Mehmet Akif Ersoy, tek başına bir eğitim gönüllüsü..

eiffel

Forumun Kulesi
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Mehmet Akif Ersoy, tek başına bir eğitim gönüllüsü
i1810_mehmetakifersoy.jpg

Mehmed Akif, şiirlerinde ve makalelerinde insanların eğitilmesi üzerinde duran bir insandı. Bu anlamda Kur’an’ın da sadece okunmayıp anlaşılması salık veriyordu.

İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmed Akif Ersoy, eğitime çok önem ve değer veren birisiydi. Cemaleddin-i Afganî ve onun talebesi olan Mısırlı âlim Muhammed Abduh’un fikirleri, Mehmed Akif’in dikkatini çeker. Cemaleddin-i Afganî, ihtilâl yoluyla değişiklik yapılmasından yana idi. Muhammed Abduh ise İslâm âleminin ancak eğitim ve ıslahat yoluyla kalkınacağına inanıyordu. Akif, Muhammed Abduh’un düşüncelerini daha makul buldu. Çünkü eğitimsizliğin, yıllardan beri başımıza ne büyük belâlar açtığını biliyordu.

Bir şiirinde; “Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sudan’a / Yeni bir medrese te’sis edelim urbana / Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım / Nesli tehbib ile i’lâ ile meşgul olalım” demiştir.

O, insanların eğitim almasını, özellikle çocuklarımızın okutulmasını çok istiyordu. Kendi ülkemizde, kendi evlâdımızın, gözümüzün içine baka baka yabancı okullarda okuyarak elimizden kaçmasını hazmedemiyordu. Sırat-ı Müstakim dergisinde yazdığı “Yabancı Okullar Meselesi” isimli bir yazıda bu meseleyi şöyle ele alır:

“Yabancı okullar meselesi Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki, mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hâle getirmek yahut yeniden adamakıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğerparelerimizin terbiyesini, o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz! Zengin, orta halli ve züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikâyet ediyoruz. Fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış. “Bir adam olsa da lâf etsek!” demişler… Biz de tıpkı böyleyiz. Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. “Ah bir hayır sahibi çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!” diyoruz.”

Okula ve eğitime duyulan ihtiyaç ortadaydı. Bu ihtiyaç, Akif’ten önce var olduğu gibi, Akif’ten sonra da var olmuştur. Bugün aynı şeye ihtiyaç duymuyor muyuz? Hâlâ insanımızın eğitimsizliğinden dem vurmuyor muyuz? Hâlâ kız çocuklarımızı okutup okutmamayı tartışmıyor muyuz?

Batı’ya ilim tahsili için giden çocuklarımız, bir baltaya sap olamamışlar, üstelik kendi kimliklerini de unutmuşlardı. Aynı teşebbüs Rusya için de denenmişti. Rusya’ya giden nesil de başka bir kimliğe bürünmüştü. Akif, aslı bir vaaz olan “Süleymaniye Kürsüsü’nde” isimli şiirinin bir yerinde bu konuyu şöyle dile getirir:

“Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne / Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne / Demiş olsaydı eğer: Kızlara mektep lâzım / Şu kadar vermelisin, kahrolayım kaçmazdım / Din için, millet için iş görecek alçağa bak / Dini paymâl edecek, milleti Ruslaştıracak / Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim / Başka bir marifetin varsa haber ver, görelim.”

Yine Sırat-ı Müstakim dergisinde çıkan, “Gelecek Nesillerin Eğitimi Nasıl Olmalı?” isimli bir başka yazıda, eğitim meselesini şöyle ele alır:

“Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. (Burada “kendi terbiyemiz” sözüyle kastettiği, kendi yaş grubu, kendi kuşağıdır. Yoksa millî manevî terbiyenin dışında bir şey söylemiyor.) İlmi, doğrudan doğruya Peygamberimiz’den öğrenmiş olan Hazreti Ali diyor ki: ‘Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. Unutmayınız ki onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.’ İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayan kimse var mı? Malûmat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da, sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz yıl sonra anlayabildim! Tabiî on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm yetmeyecek!”

