AbraKadbra
New member
Münferit mi?
Bazı haberler kor parçasıdır; insanın yüreğini yakar.
Elazığda nöbette uyuduğu için, komutanı tarafından pimi çekilmiş bir bombayı tutmakla cezalandırılan ve kırk beş dakika dayandıktan sonra bombayı elinden düşüren erin, yakınındaki üç askerle birlikte ölümünün hikâyesi de bir kor parçası.
İçin için yanıyor, düştüğü yeri yakıyor...
Kolayından sönüp gidecek gibi de değil.
Zira akıllara, dört şehit askerin hikâyesinden taşan bir soruyu da düşürdü bu haber...
Kor parçasını yalazlandıran, cevapsız kalması halinde ise yürekleri büsbütün tutuşturabilecek çok basit bir soruyu getirip devletin kucağına bıraktı.
O soruyu biz bugün manşetten soruyoruz:
Kaç asker kaza kurbanı?
Yirmi beş yıldır süren savaşta kaza sonucu can veren kaç askerin ailesine oğlunuz iç güvenlik operasyonunda şehit düştü denip geçildi?
O ölümcül kazalar nasıl gerçekleşti?
Komutan ihmali ya da komuta hatası, çatışmasız ortamda kaç askerin hayatına mal oldu?
Kaç kez disiplin cezası ya da Elazığdaki gibi fırsat eğitimi adına düpedüz vahşet uygulandı; kaç er bu vahşetin kurbanı oldu?
Yirmi beş yılda, kaç çocuğun hayatı, eğitim zayiatı kabilinden sonlandı?
Ve bu savaşta kaç askerin ailesine, oğlunun ölüm koşulları anlatılmadı; gerçekler kaç aileden gizlendi; kaç aileye Elazığdaki gibi düpedüz yalan söylendi?
Bu soruları yanıtlamaktan, yanıtları bilmiyorsa öğrenip aktarmaktan Milli Savunma Bakanı sorumludur.
Bu soruları yanıtlayabilmesi için gerekli bütün bilgileri Milli Savunma Bakanına vermek de Genelkurmay Başkanının görevidir.
Bu soruları yanıtsız bırakan bir Genelkurmay Başkanından Başbakan hesap sormalı, sorabilmelidir.
17 Ağustosta öfkeli bir teğmenin verdiği, akla, vicdana, çağa aykırı cezayla şehit düşen dört askere ve onların ailelerine karşı, devletin ödevidir bu.
Yirmi beş yıldır kim bilir kaç olayda, kaç kazada, kaç ölçüsüz cezanın sonucunda can verenlere ve onların yakınlarına saygının bir gereğidir.
Evet, savaşlar kanlıdır; savaşlar kirlidir; savaşlarda kazalar olur; savaşlarda cinnet geçiren askerler olur...
Ama savaşların kiriyle, savaşların ürettiği cinnet psikolojisiyle, savaşların sıradanlaştırdığı vahşet uygulamasıyla mücadele etmek de mümkündür.
Bu mücadelenin yöntemi şeffaflıktır; bu mücadelenin yolu hesap vermekten geçer.
Şaibeli kazaları, izansız cezaları ortadan kaldırmak, o kazaların, o cezaların üstünü örtmekle değil, üstüne gitmekle, açığa çıkarmakla, cezasını vermekle mümkündür...
Emrindeki askere, pimi çekilmiş bomba teslim eden bir teğmeni hoş göremezsiniz...
O teğmeni, ancak on gün sonra, olay gazetelere yansıyınca tutuklarsanız, verdiği cezayı hoş görmediğinizi kimseye anlatamazsınız...
O teğmenin ölümüne sebebiyet verdiği dört erin ailelerinden gerçeği esirgerseniz, o ailelerin olup biteni gazetelerden öğrenmesine yol açarsanız güçlü Türkiyenin güçlü ordusu olamazsınız...
Denebilir ki, Elazığda yaşanan münferit bir olaydır.
