- Katılım
- 16 Ocak 2007
- Mesajlar
- 6,658
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 36

Kuran'da "Kadınları Dövün" Buyruğu Yok
Cengiz ÖZAKINCI
Cumhuriyet gazetesi, Haziran 1991'de Oral Çalışlar'ın "İslam ve Kadın" başlıklı yazı dizisini yayımlamaya başlamıştı. Oral Çalışlar, bu yazı dizisinde Müslümanlığın kadınlara ilişkin yaklaşımını eleştiriyor; Kuran'dan birtakım alıntılar aktarıyor; alıntılar üzerinde birtakım yorumlar yapıyor; yargılar veriyordu ve yargılarının bilimsel olduğunu vurguluyordu. Ben de gazeteye aşağıdaki yazımı göndererek, dinin dille olan ilişkisini gözler önüne serdim ve olayın bilimsellik boyutuna katkıda bulundum. Yazım, 20.06.1991 günü Cumhuriyet gazetesinde kısaltılarak yayımlanmıştı. Şimdi tümünü yayımlıyorum:
Oral Çalışlar, Cumhuriyet'te yayımlanmakta olan "İslam ve Kadın" başlıklı yazı dizisine şöyle başladı:
"Kuran'dan yapacağımız alıntıları, anlaşılırlık durumuna göre bazen Okat yayınlarının çevirisinden, bazen Milliyet yayınlarının çevirisinden yapacağız."
Oral Çalışlar'ın alıntıladığı ayetlerin kimilerinin çevirisini Okat yayınlarından, kimilerinin çevirisini de Milliyet yayınlarından aktarma gerekçesi "anlaşılırlık"tır. Oysa Çalışlar'ın bu gerekçesi bilimsel değildir. Herhangi bir çevirinin dilinin anlaşılır olup olmaması bir şey, o çevirinin Arapça metne uygun olup olmaması başka bir şeydir. Cumhuriyet döneminde yayımlanmış otuzu aşkın Kuran çevirisi vardır. Bu çevirilerin çoğunun Türkçeleri sözlük yardımıyla "anlaşılır gibi" olmasına karşın, kimi ayetlere verdikleri anlamlar birbirine çok aykırıdır. Şöyle ki:
1- Ali Bulaç’ın “Harutla Maruta indirileni öğretiyorlardı” diye çevirdiği bir ayeti, Osman Keskioğlu; “Haruta ve Maruta bir şey indirilmemişti” diye çevirmiştir. (Bakara 102)
2- Ali Bulaç’ın “Allah size minnet etmektedir” diye çevirdiği bir ayeti, Osman Keskioğlu “Sizin Allah’a minnettar olmanız gerekir” diye çevirmiştir. (Hucurat 17)
3- Pek çok çevirmenin “İnkar edenlerin durumu” diye çevirdikleri bir ayeti, Süleyman Ateş “İnkar edenleri (hakka çağıranın) durumu” diye çevirmiş; böylece parantez kullanma sanatında yepyeni bir çağır açmıştır. (Bakara 171)
Kur’an çevirilerindeki birbirine uymazlıkların, tersliklerin eksiksiz bir dizini çıkartılacak olsa, ayrı bir kitap olabilecek denli çoktur.
Demek ki, bir Kuran eleştirmeni, Kuran çevirilerinden alıntılar yapıyorken, o çevirinin Türkçesinin, dilinin akıcı, düzgün, “anlaşılır” olup olmadığına bakmaktan öte, o çevirinin Kuran'ın Arapçasına uygun olup olmadığını “bilmek” ile yükümlüdür.
Oral Çalışlar’ın yazı dizisinde alıntı olarak verdiği çevirilerin Kuran’ın Arapçasına upuygun olup olmadığı, çünkü Arapça bilmediği görülmektedir. Arapça bilmeden Kuran’ı eleştirmek, Almanca bilmeden Marx’ın Kapital’ini eleştirmek gibi bilimselliğe aykırı bir tutumdur. Fransızca bilmeden Baudelaire’i eleştirmeye kalkanlara anında öfkeyle karşı çıkan aydınlarımız, Kuran’ı Arapça bilmeden eleştirenlere niçin alkış tutarlar, anlayabilmiş değiliz.
Oral Çalışlar, Müslümanlıkta kadınlara katı davranmanın bir Tanrı buyruğu olduğu savını kanıtlamak üzere, Kuran çevirilerinden “kadınların örtünmesi” ve “kadınların dövülmesi” konusuyla ilgili olanları alıntı olarak verdi. Gelgelelim Çalışlar, eğer çevirilerini alıntı olarak verdiği bu ayetlerin Arapça metnine bir göz atabilseydi, dilimize “dövün” diye çevrilen Arapça sözcük ile “örtün” diye çevrilen Arapça sözcüğün aynı olduğunu şaşkınlıkla görür ve bilimsel kuşkuculukla; “Kuran’da geçen aynı bir Arapça sözcük, nasıl olup da bir ayette “dövmek”, bir başka ayette “örtmek” diye anlamlandırılabiliyor?” diye sorardı.