ONU-BUNU ÇEKİŞTİRMEYİ HİÇ SEVMEZDİ

Akif, iman abidesi bir şahsiyetti. O, sadece Müslüman olduğunu söyleyen bir insan değil, dinin emirlerine uyan bir insandı. Dinî ilimleri çok iyi bilirdi. Dinî meseleler, onun karakter tahlili arasında çok önemli bir yer tutar. Din, Akif için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu duygu yüklü, hoşgörü timsali şahsiyet, dinine saldırı söz konusu olduğunda son derece sert ve haşin bir hâl alırdı. Bu hassasiyeti yüzünden Tevfik Fikret’le de yollarını ayırmıştı. Akif, onu-bunu çekiştirmeyi hiç sevmez, bu tür insanlarla da dost olmazdı. Yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay, Akif’in Fikret’le ilk tanışmasını şöyle anlatır:

“Akif, Fikret’le ilk kez Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi’nde) görüştü. Meşrutiyet’te ikisi de orada hocaydı. Akif’e; ‘Sende nasıl bir izlenim bıraktı Fikret?’ dedim. Akif, ‘Sevemedim bu adamı.’ dedi. Nedenini de anlattı: ‘Benim gibi ilk görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi...’ Bu tuhafıma gitti. İnanmayacaktım: Fakat Akif söylüyordu, istemeye istemeye inandım. Aradan birkaç sene geçti (...) Fikret’i ilk defa görüyordum. Ve ilk defa gördüğüm Fikret, bana da yirmi senelik arkadaşlarını çekiştiriyordu. (...) Bu doğrulanan arkadaş faslından sonra Akif, artık Fikret’in ismini bir daha ağzına almadı. Fikret’in ‘Tarih-i Kadim’ adlı eseri ortaya çıktıktan sonra ise: ‘Bu adam Peygamberime sövdü. Babama sövse affederdim; fakat Peygamberim’e sövmeyi ölürüm de hazmetmem.’ dedi.”

HAKSIZLIĞA TAHAMMÜL EDEMEZDİ

Mehmed Akif’in en karakteristik özelliklerinden biri de haksızlığa tahammül edememesidir. Şu hatıra, onun bu konuda ne kadar hassas olduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır:

1911 yılı başlarında Baytarlık Dairesi, kâtiplik için imtihan açar ve kazanan bir genç, işe alınır. Mehmed Akif daha önce tanımadığı, fakat zeki ve kabiliyetli bulduğu bu gençle ilgilenir, ona yardım eder; Mülkiye’ye devam etmesi için yarım gün izin verir... Akif’in bu alâkasından, onun genci daha önce tanıdığı ve ona imtihanda yardım ettiği neticesini çıkaranlar, çocuğun işine son verirler. Olayı ve nedenini birkaç gün sonra öğrenen Akif, derhal istifa ederek, daireden ayrılır... Genç geri alınır ve ricalar sonucu Akif de vazifesine döner.

O GERÇEK BİR DOSTTU

Akif, dostlarına karşı çok vefalıydı. Birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ederdi. Cemal Kuntay, bu konudaki bir hatırasını şöyle nakleder:

“Mehmed Akif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı sözleşmişler ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey -daima olduğu gibi- sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı.”

Akif’in oğlu olan Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheyla hakkında şunları söyler:

“Babamın, Süheyla Hanım isminde bir manevî evlâdı da ablalarım ile birlikte Ankara’ya gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Süheyla Hanım’ın pederi ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alâkadar olmuş, neticede Süheyla ablam, öğretmen okulunu tamamladıktan sonra ayrıca üniversiteyi de bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim. Süheyla ablam, babamın manevî evlâdıydı ve Ankara’da gelin oldu. Babam onu daha sonra, Balıkesir milletvekili seçilen Hayreddin Karan Bey’le evlendirdi.”

AKİF, SÖZÜNÜN ERİYDİ

Akif, sözünün eriydi. Bu, onun en belirgin özelliğiydi. Fatin Gökmen’in yaşadığı olay, bu konuda fikir vermek için yeterlidir:

“Ben Vaniköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde… Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu bir hava oldu ki her tarafı sel götürdü. Merhum yürümeyi severdi. Bu havada karadan gelemeyeceğini düşündüm. Normal zamandan biraz önce gelen vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, ‘Selâm söyle’ demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. ‘Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.’ dedi. Benimle tam altı ay konuşmadı.”

Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim’de bizzat kaleme aldığı yazılarının birinde Lehistanlı bir Müslüman’ın İstanbul’da çocuğunu emanet edecek bir okul bulamayışını anlatır.

