kıyafet giyer.Sikke
mezartaşını,hırka mezarını,tennure de kefeni temsil eder.Semazan meydana
girerken elleri omuzunda çapraz olarak bağlıdır.Bu haliyle elife benzer ve
Hakk'ın birliğine şehadet eder.Semaya başladıktan sonra sağ el yukarı sol
el aşağı dönük olacak şekilde kollarını iki yana açar.Bu, "Hak'tan alır
halka saçarız,kendimize birşey maletmeyiz." manasına gelir.Semazenler aynı
gezegenlerin hem kendi çevrelerinde hem de güneşin etrafında döndükleri
gibi ,hem kendi çevrelerinde dönerler,hem de meydanı devrederler.

Sema insanı gerçek varlığa ulaştıran bir araç ve bir can
sarhoşluğdur.Semanın ilk devresi alemleri seyretmektir.Hakk'ın büyüklüğüne
ve yüceliğine bu yolla ulaşılır.Birinci selamda aşıklar,şüpheden kurtulur
ve Hakk'ın birliğine iman ederler.İkinci selam ise tüm varlığı bu tanrısal
birlik içerisinde eritmektir.Üçüncü selamda aşıklar kendilerini arındırıp
"oluş" mertebesine ulaşırlar.Dördüncü selamda ise "varlık" içinde "yok"
oluşun vuslatına erişilir.Bu selamda şeyh de semaya girer.Hatt-ı İstiva'da
semazenlerin ortasında sema eden şeyh sağ eliyle hırkasının yakasını
açar,sol eliyle hırkasının iki ucunu tutar.Bu haliyle gönlünü herkese
açtığını ifade eder.Ayinin bitiminde yapılan ney taksimiyle şeyh postuna
çekilir.Posta vardığında okunan Kur'an-ı Kerim'le birlikte ayin sona erer.

Böylece yolculuk biter.Fakat bu,Hz.Mevlana'nın yolundan gidenlerin,aşk
yolunu takip edenlerin,içlerindeki ilahı arayanların,hayatlarının her
anında yaşadıkları menevi yolculuğun bir bölümüdür.Yani Hz.Mevlana'nın
sözleriyle:

Semaya girdin mi,iki dünyadan da dışarı çıkacaksın;

sema'ın şu alemi,iki alemden de dışarıdır.
 