Evet, çevirmenlerin bir ayette “örtün” diye çevirdikleri sözcük ile bir başka ayette “dövün” diye çevirdikleri sözcük, Kuran’ın Arapçasında aynı sözcüktür. D-R-B.
Kuran’da 58 yerde karşımıza çıkan D-R-B sözcüğüne çevirmenler neredeyse her ayette başka bir anlam veriyorlar. Kimi yerde yola “çıkmak”, kimi yerde boyun “vurmak”, kimi yerde karanlığa “bürümek”, kimi yerde parmakları “doğramak”, kimi yerde örnek “vermek”, kimi yerde verilen bir şeyi geri “almak”, konulan bir şeyi “Kaldırmak”, birini “dövmek”, birini “yatırmak”, “uyutmak”, “örtmek” ve daha pek çok birbirine uymaz anlamların hepsi aynı sözcüğe, Kuran’daki D-R-B sözcüğüne yüklenmiştir. Örneğin Kuran’da geçen “Kulakların üzerine D-R-B etmek” kimi çevirmenlerce; “Kulaklarının üzerine yatırıp uyutmak”, diye anlamlandırılırken, kimilerince; “Kulaklarının üzerine vurmak”, diye çevrilmektedir. “Bu nasıl böyle olabilir?” diye sorulduğunda: “Tümcenin gelişine göre (Arapça deyimle “siyak”ına göre) uygun bir anlam yakıştırıldığı” söylenmekte! Yani, “Arapça değil mi? Uydur uydur söyle!”
Çevirmenlerin ve yorumcuların büyük bir çoğunluğunun; “O kadınları dövün” diye çevirdikleri ayette de karşımıza çıkan bu D-R-B sözcüğü hakkında, 1050 yıllarında yazılmış bir Arapça sözlük ki tüm İslam bilginleri kaynak olarak benimsemişlerdir- şöyle der:
D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır. (Bkz: Ragıb el Müfredat)
Yine tüm İslam bilginlerinin kaynak olarak benimsedikleri Firuzabadi’nin 1450 yıllarında yazdığı büyük sözlüğünde de aynen şöyle söylenir:
D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır.
Evet, bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda bilginler arasında “ihtilaf”, yani uyuşmazlık vardır; gelgelelim bu sözcüğü “dövün” diye çeviren hiçbir çevirmen, hiç değilse bir açıklama koyarak: “Bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda kesinlik bulunmadığını, bu nedenle “dövün” diye yakıştırılan Türkçe anlamın doğru olmayabileceğini” belirtmek gereğini duymamış; sanki bu sözcüğün “dövmek” anlamı kesinmiş gibi, hepsi de ağız birliği ederek “dövün” diye çevirmişlerdir. İlginç olan bu çevirmenlerin tümünün de erkek olmasıdır. Yalnız kimi çevirmenler, bir parantez açarak “acıtmadan, azıcık) dövün” diye çevirmişlerdir. Oysa Kuran'ın Arapçasında “acıtmadan”, “azıcık” gibi uyarılar bulunmamaktadır.
Eğer “D-R-B” sözcüğü “acıtmadan, azıcık dövmek” anlamına geliyor ise, aynı sözcük, aynı kipte, bir başka ayette (Enfal, 12) niçin “Hiç acımadan parmaklarını doğrayın” anlamına gelsin?
Evet, Kuran’da “O kadınları D-R-B edin” diye bir buyruk gerçekten de vardır; ancak bunun “O kadınları dövün” mü, “yatırın” mı, gönderin” mi, “yollayın” mı, “doğrayın” mı, “atın” mı, yoksa “örnekleyin” mi anlamına geldiği “ihtilaflı”dır, tartışmalıdır. Çünkü Arapça’da “kitap D-R-B etmek”; kitap yayımlamak, piyasaya kitap çıkartmak anlamına gelir. “Para D-R-B etmek”; dolaşıma para sürmek, tedavüle sokmak anlamına gelir. Arapça’da “D-R-B’ül evvel” deyimi, ilk yaratıklar, anlamına gelir. Arapça’da iki insanın birbirleriyle D-R-B’laşması, dövüşmeleri anlamına gelmez, tersine, birbirleriyle ortak olup bir işletme kurmaları anlamına gelir. Birinin kendi parasını D-R-B ettiği ortaklıklara da Arapça’da “D-R-B”laşma (Mudaraba) adı verilir. Öyleyse Kuran’da geçen “O kadınları D-R-B edin” tümcesi, nasıl olup da “dövün” demek olabilir? Arapça’da çadır D-R-B etmek”; çadır “kurmak” anlamına gelir; yoksa çadırı “dövmek” değil.