Herkese çocuğu için mektep soran Lehistanlı adamın hikâyesi

Müslümanlığın ilme karşı pek hürmetli, pek müsaadeli davrandığını isbat etmek, bunun aksini iddia eden hasmını susturmak için merhûm Şeyh Muhammed Abduh bir eserinde şöyle diyor:

“Cizvit, Frer, Amerikan mekteplerinde yüzlerce Müslüman çocuğu görebilirsiniz. Halbuki bu müesseselerin hepsi, husûsiyle Cizvitlerinki bir din mektebidir, pek âlâ. Bana dershanelerini her millete açık tutan bir dinî Müslüman mektebi gösterebilir misiniz ki içinde tek bir Hıristiyan şakird bulunsun? Hıristiyan talebeye ancak hükûmetin açtığı mekteplerde tesadüf olunabilir ki buna da sebep bu gibi resmî mekteplerde tedrisatın din esası üzerine müesses olmamasıdır.”

Şeyh merhûmun sözleri maatteessüf pek doğru. Maatteessüf diyoruz çünki milliyeti, diyaneti hakkında henüz hiçbir telakkisi, hiçbir fikri olmayan ma’sûm evlâdını papazların eline teslim etmek mülâhazadan, hisden azıcık nasibi olan bir baba için isteye isteye yapılır bir hareket olmasa gerektir.

Biz ne hamiyetsiz adamlar, ne vazifesiz babalarız ki mevcûd mekteplerimizi işe yarar bir hale getirmek yahud yeniden adam akıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğer-parelerimizin terbiyesini o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz.

Zengin, orta halli, züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikayet ediyoruz; fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış, ‘Bir adam olsa da laf etsek!’ demişler... Biz de tıpkı böyleyiz: Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. “Ah bir sâhib-i hayır çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!” diyoruz.

Bizde pek garib, bununla beraber pek fena bir tabiat var: Mes’ûliyeti hepimize birden râci olması lâzım gelen yolsuzlukları, hataları ağız dolusu, sahife dolusu muaheze etmekle vazifemizi edâ eylemiş oluyoruz; şu hey’et-i ictimâiyeyi teşkil eden efraddan biri bulunmak itibarıyle meydandaki fenalıklardan kendimizin de mes’ûl olduğumuzu hiç hatırlamıyoruz. Memleketimize bir şeref teveccüh ederse her birimiz en büyük hisseyi nefsine ayırmak istiyor; milletin şanını, haysiyetini lekeleyen ictimâî maskaralıkların töhmetini ise hiçbirimiz yanına yaklaştırmıyor!

Bir de bakıyorum, vazife perverliği, fedâkârlığı dâima başkalarından bekliyoruz. “Dostlar şehid, biz gazi!” yağması dört elle sarıldığımız bir düstur.

Evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçora Yusuf Bey şöyle bir vak’a hikâyet etti: Lehistan Müslümanlarından bir zengin adam geçenlerde İstanbul’a gelmiş. Maksadı hem bu memlekette büyücek bir iş yapmak hem de oğlunu mekteplerimizden birine vermek imiş.

Çünki ora cimnazyalarına devam eden çocuğun Ruslaşmasını istemiyormuş.

Bu hamiyetli adam evvelâ Mekteb-i Sultanî’ye gitmiş; maksadını dili döndüğü kadar anlatmış. Fakat karşısındakiler bir türlü zavallı adama istediği ma’lûmati verememişler; hatta eline sundukları proğram da Fransızca yazılmış imiş.

Başka bir mektep yok mu, demiş. Robert Kolleji sağlık vermişler, gitmiş. Yanına kattıkları tercüman vasıtasıyle, gezmekte olduğu müessese hakkında malûmat alırken mabede benzer bir yer nazar-ı dikkatini celbet-miş!

-Burası nedir?

-Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir Protestan papazı çıkarak talebeye vaaz eder.

-Vaazi dinlemek mecbûri midir?

-Evet, umûm talebe için mecbûridir.

-Pek âlâ! Talebe içinde Müslüman yok mu?

-Seksen kişi var.

-Çok şey! Müslüman çocukları Protestan papazın vaazinda bulunsunlar, hem de mecbûren bulunsunlar ha! Lâkin Rusya mektepleri buradan çok iyi imiş. Onlar Müslüman talebeyi papazların verdiği vaazlarda, din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun, talebe kendiliğinden girmek istese men ederler.

