W
WoLF
Guest
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Ana Muhalefetin ve karşıt görüşlü eski Anayasa Mahkemesi mensuplarının bu yıl çağrılı olmadığı kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada, “Türkiye farklılıklarının bilincinde olarak geleceği özgüvenle kucaklayacak bir anlayışla kendini yeniden tanımlama aşamasına geldi”, “…dayatmacı anlayışlardan bunalan halkın bundan kurtulma arayışları ve tüm bu gelişmelere kayıtsız kalan yargısal direnç anayasa değişikliklerinin zorunlu sebepleri arasında sayılabilir” diyerek; Atatürkçü laik Cumhuriyeti savunan yargının iktidarca anayasa değişikliği yapılarak ele geçirilmesine destek vermiştir. Bunu yaparken de, halkın kendisine dayatılan Kemalist Devrim’den bıktığını söyleyebilmiştir. Kastedilen halk, kuşkusuz referandumda “evet” diyen % 58’lik, çağdaşlıktan, uygarlıktan ve yargı bağımsızlığından yana olmayan, yargının siyasal iktidarın bir organı durumuna gelmesini kabul eden, karşıdevrimde sakınca görmeyen, ya da yapılan değişikliklerin buna neden olmayacağına inandırılan kesimidir. Amaç da laik Cumhuriyeti savunmayacak bir yargı yaratılmasına yol açmaktır. “Yasa enflasyonunu” bile, “yasama organı ile yargı organları arasındaki güvensizliğe” bağlayan ve siyasal iktidarı bu konuda dolaylı olarak haklı gören bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’na ilk kez rastlanmaktadır. Burada kuşkusuz yasama değil yürütme kastedilmektedir.
Yüksek Mahkeme Başkanı konuşmasının devamında, söylemek istediğini daha net biçimde ortaya koymuş, “Toplumumuzun son yıllarda siyasi, ekonomik, sosyal ve demokratik alanlarda kaydettiği gelişmeler, ülkeyi koruma ve kollama konusunda olağanüstü kurtarıcılara yönelik çağrı dönemini kapatmıştır” diyerek, Cumhuriyet’in korumasız kalmasının mutluluğunu yansıtmıştır. (Cumhuriyet, 26.04.2011)
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı, siyasal iktidarın önde gelen ismi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç desteklemiş; seçim gezisi nedeniyle Bitlis’in Güroymak ilçesinde yaptığı konuşmada, “Bizi kardeş yapan Müslümanlıktır, laiklik değil” diyebilmiştir. (Aydınlık, 11.05.2011) Bu söylem, “Bu toplumun çimentosu İslam’dır” sözünün anımsanmasına neden olmuştur. Yine bu söylem, laikliğe karşı önyargılı olmayan herkesin, ulusal birliğin temelinin laiklik olduğunda birleşmesine karşın yapılmıştır.
Yüksek Mahkeme Başkanı ve Başbakan Yardımcısı, edebiyat dünyasından da destek bulmuştur. Amerikan PBS televizyonunda Charlie Rose’un sorularını yanıtlayan Orhan Pamuk, “Türkiye’de laikliğin gerilediğini düşünmediğini”, “Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine ihanet edildiği düşüncesinde olmadığını” belirtebilmiştir. Bununla da yetinmemiş, AKP’nin daha dindar politikacılardan kurulu bir parti olduğunu vurguladıktan sonra, “Ülke daha dindar bir hale gelmiyor. Bundan 15-20 yıl önce sokakta içki içen insan göremezdiniz… başörtülü kadın sayısının fazla olmasının bu konuda bir kriter olmaması gerekir” diyebilmiştir. (Cumhuriyet, 15.05.2011)
Yaşamının önemli bir bölümünü yurt dışında geçiren, yurtta olduğu süre içinde “fildişi kulede” yaşayan, yazılı ve görsel basında da yalnızca istediklerini görenlerin Türkiye’deki gelişmeler konusunda “ahkâm kesme”ye çalışmalarının tipik bir örneğini oluşturmaktadır bu söylemler.
Bunu söyleyenlerin ülkemizde son 9 yılda yaşanan dinci gelişmelerden haberi yoktur. Üstelik gelişme olarak nitelediğimiz olaylar artık “münferit” savunmasının çok üstüne çıkmış, binlerce örneğiyle toplumsal dönüşüme neden olmuş, hatta yöneticilerin çok açık söylemi durumuna gelmiştir.