Kuran eleştirmenlerinin tümü gibi, Oral Çalışlar da içinde D-R-B sözcüğü geçen ve biri “örtmek”, diğeri “dövmek” diye çevrilen iki ayeti alıntı olarak kullanmıştır. Müslümanların D-R-B sözcüğünün bu ayetlerde “dövün” anlamına geldiğine inanmaları başka şey, Oral Çalışlar’ın bu Arapça sözcüğün alıntıladığı ayetlerde çevirilerde verilen anlama gelip gelmediği üzerindeki kendi yargısı başka şeydir. Oral Çalışlar, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bilimselliğe dayandığını söyleyen bir araştırmacı olarak, bilim erdemini, bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmamalıydı. Oysa o, Müslümanların doğru kabul ettikleri çevirilerin gerçekten de doğru olduğuna inanıyor; ölümünden üç yüz yıl sonra yazılıp Muhammed’e aittir denilen sözlerin (hadislerin) gerçekten de ona ait olduğunu, bilimsel kuşkuculuktan yoksun çoğu Müslümanlar gibi, bilimsel sosyalist Oral Çalışlar da kabul ediyor ve tıpkı Müslümanlar gibi Oral Çalışlar da bunlara inanabilmek için bilimsel nitelikte somut kanıtlar aramıyor. Yazısının bir yerinde şöyle diyor:
Cehennemdekilerin çoğu kadınlar. Bu sözler Muhammed’e aittir. Kimse aksini iddia edemez. Çünkü tüm İslam kaynakları bu sözlerden alıntı yapıyorlar.
Nasıl hiçbir bilgin, Tanrı’nın elçisi Muhammed yaşarken yazıya geçirilmemiş olan ve ancak onun ölümünün üzerinden üç yüz yıl geçtikten sonra birileri tarafından yazılıp Muhammed’e aittir denilen bu gibi sözlerin, gerçekten de ona ait olduğunu söyleyemezse; kendisine bilimselliği dayanak aldığını savlayan Oral Çalışlar’ın bu us yürütmesinin de bilim erdeminde yeri yoktur. Çünkü, bir sözün çok yayılmış olması, o sözün o kişi tarafından söylendiğinin bilimsel anlamda kanıtı değildir. Galilei’nin yüzyıllardır bilim adamlarınca anlatıla anlatıla bitirilemeyen şu ünlü Pisa Kulesi deneyinin, araştırıldığında uydurma çıkması, buna güzel bir örnektir. Ders kitaplarında bile yer aldığı için doğruluğuna yüz yıllarca bilginler dahil herkesçe inanılan ünlü Pisa Kulesi deneyi öyküsü şöyledir: Galilei bilimde deneyciliği başlatan bilgindir. Ondan önceki bilginler deneyci değildirler. Galilei’nin bilimde deneyciliği başlatışı şöyle olmuştur. Galilei, nesnelerin düşme hızlarında onların ağırlıklarının başka başka oluşlarının bir etkisi olmadığını savlamış. Bütün bilginler onun bu savına karşı çıkmışlar. O da tutup hepsini Pisa Kulesi’ne çağırmış. Gelmişler. Galilei Pisa Kulesi’nin tepesine çıkmış ve ağırlıkları başka olan iki nesneyi kulenin tepesinden aynı anda bırakmış. Nesneler yere aynı anda çarpmışlar. Böylece nesnelerin üşüş hızında ağırlıklarının etkisinin bulunmadığı deneyle kanıtlanmış. Bu, bilimde deneyciliği başlatan ilk deneymiş. Bu öykü böylece yayılmış, ders kitaplarına girmiş, yüz yıllar boyu herkes bu anlatılanı doğru bellemiş. Gelgelelim bu anlatının doğru olmadığı bu öyküdeki deneyi yeniden yapan bilginlerce ortaya çıkarılmış bulunuyor. Galilei, yüz yıllarca gerçek diye anlatılan o ünlü Pisa Kulesi deneyini hiç yapmamıştır. Eğer yapsaydı, yanılan kendisi olacaktı. Çünkü Pisa Kulesi’nden bırakılan ağırlıkları başka iki nesne yere aynı anda düşmüyor, bu deneyle saptandı. Ayrıca, bu denli ünlü ve çağ değiştirici olduğu savlanan bir deneyin Galilei’nin yazdıkları içerisinde sözü bile edilmemiş. Demek ki, kimi bilim tarihçileri, bir bilimsel deney öyküsü uydurup bunu Galilei’ye mal ederek yüz yıllarca tüm insanlığı Galilei’nin böyle bir deney yaptığına inandırmışlardır. (Bkz: Alexandre Koyre, Yeniçağ biliminin doğuşu, Ara y. 1989, s. 159, v.s.) Bu nasıl olabiliyor? Çünkü insan bir yönüyle de “Hadis uyduran hayvan”dır. Tarihte önemli işler başaran insanların ölümlerinin ardından, onlara mal edilen çok şeyler uydurulmuş, kimi uydurarak yüceltmeye, kimi uydurarak karalamaya çalışmıştır. Sağduyulu insanlara düşen, bir insanın ölümünden üç yüz yıl sonra onun hakkında ona atfedilen şeyleri somut belge ve bulgularla kanıtlanmadıkça ona ait saymamaktır.
Kuran eleştirisi, din eleştirisi, inanç eleştirisi yaparken, bilimselliğin sınırları içinde kalmak gerekir. Bilimsellik savında bulunan Oral Çalışların yargıları:
1- Türkçe Kuran çevirileri içerisinden, Arapçasına uygunluğunu kendisinin bilmediği alıntılara,
2- Hadislerden, gerçekten de Muhammed’e ait olduğunu bilemeyeceği alıntılara dayandırılmıştır.