Bunun üzerine adamcağız şu ukdeyi çözmek için hey’et-i idareye içinizde bir Türk olsa da onunla anlaşsak demiş. Kendisine ‘vardır’ cevabını vererek centilmen bir zatın yanına götürmüşler. Bu zat umum talebenin mev’ize günleri mabedde bulunması müessesenin vâkıfı tarafından vaz’edilmiş bir usûl olduğunu, binaenaleyh Müslüman çocukların da bundan istisnâsi kabil olamayacağını söyledikten sonra sırf ahlakî bir zeminde cereyan eden bu mev’izelerden o kadar ürkmek icabetmeyeceğini bildirmiş. Zaten insan, dini mektepte almazmış; büyüdükten, düşüncesi kuvvetlendikten sonra din hakkında bir fikir edinirmiş...

Bu mülahazaları dinleyen Lehistanlı kardeşimiz; “İyi ama insanın büyüyünceye kadar bulunacağı muhitler, maruz olacağı telkinler büsbütün tesirsiz mi kalır? Bunların her birinin vicdaniyat üzerinde mühim mühim intibaatı olmaz mı?” demişse de muhatabından “O halde Mekteb-i Sultanîye müracaat ediniz.” sözünden başka cevap alamamış.

Şimdi bu adamcağız rast geldiğine çocuğu için bir mektep soruyormuş.

Bir Müslüman çocuğuna hem Rusya’daki cimnazlar derecesinde ulûm ve fünûn öğretecek hem de sağlam bir Müslüman terbiyesi verecek bir mektep kimin hatırına gelirse lütfen bize bildirsin!

***

16 Eylül 1356, 25 Ramazan 1328, Sırat-ı Müstakim, C: 5, s. 59-60, M.Akif Ersoy’un makaleleri, Yard. Doç. Dr. Abdülkerim Abdulkadiroğlu, Nuran Abdülkadiroğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Mehmed Âkif’in göz yaşları

Arabistan seyahatinde merhum Mehmed Âkif Ersoy’la beraber bulunan bir arkadaşı anlatıyor: “Çoktan beri memleket havâdisleri alamadığımız için bunalmıştık. “el-Muazzam”daki tren şefi Mısırlı Mahmud, İngiliz’lerin Çanakkale’den kaçtıklarını, hem de bütün iâşe ve çadırlarını almaya bile vakit bulamadan çekilip gittiklerini müjdelediği zaman Âkif sevincinden çıldıracak dereceye gelmişti. Âdeta inanamıyordu.

- Sahih mi? Allah aşkına doğru söyleyin muhakkak mı?

- Resmî tebligat var efendim.

- Yâ Rabbi! Sana binlerce, milyonlarca defa şükürler olsun. Yaşasın arslan ordumuz.

Baktım o kahraman Âkif’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Sanki dünyalar onun olmuştu. Bin bir tehlike karşısında en küçük bir teessür belirtisi göstermeyen koca Âkif, şimdi mâsum bir çocuk gibi ağlıyordu. O, üzüntüsünü belli etmezdi. Elemini de, sevincini de içine gömerdi. Ancak bu hâdise karşısında kendini tutamadı, gözyaşları dökmeye başladı. Onun bu hâli hepimizi etkiledi. Biz de kendisine iştirak ettik. Âkif hem ağlıyor, hem Allah’a şükrediyordu. O üzüntü içinde ellerini kaldırdı.

- Allah’ım! Çanakkale’de dövüşen kahramanları yazmadan canımı alma. Yoksa gözüm arkada kalır, dedi. Derken bize döndü,

- Haydi arkadaşlar! Ne duruyorsunuz, kurbanları kesseniz ya, diye bağırdı.

