Manşet AT!!! İzi Kalsın....

Manşetten aradığınız suçluya ulaşılamıyor. Lütfen artık ısrar etmeyiniz!..

RAHİME SEZGİN, BURHAN EREN
Danıştay’a yapılan saldırının hemen ertesinde karikatürist Behiç Ak, gündemi konu edinen bir karikatür çizdi.
Yer aldığı Cumhuriyet gazetesinin, gündemdeki olaya ilişkin yorumuna hayli ters düşen bu karikatürde çocuk, elinde gazete tutan babaya soruyordu: ‘Şimdi ne olacak?’ Babanın cevabı ise ‘Hatırlamaya çalışıyorum.’ şeklindeydi. Sapla samanın birbirine karıştırıldığı o hengâmede meseleyi nirengi noktasından yakalayan bu çizgi, aslında pek çok şeyi özetliyordu. 1990’dan bu yana hepsi de ‘faili meçhul’ olarak kalan suikastları ve sonrasındaki gelişmeleri az da olsa hatırlayanlar, yine bildik bir senaryo ile karşılaştıklarını hemen fark ettiler. Faillerin yakalanması dışında, olay ve ertesindeki gelişmeler birbirine o kadar benziyordu ki cenaze merasiminde yaşananlar, atılan sloganlar bile aynıydı. Hayli zayıf olan kolektif hafızamızı tazelemek için geçen hafta yaşananlarla, geçmiştekiler arasındaki benzerliğin sadece bir yüzüne, medyanın olayı aktarma biçimine baktık. Gazetelerin manşetlerine göz atarak hatırlamaya; mikrofonumuzu Türk medyasına ilişkin keskin tespitleri ile tanıdığımız Alper Gümüş ve Tanıl Bora’ya tutup medyanın manipülatif ve dezenformatif tavrını anlamaya çalıştık. Konunun ‘derin’ine yönelik tespitleri ile bilinen Mahir Kaynak’ın yorumlarını aldık.

Bir retrospektif sunma amacını taşıyan çalışmamızda, hatırlamaya en yakından başlayalım: Geçen hafta çarşamba günü Danıştay’a gerçekleştirilen saldırının ilk şokunu atlatan kimi televizyonlar, başta haber kanalları olmak üzere görüşlerine başvurdukları kişilerin yorumlarının da yardımıyla kısa sürede hükmünü verdi: ‘Laikliğe yönelik saldırı!’ Duygusal açıklamaları hiçbir hukukî delile dayanmayan kanaatler, onları da halkın belli kesimini zan altında bırakan ateşli açıklamalar takip etti. Ertesi gün Zaman başta olmak üzere kimi basın kuruluşlarının olayla ilgili manşete taşıdığı ve daha sonra resmi makamlarca doğrulanan ipuçları, bilgi ve belgeler, pek çok gazete tarafından nedense görülemedi ve kelimenin tam anlamıyla bir dezenformasyon ve manipülasyon yaşandı. Daha o gün yalanlanan ‘adrese teslim’ yanlış bilgileri ve hükümeti zan altında bırakan yorumları yedeğine alan kimi gazetelerin bu tavrı, sağduyu sahiplerini olayın kendisi kadar ürpertti. ‘Rüzgar eken fırtına biçer’ hükm-ü fehvasınca, yapılan manipülatif yayınlar, o gün meyvesini verdi ve Mustafa Yücel Özbilgin’in cenaze töreni, hükümete ve siyasetçilere yönelik tartaklamaların, yuhalamaların da yer aldığı haksız ve yakışıksız görüntülere sahne oldu.