Bu nedenle bilimsel bir çalışmanın ürünü değildirler.
Müslümanlıkta Kuran’ın doğru anlaşılması, çok erken dönemlerde ortaya çıkmış önemli bir sorundur. Bu yalnızca bir dil ve çeviri sorunu olmaktan da ötedir. Örneğin Kuran’da geçen “es-salatı vusta” deyiminin Türkçe’ye “orta namazı” diye çevrileceğinden hiçbir çevirmenin kuşkusu olmamıştır. Gelgelelim Kuran’da geçen bu “orta namazı” deyimiyle hangi namazın adlandırılmış olduğu konusunda çevirmenler ve yorumcular arasında en küçük bir anlayış uzlaşımı dahi görülmemektedir. Bu konuda birbirine aykırı 17 değişik anlayış vardır: Şöyle ki:
1. Kuran’da geçen “es salatı vusta” (Orta namazı), bildiğimiz ikindi namazıdır diyenler: Bunlar bu anlayışlarını Hz. Ali, İbni Mesud, Ebu Eyyub, İBni Ömer, Semret İbni Cündeb, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Ebu Hanife, İmam Şafii, çok sayıda tabiin ve bir çok ashab-ı malikten edinmişlerdir.
2. Kuran’da geçen “ salatı vusta”, bildiğimiz sabah namazıdır diyenler. Bunlar anlayışlarını Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebu Musa, Muaz, Cabir, Ebi Umame, Mücahid, İmam Malik ve İmam Şafii�den almışlar.
3. Kuran’da geçen es salatı vusta, bildiğimiz öğle namazıdır iyenler. Bunlar bu anlayışlarını, Ömer, Zeyd, Usame, Ebu Said, Hz. Ayşe ve İmamı Azam’dan almışlardır.
4. Kuran’da geçen essalatu vusta, bildiğimiz akşam namazıdır diyenler.
5. Kuranda geçen es salatu vusta bildiğimiz yatsı namazıdır diyenler
6. Kuranda geçen es salatı vusta, beş vakit namaz içerisinden hangisi olduğunu bilemediğimiz bir tanesidir diyenler
vs. vs.
Görüleceği üzere Kuran’da geçen Arapça “vusta” sözcüğünün doğru okunmuş, Türkçe’ye “orta” diye doğru çevrilmiş olması dahi, bu sözcükle neyin anlatıldığı konusunda birbirine uymaz on yedi uzlaşmaz görüşün ortaya atılmasını önleyemiyor. Üstelik bu on yedi değişik görüş, Kuran’dan sonraki ilk iki yüz yıl içerisinde, hepsinin de anadili Arapça olan Arap dinbilirleri arasında ortaya çıkmış. Hepsi tek bir Kuran’ı okuyup bir tek sözcük hakkında on yedi değişik anlayış geliştiren bu Arapların her biri kendi anlayışının en doğrusu olduğuna tanık olarak Muhammed’e atfen hadisler de söylemişlerdir. Her değişik anlaşı öbeği, “Hz. Muhammed sağlığında bu konuda şöyle demişti, bu nedenle “orta namazı” bizim anladığımız gibidir” demiştir.
Kuran’da kendilerine Tanrı’dan kitap verilmiş toplumların o tek kitap çevresinde kenetlenip birlik olmak yerine, birbirleriyle tersleşip birbiriyle çekişmelerinin nedeninin, onların kişisel hırs ve kariyerist eğilimleri olduğunu bildiren ayetler vardır. (Bkz; Bakara/213) Demek ki, “Kuran’ı doğru anlama sorunu”, Kuran’da bile sözü edilmiş bir sorundur ve buna göre “Kuran’ı doğru anlamak”, Kuran’ı okuyan kişilerin kendi kişisel ruhsal biçimlenmesiyle doğrudan ilintili bir sorundur, diyebiliriz.
Bunu bir diğer örnekle görelim: Kuran’da namaza durmadan önce temizlenirken “Başlarınıza MESH edin” denilmektedir. (Bkz: Maide/6). “Mesh” sözcüğü Arapça’dır ve Araplar için anlaşılmaz bir yanı olmaması gereken bir sözcüktür. Gelgelelim her biri Arap olan, anadili Arapça olan ve Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki ilk yüz yıllarda yaşayan ilk dört büyük mezhebin kurucuları, Kuran’da geçen bu “mesh” sözcüğünü ötekinden başka anlamış ve ötekinden başka uygulamıştır:
1- İmam Malik ve İmam Hanbel: “mesh”in başın bütününe uygulanmasını
2- İmam Şafii: “mesh” buyruğunu yerine getirmek için başa parmakla bir kez dokunulmasının yeterli olduğunu,
3- Hanefi Mezhebiyse “mesh”in başın bir el kadarlık yerine uygulanmasının yeteceğini söylemiştir.