Heyhât! O çölde koyun ne gezerdi. Kurbanı bir yana bırakalım, kuraklıktan urban bile bulunmuyordu. “el-Muazzam”, Hicaz Demiryolu’nun tam arkasında yer alan bir çöl istasyonuydu. İstasyonda, başka hiçbir bina yoktu. Ne insan, ne hayvan, ne yeşillik, ne umran…

İstasyon memuru artık bize bildiği havadisleri anlatıyordu. Memurun iki karısı vardı. Burada çile dolduruyorlardı. Talihsiz kadınlardan birinin, haftalardan beri dişi ağrıyordu. Diğeri de gebeydi. Akşama, sabaha doğuracaktı. Birisi, bir posta müdürünün kızı, diğeri de Malatyalı bir subayın kerimesiydi. Memurun bize verdiği böyle güzel bir havâdise karşılık biz de ona, âilesine bir iyilik yapalım dedik. Yanımızda diş ilacı vardı. Kâdın, ilacı dişine koyar koymaz ağrısı kesildi. Kadıncağızın gözü açıldı. Teşekkür etmeye başladı. Fakat âilenin durumu perişandı. Odanın her tarafından sefâlet fışkırıyordu. Odada, oturacak bir ot minderden başka bir şey yoktu; ne iskemle, ne masa… Hatta bir çuval bile yok; ne altta, ne üstte!...

Dışarıya çıkınca gördüğüm manzarayı Âkif’e anlattım. Tabii ki çok üzüldü. Biraz sonra baktım, Âkif, yirmi sekiz yaşındaki bu zavallı kocayı sîgaya çekmiş, ona durmadan söylenip duruyordu:

- Oğlum! Sağlığın yerinde değil, gücün-kuvvetin yok. Kesen ise, kafan gibi bomboş. Neyine gerek, senin iki değil, hatta bir evlenmek! Yazık değil mi bu elin yavrularına. Yiyecek yok, giyecek yok. Yâ hu! Buna bir çare düşünmek de mi yok!

- Ne düşüneceğim efendim. Ben de şaşırdım. Yarın, öbür gün büyüğü doğuracak. Ne yapacağım, bilemiyorum. Siz de eski çamaşırlar varsa bâri lütfen veriniz de doğacak çocuğu saralım…

Âkif’in yüzünü derin bir üzüntü kaplamıştı. Adamcağızdan ayrıldık. Çadırımıza geldik. Âkif bana, - Arkadaş! Bu kadıncağıza yardım şart. Ortada bir hayat tehlikesi var, dedi.

- Ne yapalım?

- Gördüğünüz gibi, bunlar büyük bir felâketle karşı karşıya bulunuyorlar. Bir diş ilacı bile bulunmayan bir yerde, yarın doğuracak kadının da, doğacak çocuğun da hayatları tehlikede. Ben şimdi trene atlayayım, Şam’a gideyim. Bunlar için ne gerekiyorsa alıp getireyim.

- Aman Âkif! Şam buradan iki gün iki gecelik mesafe. O da, kader yardım eder de -kömür yerine kullanılan- odun yeterse. Şam’a, oradan da buraya, en aşağı beş gün, beş gece bir yolculukta bulunman gerekir.

Hâlbuki aylardan beri çöllerde, deve sırtlarında çalkalana çalkalana geldik. Başlarımızdaki uğultu daha geçmedi. Neye gideceksin? Bu kadar yorgunluktan sonra henüz bir gece bile dinlenmeden. Bu uzun yolculuğa nasıl çıkarsın.

- Yorgunluk mesele değil. Ortada bir felâket var. Âh! Yoksulluk, çâresizlik ne zor şeydir, sen bilir misin? Bu vaziyet karşısında benim ciğerlerim parçalandı. Trenle Şam’a gitmek bir şey mi? Tıpış tıpış gider, tıpış tıpış gelirim. Sen, benim yorgunluğumu hiç düşünme!

- Mâdem ki, bu zahmete katlanıyorsun seni bu teşebbüsünden alıkoymak istemem. Zâten 15 gün vaktimiz var. Başkumandana buraya geldiğimizi bildirdik. Yine bir emir vermiş olsa bile, hareketimiz için mutlaka 15-20 gün lâzım. Sen gidip gelebilirsin. Fakat bir kundak takımı ile biraz ilaç için bir haftalık yol zahmeti değer mi? Evet, yardım gerekli fakat mazeret önemli. Telgraf çekelim getirtelim.

- Hayır hayır! Rica ederim, benim önüme geçme. Kadıncağızın hâli beni çok üzdü. Zahmete girerek, meşakkate katlanarak bu sefâlete çâre bulmak benim için daha zevklidir.

- Öyle ise, Allah selâmet versin.