Yukarıdaki sözleri söyleyenlerin; Antalya sahilinde bira içenlere ceza verildiğinden, sokaktaki insanlara alkol testi yapıldığından, satıcılara içki ruhsatı verilmediğinden, içki satanların tacize ve kaba kuvvete muhatap olduklarından, Anadolu’nun bir çok kentinde içkili lokantalar için “kırmızı noktalar” oluşturulduğundan, hatta bu kentlerde içki satmanın cesaret gerektirmesinden, lokantaların vitrinlerini “burada içki içilen bardak kullanılmamaktadır” içerikli tabelaların süslediğinden, evlenme yaşı kimi durumlarda 15, reşit olma yaşı 18, meslek sahibi olma yaşı 22 iken, 24 yaşına kadar olan gençlere içki satılmaması için kural getirildiğinden, Başbakan’ın “tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek içki içmeyi kötülediğinden, kamu tesislerinin kimilerinde içki içmenin yasaklandığından, içenlerin zorunlu olarak kapalı yerleri yeğlediklerinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin; Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında türbanın siyasal İslam’ın bayrağı olduğunun belirtilmesinden, başka bir anlatımla İslami rejimin siyasal simgesi olarak kabul edildiğinden, bu siyasal iktidar döneminde başını örtenlerin dört kat arttığından, devletten ihale almak için eşinin başının kapalı olmasını koşul gören iktidara mensup siyasetçilerin açıklamalarından, kamu görevine girebilmek ve yükselebilmek için eşinin türbanlı olmasının liyakat yerine geçen ölçüt durumuna geldiğinden, vali, rektör, dekan, emniyet görevlisi hatta yargıç ve savcı atamalarında bu ölçütün esas alındığından, rektör atanabilmek için “Türbana Özgürlük Bildirisi”ni imzalamanın koşul olduğundan, yasak olmasına karşın iktidarın kamu kurumlarında türbana göz yumduğundan, artık türbanlıların TBMM çatısı altında olması gerektiğini açıklayanlardan, kamu görevlerinin cemaat ve tarikat mensuplarınca istila edildiğinden, ilahiyat ve imam hatip çıkışlı olmayanlara neredeyse yaşam hakkı verilmediğinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin; eğitimde Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin en önemli ilkesi olan öğretim birliği ve laik eğitimin yok edilmek için çalışıldığından, ilk ve orta öğretim ders kitaplarından Atatürkçülüğün silinip yerine yaradılış kuramına uygun söylemlerin geçirildiğinden, okullara önerilecek kitaplar konusunda Talim Terbiye Kurulu kararı alınma zorunluluğunun kaldırıldığından, imam hatip lisesi mezunlarının tüm yükseköğretim programlarına girebilmelerini sağlamak için katsayı farkının yok edildiğinden, tüm liselerin nitelik olarak imam hatip lisesi durumuna getirilme projesinden, imam hatip müfredatı ile oynanarak bu liselerin genel lise durumuna getirildiğinden, öğrencilerin otobüslerle toplu halde Cuma namazına götürüldüğünden, ortaöğretim kurumlarına mescitler açıldığından, türbanlı öğrencilerin ilköğretimde verdiği mücadelenin hoşgörü ile karşılandığından, ilahiyat fakülteleri okul ve kontenjan sayılarının gereksinimin çok üzerine çıkarıldığından, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, özellikle milli eğitime imam transferi yapıldığından, okul müdürlerinin din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri arasından seçildiğinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin, cemaat ve tarikatların, Devrim Yasaları’na aykırı olmasına karşın nasıl açıkça etkinlik ve uygulama yaptıklarından; muhalefete mensup siyasilerin bile tekke ve zaviyelerin yeniden serbestçe etkinlik göstermelerini savunduklarından haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin toplumun nasıl bağnazlaştırıldığından, siyasal iktidardan güç alarak yaratılan toplumsal baskı yüzünden, istemeyenlerin bile İslami yaşama ayak uydurma zorunluluğu duyumsamasından haberleri yoktur.
Bilinmelidir ki, 12 Haziran seçimleri, karşıdevrim amacıyla yapılanları az bulup “yola devam” denilmesi ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin yeniden egemen olması için bir dönüm oluşturacaktır.
Bülent Serim
Odatv.com
2.Yazı
SEÇİM SONRASI NASIL BİR ANAYASA PLANLANIYOR
Dokuz yıldır ülkeyi yöneten siyasal iktidarın temel amacının Türkiye Cumhuriyeti’ni daha İslami bir yapıya büründürmek olduğu yıllardır söylenmektedir. Hoşa giden ya da gitmeyen diğer tüm projeler, bu ana amacı gerçekleştirmeye yönelik olduğu için, değerlendirmelerin buna göre yapılması gerekir. Bu ana projeye başlangıçta, ABD’nin de isteği üzerine “Ilımlı İslam” denilmiştir. Ancak devlet gücü ele geçirildikten sonra ülkeyi yönetenler, doğruyu söylemeye başlamış ve “İslam’ın ılımlısı olmaz” deyip, gerçek amacı apaçık ortaya koymuşlardır. Çünkü dinin kuralları vardır ve bu kuralların devlet yönetimine egemen kılındığı rejimin adı “şeriat devleti”dir.
Yeni siyasal çizgilerini “muhafazakar demokrat” diye tanımlayanların, muhafazakarlıklarına hangi ideolojinin temel olduğuna bakılması gerekir. Eğer bu tanım, “daha İslami bir yapı” temelli ise (ki öyle olduğu kendi söylemleriyle ortaya konulmuştur), Sayın Başbakan’ın dediği gibi “İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmayacağına” göre, Atatürkçü Cumhuriyet’in, önünde sonunda “İslami Cumhuriyet” ya da “şeriat devleti”ne dönüşmesi kaçınılmazdır. Bunun önündeki en büyük engel ise laikliktir.
Ülkemizi yöneten siyasal kadronun laiklikle ilgili sorunları, aldıkları eğitim ve yetiştikleri çevreye bağlı olarak başlamış ve sürecin çeşitli aşamalarında tonajı ağırlaşan sözlerle açığa vurulmuştur. Ne demişlerdi geçmişte? “Tutturmuşlar laiklik elden gidecek diye. Yahu bu millet isterse laiklik elbette gidecek”, “Biz dini vicdanlardan ve mabetlerden çıkarıp hayat tarzı olarak görmek istiyoruz”, “İslam’a aykırı kanunlar kalkacak”, “Referansımız İslam”, “Elhamdülillah şeriatçıyız”, “Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik”, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir sözü koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır”, “Anayasa Mahkemesi’nin laiklik tanımıyla halkın laiklik anlayışı farklıdır” demişlerdi.