6 Ekim 1990’da Bahriye Üçok’a, 8 Mart 1990’da Çetin Emeç’e, 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’ya ve 21 Ekim 1999’da Ahmet Taner Kışlalı’ya düzenlenen suikastlar tıpkı geçen hafta olduğu gibi ‘cumhuriyete, laikliğe ve çağdaşlığa karşı bir eylem’ olarak yer aldı basında. Hepsi de ‘fail-i meçhul’ olarak rafa kaldırılan bu suikastlar, hemen ertesinde ‘laikliğe sıkılan kurşun’ olarak yorumlandı. Duygusal yorumların da yardımıyla suçlu kolayca bulundu; ‘laik-laik olmayan’, ‘çağdaş-gerici’, ‘Atatürkçü-Atatürkçü olmayan’ ayrımlarının altları kalın çizgilerle çizilip ayrımların ikinci hanesindekiler zan altında bırakıldı. Ancak olayların hiçbiri de beslenen bu zanları haklı çıkarmadı. Fakat bu tecrübe, daha sonrası için de ders olmadı. Çünkü gazeteler, 2000 Mayıs’ında yürütülen, Üçok, Mumcu ve Kışlalı’nın da aralarında olduğu 22 faili meçhulün katillerini bulmaya yönelik ‘Umut Operasyonu’nun ilk polis açıklamasını “Uğur Mumcu’nun katilleri yakalandı” manşetleriyle verdi. Ancak bir süre sonra sanıkların işkenceyle bu yönde konuştukları ortaya çıktı. Fakat bu, pek çok gazete tarafından görülmedi. Medyanın manipülasyonu sadece bu suikastlarda ortaya çıkmadı. Benzerleri daha sonra kimi medya patronlarının hatalarını kabul edip günah çıkardığı 28 Şubat sürecinde de yaşandı. Susurluk olayının aydınlatılması için geliştirilen ‘bir dakika karanlık’ eylemi, dönemin hükümeti Refahyol’un yıpratılmasında medyanın önemli bir enstrümanı haline dönüştü. Katilleri hâlâ bulunamayan ve kısa sürede dosyası faili meçhullerin arasına terk edilen Üzeyir Garih’in öldürülmesinde de benzer bir tavır sergilendi. Olayın tazeliğini koruduğu ilk günlerde 14 yaşındaki bir çocuk, zanlı ilan edildi, hatta adı bile konuldu: ‘Deli Fuat’.

Medya bürokratik iktidarı sever

Peki cenaze merasimlerinde atılan sloganlarla ilk sayfalara atılan başlıklar neden bu kadar birbirine benziyordu? Medya, araştırmak ve kamuoyunu bilgilendirmek yerine, neden manipülasyona başvuruyor, üniformalı fotoğrafları genişçe girip dönemin hükümetlerine ve belli kesimlere deyim yerindeyse ‘aba altından sopa’ gösteriyordu? Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve yazar Alper Görmüş, Türkiye’de ideolojik olarak devlet eksenli bir gazeteciliğin var olduğunu belirtiyor ve Türk medyası ile ilgili şu tespitleri yapıyor: “Normal demokratik ülkelerde gazetecinin görevi, yurttaşların tercihlerine ve görüşlerine ortam oluşturmak ve bunu yönetenlere iletmektir. İktidardakiler de medyaya bakarak halkın yönelimlerini anlar. Fakat Türkiye’de tam tersine işliyor bu sistem; basın, devletin birtakım direktiflerini yurttaşlara, üstelik korku salarak iletiyor.” Alper Görmüş’e göre işin bir de psikolojik yanı var; o da Türk medyasının her türlü otoriter eğilimden hoşlanması... Ancak burada şu detayı unutmamamız gerektiğini söylüyor Görmüş: “Basın, bazen sivil iktidarı da otorite olarak görür ve onun önünde de boynunu eğer. Ama sivil otorite ile bürokratik otorite arasında bir tercihte bulunacağı zaman refleksleri bürokratik otoritenin lehine işler.” Ankara’daki cenaze merasiminde asker bürokratların alkışlanıp siyasetçilerin yuhalanmasını buna örnek olarak gösteren Görmüş’e göre bu olay, basının nereden beslenip nereye yaslandığını da açıklıyor: “Bu vahim tablo karşısında normal bir ülkenin basını bundan tedirginlik duyup ‘Bu ne?’ diye sormalıydı. Duymadı; çünkü kendisi de aynı ruh halini taşıyor.”