Mevlevİ Adab Ve ErkÂni

MEVLEVİ ADAB VE ERKÂNI
Mevlevî Terimleri

Âgâh Ol: Aklini basina al, kendine gel, dusun ve anla. Uyuyan
kimseyi de uyandirirken bu soz kullanilir. Urkutmemek icin yavasca
yataginin yanina gidilir, yastigina hafifce el ucuyla vurulur; yine
yavasca, "agah ol erenler" denir.
Allah Derdini Artirsin: Mevlevilerde dert, ask derdidir; gercege
ulasma derdidir. Bu bakimdan, her hangi bir nev-niyaz, aska, cezbeye
dair bir olusta bulunur, aglar, yanar, yakilirsa, dedesi yahut
seyhi, yahut da ululardan, bu hali goren biri, salike bu cumleyle
dua eder.
Allah Feyzini Artirsin: Bu da ayni anlama gelen bir dua cumlesidir.
Allah Eyvallah: Bektasilerle musterek olan bu soz, muhatabi temin
icin kullanilir. "Allah Eyvallah bu boyledir" gibi.
Ana Baci: Butun Tasavvuf yollarinda musterek olan bu terim, seyhin
hanimina verilen lakaptir; "Baci Anne", ya da sadece "Ana" ve "Anne"
de denir.
Astan: Buyuk dergah.
Arakiyye: "Terlik, ter emen" anlamina gelen bu soz, basa giyilen ve
dovme yun keceden yapilan beyaz, ya da kahverengi, cok defa yukari
kismi, asagiya oranla yassi olan ve ustu, iki tarafin birlesmesinden
meydana gelen bir cizgi arzeden boyu kisa serpuse denir. Dilde,
"arakiyye" tarzina gelmistir.
Ilk zamanlarda Mevlana"nin ve yolundan gelenlerin kandin halifeleri
oldugu halde, son zamanlarda, kadinlara dervislik, seyhlik ve
halifelik verilmezdi. Kadinlara sikke de tekbir edilmez, arakiyye
tekbirlenirdi.
Cile cikarmaya ikrar veren, fakat henuz sema" cikmamis bulunan
matbah canlari da, arakiyye giyerlerdi.
Arakiyye, bilhassa uste dogru yassilir, ustte, tam bir cozgu
halinde, iki taraf birlesirse bu cesidine, Elifi arakiyye adi
verilir. Diger Tasavvuf, yollarinda da arakiyye vardir ve Seyhlerin,
toren olmadigi vakitlerde arakiyye giyip ustune destar sarmalari
adettir.
Ask Olsun (Ask vermek, Ask almak): Mevlevilikte, her seye cezbe ve
askla ulasildigi kanaati vardir. "Ask olmayinca mesk olmaz" atasozu,
Mevlevinin her isinde kilavuzudur. Bu bakimdan askolsun sozu bircok
yerde kullanilir:
a) Dergaha, yahut birinin evine giden bir Mevlevi, oturunca, ev
sahibi, Mevlevi"ye "askolsun" der. Mevlevi, buna karsilik, niyaz
secdesi eder; yani oturdugu yerde, yere ellerini koyup yeri oper.
b) Su, cay, serbet gibi bir sey icen kisiye "askolsun" denir. O
da "eyvallah" sozuyle bas keserek karsilik verir.
c) Yemek yiyene de, ayni soz kullanilir.
Askolsun sozune karsilik "askin cemal olsun" denmesi, bu soze
muhatap olanin, "cemalin nur olsun" demesi, buna karsilik da, "nurun
ala nur olsun" karsiligini almasi, Bektasilikte vardir ve bazi
Bektasi mesrepli Mevlevilere de gecmistir.
Ask u Niyâz: Selam yerine kullanilir. Birisine selam yollanir, ya da
mektupta selam yazilirken, "Ask u niyaz ederiz" denir. Hal-hatir
sorulunca da, "Nasilsiniz?" diyene, "Ask u niyaz" ederiz diye
mukabele edilir. Diger Tasavvuf yollarinda da vardir; fakat
Mevlevilerde oldugu kadar genel degildir. Animsatmakta yarar vardir
ki bir Mevlevi, soz arasinda "ederim, yaparim, gelirim, gelmem" gibi
birinci sahis kullanmaz; cunku bu, bir benlik ifadesidir. Bunun
yerine, "ederiz, yapariz, geliriz, gelemeyiz" gibi cemi" sigasi
kullanir. Askolsun diye "Ask vermek", bu soze muhatap olmaya, "Ask
almak" denir. Mesela, bir yere gidip hatir sorulmasi, ona cevap
verilisi anlatilirken "filan zata gittik; ask verdiler, ask aldik"
tarzinda bir cumle kullanilir.
Ates-baz: Atesle oynayan anlamina gelen bu soz, Mevlevilikte, asci
ve matbah hakkinda kullanilan bir terimdir. Mevlevi Medresesinin
ascilik hizmetini goren er, Izzeddinoglu Semseddin Yusuf (olumu:
1285), "Ates-baz" diye anilmaktadir. Bu sozun, yemek pisiren
anlamina "as-pez" sozuyle de bir ilgisi dusunulebilir.
Avam: Bu soz, halk tarafindan kullanilan ve okuma-yazma bilmeyen,
soylu-boylu olmayan, bir mevkiye sahip bulunmayan anlamina gelmez.
Sufilere gore halk, uc kisma ayrilir. Gercege ermeyenler ve
cogunlugu meydana getirenler, dusunceleri yalniz yemek, icmek ve
nefsini korletmekten ibaret bulunanlar, "Avam" dir. Gercege
ulasanlar, gercegi bilenler ve bulanlar, "Havvas" adiyla anilir;
gercekle tahakkuk edenlere ise, "Havvas-ul havass" ya da "Ahass-ul
hass, Hass-ul havass" denir. Yunus Emre, bu sozu su sekilde
misralastirmis:
Henüz iki cihan benüm zindan görünür gözüme
Senün iskunla bilisen gerek hâss-ül hastan ola
(Divan, s. 46,
beyit:14)
Mevleviler "Avam" sozunu, kendilerinden olmayanlar ve daha genel
olarak vahdetten anlamayanlar hakkinda kullanirlar.
Ayak Mühürlemek: Sag ayagin bas parmagini, sol ayagin bas parmagi
uzerine koyup durmak. Bu duruma, "Muhr-u pay durmak" da denir.
Ayagini muhurleyen, sag elini, parmaklari acik olarak gogsune,
kalbinin ustune, obur elini sol bogrune dogru, ayni sekilde koyar;
ya da sag ustte olmak uzere parmaklar acik, eller ve parmaklar duz
olarak sag elini sol, sol elini sag omuzunun uzerine koyar;
parmaklar, omuzlari kavrar. Bu duruma, "niyaz vaziyeti" denir.
Ayin, ayin-han: Sem edilirken okunmak uzere, gufteleri, ozellikle
Mevlana"nin gazel ve rubailerinden secilen ve bestelenen Mevlevi
ilahilerine, Mevlevilerce "Ayin", bunlari meskedip okuyanlara
"Ayin-han" denir.
Ayn-i Cem (Ayn-ül Cem): Sufilerde, ayrilik, aykirilik anlamina gelen
"Tefrika" ve "Birlesmek" anlamina gelen "Cem" sozleri birer
terimdir. "Tefrika", halki Hak'tan ayri bilmek, ayri gormektir. Buna
"Fark" da denir. "Cem" butun varligi, Tanrinin zuhuru bilip gormek,
Tanridan baska bir varlik olmadigini, gercekten anlamaktir.
"Tefrika" ve "Fark" da, kulluk vardir; Cem'deyse kulluk kalmaz. Bu
bakimdan Sufiler, "Farki olmayanin kullugu yoktur, Cem'i
bulunmayanin da ma'rifeti olamaz" ve "Cem'siz fark zindikliktir;
farksiz Cem, dinsizliktir; tevhid, farkla cem'in beraber
bulunusudur" demislerdir. Cem' makamina varabilen Sufi, ordan yine
Fark makamina donup, halki, ancak Hakkin zuhuru olmak bakimindan var
bilir, Hakki da, bir ve her varliktan, o varligin mazhariyetine ve
istidadina gore zahir olan Mutlak Varlik olarak bilir ve herseyi
mazhariyetine gore dogru bulur, sorumlulugu yerinde gorurse kemale
ermis olur. Bu ikinci "Fark" a "Fark-i Muhammedi" derler.
 
eline sağlık da çoookk uzun olmuş Word dosyasında Copy Past. Yapsaydın daha iyi olmazmıydı?
 
Mükemmel
Bir çalişma
 
Bu Ne Ya Kimse Okumamiş. Insanlar Adulttan çikip Birazda Bunlarla Meşgul Olsalarya Eline Sağlik.böyle Konulari Hep Görmek Istiyorum
 
Geri
Üst