Bu sözleri söyleyenlerin laikliği asla kabul etmedikleri yeterince açıktır ve bu söylemler temel amacı ortaya koyması yönünden önemlidir. Asıl önemli olan da “Anayasa’yı sarhoşlar hazırladı” söylemidir. Bu söylem de anayasaya nasıl bakıldığını ve neden değiştirilmek istenildiğini tüm boyutlarıyla ortaya koymaktadır.
İktidara geldikten sonra da, temel amacı gerçekleştireceklerinin sinyali verilerek neler söylenmiştir, şimdi de onlara bakmak gerekir. Önce “Anayasa’da laikliğin tanımı yoktur” diyerek işe başlanmıştır. Tutmayınca, “Laiklik yeniden tanımlanmalıdır” denilmiş ve “Laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür” denilerek, bunun yolu, laikliği yok edecek biçimde gösterilmiştir. Türban ve imam hatipler konusunda, Anayasa ve yasa değişikliği yapmak dahil her türlü çaba gösterilmiştir. Yetmemiş, AKP için “kapatmama” kararı çıktıktan sonra da, “Artık bireyselliğin öne çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. Kimse kimsenin hayat tarzına karışmamalı” denilmiştir; sanki özel yaşama karışan varmış gibi. Ve çağdaş demokrasilerde, bireyselliğin öne çıkmasının, devlet rejimine yönelik haklar içermediğini görmezden gelerek.
Söylemler bunlarla da sınırlı kalmamıştır. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, AKP Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu, Reuters’e verdiği demeçte “Laiklik yeniden yorumlanmalıdır”; Sayın Başbakan Almanya’ya giderken, “Çocuklardan başlayarak her kademe eğitimde türbanlı öğrenim hakkının üzerine, kamu erkinin kullanılacağı tüm alanlarda, mesleklerde türbanlı kadın çalışabilmelidir” açıklamasını yapmışlardır. Sayın Cumhurbaşkanı da, bu öngörüleri derhal yaşama geçirmiş, ilk kez 2010 yılında, Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nu “eşli” düzenlemeyi uygun görmüştür. TBMM Başkanı ise türbanın Meclis’te de tartışılması gerektiğini söyleyebilmiştir.
Sayın Başbakan, baştan beri söylediğimiz, ancak kendilerinin gizlemeye çalıştıkları gerçek niyetlerini sonunda açıklamış; Marmara Üniversitesi’nin 2010-2011 eğitim öğretim yılının açılış konuşmasında, “Farklı inanç gruplarının gerekirse kendi yargılamalarını yapmalarının mirasçılarıyız. İnşallah gelecekte yine böyle öncü bir rol üstleneceğiz” demiştir. Yani Sayın Başbakan ikili hukuk sisteminin muştusunu (!) vermiş; bunu pekiştirecek biçimde de, “demokratik açılım” kapsamında sivil toplum örgütleri ve “kadın örgütleri temsilcileri” karşısında “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söyleyebilmiştir.
İşte Anayasa’nın değiştirilmek istenilmesinin birinci nedeni bu söylemlerde yatan dünya görüşünün rejime egemen olmasını sağlamaktır. Çünkü 1961 Anayasası’nda olduğu gibi 1982 Anayasası’nda da laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin anladığı biçimiyle tanımlanmıştır. Hoşa gitmeyen bu tanımın yok edilmesiyle nelerin kaybedileceğini anlamak için, bugün yürürlükte bulunan kurallarda kısa bir gezinti yapılması yeterli olacaktır.
Önce Kurucu İrade’nin laikliği nasıl anladığını ortaya koymak gerekir. Kurucu İrade’ye göre laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması; dünya işlerinin, bu bağlamda devlet işlerinin din kurallarına değil, bilim ve aklın ışığında çağdaş ve uygar kurallara göre düzenlenmesi; dinin inanç bağlamında Tanrı ile kul arasında, vicdanlardaki kutsal yerinde kalması, devlet yaşamı kadar toplumsal yaşamın da din kuralları ile düzenlenmemesi, bunun denetlenmesi için devlete yetki verilmesi anlamına gelmektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik bir devlet olduğu” belirtilmiştir. Anayasa metnine dahil olan, Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten (m.2 ve 176) başlangıç bölümüne göre laiklik ilkesi, “kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmadığı” bir düzeni anlatmaktadır. 24. maddede bu düzen daha da ayrıntılı biçimde tanımlanmış ve “Devlet’in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayacağı” kurala bağlanmıştır. Maddede bununla da yetinilmemiş, “siyasal ya da kişisel çıkar sağlama amacıyla, dinin, din duygularının ve dince kutsal sayılan değerlerin kötüye kullanılması” yasaklanmıştır.
