İngiltere’nin yetiştirdiği en büyük bilim kurgu yazarı olan Herbert George Wells’in Dünyalar Savaşı isimli o meşhur romanını kim bilmez? Amerikalı usta yönetmen Orson Welles, 1938 yılında, romanın radyo uyarlamasını canlı yayında öylesine gerçekçi ve heyecanlı biçimde okumuş ki, Amerikalıların büyük bir kısmı Marslıların dünyayı gerçekten istila ettiğini sanmış ve ülkede benzeri görülmemiş bir panik havası esmiş.
Bu bilgi ışığında kolayca tahmin edilebileceği üzere, roman marslıların dünyayı istilasını konu edinmekteydi ve anlaşılan o ki, Amerikalıların önemli bir kısmı, Marsta hayat olabileceği düşüncesine, marslıların Dünyayı istila edebileceklerine inanacak kadar kendilerini kaptırmışlardı.
Mars gezegeni, taşıdığı sıradışı niteliklerle sadece Wells için değil, hayal kurmayı seven tüm fantastik edebiyat ve bilim kurgu dostları için zengin bir imge ambarı olagelmiştir. Fakat Mars uzmanlarının yeni keşifleri, gezegenin sırlarını bir bir açığa çıkararak bu tükenmek bilmez imge ambarını elimizden alacak gibi görünüyor.
Evet! İnsanlık kızıl gezegen Marsa bir adım daha yaklaştı! Mars yüzeyinde keşif çalışmaları yapmak üzere, 4 Ağustos 2007 tarihinde uzaya fırlatılan uzay aracı Anka Kuşu (Phoenix), yaklaşık on aylık yolculuğunun ardından 26 Mayıs 2008 tarihinde, Türkiye saatiyle 02.55'te Mars yüzeyine inmeyi başardı. Araç şimdi Dünyadan tam 680 milyon kilometre uzaklıkta, uzayda canlı formları olup olmadığı sorusuna yanıt bulmaya çalışıyor.
1976 yılında Marsa gönderilen Viking II ve 1999'da gönderilen Polar Lander isimli uzay araçları daha önce kızıl gezegene motorlu inişler gerçekleştirmeye çalışmış ama başarılı olamamışlardı. Anka Kuşu, Mars yüzeyine motorlu iniş gerçekleştirmeyi başaran ilk araç olmasıyla da öne çıkıyor. Marsa inen son araçlar olan ikiz Nasa robotları Spirit ve Opportunity ile kaybolan İngiliz uzay aracı Beagle 2'nin tersine Anka Kuşu, gezegenin yüzeyine yumuşak biçimde inebilmek için hava yastığı kullanmadı. Araç Mars atmosferine giriş hızını azaltmak için, önceki uzay araçları gibi termik bir kalkana başvurdu ve hızını saatte 210 kilometreye düşürebilmek için süpersonik bir paraşüt açtı. Üç ayağı üzerine yumuşak bir iniş yapabilmek içinse retro-füzelerini ateşledi. Böylece Anka Kuşu, uzun süredir astronomların gözdesi haline gelmiş olan Marsın yüzeyine kazasız belasız oturmayı başardı. Gelin onu orada bırakalım ve Mars gezegeninin, uzay araştırmacıları için neden bu kadar popüler hale geldiğini açıklamaya çalışalım.
Anka Kuşu, elbette Marsa gönderilen ilk uzay aracı değil. Araştırmalar otuz iki yıl öncesine kadar uzanıyor. 1976 yılında Marsa gönderilen ilk uzay araçlarından edinilen fotoğraflar ve bu fotoğraflar üzerine geliştirilen bazı ilginç varsayımlar, gezegenin coğrafi niteliklerine ilişkin giderek artan bir heyecan uyandırmış ve Mars gezegeni, uzay araştırmalarının yeni gözdesi oluvermişti. NASA'nın, gezegeni ayrıntılı biçimde fotoğraflamak için gönderdiği Viking uzay mekiğinin kaydettiği aşağıdaki fotoğraf, gezegen yüzeyinde insan yapımı eserler bulunup bulunmadığı sorusunu doğuruverdi.