Medyanın takındığı bu tutum neye hizmet ediyor? Yazar Tanıl Bora, medyanın ‘büyük provokasyonlar’da devlet elitiyle uyum içinde bir tutumu tercih ettiğini, bunun da siyasal ve toplumsal gündemin bütün konularının halı altına süpürüldüğü gibi bir alarm havası yarattığını ifade ediyor ve şöyle diyor: “Milli güvenlik ve devletin hassasiyetleri mülahazaları, sağduyulu bir istişarenin, politik müzakerenin, rasyonel bir akıl yürütme hatta kovuşturmanın önünü kesiyor. Zaten kıt olan kolektif aklımız, iyice dumura uğruyor. Bütün toplumsal ve politik meseleler komplo denklemlerinin işlemlerine indirgenerek görülmeye başlanıyor. Bu da bizzat o komplo ve provokasyonların açığa çıkarılmasının önünde bir engeldir ve onların normalleşmesine katkıda bulunur.” Eski MİT’çi Mahir Kaynak, Danıştay cinayetinin medyanın bu yayın biçimiyle amacına ulaştığını, amacın ise Türk Silahlı Kuvvetleri ile hükümetin arasının açılması olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Daha sonra olayın rengi değiştikçe yapılan yayınlar hiçbir işe yaramadı. O uçurum açıldı bir kere; önemli olan da o ayrışmayı oluşturmaktı. Her cinayetin arkasında hükümet ile asker arasında mesafe oluşturmak amacı vardır diyemeyiz. Ama bu son olay tamamen bunun için gerçekleştirildi.”

Olaydan birkaç gün sonra gerçek failleri gösteren yayınlarıyla medya, ertelediği sorumluluğunu yeniden kazanmış oluyor mu? Olay henüz sıcaklığını korurken ortamı geren manipülatif başlıkların zararı ortadan kalkıyor mu? Alper Görmüş, dezenformasyon kaynaklarının ‘ilk etki’ kavramını gayet iyi bildiğini söylüyor ve şöyle tamamlıyor: “Bu bile bile yapılıyor. İlk günde büyük etkiyi yaratmışsın ve ertesi gün bunun böyle olmadığını iç sayfadan iki sütunla söylüyorsun. Burada önemli olan vicdan. Böyle bir yanlıştan sonra yatağınızdan kâbuslarla uyanmalısınız. Ama böyle olmuyor, olmayacak da. Çünkü beynin, vicdanın iyice kaşarlandığı bir ortamda hiçbir ders çıkarılmayacaktır.”

Evet, Danıştay’a yapılan saldırının bütünüyle açığa çıkarılması için yetkili kurumların ve kişilerin çalışmaları halen devam ediyor. Olayın faillerinin bu kez yakalanmış olması, Türkiye’deki toplumsal huzur bakımından büyük bir şans ve üstelik önceki olaylarla kıyaslandığında ‘artık eskisi gibi olmayacak’ ümitlerini de artırıyor. Ancak bu, her türlü manipülasyona açık kamuoyunun kolektif hafızasını ve aklını güçlendirmesiyle mümkün. Haberin başında sözünü ettiğimiz karikatürdeki gibi, ‘Bundan sonra ne olacak?’ sorusunu, hatırlayabildiğimiz oranda doğru cevaplayabileceğiz.

Alper Görmüş: Manipülasyon ve yönlendirme amaçlı gazetecilik yapılıyor

Türkiye’de ‘doğru olması gerekmeyen haberler’ diye bir kategori var. Gazeteci haberin doğru olmasına, doğrulatılmasına gerek duymuyor. Çünkü o haber, işine geliyor; onu kafasında kurguladığı hedefte ‘işe yarayan’ bir araç olarak görüyor. Kafasındaki ideolojik önyargılar ve hedefler açısından fonksiyonel bir haber oluyor. Economist’in bir Türkiye muhabiri var, bu hali şöyle tarif etmişti: “Türkiye’de şöyle bir gazetecilik var: Gerçekler güzel bir haberin önünde engel oluşturmamalı.” Sonuçta bu, benim icat ettiğim bir kavramla söyleyecek olursam ‘gönüllü dezenformasyon’. Türkiye’de manipülatif haberler bu temel üzerinde yükseliyor. Gazeteci esas olarak gerçeğin peşinde değil de birtakım enformasyonlarla kitleleri belli bir yöne doğru etkileme gibi bir misyon edindiğinde bu ortaya çıkıyor. Okura gelince, ona zaten kendi başına bırakıldığında ‘ya davulcuya ya zurnacıya gidecek kız’ muamelesi yapıyor. Ve onu başlıktan itibaren ‘yanlış bir şey anlamasın’ diye yönlendiriyor. Yani esas itibarıyla manipülasyon ve yönlendirme amaçlı bir gazetecilik yapılıyor.