Öte yandan, anayasa geleneğimiz, Kurucu İrade’nin “çağdaş uygarlık” amacının ve onun temeli olan laiklik ilkesinin içeriğini 8 Devrim Yasası’nda belirlemiş ve bu yasaları Anayasa’nın 174. maddesinde koruma altına almıştır. Bu yasaların Anayasa’ya aykırılıklarının ileri sürülemeyeceğini vurgulayarak da, bir anlamda bu yasalara anayasal güç kazandırmıştır. Başka bir söyleyişle Devrim Yasaları, Kemalist Devrimi somutlaştıran kurallar içermektedir ve bu yasalar Kemalist Devrim’in varlık nedenidir.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Arkadaşlar, biz seçimden sonra yeni bir anayasa yapmak istiyoruz. Benim kişisel görüşümü sorarsanız, devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında, ötekilerin değiştirilmesi nitelikli çoğunlukla mümkündür” (Emin Çölaşan, Sözcü, 11.05.2011) söyleminin nedeni, Türkiye Cumhuriyeti’ni daha İslami bir yapıya kavuşturmayı hedefleyenlerin Anayasa’daki laiklik tanımından rahatsız olmaları ve bunu kaldırmak istemeleridir. İran ya da Libya’daki rejimin adı da cumhuriyettir. Anayasada eğer devlet rejiminin adı ile yetinilir ve niteliklerine tanımlayıcı biçimde yer verilmezse, cumhuriyet kavramının içeriği, kuşkusuz iktidardaki siyasal partinin dünya görüşüne göre doldurulmaya elverişli olur. Yapılmak istenen de budur.
Sayın Arınç, 4. Milletlerarası Risale-i Nur Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada da, “Milletin değer ve inançlarına karşı her zaman kulak tıkayan, milletin inançlarını hiçe sayan tek parti döneminin dayatmacı uzantıları, Said-i Nursi’nin şahsında milletin inancına savaş açmıştır” (Akşam.com, 22.05.2011) diyerek, laiklik yerine cemaat ve tarikat kültürünün egemen olmasını açık yüreklilikle savunmuştur. Yaklaşım baştan sona yanlıştır. Yüce Önder Atatürk’ün getirdiği rejimde ya da tek parti döneminde hiçbir zaman ulusun inancına savaş açılmamıştır. Tam tersine herkesin vicdanlardaki kutsal yerinde korunan inancı ve ibadeti, anayasa ile de koruma altına alınmış ve bireysel bazda kaldığı sürece saygı görmüştür. Açılan savaş, cemaat ve tarikatlar aracılığıyla dinin toplumsal yaşamı ve devleti yönetip yönlendirmesine engel olunması ile ilgilidir.
Milliyet gazetesi köşe yazarı Taha Akyol, laikliğin içinin boşaltılması amacını çok daha açık biçimde ortaya koymuştur. Sayın Akyol, 23 Nisan 2011 günlü Milliyet gazetesindeki köşesinde şöyle demektedir: “Yargısal tarafsızlık, hukuki kavramları ideolojik tanımlarla değil, evrensel anlamlarıyla uygulamak demektir. Cumhuriyet ve laiklik gibi temel kavramları, kurucuların anladığı gibi değil, bugün evrensel hukukun anladığı gibi yorumlamaktır.” Bu yaklaşım, din nasıl devlet işlerine karışmıyorsa, devlet de din işlerine karışmamalıdır düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sonu, din işlerinin cemaat ve tarikatlara bırakılmasına kadar gider. Dolayısıyla bu düşünce, cemaat ve tarikatların din yoluyla topluma egemen olmasını da hoş görmektedir.
Cemaatçilik, yurttaşlık kavramını yadsıdığı için demokrasi ile bağdaşmaz ve uygar bir siyasal sistemin oluşmasına izin vermez. Bu nedenledir ki, cemaat ve tarikatlar Devrim yasalarıyla yasaklanmıştır. Buna karşın, ne yazık ki, iktidar mensupları ve yandaşları ülkenin cemaat ve tarikatların yönetimine bırakılmasının sinyallerini vermekte; üzülerek belirtilmelidir ki, muhalefetteki kimi kişiler de, varlık nedenlerini unutarak bu yaklaşıma destek olmaktadırlar.
Oysa, Cumhuriyeti kuran irade, dinin toplumsal yaşama egemen olmaması ve bunun denetlenebilmesi için, Şeriat ve Evkaf Vekaletini kapatırken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Çünkü, kurucular, bu denetim olmazsa İslam dininin özelliği ve toplumu oluşturan bireylerin bağnazlığı nedeniyle din kurallarının toplumsal yaşama kolaylıkla karışabileceğini bilmektedirler.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de, kararlarında, “her ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması zorunlu bir sonuçtur” yargısına yer vererek, ülkelerin ve o ülkede geçerli dini koşulların, anayasalarda yer verilen laiklik ilkesinin içeriğini etkilediğini açıklıkla vurgulamaktadır. Yüksek Mahkeme’ye göre, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerinin koşulları ve isterleri, laiklik ilkesinin anayasalarda farklı içerikte olmasını gerektirmektedir. Çünkü İslami kurallar, yalnız fertlerin manevi yaşamını, yani inanç alanını değil, aynı zamanda toplum ilişkilerini, devlet etkinliklerini ve hukukunu da düzenlemiştir. Laiklik ilkesinin kabul edilmediği devirlerde din toplumsal yaşamın tüm alanlarına, devletin karar ve hareketlerine daima müdahale ederek egemen olmak istemiştir.
Yüksek Mahkeme, sonuç olarak, Kurucu İrade’nin yaklaşımına da uygun biçimde, ülkemiz yönünden şu yargıya varmaktadır: “Bu durumda, ülkemizde din hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlali, dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması, devletin laiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi anlamını taşımakta; Anayasanın temel ereklerini engelleme sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir tutumun ve sınırsız, denetimsiz bir din hürriyeti ve bağımsız bir dini örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yakın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu nedenlerle Anayasa koyucu, mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din hürriyeti anlayışının Anayasa’da kabul edilen laiklik düzeni ve ilkelerine uygun görmemiştir.”