Marstaki Yüz isimli bu ürkütücü fotoğraf üzerine yapılan ayrıntılı incelemeler, Marsta yaşam olup olmadığına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve gezegene ilişkin araştırmalar giderek daha heyecanlı bir hal aldı. NASA tarafından gönderilen çeşitli uzay araçları, aynı bölgeyi ayrıntılı biçimde fotoğraflamaya devam ettiler. Nihayet 1998 yılında, çok daha üstün bir teknolojiyle çekilen aşağıdaki fotoğraf, bu yapının aslında sıradan bir yüzey oluşumu olduğunu ve 1976 yılında çekilen fotoğrafın, gölge oyunlarından kaynaklanan bir göz aldanmasına yol açtığını ortaya çıkardı.
Bu yanlış yorumların temelinde, Pragnanz Kanunu adı verilen bir algılama gerçekliği yatmaktaydı. Muğlak, tamamlanmamış ve kompleks görüntülerle karşılaşan insanlar, bunları daha basit, tanıdık ve tamamlanmış olarak yorumlamaktaydılar. Fakat bu hayal kırıklığı, Marstan iletilen ilk görüntü ve verilerin doğurduğu heyecanı gidermeye yetmedi. Çünkü bulgular son derece açıktı; gezegen, bir hayat ortamının oluşabilmesi için gerekli olan en önemli ve belki yegane şeye sahipti; SU.
Gezegene gönderilen sonraki tüm araçlar, bu ilk bulguyu destekler ve kuvvetlendirir mahiyetteydi. 2002 yılında gezegenin yörüngesine yerleştirilen Mars Odyssey isimli uydu, gezegenin kuzey kutbunda buzullarla kaplı bir bölge olduğunu kesin biçimde tespit etti. Bunun hemen ardından, Avrupa Uzay Ajansı tarafından gönderilen Mars Express uydusu, gezegenin sadece kutuplarında değil, ekvator bölgesinde de, yüzeyin hemen altında kalmış ve toz tabakasıyla örtülmüş bir buz denizinin bulunduğunu ortaya çıkardı.
Marsın böylesine düşük enlemlerinde dahi geniş su rezervlerinin ortaya çıkarılmış olması, gezegende ilkel de olsa bazı canlı formlarının bulunduğu varsayımını güçlendirdi ve gezegenin milyonlarca yıl önce Dünyadaki gibi ılıman bir iklime sahip olduğu, üzerinde okyanusların bulunduğu, hatta o dönemlerde gezegen yüzeyinde ilkel bir yaşamın filizlenmiş olabileceği öne sürülür oldu.
Şimdi Anka Kuşu, gezegendeki suyun, toprağın kimyasını ve mineral yapısını nasıl değiştirdiğini ölçmeye, gezegenin jeolojik tarihine ilişkin bulgulara varmaya ve gezegenin kutup çevresinin, ilkel mikrop formları için uygun bir yaşam alanı oluşturup oluşturmadığını tespit etmeye çalışıyor. Alman bilim adamları, NASA tarafından 1976 yılında uzaya gönderilen Viking I ve Viking II isimli araçların, gezegendeki mikroorganizmaların varlığını keşfetmenin eşiğine geldiklerini, ancak bunları bilmeden öldürdüklerini iddia etmişleri. Anka Kuşu’nun incelemeleri, bilim adamlarını uzun süredir meşgul eden bu iddianın doğrulanması bakımından da fırsat olarak görülüyor.