Tanıl Bora: Medyanın kendini sorgulaması, sorgulanması gerekir

Medya, bu gibi provokatif olaylarda asayiş aygıtının nizamî ve gayri nizamî birimlerinin manüpilasyonuna alet oluyor. Dikkat çekmek istediğim bir nokta, “büyük provokasyonlar”da koparılan yaygarayla, süregiden rezaletlerin “normalleştirilmesi” arasındaki dengesizliktir. Bir örnekle anlatayım: Danıştay’daki cinayetten bir gün önce, Hrant Dink’in yargılandığı duruşmada, ülkücü bir grup mahkemeyi terörize etti. Mahkeme, çaresiz kaldı, erteleme kararı almaktan ötesini yapamadı. “Müdahillik” statüsünü provokasyon vasıtası olarak kullanan bu grup, daha önce başka duruşmalarda da mahkeme ortamını terörize etmişti. Bu, skandaldır; hukukun hükümsüzleştirilmesidir, mahkemeye hakarettir. Danıştay cinayetinden bir gün önce cereyan eden bu olay, Hürriyet Gazetesi’nin 20 küsuruncu sayfasında 5x10 santimlik bir yere lâyık görülmüştür. Danıştay’daki suikast, misliyle vahim bir olaydır; orası açık. Fakat Danıştay olayını doğal ve haklı olarak büyüten medyanın, bu olayı büyütmemiş, orada çok vahim bir sorun görmemiş olmasından ötürü kendini sorgulaması ve sorgulanması gerektiği de açık.

Mahir Kaynak: Medya, cinayetin hedefine uygun yayın yapıyor

Medya kendi konumuna göre bu tür olaylarda birilerini suçluyor. Kimseyi ayırt etmiyor. Medya kendi istikametinde yayın yapıyor, halkı aydınlatmak için değil. Bu tür cinayetler ideolojik hedefe ulaşmak için işlenmiş operasyonlardır. Belirli bir hedefe ulaşmak için yapılıyor ve medya hedefe uygun yayın yapıyor. Kamuoyuna ne mesaj verilmek isteniyorsa onu veriyor. Onun için de bütün operasyonlar başarı kazanıyor. Medyanın failleri bulmak, olayı çözmek gibi bir amacı yok. Medya ne bu manipülasyonların ortağı ne de manipüle eden durumunda. Belirli bir tavır var ve medya o cephede duruyor. Medyanın bu durumdan kurtulabilmesinin tek çaresi medyanın bu grupların üzerine çıkması ile mümkündür. Medyanın yapması gereken, bu olayları çözmeye çalışması, yoksa kendi tuttuğu taraf üzerine yayın yapması değil. Bu olaylar gerçekleştiği zaman ben hangi gazetenin ne yazacağını biliyorum. Merkez medya İslami çete diyecek ve gerçeği bulamayacak. Medya bu tür yayınlarda sağduyulu davransa bu cinayetlerin önü kesilir; çünkü hedefe ulaşamamış olur.


Danıştay’a saldırı

Hürriyet: ‘Kaşıya kaşıya’ Türban her fırsatta toplumun gündemine sokuldu. Danıştay türbanla ilgili aldığı bir karardan sonra hedef gösterildi. (18 Mayıs 2006)

Hürriyet: ‘Kadınların sesi yükseldi’ Danıştay’a sıkılan kurşunu tel’in eden on binler, dün Ankara’da Anıtkabir’e koştu; laik Türkiye’ye bağlılıklarını haykırdı. En güçlü çıkan ses ise kadınlarındı. (19 Mayıs 2006)

Milliyet: ‘Laikliğe kurşun’

Milliyet: ‘Kurşuna yanıt’

Cumhuriyet: ‘Bu kez de aynı el’ Türbana geçit vermeyen kararları nedeniyle dinci çevreler tarafından hedef gösterilen ve hükümet üyelerinin eleştirdiği Danıştay üyeleri silahlı saldırıya uğradı.

Cumhuriyet: ‘Tepkiye asker desteği’ Özkök, halkın, gerici saldırılara karşı duyarlılığının sürekli olmasını istedi.