(Anayasa Mahkemesi kararları; 1971/76, 1983/2, 1986/26, 1989/12, 1991/8, 1998/1, 2011/2)
İşte, AKP iktidarının, 12 Haziran seçimlerinden sonra yeterli sayıyı bulması durumunda yeni anayasa bahanesiyle yok etmek istediği laiklik, yukarıda yer verilen tanım ve içerikteki laikliktir. 12 Haziran seçimleri “Laik Cumhuriyet’in” yeniden canlanıp sürdürülmesi, ya da tümüyle yok olması tercihinin oylandığı bir seçim olacaktır.
Bülent Serim
Odatv.com
KaynaK
Yüksek Mahkeme Başkanı konuşmasının devamında, söylemek istediğini daha net biçimde ortaya koymuş, “Toplumumuzun son yıllarda siyasi, ekonomik, sosyal ve demokratik alanlarda kaydettiği gelişmeler, ülkeyi koruma ve kollama konusunda olağanüstü kurtarıcılara yönelik çağrı dönemini kapatmıştır” diyerek, Cumhuriyet’in korumasız kalmasının mutluluğunu yansıtmıştır. (Cumhuriyet, 26.04.2011)
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı, siyasal iktidarın önde gelen ismi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç desteklemiş; seçim gezisi nedeniyle Bitlis’in Güroymak ilçesinde yaptığı konuşmada, “Bizi kardeş yapan Müslümanlıktır, laiklik değil” diyebilmiştir. (Aydınlık, 11.05.2011) Bu söylem, “Bu toplumun çimentosu İslam’dır” sözünün anımsanmasına neden olmuştur. Yine bu söylem, laikliğe karşı önyargılı olmayan herkesin, ulusal birliğin temelinin laiklik olduğunda birleşmesine karşın yapılmıştır.
Yüksek Mahkeme Başkanı ve Başbakan Yardımcısı, edebiyat dünyasından da destek bulmuştur. Amerikan PBS televizyonunda Charlie Rose’un sorularını yanıtlayan Orhan Pamuk, “Türkiye’de laikliğin gerilediğini düşünmediğini”, “Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine ihanet edildiği düşüncesinde olmadığını” belirtebilmiştir. Bununla da yetinmemiş, AKP’nin daha dindar politikacılardan kurulu bir parti olduğunu vurguladıktan sonra, “Ülke daha dindar bir hale gelmiyor. Bundan 15-20 yıl önce sokakta içki içen insan göremezdiniz… başörtülü kadın sayısının fazla olmasının bu konuda bir kriter olmaması gerekir” diyebilmiştir. (Cumhuriyet, 15.05.2011)
Yaşamının önemli bir bölümünü yurt dışında geçiren, yurtta olduğu süre içinde “fildişi kulede” yaşayan, yazılı ve görsel basında da yalnızca istediklerini görenlerin Türkiye’deki gelişmeler konusunda “ahkâm kesme”ye çalışmalarının tipik bir örneğini oluşturmaktadır bu söylemler.
Bunu söyleyenlerin ülkemizde son 9 yılda yaşanan dinci gelişmelerden haberi yoktur. Üstelik gelişme olarak nitelediğimiz olaylar artık “münferit” savunmasının çok üstüne çıkmış, binlerce örneğiyle toplumsal dönüşüme neden olmuş, hatta yöneticilerin çok açık söylemi durumuna gelmiştir.
Yukarıdaki sözleri söyleyenlerin; Antalya sahilinde bira içenlere ceza verildiğinden, sokaktaki insanlara alkol testi yapıldığından, satıcılara içki ruhsatı verilmediğinden, içki satanların tacize ve kaba kuvvete muhatap olduklarından, Anadolu’nun bir çok kentinde içkili lokantalar için “kırmızı noktalar” oluşturulduğundan, hatta bu kentlerde içki satmanın cesaret gerektirmesinden, lokantaların vitrinlerini “burada içki içilen bardak kullanılmamaktadır” içerikli tabelaların süslediğinden, evlenme yaşı kimi durumlarda 15, reşit olma yaşı 18, meslek sahibi olma yaşı 22 iken, 24 yaşına kadar olan gençlere içki satılmaması için kural getirildiğinden, Başbakan’ın “tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek içki içmeyi kötülediğinden, kamu tesislerinin kimilerinde içki içmenin yasaklandığından, içenlerin zorunlu olarak kapalı yerleri yeğlediklerinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin; Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında türbanın siyasal İslam’ın bayrağı olduğunun belirtilmesinden, başka bir anlatımla İslami rejimin siyasal simgesi olarak kabul edildiğinden, bu siyasal iktidar döneminde başını örtenlerin dört kat arttığından, devletten ihale almak için eşinin başının kapalı olmasını koşul gören iktidara mensup siyasetçilerin açıklamalarından, kamu görevine girebilmek ve yükselebilmek için eşinin türbanlı olmasının liyakat yerine geçen ölçüt durumuna geldiğinden, vali, rektör, dekan, emniyet görevlisi hatta yargıç ve savcı atamalarında bu ölçütün esas alındığından, rektör atanabilmek için “Türbana Özgürlük Bildirisi”ni imzalamanın koşul olduğundan, yasak olmasına karşın iktidarın kamu kurumlarında türbana göz yumduğundan, artık türbanlıların TBMM çatısı altında olması gerektiğini açıklayanlardan, kamu görevlerinin cemaat ve