Güneş panelleriyle birlikte 5 metre genişliğe ulaşan ve 1,5 metre uzunluğunda olan aracın 2,3 metre uzunluğunda bir robot kolu, bu kola bağlı gelişkin bir kamerası ve bir sondası bulunuyor. Araç, bu donanımlarıyla bir yandan gezegendeki toprak ve su yapısını incelerken, diğer yandan Mars atmosferinde asılı durumda bulunan su ve toz zerreciklerini lazerlerle ölçümleyecek. Bu arada, araca yerleştirilen gelişkin meteorolojik ölçüm araçları, 3 ay boyunca gezegendeki hava koşullarını gözlemleyecek ve araç tüm bu görevleri, -73 ile -33 santigrat derecelik bir ortamda başarmaya çalışacak. Amerikan Uzay Dairesi, birtek kuşla birçok kuşlar avlayacağını anlamış olacak ki, Anka Kuşu projesi için yaklaşık 400 milyon doları gözden çıkardı.
Fakat boşa değil! Gezegenin yörüngesine oturtulan son nesil araçlar, daha önce görüntülenenlerden çok daha küçük yüzey oluşumlarını ayırt edebilmeleri ve gezegenin yüzeyini girift analizlerden geçirebilmeleri bakımından Mars araştırmalarında devrim yaratıyorlar. NASA'nın Mars Global Surveyor (MGS) ve Mars Odyssey uzay gemilerindeki kameralar, zaten gezegeni gece gündüz gözlem altında tutmakta ve kızılötesi ışıkta izlemekteydi. Odyssey'in üzerindeki diğer alıcılar, yüzeyin altındaki minerallerden yayılan gama ışınlarını ve nötronları saptayarak, hidrojen ve demir gibi farklı elementlerin yoğunluklarını, uzman nükleer fizikçilerin değerlendirmelerine sundu.
Yörünge araçları Dünyaya yeni bilgi akışı sağladıkça, Mars gezegenine ilişkin tablo giderek daha heyecan verici ve anlaşılması zor bir hal aldı. Mars uzmanı Hugh Kieffer, gezegene ilişkin bilgimizin maksimum düzeyde karmaşıklaştığını ve Marsa ilişkin çelişkili görüntülerin, gezegene ilişkin verileri bir netleştirip bir bulanıklaştırdığını söylüyor.
NASA'ya bağlı Ames Araştırma Merkezi'nde gezegenler üzerine çalışan jeolog Nathalie Cabrol, “Mars mitolojide savaş tanrısı olarak bilindiği halde, gezegen daha çok bir primadonnayı andırıyor” diyor ve şunu ekliyor: “tam, bir sırrını çözdüğünüzü sanırken, Mars her defasında birçok başka sürprizle yeniden bir gizem perdesine bürünüyor.” Bu gizem perdesinin, her geçen gün bilim lehine biraz daha aralanacağı muhakkak. Ama perdenin altında neler yattığı şimdilik büyük ölçüde meçhul görünüyor. Gezegen bütün bu araştırmalar sonunda da böylesine gizemli olmayı sürdürebilecek mi; hep birlikte göreceğiz.
GEZEGEN HAKKINDA BAZI TEMEL BİLGİLER
Mars, ya da eskilerin ifadesiyle Merih, Güneş Sistemi'nin dördüncü gezegenidir. Adını Romalıların savaş tanrısı Mars’tan alan gezegenin Güneşten uzaklığı yaklaşık 227. 936. 640 kilometre, yüzölçümü ise yaklaşık 114.000.000 kilometrekaredir. Bu rakam Dünyadaki kara parçalarının toplam yüzölçümüne yakındır. Güneş sisteminde, yoğunluğu en düşük gezegen olan Mars, bu özelliği nedeniyle Merkür gezegeninden yaklaşık iki kat büyük olmasına rağmen, onunkinden çok daha az bir çekim gücüne sahiptir.