Ortada, içinde Arapça “Mesh” sözcüğü geçen bir tek Kuran buyruğu ve bu buyruğun Araplarca üç değişik biçimde anlaşılmasından doğan üç değişik uygulama var.
Durum diğer Kuran buyruklarının anlaşılmasında da karşımıza çıkıyor. Kuran’da geçen ve “hırsızın elini kesin” diye çevrilen Arapça “kat’a eydiyehim” ayeti de yine böyle değişik biçimlerde anlaşılmıştır. Kimi Araplar “hırsızın parmağının ucunu birazcık çiziktirmek”; kimi Araplar ”hırsızın elini bilekten kopartmak”; kimi Araplar “hırsızın kolunu omzundan kopartmak” biçiminde anlamış ve anladıkları gibi başka başka uygulamışlardır Kuran’daki “Kat’a eydiyehim” buyruğunu. Bu anlayışların doğru olup olmadığı; Kuran’da geçen “kat’a eydiyehim” (ellerini kesin) sözlerinin, bir deyim olup olmadığı; örneğin “el kesme”nin belki de “Toplumla ilişkisini kesmek” anlamına gelip gelmeyeceği, çok kesin bir biçimde ortaya konabilmiş değildir.
Kuran’daki Arapça Tanrı buyruklarının, anadilleri Arapça olan mezhep kurucularınca bile niçin başka başka anlaşılıp başka başka uygulandığı, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu denli önemli bir diğer sorun da Arapça olan Kuran’ın anadili Arapça olmayan Türklerce dosdoğru anlaşılmasıdır. Bugüne dek yapılan Kuran çevirileri, kendileri şu ya da bu mezhebe bağlı olan, dilbilimsel bir kaygı değil mezhep kaygıları güden, kendi mezhebinin anlayışının diğer mezheplerin anlayışından daha doğru olduğunu yaptığı çeviriyle kanıtlamak isteyen, mezhebini yaptığı Kuran çevirisine doğrulatmaya çalışan kişilerce yapılmıştır. Bunlar, Kuran’ı çevirirken, önündeki Arapça ayetin Türkçe karşılığını bilimsel bir çabayla bulmaktan çok, kendisinden önce kendi mezheplerinin o ayete ilişkin daha önceki yorumlarına aykırı bir çeviri yapmaktan ödleri patlamaktadır. Böylesi çevirmenlerin ortaya koydukları çeviriler, bilimsel çeviriler olmayıp, kendi mezheplerinin Kuran yorumunun bir özetidir. Söz gelimi, “el-küffar” sözcüğü, Kuran’da on dokuz kez geçer. Bu sözcüğü on sekiz yerde “Kafirler” diye çeviren bir çevirmen, bir ayette tutup “çiftçiler” der. Neden? Çünkü geçmişte kendi mezhebinden biri çıkmış, o ayette geçen “el-küffar” sözcüğünün “kafirler” değil de “çiftçiler” anlamına geldiğini yazmış; bu çevirmen de buna uymak zorunda duyumsuyor kendini ve Kuran’da on dokuz yerde geçen “el-küffar” sözcüğü, on sekiz yerde “kafirler” oluyor da niçin bir yerde “çiftçiler oluyor?” diye sormuyor (Bkz: Kuran çevirileri 57/20) Mezhepçilik güden çevirmenlerin kendilerini önlerindeki Kuran’a sadık kalmaktan çok, Kuran’ın kendi mezheplerince yapılmış önceki yorumlarına sadık kalmakla yükümlü sayması sonucu, çevirilerde Kuran’ın kendisinde bulunmayan birtakım tutarsızlıklar, çelişkiler görülmektedir. Örneğin bir ayette geçen “insanın insana NSH etmesi”ni Türkçe’ye “insanın insana öğüt vermesi” biçiminde çeviren biri, başka bir ayette karşısına “insanların Allah’a NSH etmesi” gibi bir tümce çıkınca, bunu “insanların Allah’a öğüt vermesi” diye çevirmek yakışık almayacağı için tutup, “Allah’a içten bağlandılar” diye çevirmiştir. Oysa bu çevirmen, karşılaştığı bu çelişkili durumu, Arapça “NSH”nin bir önceki ayette de “öğüt vermek” anlamına gelmeyebileceğinin bir göstergesi saymalı ve dönüp “insanın insana öğüt vermesi” diye çevirdiği ayeti de “insanın insana içten bağlanması” diye çevirmeli değil midir? Kuran çevirmenlerinin, kendi içinde kendi kendisiyle ve Kuranla tutarlı çeviriler yapmak gibi dilbilimsel bir kaygıları yoktur. Bu nedenle Kuran’daki NSH sözcüğü kimi yerde “öğüt vermek”, kimi yerde “içten bağlanmak” diye çevrilmektedir. (Bkz: Tevbe 91, Araf 93). Bunlar yaptıkları çevirilere çeviri de demiyorlar zaten; “meal” yani “anlamlandırma” diyorlar. Gelgelelim, yaptıkları “anlamlandırma”lar dahi kendi içlerinde tutarlı olmuyor.