Bahriye Üçok suikastı

Sabah: ‘İslami terör korkutuyor’ manşetiyle çıkan gazetenin spotu: ‘Tarık Dursun, Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Bahriye Üçok’a yapılan suikastlar, kurbanların dikkatlice seçildiğini gösteriyor. Dört seçkin kurbanın ortak tarafı, laikliği savunmaları ve şeriatçı düşünceye karşı olmaları’ (8 Ekim 1990)

Cumhuriyet: ‘Laiklik yürüyüşü’ manşetiyle Üçok’un cenaze törenini içeren manşetteki haberin spotu: Cumhurbaşkanı Özal’ın, üzerinde ‘cumhurbaşkanı’ yazılı çelengi protesto edildi ve caminin dış avlusuna ters çevrilerek konuldu. Muhalefet: Hükümet istifa etsin (10 Ekim 1990)

Hürriyet: ‘Laik, demokratik çağdaş Türkiye’ Teröre karşı demokratik duvar.


Uğur Mumcu suikastı

Cumhuriyet: ‘Teröre lanet’ Laik, özgür, çağdaş ve demokratik Türkiye karşıtı karanlık güçlere tepki çığ gibi büyüyor. ‘Türkiye İran olmayacak’, ‘Yobazlar İran’a’, ‘kahrolsun şeriat’ sloganları mesaj verir gibiydi. (26 Ocak 1993)

Cumhuriyet: ‘Yüzbinler yürüdü’ Radikal İslam’a karşı büyük gösteri (28 Ocak 1993)

Milliyet: ‘Ordudan tavır’ (27 Ocak 1993)

Milliyet: ‘Silkiniş’ (28 Ocak 1993)


Taner Kışlalı suikastı

Milliyet: ‘Gençliğin andı’ Laiklikten, Atatürkçülükten ödün yok, dönüş yok! (23 Ekim 1990)

Milliyet: ‘Bu, cenaze töreni değil’ Türkiye Atatürk ilkelerinde tek yumruk oldu, cumhuriyete and içti. (24 Ekim 1999)

Hürriyet: ‘Üniformalı mesaj’ Kışlalı’nın cenaze töreninde çağdışı karanlık güçlere anlamlı mesajlar verildi. ‘Ordu millet el ele’, ‘Hükümet istifa’, ‘Atatürk yolunda’ sloganları atıldı. (25 Ekim 1999)

Sabah: ‘Karanlığa rest!’ Kışlalı’nın cenazesine binlerce subayın katılmasına bir komutanın yorumu: Karanlık güçlere rest! MHP lideri Bahçeli ve Recai Kutan topluluktan çekindiği için törene katılmadı. (24 Ekim 1999)


Çetin Emeç suikastı

Sabah: Laikliğe karşı savaş açıldı
 

by_ajan

New member
LAİK TÜRKİYE ????
dünya üzerinde laik türkiye diye bir yer varmı?
ya ben laikliğin ne olduğunu bilmiyorum ya da bu safsatalar ile bana türkiye'yi laik diye yutturmaya çalışıyorlar.
 
laiklik hiç bi dini kabul etmemek we dini bir afyon olarak görmekse elbette laik değiliz...
 

by_ajan

New member
ςคﻮคtคא_кђคภร khans' Alıntı:
laiklik hiç bi dini kabul etmemek we dini bir afyon olarak görmekse elbette laik değiliz...
sevgili çağatay
laiklik için düşüncelerim söz ettiklerin değil. kısaca laiklik din ile devletin ayrı olması ve devletin bütün dinlere aynı mesafede olmasıdır.
bu durumda diyanet işleri başkanlığı ne anlama gelir.
devlet bütçesinden alevilerin ödenek alamaması ne anlama gelir.
alevilerin ibadethane olarak cem evi açmasına izin verilmemesi ne anlama gelir.
okullarda zorunlu din dersi verilmesi ne anlama gelir.
din ile devlet ayrı demek. din devlete karışamaz; devlet dine karışamaz.
peki madem laiklik var neden devlet türbana karışıyor.
senin laik kavramının gerçek laik kavramı ile uzaktan yakından bir alakası yok.
 

HTML

Üst