Gezegenin, 1877 yılında Amerikalı gökbilimci Asaph Hall tarafından keşfedilen Phobos ve Daimos adlı iki küçük ve şekilsiz doğal uydusu bulunmaktadır. Bunların gezegenin çekim gücüne kapılarak yörüngeye oturan göktaşları (asteroid) oldukları sanılmaktadır. Her iki uydunun da yalnızca bir yüzleri gezegene dönüktür. Phobos, Marsın çevresinde, gezegenin kendi ekseni etrafında döndüğünden daha hızlı biçimde döndüğü için yörüngesi giderek küçülmektedir ve bu yüzden uzak bir gelecekte gezegene çarparak parçalanacağı tahmin edilmektedir. Deimos’un yörüngesi ise, daha uzakta olduğu için giderek büyümektedir.
Mars, birçok özellikleri itibariyle Dünyaya en çok benzeyen gezegen olduğu için, bilim kurgu ve fantastik romanlar için daima parlak bir hayal imgesi olmuştur. Örneğin gezegen Güneş etrafındaki dönüşünü 687 günde tamamlar. Bu da yaklaşık iki Dünya yılına tekabül eder. Gezegenin hızı, saatte ortalama 24.130 kilometredir ve kendi ekseni etrafındaki dönüşünü yaklaşık 24,6 saatte tamamlar. Böylece Mars günü, Dünya gününden sadece 40 dakika uzundur. Dünya’nın atmosferi %78 azot, %20,6 oksijenden oluşmasına karşılık, Mars’ınki ise %95 karbondioksit, %2,7 azot, %1,6 argon, %0,13 oksijen ve eser miktarda su buharı içerir. Bu rakamlar her ne kadar Dünyanınkinden hayli farklıymış gibi görünse de, bazı bilim adamları, gezegenin yüzeyine yeterli miktarda ağaç ekildiği takdirde, bu ağaçlardan gezegenin atmosferine salınacak olan oksijenin, gezegenin havasını birhayli değiştireceğini ve kimi canlı formları için elverişli hale getireceğini savunmaktalar.
Mars gezegeninin Dünya ile olan benzerlikleri bununla da sınırlı değildir. Gezegenin eksen eğikliği de Dünyanınkine hayli yakındır ve bu nedenle gezegen Dünyadaki gibi farklı mevsimler geçirir. Eliptik yörüngesi Güneşe belirgin biçimde yaklaşıp uzaklaştığı için gezegenin yüzeyindeki sıcaklık -120 santigrat derece ile 25 santigrat derece arasında değişir. Bu rakamlar da yine dünyadaki sıcaklık koşullarına birhayli yakındır. Nitekim son yıllarda gerçekleştirilen bazı çalışmalar, gezegendeki sıcaklık seviyelerinin de zorlu birtakım ayarlamalarla manipüle edilebileceğini göstermektedir.
Güneş Sisteminin, şu güne dek tespit edilebilmiş en yüksek dağ oluşumlarına sahip olan Mars’taki Olimpos Dağı 600 km çapı ve 25 km yüksekliğiyle muazzam bir evren harikasıdır. Bu dağ, 85 km genişliğindeki ve 3 km derinliğindeki bacasıyla, aynı zamanda Güneş Sistemi’nin en büyük volkanı unvanına sahiptir. 10 km yüksekliğinde ve 4.000 km genişliğinde lav akıntılarından oluşan dev bir kümbetin bulunduğu Mars’ta, aynı zamanda 7 km derinliğinde ve 4.000 km uzunluğunda kanyonlar ve 6 km derinliğinde 2.000 km çapında bir krater çukuru bulunmaktadır. Marstaki erozyon izleri, tortu birikintileri, kıyı oluşumları ve kurumuş nehir yatakları, gezegenin yüzeyinin, geçmişte olağanüstü ölçeklerde su hareketlerine sahne olduğunu göstermektedir.
