Meleğim (Ödüllü bir öyküm)

BuNaLım

Bunalım
Katılım
22 Eki 2005
Mesajlar
4,020
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
39
Konum
mi topraktan!
MELEĞİM

Çok fazla düşünmeye gerek yok. “Merhaba Meleğim,” diye söze başlamak en iyisi galiba. Sana olan sevgimin bir anda başlaması gibi, bu yazının girişi de böyle âni olsun. Bu e-posta eline geçip de okuduğunda umarım benimle ilgili fikirlerin değişmez. Ve yazının tamamını okumadıkça, iyi veya kötü kesin bir karara varmamanı tavsiye ederim. Laf e-postadan açılmışken söz etmeden geçemeyeceğim bir şey var ki bu da hepimizin teknolojinin esiri olduğudur. Burada internet şöyle kötü, böyle kötü diyerek nutuk çekmeyeceğim, meraklanma. Sadece ufak bir fikir kırıntısı olarak eklemek istedim. Hem bak, ICQ denen icat ne güzel bir şeymiş ki seni bana bağışladı (!). Anlattıklarım komik değil mi? İnan kendim bile gülüyorum şu halime. Eskiden aşıklar birbirine mektup yazarmış, şimdi geriye ne kaldı? Pek tabi ki yalanlar ve kadir kıymet bilmezlikler. Bu haliyle yaşanılan her şey kötü mü acaba?

Senin yüzünü gördüğüm ilk zamanlardaki heyecanımı unutamıyorum. Yeşil yeşil bakan gözlerin ve güneş gibi parlayan sarı saçların beni kendine esir etmişti. Kısa süre içinde hiç beklenmedik şeyler hissetmeye başlamıştım. Monitörden monitöre süren bir sevdaydı benimkisi. Buna normal insan davranışı diyebilir miyiz bilmem ama “Ben kendimden eminim, seni seviyorum!” diyordum. Şu an uzakta olmanın bir önemi yok bence. Bedenimle olmasa bile kalbimle her zaman yanında olacağım, ya da...

Sana, senin yüzünü her yerde gördüğümü söylemiştim değil mi? Bir “bütün (Sen)” asla bulamam tabi ki ama senin yokluğunda ufak güzel parçalar şans eseri karşıma çıkabiliyor. Onların yüzüne bakıp da sana benzeyen bir nokta gördüğümde orada donakalıyorum. Bu sırada beynim hemen devreye giriyor; bir yap-boz gibi her şey yavaşça yerli yerine oturmaya başlayınca, utanacak bir şey yapmış küçük bir çocuk gibi gözlerimi kaçırıyorum. Sırf tek bir parçanı kendisinde barındırdığı için güzel olarak tanımladığım kişi ve kişiler, pek çok zaman kızgınca yüzlerini çeviyorlar, haklılar da. Gülümseler bile önemli değil aslında. Ben onlara, seni orada gördüğüm için bakıyorum, bunu bil.

Aklımı bulandıran şeylerden biri senin bana inanıp inanmadığını bilememek. Bu yüzden, soğumak için hazır bekleyen bir kalp edindim. Verebileceğin en ufak ışıkta, göçük altında kalmış ruhum çıkış yolunu bulabilecek gibi. Beni çok iyi tanıyorsun, en azından ben öyle umuyorum. Seni, “kış ortasında papatya” arayacak kadar çok seviyorum. Ancak senin yaptığın; her şey açıkken, sevgi için engel yokken engel yaratmak gibi geliyor. Neyse artık, bu mailin ana konusu olan olaya başlamak ve sözü fazla uzatmak istemiyorum.

Bu Pazar sinemaya gittim ama... Tek başıma değildim. Yanımda, sana çok benzeyen, kıvırcık sarı saçları ve yeşil gözleri olan bir vardı. Hata yaptığımı düşünmüyorum. Bana uzak kalman ve sevgime istediğim gibi karşılık vermemenin bu durumla alâkası yok.