Kuran’ın doğru anlaşılması, bilimsel bir sorundur. Kuran’a inananlar neye inandıklarını, Kuran’a karşı çıkanlar neye karşı çıktıklarını bilmek için, öncelikle Kuran’ı dosdoğru anlamak zorundadırlar ki bunun yolu da Kuran’a “dilbilim”le, “anlambilim”le, “kökbilim'le, “insanbilim”le, özetle bilimsel yöntemlerle eğilmekten geçmektedir. Bunu yapmaksızın ne inanırların inançları, ne karşıtların yadsımaları sağlıklı olacaktır.
Cengiz ÖZAKINCI
Cumhuriyet gazetesi, Haziran 1991'de Oral Çalışlar'ın "İslam ve Kadın" başlıklı yazı dizisini yayımlamaya başlamıştı. Oral Çalışlar, bu yazı dizisinde Müslümanlığın kadınlara ilişkin yaklaşımını eleştiriyor; Kuran'dan birtakım alıntılar aktarıyor; alıntılar üzerinde birtakım yorumlar yapıyor; yargılar veriyordu ve yargılarının bilimsel olduğunu vurguluyordu. Ben de gazeteye aşağıdaki yazımı göndererek, dinin dille olan ilişkisini gözler önüne serdim ve olayın bilimsellik boyutuna katkıda bulundum. Yazım, 20.06.1991 günü Cumhuriyet gazetesinde kısaltılarak yayımlanmıştı. Şimdi tümünü yayımlıyorum:
Oral Çalışlar, Cumhuriyet'te yayımlanmakta olan "İslam ve Kadın" başlıklı yazı dizisine şöyle başladı:
"Kuran'dan yapacağımız alıntıları, anlaşılırlık durumuna göre bazen Okat yayınlarının çevirisinden, bazen Milliyet yayınlarının çevirisinden yapacağız."
Oral Çalışlar'ın alıntıladığı ayetlerin kimilerinin çevirisini Okat yayınlarından, kimilerinin çevirisini de Milliyet yayınlarından aktarma gerekçesi "anlaşılırlık"tır. Oysa Çalışlar'ın bu gerekçesi bilimsel değildir. Herhangi bir çevirinin dilinin anlaşılır olup olmaması bir şey, o çevirinin Arapça metne uygun olup olmaması başka bir şeydir. Cumhuriyet döneminde yayımlanmış otuzu aşkın Kuran çevirisi vardır. Bu çevirilerin çoğunun Türkçeleri sözlük yardımıyla "anlaşılır gibi" olmasına karşın, kimi ayetlere verdikleri anlamlar birbirine çok aykırıdır. Şöyle ki:
1- Ali Bulaç’ın “Harutla Maruta indirileni öğretiyorlardı” diye çevirdiği bir ayeti, Osman Keskioğlu; “Haruta ve Maruta bir şey indirilmemişti” diye çevirmiştir. (Bakara 102)
2- Ali Bulaç’ın “Allah size minnet etmektedir” diye çevirdiği bir ayeti, Osman Keskioğlu “Sizin Allah’a minnettar olmanız gerekir” diye çevirmiştir. (Hucurat 17)
3- Pek çok çevirmenin “İnkar edenlerin durumu” diye çevirdikleri bir ayeti, Süleyman Ateş “İnkar edenleri (hakka çağıranın) durumu” diye çevirmiş; böylece parantez kullanma sanatında yepyeni bir çağır açmıştır. (Bakara 171)
Kur’an çevirilerindeki birbirine uymazlıkların, tersliklerin eksiksiz bir dizini çıkartılacak olsa, ayrı bir kitap olabilecek denli çoktur.
Demek ki, bir Kuran eleştirmeni, Kuran çevirilerinden alıntılar yapıyorken, o çevirinin Türkçesinin, dilinin akıcı, düzgün, “anlaşılır” olup olmadığına bakmaktan öte, o çevirinin Kuran'ın Arapçasına uygun olup olmadığını “bilmek” ile yükümlüdür.
Oral Çalışlar’ın yazı dizisinde alıntı olarak verdiği çevirilerin Kuran’ın Arapçasına upuygun olup olmadığı, çünkü Arapça bilmediği görülmektedir. Arapça bilmeden Kuran’ı eleştirmek, Almanca bilmeden Marx’ın Kapital’ini eleştirmek gibi bilimselliğe aykırı bir tutumdur. Fransızca bilmeden Baudelaire’i eleştirmeye kalkanlara anında öfkeyle karşı çıkan aydınlarımız, Kuran’ı Arapça bilmeden eleştirenlere niçin alkış tutarlar, anlayabilmiş değiliz.
Oral Çalışlar, Müslümanlıkta kadınlara katı davranmanın bir Tanrı buyruğu olduğu savını kanıtlamak üzere, Kuran çevirilerinden “kadınların örtünmesi” ve “kadınların dövülmesi” konusuyla ilgili olanları alıntı olarak verdi. Gelgelelim Çalışlar, eğer çevirilerini alıntı olarak verdiği bu ayetlerin Arapça metnine bir göz atabilseydi, dilimize “dövün” diye çevrilen Arapça sözcük ile “örtün” diye çevrilen Arapça sözcüğün aynı olduğunu şaşkınlıkla görür ve bilimsel kuşkuculukla; “Kuran’da geçen aynı bir Arapça sözcük, nasıl olup da bir ayette “dövmek”, bir başka ayette “örtmek” diye anlamlandırılabiliyor?” diye sorardı.