Marsın çekirdeği de tıpkı Dünyanınki gibi füzyon halde bulunan demir alaşımından oluşur ve yüklü miktarda kükürt içerir. Gezegenin çekim gücünün düşük olmasının başlıca sebebi budur. Gezegenin yüzeyi ise yüklü miktarda demir oksit (hematit) içerir ve demir oksitin kırmızı renginden dolayı, gezegene “Kızıl Gezegen” adı verilmiştir.
edit: Kaynak : fantastikedebiyat
Bu bilgi ışığında kolayca tahmin edilebileceği üzere, roman marslıların dünyayı istilasını konu edinmekteydi ve anlaşılan o ki, Amerikalıların önemli bir kısmı, Marsta hayat olabileceği düşüncesine, marslıların Dünyayı istila edebileceklerine inanacak kadar kendilerini kaptırmışlardı.
Mars gezegeni, taşıdığı sıradışı niteliklerle sadece Wells için değil, hayal kurmayı seven tüm fantastik edebiyat ve bilim kurgu dostları için zengin bir imge ambarı olagelmiştir. Fakat Mars uzmanlarının yeni keşifleri, gezegenin sırlarını bir bir açığa çıkararak bu tükenmek bilmez imge ambarını elimizden alacak gibi görünüyor.
Evet! İnsanlık kızıl gezegen Marsa bir adım daha yaklaştı! Mars yüzeyinde keşif çalışmaları yapmak üzere, 4 Ağustos 2007 tarihinde uzaya fırlatılan uzay aracı Anka Kuşu (Phoenix), yaklaşık on aylık yolculuğunun ardından 26 Mayıs 2008 tarihinde, Türkiye saatiyle 02.55'te Mars yüzeyine inmeyi başardı. Araç şimdi Dünyadan tam 680 milyon kilometre uzaklıkta, uzayda canlı formları olup olmadığı sorusuna yanıt bulmaya çalışıyor.
1976 yılında Marsa gönderilen Viking II ve 1999'da gönderilen Polar Lander isimli uzay araçları daha önce kızıl gezegene motorlu inişler gerçekleştirmeye çalışmış ama başarılı olamamışlardı. Anka Kuşu, Mars yüzeyine motorlu iniş gerçekleştirmeyi başaran ilk araç olmasıyla da öne çıkıyor. Marsa inen son araçlar olan ikiz Nasa robotları Spirit ve Opportunity ile kaybolan İngiliz uzay aracı Beagle 2'nin tersine Anka Kuşu, gezegenin yüzeyine yumuşak biçimde inebilmek için hava yastığı kullanmadı. Araç Mars atmosferine giriş hızını azaltmak için, önceki uzay araçları gibi termik bir kalkana başvurdu ve hızını saatte 210 kilometreye düşürebilmek için süpersonik bir paraşüt açtı. Üç ayağı üzerine yumuşak bir iniş yapabilmek içinse retro-füzelerini ateşledi. Böylece Anka Kuşu, uzun süredir astronomların gözdesi haline gelmiş olan Marsın yüzeyine kazasız belasız oturmayı başardı. Gelin onu orada bırakalım ve Mars gezegeninin, uzay araştırmacıları için neden bu kadar popüler hale geldiğini açıklamaya çalışalım.
Anka Kuşu, elbette Marsa gönderilen ilk uzay aracı değil. Araştırmalar otuz iki yıl öncesine kadar uzanıyor. 1976 yılında Marsa gönderilen ilk uzay araçlarından edinilen fotoğraflar ve bu fotoğraflar üzerine geliştirilen bazı ilginç varsayımlar, gezegenin coğrafi niteliklerine ilişkin giderek artan bir heyecan uyandırmış ve Mars gezegeni, uzay araştırmalarının yeni gözdesi oluvermişti. NASA'nın, gezegeni ayrıntılı biçimde fotoğraflamak için gönderdiği Viking uzay mekiğinin kaydettiği aşağıdaki fotoğraf, gezegen yüzeyinde insan yapımı eserler bulunup bulunmadığı sorusunu doğuruverdi.