- Ertesi gün Âkif, bedevî elbisesini, silahlarını, çadır direğine astı. Aylardan beri heybede limon kabuğu şeklini almış olan fesini başına geçirdi. Örümceklenmiş buruşuk elbisesini bir sünger ıslaklığıyla ütülemiş oldu. Ayakkabılarını, yağ ve ocak isinden icad edilmiş bir boya ile boyamış oldu. Yalnız maşlahını bırakmadı. Onu da kollayarak şöyle bir sırtına attı. Anlaşılan bu maşlah, ona yatak-yorgan vazifesi görecekti. Besmeleyi çekti, yola düzüldü.

Hareketinin beşinci günüydü. Tam bir Şam tüccarı gibi yüklerle “el-Muzzzam”a dönüp geldi. Beş gün beş gece yük vagonunda gidip gelmişti. Şehlâ gibi mahmur gözleri uykusuzluktan, yorgunluktan daha fazla mahmurlaşmıştı. Fakat insâni bir görevi yerine getirdiğinden dolayı çok memnundu. Yüzünden neşe ve şetâret akıyordu. Getirdiği şeylere şöyle bir baktım, neler almamıştı ki... Diplomat bir ebeye, bir avuç altın verilip de gönderilseydi, bu eşyaları böyle düzgün ve yerinde alıp getiremezdi.

İşin tuhafı, bu eşyalar gelince kadınlar arasında kavga çıktı. Küçüğü, “Yârın, ben de doğuracak olursam bu şeyleri bana kim getirecek! Ne geldiyse yarısı senin, yarısı benim.” diye kadına diretmez mi? Haber gönderdik. Sana da para verelim, dedik.

- Hayır, olmaz. Siz gittikten sonra kocam paraları elimden alır, dedi.

- Uğraştık, uzlaştırmaya çalıştık. Fakat bir türlü başarılı olamadık. Nihâyet gelen eşyaları ikisinin arasında paylaştırmaktan başka çâre bulamadık.

Beş on gün sonra emir de gelmişti. Tabii, kadının doğurmasını beklemeden hareket ettik. Yolda Âkif, benimle latife ediyordu:

- Ben görevimi yaptım, nöbetimi savdım. Sıra sendeydi. Ebeliği de sen yapacaktın.

- Yâ hu, ben bir kedi bile doğururken, değil yardım, bakmaya cesâret edemem. Bununla beraber, bu eşyayı tedârik konusundaki liyâkatini gördükten sonra, bu ebeliği de yapacağına kanaat getirdim. Zaten doktorluğun da var.

- Birader! Ben baytarım. Ama şimdi bir keçiyi bile doğurtabileceğimi zannetmiyorum.

Güle güle yollarda vakit geçirdik.

Ah, mübarek Âkif. Şehinşahlara boyun eğmeyen Âkif! Sefalet içindeki bir kadına yardım etmek için, altmış derecelik bir sıcaklıkta, kızgın çöllerde aylarca dolaştın. Sonra bir gece bile dinlenmeden, beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın. (Kaynak: Mehmet Âkif, Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharrirîn Yazıları. Eşref Edip, Âsâr-ı İlmiye Kütüphânesi Neşriyatı, 1357-1989, İst., Aktaran: Dursun Gürlek, Yenidünya Dergisi, Haziran, 2006)

Alıntı:ŞEREF YILMAZ(Ailem Dergisi)
 
Mehmet Akif Ersoy ile ilgili baya bii döküman var galiba Eiffel...:)

Hadii kolay gelsin..;)..Paylaşım için Allah Razı olsun...;)
 
DayWalkerr' Alıntı:
Mehmet Akif Ersoy ile ilgili baya bii döküman var galiba Eiffel...:)

Hadii kolay gelsin..;)..Paylaşım için Allah Razı olsun...;)


napalım be abi 2 gün sonra üstadın vefatının 70. yıldönümü..bari bu önemli günlerde böyle önemli bir insanı hem hatırlayalım hem de forumdaki kardeşlerimize hatırlatalım..:çaliş :çaliş
 
duyarlılıgından dolayı allah c.c razı olsun kardesım...bir şiirde ben aktarayım Ustad M.Akif Ersoy'dan

"Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder,

Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!

Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza

Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza.

Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün.

Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün.

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere...

Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:

Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!

Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,

Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…
 
Zulmü Alkışlayamam

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?

Mehmet Akif Ersoy
 
Çanakkale Şehidlerine

Şuheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
 
Geri
Üst