Denebilir ki, teğmen hata yapmıştır ama bu münferit bir hatadır.
Ama bunu söylemekle yetinemezsiniz.
Bir suçun, bir vahşetin münferit olduğuna inanabilmek için, o uygulamanın, o suçun, o vahşetin kurumsal olarak desteklenmediğini, hoş görülmediğini, yaygın biçimde gerçekleşmediğini, gerçekleştiğinde de cezalandırıldığını, gerek olayla gerek olay sonrasındaki yaptırımlarla ilgili bize anlatılanın doğru olduğunu, gerçeklerin gizlenmediğini bilmemiz gerekir.
Bir askerin kaza sonucu öldüğüne inanabilmek için, daha önce kaç askerin kaza sonucu öldüğünü de bilmemiz ve bu konuda bize yalan söylenmediğinden emin olmamız gerekir.
Türkiyedeki annelerin yirmi beş yıldır gayet iyi bildiği bir şey var...
Her anne, asker kurasında Doğuyu çekmenin anlamını kavrıyor; oğlunu vatani hizmete göndermenin, etinden bir parçayı savaşa ve belki de ölüme göndermek olduğunu biliyor.
Ve yirmi beş yılda, o annelerden binlercesi, bu bilgiyi teyit eden tabutların üstüne kapanıp bağrını yırtarcasına ağladı...
On gün önce, Elazığda şehit düşen dört askerin anneleri bugün hâlâ ağlıyor.
Kendilerinden önceki binlerce anne gibi, o dört annenin yüreğindeki kor parçası da muhtemelen hiç küllenmeyecek.
Ama bu ordu ve bu devlet, o kor parçasını yalanlarla büsbütün yalazlandırmamalı...
Kaç asker kaza kurbanı sorusunu yanıtsız bırakmamalı...
Güçlü bir ordunun, güçlü bir devletin yapacağı iş değildir bu.
Yazıktır, günahtır, zaaftır.
Yasemin Çongar
kaynak
Bazı haberler kor parçasıdır; insanın yüreğini yakar.
Elazığda nöbette uyuduğu için, komutanı tarafından pimi çekilmiş bir bombayı tutmakla cezalandırılan ve kırk beş dakika dayandıktan sonra bombayı elinden düşüren erin, yakınındaki üç askerle birlikte ölümünün hikâyesi de bir kor parçası.
İçin için yanıyor, düştüğü yeri yakıyor...
Kolayından sönüp gidecek gibi de değil.
Zira akıllara, dört şehit askerin hikâyesinden taşan bir soruyu da düşürdü bu haber...
Kor parçasını yalazlandıran, cevapsız kalması halinde ise yürekleri büsbütün tutuşturabilecek çok basit bir soruyu getirip devletin kucağına bıraktı.
O soruyu biz bugün manşetten soruyoruz:
Kaç asker kaza kurbanı?
Yirmi beş yıldır süren savaşta kaza sonucu can veren kaç askerin ailesine oğlunuz iç güvenlik operasyonunda şehit düştü denip geçildi?
O ölümcül kazalar nasıl gerçekleşti?
Komutan ihmali ya da komuta hatası, çatışmasız ortamda kaç askerin hayatına mal oldu?
Kaç kez disiplin cezası ya da Elazığdaki gibi fırsat eğitimi adına düpedüz vahşet uygulandı; kaç er bu vahşetin kurbanı oldu?
Yirmi beş yılda, kaç çocuğun hayatı, eğitim zayiatı kabilinden sonlandı?
Ve bu savaşta kaç askerin ailesine, oğlunun ölüm koşulları anlatılmadı; gerçekler kaç aileden gizlendi; kaç aileye Elazığdaki gibi düpedüz yalan söylendi?
Bu soruları yanıtlamaktan, yanıtları bilmiyorsa öğrenip aktarmaktan Milli Savunma Bakanı sorumludur.