Marstaki Yüz isimli bu ürkütücü fotoğraf üzerine yapılan ayrıntılı incelemeler, Marsta yaşam olup olmadığına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve gezegene ilişkin araştırmalar giderek daha heyecanlı bir hal aldı. NASA tarafından gönderilen çeşitli uzay araçları, aynı bölgeyi ayrıntılı biçimde fotoğraflamaya devam ettiler. Nihayet 1998 yılında, çok daha üstün bir teknolojiyle çekilen aşağıdaki fotoğraf, bu yapının aslında sıradan bir yüzey oluşumu olduğunu ve 1976 yılında çekilen fotoğrafın, gölge oyunlarından kaynaklanan bir göz aldanmasına yol açtığını ortaya çıkardı.
Bu yanlış yorumların temelinde, Pragnanz Kanunu adı verilen bir algılama gerçekliği yatmaktaydı. Muğlak, tamamlanmamış ve kompleks görüntülerle karşılaşan insanlar, bunları daha basit, tanıdık ve tamamlanmış olarak yorumlamaktaydılar. Fakat bu hayal kırıklığı, Marstan iletilen ilk görüntü ve verilerin doğurduğu heyecanı gidermeye yetmedi. Çünkü bulgular son derece açıktı; gezegen, bir hayat ortamının oluşabilmesi için gerekli olan en önemli ve belki yegane şeye sahipti; SU.
Gezegene gönderilen sonraki tüm araçlar, bu ilk bulguyu destekler ve kuvvetlendirir mahiyetteydi. 2002 yılında gezegenin yörüngesine yerleştirilen Mars Odyssey isimli uydu, gezegenin kuzey kutbunda buzullarla kaplı bir bölge olduğunu kesin biçimde tespit etti. Bunun hemen ardından, Avrupa Uzay Ajansı tarafından gönderilen Mars Express uydusu, gezegenin sadece kutuplarında değil, ekvator bölgesinde de, yüzeyin hemen altında kalmış ve toz tabakasıyla örtülmüş bir buz denizinin bulunduğunu ortaya çıkardı.
Marsın böylesine düşük enlemlerinde dahi geniş su rezervlerinin ortaya çıkarılmış olması, gezegende ilkel de olsa bazı canlı formlarının bulunduğu varsayımını güçlendirdi ve gezegenin milyonlarca yıl önce Dünyadaki gibi ılıman bir iklime sahip olduğu, üzerinde okyanusların bulunduğu, hatta o dönemlerde gezegen yüzeyinde ilkel bir yaşamın filizlenmiş olabileceği öne sürülür oldu.
Şimdi Anka Kuşu, gezegendeki suyun, toprağın kimyasını ve mineral yapısını nasıl değiştirdiğini ölçmeye, gezegenin jeolojik tarihine ilişkin bulgulara varmaya ve gezegenin kutup çevresinin, ilkel mikrop formları için uygun bir yaşam alanı oluşturup oluşturmadığını tespit etmeye çalışıyor. Alman bilim adamları, NASA tarafından 1976 yılında uzaya gönderilen Viking I ve Viking II isimli araçların, gezegendeki mikroorganizmaların varlığını keşfetmenin eşiğine geldiklerini, ancak bunları bilmeden öldürdüklerini iddia etmişleri. Anka Kuşu’nun incelemeleri, bilim adamlarını uzun süredir meşgul eden bu iddianın doğrulanması bakımından da fırsat olarak görülüyor.