tarikat mensuplarınca istila edildiğinden, ilahiyat ve imam hatip çıkışlı olmayanlara neredeyse yaşam hakkı verilmediğinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin; eğitimde Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin en önemli ilkesi olan öğretim birliği ve laik eğitimin yok edilmek için çalışıldığından, ilk ve orta öğretim ders kitaplarından Atatürkçülüğün silinip yerine yaradılış kuramına uygun söylemlerin geçirildiğinden, okullara önerilecek kitaplar konusunda Talim Terbiye Kurulu kararı alınma zorunluluğunun kaldırıldığından, imam hatip lisesi mezunlarının tüm yükseköğretim programlarına girebilmelerini sağlamak için katsayı farkının yok edildiğinden, tüm liselerin nitelik olarak imam hatip lisesi durumuna getirilme projesinden, imam hatip müfredatı ile oynanarak bu liselerin genel lise durumuna getirildiğinden, öğrencilerin otobüslerle toplu halde Cuma namazına götürüldüğünden, ortaöğretim kurumlarına mescitler açıldığından, türbanlı öğrencilerin ilköğretimde verdiği mücadelenin hoşgörü ile karşılandığından, ilahiyat fakülteleri okul ve kontenjan sayılarının gereksinimin çok üzerine çıkarıldığından, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, özellikle milli eğitime imam transferi yapıldığından, okul müdürlerinin din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri arasından seçildiğinden haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin, cemaat ve tarikatların, Devrim Yasaları’na aykırı olmasına karşın nasıl açıkça etkinlik ve uygulama yaptıklarından; muhalefete mensup siyasilerin bile tekke ve zaviyelerin yeniden serbestçe etkinlik göstermelerini savunduklarından haberleri yoktur.
Bunu söyleyenlerin toplumun nasıl bağnazlaştırıldığından, siyasal iktidardan güç alarak yaratılan toplumsal baskı yüzünden, istemeyenlerin bile İslami yaşama ayak uydurma zorunluluğu duyumsamasından haberleri yoktur.
Bilinmelidir ki, 12 Haziran seçimleri, karşıdevrim amacıyla yapılanları az bulup “yola devam” denilmesi ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin yeniden egemen olması için bir dönüm oluşturacaktır.
Bülent Serim
Odatv.com
2.Yazı
SEÇİM SONRASI NASIL BİR ANAYASA PLANLANIYOR
Dokuz yıldır ülkeyi yöneten siyasal iktidarın temel amacının Türkiye Cumhuriyeti’ni daha İslami bir yapıya büründürmek olduğu yıllardır söylenmektedir. Hoşa giden ya da gitmeyen diğer tüm projeler, bu ana amacı gerçekleştirmeye yönelik olduğu için, değerlendirmelerin buna göre yapılması gerekir. Bu ana projeye başlangıçta, ABD’nin de isteği üzerine “Ilımlı İslam” denilmiştir. Ancak devlet gücü ele geçirildikten sonra ülkeyi yönetenler, doğruyu söylemeye başlamış ve “İslam’ın ılımlısı olmaz” deyip, gerçek amacı apaçık ortaya koymuşlardır. Çünkü dinin kuralları vardır ve bu kuralların devlet yönetimine egemen kılındığı rejimin adı “şeriat devleti”dir.
Yeni siyasal çizgilerini “muhafazakar demokrat” diye tanımlayanların, muhafazakarlıklarına hangi ideolojinin temel olduğuna bakılması gerekir. Eğer bu tanım, “daha İslami bir yapı” temelli ise (ki öyle olduğu kendi söylemleriyle ortaya konulmuştur), Sayın Başbakan’ın dediği gibi “İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmayacağına” göre, Atatürkçü Cumhuriyet’in, önünde sonunda “İslami Cumhuriyet” ya da “şeriat devleti”ne dönüşmesi kaçınılmazdır. Bunun önündeki en büyük engel ise laikliktir.
Ülkemizi yöneten siyasal kadronun laiklikle ilgili sorunları, aldıkları eğitim ve yetiştikleri çevreye bağlı olarak başlamış ve sürecin çeşitli aşamalarında tonajı ağırlaşan sözlerle açığa vurulmuştur. Ne demişlerdi geçmişte? “Tutturmuşlar laiklik elden gidecek diye. Yahu bu millet isterse laiklik elbette gidecek”, “Biz dini vicdanlardan ve mabetlerden çıkarıp hayat tarzı olarak görmek istiyoruz”, “İslam’a aykırı kanunlar kalkacak”, “Referansımız İslam”, “Elhamdülillah şeriatçıyız”, “Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik”, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir sözü koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır”, “Anayasa Mahkemesi’nin laiklik tanımıyla halkın laiklik anlayışı farklıdır” demişlerdi.
Bu sözleri söyleyenlerin laikliği asla kabul etmedikleri yeterince açıktır ve bu söylemler temel amacı ortaya koyması yönünden önemlidir. Asıl önemli olan da “Anayasa’yı sarhoşlar hazırladı” söylemidir. Bu söylem de anayasaya nasıl bakıldığını ve neden değiştirilmek istenildiğini tüm boyutlarıyla ortaya koymaktadır.