Filmden önce biraz dışarıda bekledik. Hava güzeldi. Sana her zaman bahsettiğim portakal çiçeklerinin kokusu burnumu rahat bırakmıyordu. Üstümde basit, kısa kollu bir tişört olmasına rağmen kesinlikle üşümüyordum. İnsanların, koltuğa oturduğunda sanki bir daha ayağa hiç kalkamayacakmış gibi son âna kadar sinemanın dışında kalma arzusunu anlamadığımdan, sevmediğinden ötürü, başlama saatine yirmi dakika kala bekleme salonuna girdik. Biraz patlamış mısır aldım. Tuzu her zamanki gibi en dipteydi. Yanımdaki güzel kişiye uzatmadım bile, yemezdi ki. Bu alışkanlığını bilmeme şaşırma. Onun her özelliği aklımda. Bana veremediğin sevgiyi onda bulduğumu itiraf etmeliyim. Bu arada film başlamadan önce mısırın hepsini çoktan bitirmiştim.

İnsanlar neden sadece arada bir şeyler alırlar anlamıyorum. Yoksa ben mi böyle zannediyorum bilmem ki. Belki de film başlamadan önce de çıtır çerez alanlar oluyordur da farkında değilim, emin de değilim, hiçbir şeyden emin olmadığım gibi. Şizofrenliğim, çift kişilikli benliğim azdı yine. Bu daralmış, sıkıntılı ruhum, ses sistemlerinden gelen ahenkli seslerin yanında, haşur huşur eden, ne idüğü belirsiz ambalaj gürültülerden nefret ediyor. Hem boşversene filmi, böyle bir güzellik varken ondan başka bir şeye bakılır mı? Onu görmeme imkan yoktu elbet, karanlıktı salon. Tıpkı benim gibi; bakıyor ama göremiyordu. İçimde bir ateş yanıyordu, dayanamıyor, ona dokunmak istiyordum. Bu kadar ileri gittim ve elimi yüzüne sürdüm; tenini, tenimde hissettim; harika anıları, olmayacak bir mekanda yaşadım ve bazıları gerçek olan hayaller kurdum. On dakikalık arada gülümsemesi biraz olsun fark edildi tarafımca. Işık yüzünde yansımıyor, öylece kalıyor gibiydi. Sakın kızma bana, merak edilecek ne var ki... Pişmiş kelle gibi gülme diyeceksin de gerçekten ortada bir şey yok. Güzel kız ne yapayım?

---o---​

Filmin çıkışında, sinemaya giden her insanın başına geldiği gibi garip bir mutluluk hissi vardı içimde. Bu durum, belki kapalı bir alandan çıkmış olmanın verdiği ferahlık, belki de her zaman benim önerimle gidilen filmlere girdiğimizden, “Kötü bu film be!” diyemeyişimdendir. Sonra fark ettiğimiz üzere, garip bir yağmur atıştırmaya başlamıştı. Heyecandan ve mutluluktan kızarmış yanaklarıma düşen damlalar, tenime değer değmez buhar olup uçuyordu. Öyle sağanak şeklinde felan da değildi, tatlı tatlı dokunuyordu sadece. Ben yapabildiğim kadarıyla bedenimi siper ettim yanımdaki güzele; damlalar ıslatmasın, üşümesin, hasta olmasın diye.

Eve gitmek için otobüs durağına geldiğimizde, portakal çiçeklerinin kokusuna, bir de mis gibi toprak kokusu eklenmişti. Ancak yaşamın içimize dolmasına fazla fırsat bulamadan, eve gidecek olan otobüs ilerden görünür oldu. Yeşil gözlüyü davet ettim, “Gel bana” dedim. Hiç itiraz etmeden kabul etti. Bu saatten sonra gidecek yeri yoktu zaten. Şoföre parayı uzatıp arka beşli koltuklara oturduk. Yol boyunca gözüm, çoğunlukla, arkadaki araçların ışığı ile parlayan şeritlerde oldu, fazla göz göze gelemedik senin anlayacağın. Çünkü ne zaman ona baksam, otobüstekilerin ayıplar gibi bakışlarıyla karşılaşıyordum. Tamam “aile var” ama yaptığımız birbirimize gülümsemekten başka bir şey değildi ki. Seninle pek az yaptığımız bir şeydi bu ve eğer biraz cesaret bulabilseydin, şu an o değil, sen olacaktın.