Evet, çevirmenlerin bir ayette “örtün” diye çevirdikleri sözcük ile bir başka ayette “dövün” diye çevirdikleri sözcük, Kuran’ın Arapçasında aynı sözcüktür. D-R-B.
Kuran’da 58 yerde karşımıza çıkan D-R-B sözcüğüne çevirmenler neredeyse her ayette başka bir anlam veriyorlar. Kimi yerde yola “çıkmak”, kimi yerde boyun “vurmak”, kimi yerde karanlığa “bürümek”, kimi yerde parmakları “doğramak”, kimi yerde örnek “vermek”, kimi yerde verilen bir şeyi geri “almak”, konulan bir şeyi “Kaldırmak”, birini “dövmek”, birini “yatırmak”, “uyutmak”, “örtmek” ve daha pek çok birbirine uymaz anlamların hepsi aynı sözcüğe, Kuran’daki D-R-B sözcüğüne yüklenmiştir. Örneğin Kuran’da geçen “Kulakların üzerine D-R-B etmek” kimi çevirmenlerce; “Kulaklarının üzerine yatırıp uyutmak”, diye anlamlandırılırken, kimilerince; “Kulaklarının üzerine vurmak”, diye çevrilmektedir. “Bu nasıl böyle olabilir?” diye sorulduğunda: “Tümcenin gelişine göre (Arapça deyimle “siyak”ına göre) uygun bir anlam yakıştırıldığı” söylenmekte! Yani, “Arapça değil mi? Uydur uydur söyle!”
Çevirmenlerin ve yorumcuların büyük bir çoğunluğunun; “O kadınları dövün” diye çevirdikleri ayette de karşımıza çıkan bu D-R-B sözcüğü hakkında, 1050 yıllarında yazılmış bir Arapça sözlük ki tüm İslam bilginleri kaynak olarak benimsemişlerdir- şöyle der:
D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır. (Bkz: Ragıb el Müfredat)
Yine tüm İslam bilginlerinin kaynak olarak benimsedikleri Firuzabadi’nin 1450 yıllarında yazdığı büyük sözlüğünde de aynen şöyle söylenir:
D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır.
Evet, bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda bilginler arasında “ihtilaf”, yani uyuşmazlık vardır; gelgelelim bu sözcüğü “dövün” diye çeviren hiçbir çevirmen, hiç değilse bir açıklama koyarak: “Bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda kesinlik bulunmadığını, bu nedenle “dövün” diye yakıştırılan Türkçe anlamın doğru olmayabileceğini” belirtmek gereğini duymamış; sanki bu sözcüğün “dövmek” anlamı kesinmiş gibi, hepsi de ağız birliği ederek “dövün” diye çevirmişlerdir. İlginç olan bu çevirmenlerin tümünün de erkek olmasıdır. Yalnız kimi çevirmenler, bir parantez açarak “acıtmadan, azıcık) dövün” diye çevirmişlerdir. Oysa Kuran'ın Arapçasında “acıtmadan”, “azıcık” gibi uyarılar bulunmamaktadır.
Eğer “D-R-B” sözcüğü “acıtmadan, azıcık dövmek” anlamına geliyor ise, aynı sözcük, aynı kipte, bir başka ayette (Enfal, 12) niçin “Hiç acımadan parmaklarını doğrayın” anlamına gelsin?
Evet, Kuran’da “O kadınları D-R-B edin” diye bir buyruk gerçekten de vardır; ancak bunun “O kadınları dövün” mü, “yatırın” mı, gönderin” mi, “yollayın” mı, “doğrayın” mı, “atın” mı, yoksa “örnekleyin” mi anlamına geldiği “ihtilaflı”dır, tartışmalıdır. Çünkü Arapça’da “kitap D-R-B etmek”; kitap yayımlamak, piyasaya kitap çıkartmak anlamına gelir. “Para D-R-B etmek”; dolaşıma para sürmek, tedavüle sokmak anlamına gelir. Arapça’da “D-R-B’ül evvel” deyimi, ilk yaratıklar, anlamına gelir. Arapça’da iki insanın birbirleriyle D-R-B’laşması, dövüşmeleri anlamına gelmez, tersine, birbirleriyle ortak olup bir işletme kurmaları anlamına gelir. Birinin kendi parasını D-R-B ettiği ortaklıklara da Arapça’da “D-R-B”laşma (Mudaraba) adı verilir. Öyleyse Kuran’da geçen “O kadınları D-R-B edin” tümcesi, nasıl olup da “dövün” demek olabilir? Arapça’da çadır D-R-B etmek”; çadır “kurmak” anlamına gelir; yoksa çadırı “dövmek” değil.