İktidara geldikten sonra da, temel amacı gerçekleştireceklerinin sinyali verilerek neler söylenmiştir, şimdi de onlara bakmak gerekir. Önce “Anayasa’da laikliğin tanımı yoktur” diyerek işe başlanmıştır. Tutmayınca, “Laiklik yeniden tanımlanmalıdır” denilmiş ve “Laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür” denilerek, bunun yolu, laikliği yok edecek biçimde gösterilmiştir. Türban ve imam hatipler konusunda, Anayasa ve yasa değişikliği yapmak dahil her türlü çaba gösterilmiştir. Yetmemiş, AKP için “kapatmama” kararı çıktıktan sonra da, “Artık bireyselliğin öne çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. Kimse kimsenin hayat tarzına karışmamalı” denilmiştir; sanki özel yaşama karışan varmış gibi. Ve çağdaş demokrasilerde, bireyselliğin öne çıkmasının, devlet rejimine yönelik haklar içermediğini görmezden gelerek.
Söylemler bunlarla da sınırlı kalmamıştır. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, AKP Milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu, Reuters’e verdiği demeçte “Laiklik yeniden yorumlanmalıdır”; Sayın Başbakan Almanya’ya giderken, “Çocuklardan başlayarak her kademe eğitimde türbanlı öğrenim hakkının üzerine, kamu erkinin kullanılacağı tüm alanlarda, mesleklerde türbanlı kadın çalışabilmelidir” açıklamasını yapmışlardır. Sayın Cumhurbaşkanı da, bu öngörüleri derhal yaşama geçirmiş, ilk kez 2010 yılında, Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nu “eşli” düzenlemeyi uygun görmüştür. TBMM Başkanı ise türbanın Meclis’te de tartışılması gerektiğini söyleyebilmiştir.
Sayın Başbakan, baştan beri söylediğimiz, ancak kendilerinin gizlemeye çalıştıkları gerçek niyetlerini sonunda açıklamış; Marmara Üniversitesi’nin 2010-2011 eğitim öğretim yılının açılış konuşmasında, “Farklı inanç gruplarının gerekirse kendi yargılamalarını yapmalarının mirasçılarıyız. İnşallah gelecekte yine böyle öncü bir rol üstleneceğiz” demiştir. Yani Sayın Başbakan ikili hukuk sisteminin muştusunu (!) vermiş; bunu pekiştirecek biçimde de, “demokratik açılım” kapsamında sivil toplum örgütleri ve “kadın örgütleri temsilcileri” karşısında “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söyleyebilmiştir.
İşte Anayasa’nın değiştirilmek istenilmesinin birinci nedeni bu söylemlerde yatan dünya görüşünün rejime egemen olmasını sağlamaktır. Çünkü 1961 Anayasası’nda olduğu gibi 1982 Anayasası’nda da laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin anladığı biçimiyle tanımlanmıştır. Hoşa gitmeyen bu tanımın yok edilmesiyle nelerin kaybedileceğini anlamak için, bugün yürürlükte bulunan kurallarda kısa bir gezinti yapılması yeterli olacaktır.
Önce Kurucu İrade’nin laikliği nasıl anladığını ortaya koymak gerekir. Kurucu İrade’ye göre laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması; dünya işlerinin, bu bağlamda devlet işlerinin din kurallarına değil, bilim ve aklın ışığında çağdaş ve uygar kurallara göre düzenlenmesi; dinin inanç bağlamında Tanrı ile kul arasında, vicdanlardaki kutsal yerinde kalması, devlet yaşamı kadar toplumsal yaşamın da din kuralları ile düzenlenmemesi, bunun denetlenmesi için devlete yetki verilmesi anlamına gelmektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik bir devlet olduğu” belirtilmiştir. Anayasa metnine dahil olan, Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten (m.2 ve 176) başlangıç bölümüne göre laiklik ilkesi, “kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmadığı” bir düzeni anlatmaktadır. 24. maddede bu düzen daha da ayrıntılı biçimde tanımlanmış ve “Devlet’in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayacağı” kurala bağlanmıştır. Maddede bununla da yetinilmemiş, “siyasal ya da kişisel çıkar sağlama amacıyla, dinin, din duygularının ve dince kutsal sayılan değerlerin kötüye kullanılması” yasaklanmıştır.
Öte yandan, anayasa geleneğimiz, Kurucu İrade’nin “çağdaş uygarlık” amacının ve onun temeli olan laiklik ilkesinin içeriğini 8 Devrim Yasası’nda belirlemiş ve bu yasaları Anayasa’nın 174. maddesinde koruma altına almıştır. Bu yasaların Anayasa’ya aykırılıklarının ileri sürülemeyeceğini vurgulayarak da, bir anlamda bu yasalara anayasal güç kazandırmıştır. Başka bir söyleyişle Devrim Yasaları, Kemalist Devrimi somutlaştıran kurallar içermektedir ve bu yasalar Kemalist Devrim’in varlık nedenidir.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Arkadaşlar, biz seçimden sonra yeni bir anayasa yapmak istiyoruz. Benim kişisel görüşümü sorarsanız, devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında, ötekilerin değiştirilmesi nitelikli çoğunlukla mümkündür” (Emin Çölaşan, Sözcü, 11.05.2011) söyleminin nedeni, Türkiye Cumhuriyeti’ni daha İslami bir yapıya kavuşturmayı hedefleyenlerin Anayasa’daki laiklik tanımından rahatsız olmaları ve bunu kaldırmak istemeleridir. İran ya da Libya’daki rejimin adı da cumhuriyettir. Anayasada eğer devlet rejiminin adı ile yetinilir ve niteliklerine tanımlayıcı biçimde yer verilmezse, cumhuriyet kavramının içeriği, kuşkusuz iktidardaki siyasal partinin dünya görüşüne göre doldurulmaya elverişli olur. Yapılmak istenen de budur.