Bu soruları yanıtlayabilmesi için gerekli bütün bilgileri Milli Savunma Bakanına vermek de Genelkurmay Başkanının görevidir.
Bu soruları yanıtsız bırakan bir Genelkurmay Başkanından Başbakan hesap sormalı, sorabilmelidir.
17 Ağustosta öfkeli bir teğmenin verdiği, akla, vicdana, çağa aykırı cezayla şehit düşen dört askere ve onların ailelerine karşı, devletin ödevidir bu.
Yirmi beş yıldır kim bilir kaç olayda, kaç kazada, kaç ölçüsüz cezanın sonucunda can verenlere ve onların yakınlarına saygının bir gereğidir.
Evet, savaşlar kanlıdır; savaşlar kirlidir; savaşlarda kazalar olur; savaşlarda cinnet geçiren askerler olur...
Ama savaşların kiriyle, savaşların ürettiği cinnet psikolojisiyle, savaşların sıradanlaştırdığı vahşet uygulamasıyla mücadele etmek de mümkündür.
Bu mücadelenin yöntemi şeffaflıktır; bu mücadelenin yolu hesap vermekten geçer.
Şaibeli kazaları, izansız cezaları ortadan kaldırmak, o kazaların, o cezaların üstünü örtmekle değil, üstüne gitmekle, açığa çıkarmakla, cezasını vermekle mümkündür...
Emrindeki askere, pimi çekilmiş bomba teslim eden bir teğmeni hoş göremezsiniz...
O teğmeni, ancak on gün sonra, olay gazetelere yansıyınca tutuklarsanız, verdiği cezayı hoş görmediğinizi kimseye anlatamazsınız...
O teğmenin ölümüne sebebiyet verdiği dört erin ailelerinden gerçeği esirgerseniz, o ailelerin olup biteni gazetelerden öğrenmesine yol açarsanız güçlü Türkiyenin güçlü ordusu olamazsınız...
Denebilir ki, Elazığda yaşanan münferit bir olaydır.
Denebilir ki, teğmen hata yapmıştır ama bu münferit bir hatadır.
Ama bunu söylemekle yetinemezsiniz.
Bir suçun, bir vahşetin münferit olduğuna inanabilmek için, o uygulamanın, o suçun, o vahşetin kurumsal olarak desteklenmediğini, hoş görülmediğini, yaygın biçimde gerçekleşmediğini, gerçekleştiğinde de cezalandırıldığını, gerek olayla gerek olay sonrasındaki yaptırımlarla ilgili bize anlatılanın doğru olduğunu, gerçeklerin gizlenmediğini bilmemiz gerekir.
Bir askerin kaza sonucu öldüğüne inanabilmek için, daha önce kaç askerin kaza sonucu öldüğünü de bilmemiz ve bu konuda bize yalan söylenmediğinden emin olmamız gerekir.
Türkiyedeki annelerin yirmi beş yıldır gayet iyi bildiği bir şey var...
Her anne, asker kurasında Doğuyu çekmenin anlamını kavrıyor; oğlunu vatani hizmete göndermenin, etinden bir parçayı savaşa ve belki de ölüme göndermek olduğunu biliyor.
Ve yirmi beş yılda, o annelerden binlercesi, bu bilgiyi teyit eden tabutların üstüne kapanıp bağrını yırtarcasına ağladı...
On gün önce, Elazığda şehit düşen dört askerin anneleri bugün hâlâ ağlıyor.
Kendilerinden önceki binlerce anne gibi, o dört annenin yüreğindeki kor parçası da muhtemelen hiç küllenmeyecek.
Ama bu ordu ve bu devlet, o kor parçasını yalanlarla büsbütün yalazlandırmamalı...
Kaç asker kaza kurbanı sorusunu yanıtsız bırakmamalı...
Güçlü bir ordunun, güçlü bir devletin yapacağı iş değildir bu.
Yazıktır, günahtır, zaaftır.
Yasemin Çongar
kaynak