Güneş panelleriyle birlikte 5 metre genişliğe ulaşan ve 1,5 metre uzunluğunda olan aracın 2,3 metre uzunluğunda bir robot kolu, bu kola bağlı gelişkin bir kamerası ve bir sondası bulunuyor. Araç, bu donanımlarıyla bir yandan gezegendeki toprak ve su yapısını incelerken, diğer yandan Mars atmosferinde asılı durumda bulunan su ve toz zerreciklerini lazerlerle ölçümleyecek. Bu arada, araca yerleştirilen gelişkin meteorolojik ölçüm araçları, 3 ay boyunca gezegendeki hava koşullarını gözlemleyecek ve araç tüm bu görevleri, -73 ile -33 santigrat derecelik bir ortamda başarmaya çalışacak. Amerikan Uzay Dairesi, birtek kuşla birçok kuşlar avlayacağını anlamış olacak ki, Anka Kuşu projesi için yaklaşık 400 milyon doları gözden çıkardı.
Fakat boşa değil! Gezegenin yörüngesine oturtulan son nesil araçlar, daha önce görüntülenenlerden çok daha küçük yüzey oluşumlarını ayırt edebilmeleri ve gezegenin yüzeyini girift analizlerden geçirebilmeleri bakımından Mars araştırmalarında devrim yaratıyorlar. NASA'nın Mars Global Surveyor (MGS) ve Mars Odyssey uzay gemilerindeki kameralar, zaten gezegeni gece gündüz gözlem altında tutmakta ve kızılötesi ışıkta izlemekteydi. Odyssey'in üzerindeki diğer alıcılar, yüzeyin altındaki minerallerden yayılan gama ışınlarını ve nötronları saptayarak, hidrojen ve demir gibi farklı elementlerin yoğunluklarını, uzman nükleer fizikçilerin değerlendirmelerine sundu.
Yörünge araçları Dünyaya yeni bilgi akışı sağladıkça, Mars gezegenine ilişkin tablo giderek daha heyecan verici ve anlaşılması zor bir hal aldı. Mars uzmanı Hugh Kieffer, gezegene ilişkin bilgimizin maksimum düzeyde karmaşıklaştığını ve Marsa ilişkin çelişkili görüntülerin, gezegene ilişkin verileri bir netleştirip bir bulanıklaştırdığını söylüyor.
NASA'ya bağlı Ames Araştırma Merkezi'nde gezegenler üzerine çalışan jeolog Nathalie Cabrol, “Mars mitolojide savaş tanrısı olarak bilindiği halde, gezegen daha çok bir primadonnayı andırıyor” diyor ve şunu ekliyor: “tam, bir sırrını çözdüğünüzü sanırken, Mars her defasında birçok başka sürprizle yeniden bir gizem perdesine bürünüyor.” Bu gizem perdesinin, her geçen gün bilim lehine biraz daha aralanacağı muhakkak. Ama perdenin altında neler yattığı şimdilik büyük ölçüde meçhul görünüyor. Gezegen bütün bu araştırmalar sonunda da böylesine gizemli olmayı sürdürebilecek mi; hep birlikte göreceğiz.
GEZEGEN HAKKINDA BAZI TEMEL BİLGİLER
Mars, ya da eskilerin ifadesiyle Merih, Güneş Sistemi'nin dördüncü gezegenidir. Adını Romalıların savaş tanrısı Mars’tan alan gezegenin Güneşten uzaklığı yaklaşık 227. 936. 640 kilometre, yüzölçümü ise yaklaşık 114.000.000 kilometrekaredir. Bu rakam Dünyadaki kara parçalarının toplam yüzölçümüne yakındır. Güneş sisteminde, yoğunluğu en düşük gezegen olan Mars, bu özelliği nedeniyle Merkür gezegeninden yaklaşık iki kat büyük olmasına rağmen, onunkinden çok daha az bir çekim gücüne sahiptir.
Gezegenin, 1877 yılında Amerikalı gökbilimci Asaph Hall tarafından keşfedilen Phobos ve Daimos adlı iki küçük ve şekilsiz doğal uydusu bulunmaktadır. Bunların gezegenin çekim gücüne kapılarak yörüngeye oturan göktaşları (asteroid) oldukları sanılmaktadır. Her iki uydunun da yalnızca bir yüzleri gezegene dönüktür. Phobos, Marsın çevresinde, gezegenin kendi ekseni etrafında döndüğünden daha hızlı biçimde döndüğü için yörüngesi giderek küçülmektedir ve bu yüzden uzak bir gelecekte gezegene çarparak parçalanacağı tahmin edilmektedir. Deimos’un yörüngesi ise, daha uzakta olduğu için giderek büyümektedir.
