by metin
New member
- Katılım
- 22 Şub 2006
- Mesajlar
- 472
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 29
MEVLANA'NIN HAYATI
Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr,
Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi
lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) diye
bilinen Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e
ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim
Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının
altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi
Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi
Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir
zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara
kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve
olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın
ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi
verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren
tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek
benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin,
meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için
memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden
birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e
görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve
merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi
hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her
ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini
zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler,
onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam
Muhammed Bahaeddin Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu
notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ
günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm
okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla
sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı.
Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama
atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara
gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer
canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle
şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz
varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım."
diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun
gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık
koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim.
Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek
vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar,
Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler.Oğlum onlara dönüp; "Sizinle
konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı.
Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş
şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar
beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat
ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in
terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun
hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar
dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a
gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr
kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük
yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü
bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn
rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir
kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan
Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile
meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e
hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn
imiş.
Ferîdüddîn Attâr Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî,
yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Bahaeddin Veled ve Mevlânâ Celâleddîn, daha
sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine
yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve
talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Bahaeddin Veled bâzı gecelerde
oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından
kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli
kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu
doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı
kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf
oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o
kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun." buyurdu.
Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz
verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme
ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye
(Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için
yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar
talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa
yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına
erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla
evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled
dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi
Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi
Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan
Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Bahaeddin
Veled Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan
Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının
dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri
sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Bahaeddin Veled ve
yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi
doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli
Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar
husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve
kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî babası
Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir
gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam
Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım." diyerek,
talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki
gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ;
"Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri
üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de
bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini
duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid
Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı
mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için
Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede,
nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet
sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi
gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi.
Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken,
Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir
yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir
oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye,
Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini
muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa
düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar.
Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle
düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister
istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak
Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i
şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli
gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde
bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman
Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve
velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini
kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır
aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır
aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh,
mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî
ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet
içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi.
Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi
akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla
tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ
Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce
Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun
feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya
döndüler.
Seyyid Burhâneddîn Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir
hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye
devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona;
"Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet
hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin
rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün
ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini
yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına
gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına
almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek
artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek
nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu
rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn
ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim.
Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman,
Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat
kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O,
seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi
anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki
dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada
geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber
kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid
Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet
yaşayan Seyyid bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve
dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi
dışarı çıkınca, Seyyid secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok
seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve
arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu
teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe
döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze
hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi.
Mevlânâ haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında
Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin
kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i
Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.
Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr,
Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi
lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) diye
bilinen Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e
ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim
Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının
altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi
Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi
Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir
zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara
kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve
olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın
ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi
verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren
tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek
benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin,
meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için
memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden
birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e
görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve
merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi
hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her
ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini
zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler,
onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam
Muhammed Bahaeddin Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu
notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ
günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm
okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla
sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı.
Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama
atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara
gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer
canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle
şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz
varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım."
diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun
gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık
koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim.
Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek
vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar,
Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler.Oğlum onlara dönüp; "Sizinle
konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı.
Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş
şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar
beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat
ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in
terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun
hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar
dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a
gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr
kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük
yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü
bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn
rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir
kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan
Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile
meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e
hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn
imiş.
Ferîdüddîn Attâr Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî,
yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Bahaeddin Veled ve Mevlânâ Celâleddîn, daha
sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine
yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve
talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Bahaeddin Veled bâzı gecelerde
oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından
kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli
kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu
doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı
kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf
oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o
kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun." buyurdu.
Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz
verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme
ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i
şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye
(Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için
yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar
talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa
yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına
erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla
evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled
dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi
Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi
Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan
Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Bahaeddin
Veled Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan
Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının
dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri
sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Bahaeddin Veled ve
yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi
doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli
Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar
husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve
kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî babası
Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir
gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam
Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım." diyerek,
talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki
gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ;
"Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri
üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de
bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini
duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid
Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı
mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için
Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede,
nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet
sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi
gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi.
Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken,
Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir
yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir
oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye,
Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini
muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa
düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar.
Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle
düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister
istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak
Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i
şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli
gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde
bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman
Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve
velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini
kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır
aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır
aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh,
mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî
ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet
içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi.
Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi
akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla
tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ
Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce
Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun
feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya
döndüler.
Seyyid Burhâneddîn Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir
hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye
devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona;
"Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet
hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin
rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün
ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini
yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına
gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına
almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek
artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek
nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu
rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn
ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim.
Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman,
Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat
kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O,
seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi
anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki
dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada
geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber
kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid
Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet
yaşayan Seyyid bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve
dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi
dışarı çıkınca, Seyyid secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok
seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve
arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu
teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe
döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze
hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi.
Mevlânâ haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında
Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin
kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i
Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.