Sayın Arınç, 4. Milletlerarası Risale-i Nur Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada da, “Milletin değer ve inançlarına karşı her zaman kulak tıkayan, milletin inançlarını hiçe sayan tek parti döneminin dayatmacı uzantıları, Said-i Nursi’nin şahsında milletin inancına savaş açmıştır” (Akşam.com, 22.05.2011) diyerek, laiklik yerine cemaat ve tarikat kültürünün egemen olmasını açık yüreklilikle savunmuştur. Yaklaşım baştan sona yanlıştır. Yüce Önder Atatürk’ün getirdiği rejimde ya da tek parti döneminde hiçbir zaman ulusun inancına savaş açılmamıştır. Tam tersine herkesin vicdanlardaki kutsal yerinde korunan inancı ve ibadeti, anayasa ile de koruma altına alınmış ve bireysel bazda kaldığı sürece saygı görmüştür. Açılan savaş, cemaat ve tarikatlar aracılığıyla dinin toplumsal yaşamı ve devleti yönetip yönlendirmesine engel olunması ile ilgilidir.
Milliyet gazetesi köşe yazarı Taha Akyol, laikliğin içinin boşaltılması amacını çok daha açık biçimde ortaya koymuştur. Sayın Akyol, 23 Nisan 2011 günlü Milliyet gazetesindeki köşesinde şöyle demektedir: “Yargısal tarafsızlık, hukuki kavramları ideolojik tanımlarla değil, evrensel anlamlarıyla uygulamak demektir. Cumhuriyet ve laiklik gibi temel kavramları, kurucuların anladığı gibi değil, bugün evrensel hukukun anladığı gibi yorumlamaktır.” Bu yaklaşım, din nasıl devlet işlerine karışmıyorsa, devlet de din işlerine karışmamalıdır düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sonu, din işlerinin cemaat ve tarikatlara bırakılmasına kadar gider. Dolayısıyla bu düşünce, cemaat ve tarikatların din yoluyla topluma egemen olmasını da hoş görmektedir.
Cemaatçilik, yurttaşlık kavramını yadsıdığı için demokrasi ile bağdaşmaz ve uygar bir siyasal sistemin oluşmasına izin vermez. Bu nedenledir ki, cemaat ve tarikatlar Devrim yasalarıyla yasaklanmıştır. Buna karşın, ne yazık ki, iktidar mensupları ve yandaşları ülkenin cemaat ve tarikatların yönetimine bırakılmasının sinyallerini vermekte; üzülerek belirtilmelidir ki, muhalefetteki kimi kişiler de, varlık nedenlerini unutarak bu yaklaşıma destek olmaktadırlar.
Oysa, Cumhuriyeti kuran irade, dinin toplumsal yaşama egemen olmaması ve bunun denetlenebilmesi için, Şeriat ve Evkaf Vekaletini kapatırken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Çünkü, kurucular, bu denetim olmazsa İslam dininin özelliği ve toplumu oluşturan bireylerin bağnazlığı nedeniyle din kurallarının toplumsal yaşama kolaylıkla karışabileceğini bilmektedirler.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de, kararlarında, “her ülkenin içinde bulunduğu ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması zorunlu bir sonuçtur” yargısına yer vererek, ülkelerin ve o ülkede geçerli dini koşulların, anayasalarda yer verilen laiklik ilkesinin içeriğini etkilediğini açıklıkla vurgulamaktadır. Yüksek Mahkeme’ye göre, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerinin koşulları ve isterleri, laiklik ilkesinin anayasalarda farklı içerikte olmasını gerektirmektedir. Çünkü İslami kurallar, yalnız fertlerin manevi yaşamını, yani inanç alanını değil, aynı zamanda toplum ilişkilerini, devlet etkinliklerini ve hukukunu da düzenlemiştir. Laiklik ilkesinin kabul edilmediği devirlerde din toplumsal yaşamın tüm alanlarına, devletin karar ve hareketlerine daima müdahale ederek egemen olmak istemiştir.
Yüksek Mahkeme, sonuç olarak, Kurucu İrade’nin yaklaşımına da uygun biçimde, ülkemiz yönünden şu yargıya varmaktadır: “Bu durumda, ülkemizde din hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlali, dinin sömürülmesi ve kötüye kullanılması, devletin laiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi anlamını taşımakta; Anayasanın temel ereklerini engelleme sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir tutumun ve sınırsız, denetimsiz bir din hürriyeti ve bağımsız bir dini örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yakın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu nedenlerle Anayasa koyucu, mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din hürriyeti anlayışının Anayasa’da kabul edilen laiklik düzeni ve ilkelerine uygun görmemiştir.”
(Anayasa Mahkemesi kararları; 1971/76, 1983/2, 1986/26, 1989/12, 1991/8, 1998/1, 2011/2)
İşte, AKP iktidarının, 12 Haziran seçimlerinden sonra yeterli sayıyı bulması durumunda yeni anayasa bahanesiyle yok etmek istediği laiklik, yukarıda yer verilen tanım ve içerikteki laikliktir. 12 Haziran seçimleri “Laik Cumhuriyet’in” yeniden canlanıp sürdürülmesi, ya da tümüyle yok olması tercihinin oylandığı bir seçim olacaktır.
Bülent Serim
Odatv.com
KaynaK