Mars, birçok özellikleri itibariyle Dünyaya en çok benzeyen gezegen olduğu için, bilim kurgu ve fantastik romanlar için daima parlak bir hayal imgesi olmuştur. Örneğin gezegen Güneş etrafındaki dönüşünü 687 günde tamamlar. Bu da yaklaşık iki Dünya yılına tekabül eder. Gezegenin hızı, saatte ortalama 24.130 kilometredir ve kendi ekseni etrafındaki dönüşünü yaklaşık 24,6 saatte tamamlar. Böylece Mars günü, Dünya gününden sadece 40 dakika uzundur. Dünya’nın atmosferi %78 azot, %20,6 oksijenden oluşmasına karşılık, Mars’ınki ise %95 karbondioksit, %2,7 azot, %1,6 argon, %0,13 oksijen ve eser miktarda su buharı içerir. Bu rakamlar her ne kadar Dünyanınkinden hayli farklıymış gibi görünse de, bazı bilim adamları, gezegenin yüzeyine yeterli miktarda ağaç ekildiği takdirde, bu ağaçlardan gezegenin atmosferine salınacak olan oksijenin, gezegenin havasını birhayli değiştireceğini ve kimi canlı formları için elverişli hale getireceğini savunmaktalar.
Mars gezegeninin Dünya ile olan benzerlikleri bununla da sınırlı değildir. Gezegenin eksen eğikliği de Dünyanınkine hayli yakındır ve bu nedenle gezegen Dünyadaki gibi farklı mevsimler geçirir. Eliptik yörüngesi Güneşe belirgin biçimde yaklaşıp uzaklaştığı için gezegenin yüzeyindeki sıcaklık -120 santigrat derece ile 25 santigrat derece arasında değişir. Bu rakamlar da yine dünyadaki sıcaklık koşullarına birhayli yakındır. Nitekim son yıllarda gerçekleştirilen bazı çalışmalar, gezegendeki sıcaklık seviyelerinin de zorlu birtakım ayarlamalarla manipüle edilebileceğini göstermektedir.
Güneş Sisteminin, şu güne dek tespit edilebilmiş en yüksek dağ oluşumlarına sahip olan Mars’taki Olimpos Dağı 600 km çapı ve 25 km yüksekliğiyle muazzam bir evren harikasıdır. Bu dağ, 85 km genişliğindeki ve 3 km derinliğindeki bacasıyla, aynı zamanda Güneş Sistemi’nin en büyük volkanı unvanına sahiptir. 10 km yüksekliğinde ve 4.000 km genişliğinde lav akıntılarından oluşan dev bir kümbetin bulunduğu Mars’ta, aynı zamanda 7 km derinliğinde ve 4.000 km uzunluğunda kanyonlar ve 6 km derinliğinde 2.000 km çapında bir krater çukuru bulunmaktadır. Marstaki erozyon izleri, tortu birikintileri, kıyı oluşumları ve kurumuş nehir yatakları, gezegenin yüzeyinin, geçmişte olağanüstü ölçeklerde su hareketlerine sahne olduğunu göstermektedir.
Marsın çekirdeği de tıpkı Dünyanınki gibi füzyon halde bulunan demir alaşımından oluşur ve yüklü miktarda kükürt içerir. Gezegenin çekim gücünün düşük olmasının başlıca sebebi budur. Gezegenin yüzeyi ise yüklü miktarda demir oksit (hematit) içerir ve demir oksitin kırmızı renginden dolayı, gezegene “Kızıl Gezegen” adı verilmiştir.
edit: Kaynak : fantastikedebiyat