Her ne kadar pek rahat geçmeyen bir yolculuk olsa da, onun yanımda olduğunu bilmek beni başka diyarlara götürmeye yetmişti, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Gözlerim yarı açık, bedenim yarı baygın, uykulu bir halde, son anda fark ettim sokağımızın önündeki trafik ışıklarını. “Dur” düğmesine basar basmaz, biraz da yüksek bir sesle “Müsait bir yerde durur musunuz?” diye haykırıcınca, şoför acı bir frenle durmak zorunda kaldı. Herkesin sesli homurtuları duyarak ve içinden ettiği lafları da tahmin ederek, otobüsten indik.

Sinemanın önündeyken etrafa yayılmış olan kokunun aynısı bizi takip edercesine peşimizi bırakmamıştı ve beş dakikalık yol boyunca gittikçe artıyordu. Yavaş yavaş ilerledikçe hayran olduğum bir başka çiçeğin, hanımelilerin kokusu, ıslanmış ama çamur olmamış toprağın kokusuyla birleşti. Yaşamın temeli olan nefesi almak, refleksten çok, bir çeşit zevkti artık. Ah işte, bir de böyle güzellik olunca her şey tamamlanıyordu.

Yazının bu anında bir şey belirtmek isterim. Buraya kadar okuduğuna göre bana güvendiğini ve olanların bir açıklaması olduğunu düşündüğünü tahmin ediyorum. Sona geldiğinde bir karmaşa içinde olacaksın. Bir yanın sevinecek, bir yanın üzülecek. Bu yaptıklarım ve yapacaklarım; kimine göre aldatma, kimine göre delilik, kimine göre de aşkın ta kendisi olarak görünebilir. Belki de daha çok delilik!

Evin kapısına gelip de zile dokunduğumda “deniz gözlü” karanlıkta kaldığı için annem görmemişti. Normalde kız arkadaşlarımın eve gelmesine izin vermeyen ailem, bu tavırlarını bana olan güvensizliklerinden değil de ailemizde kız çocuklarımıza verilen değer yüzünden yapıyorlardı. Aslında ne yalan söyleyeyim belki de güvenmiyorlardı da. Fakat bunu ahlaksız bir nedene bağlamadıklarına eminim. Babamın dilinden düşürmediği “Ateş ile barut yan yana durmaz oğlum” sözleri, hakkımda düşündüklerinin kötü olmadığını açıklıyor sanırım. Onların yaptığı tek şey koruma içgüdüsü ile hareket etmekten ibaret.
Nerde kalmıştık? Evet, kapıyı açan annemdi değil mi? Neyse, içeri girerken gizlenmeyle ilgili hiçbir kaygımız yoktu. Hatta bağcıklarını çözmeye üşenip topuklarına basarak çıkardığım ayakkabımı fırlatıp attığımda çıkan sese bile aldırmamıştık. Çünkü annem sadece beni görmüştü. Uykulu olduğu içinde yattığı yerden kızmaya tenezzül bile etmemişti. Babam ve iki kardeşim ise mışıl mışıl uyuyorlardı zaten.Üstümü çıkardıktan sonra mutfağa yöneldim ve kendime sahlep yaptım, “mavi gözlü” içmeyeceği için sormadım bile. Şu an sahlepten nefret eder oldum. Koca bir poşet var ama hiç canım istemiyor.
Dişimi fırçalayıp uyumak için yatağa yöneldiğimde “o” hiç itiraz etmedi ve benimle birlikte geldi. Tek bir kelime etmiyordu ama ben onu çok iyi anlıyordum. Pijamalarımı giydim... Birlikte uzandık...Yorganı üstüme çektim... Pencereden süzülüp gelen ay ışığında son bir kez onun yüzüne baktım, hâlâ gülümsüyordu...

Ve onu ait olduğu yere, cebime geri koydum. Seni seninle aldatmaktan mutluluk duyarak, hayal kurmak için gözlerimi kapattım ve uyudum.
 
valla kusura bakma kardes cok uzun yav okuyamadım ama guzeldir haralde odul almıs basarılarının devamını dilerim
 
tek satır atlamadan okudum. Şahsım adına beğendim hackhellin ödülüde Teşşekkür:) paylaştıgın için teşşekkür ederim
 
sen manyaksın aga
sana pm attıgım şiirinden sonra
hastanım (yanlıs anlasılmasın lem pay. lara:D)
 
ellerin dert görmesin çok güzel bir öykü olmus ya bayıldım emeğine sağlık
 
Geri
Üst