Kuran eleştirmenlerinin tümü gibi, Oral Çalışlar da içinde D-R-B sözcüğü geçen ve biri “örtmek”, diğeri “dövmek” diye çevrilen iki ayeti alıntı olarak kullanmıştır. Müslümanların D-R-B sözcüğünün bu ayetlerde “dövün” anlamına geldiğine inanmaları başka şey, Oral Çalışlar’ın bu Arapça sözcüğün alıntıladığı ayetlerde çevirilerde verilen anlama gelip gelmediği üzerindeki kendi yargısı başka şeydir. Oral Çalışlar, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bilimselliğe dayandığını söyleyen bir araştırmacı olarak, bilim erdemini, bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmamalıydı. Oysa o, Müslümanların doğru kabul ettikleri çevirilerin gerçekten de doğru olduğuna inanıyor; ölümünden üç yüz yıl sonra yazılıp Muhammed’e aittir denilen sözlerin (hadislerin) gerçekten de ona ait olduğunu, bilimsel kuşkuculuktan yoksun çoğu Müslümanlar gibi, bilimsel sosyalist Oral Çalışlar da kabul ediyor ve tıpkı Müslümanlar gibi Oral Çalışlar da bunlara inanabilmek için bilimsel nitelikte somut kanıtlar aramıyor. Yazısının bir yerinde şöyle diyor:
Cehennemdekilerin çoğu kadınlar. Bu sözler Muhammed’e aittir. Kimse aksini iddia edemez. Çünkü tüm İslam kaynakları bu sözlerden alıntı yapıyorlar.
Nasıl hiçbir bilgin, Tanrı’nın elçisi Muhammed yaşarken yazıya geçirilmemiş olan ve ancak onun ölümünün üzerinden üç yüz yıl geçtikten sonra birileri tarafından yazılıp Muhammed’e aittir denilen bu gibi sözlerin, gerçekten de ona ait olduğunu söyleyemezse; kendisine bilimselliği dayanak aldığını savlayan Oral Çalışlar’ın bu us yürütmesinin de bilim erdeminde yeri yoktur. Çünkü, bir sözün çok yayılmış olması, o sözün o kişi tarafından söylendiğinin bilimsel anlamda kanıtı değildir. Galilei’nin yüzyıllardır bilim adamlarınca anlatıla anlatıla bitirilemeyen şu ünlü Pisa Kulesi deneyinin, araştırıldığında uydurma çıkması, buna güzel bir örnektir. Ders kitaplarında bile yer aldığı için doğruluğuna yüz yıllarca bilginler dahil herkesçe inanılan ünlü Pisa Kulesi deneyi öyküsü şöyledir: Galilei bilimde deneyciliği başlatan bilgindir. Ondan önceki bilginler deneyci değildirler. Galilei’nin bilimde deneyciliği başlatışı şöyle olmuştur. Galilei, nesnelerin düşme hızlarında onların ağırlıklarının başka başka oluşlarının bir etkisi olmadığını savlamış. Bütün bilginler onun bu savına karşı çıkmışlar. O da tutup hepsini Pisa Kulesi’ne çağırmış. Gelmişler. Galilei Pisa Kulesi’nin tepesine çıkmış ve ağırlıkları başka olan iki nesneyi kulenin tepesinden aynı anda bırakmış. Nesneler yere aynı anda çarpmışlar. Böylece nesnelerin üşüş hızında ağırlıklarının etkisinin bulunmadığı deneyle kanıtlanmış. Bu, bilimde deneyciliği başlatan ilk deneymiş. Bu öykü böylece yayılmış, ders kitaplarına girmiş, yüz yıllar boyu herkes bu anlatılanı doğru bellemiş. Gelgelelim bu anlatının doğru olmadığı bu öyküdeki deneyi yeniden yapan bilginlerce ortaya çıkarılmış bulunuyor. Galilei, yüz yıllarca gerçek diye anlatılan o ünlü Pisa Kulesi deneyini hiç yapmamıştır. Eğer yapsaydı, yanılan kendisi olacaktı. Çünkü Pisa Kulesi’nden bırakılan ağırlıkları başka iki nesne yere aynı anda düşmüyor, bu deneyle saptandı. Ayrıca, bu denli ünlü ve çağ değiştirici olduğu savlanan bir deneyin Galilei’nin yazdıkları içerisinde sözü bile edilmemiş. Demek ki, kimi bilim tarihçileri, bir bilimsel deney öyküsü uydurup bunu Galilei’ye mal ederek yüz yıllarca tüm insanlığı Galilei’nin böyle bir deney yaptığına inandırmışlardır. (Bkz: Alexandre Koyre, Yeniçağ biliminin doğuşu, Ara y. 1989, s. 159, v.s.) Bu nasıl olabiliyor? Çünkü insan bir yönüyle de “Hadis uyduran hayvan”dır. Tarihte önemli işler başaran insanların ölümlerinin ardından, onlara mal edilen çok şeyler uydurulmuş, kimi uydurarak yüceltmeye, kimi uydurarak karalamaya çalışmıştır. Sağduyulu insanlara düşen, bir insanın ölümünden üç yüz yıl sonra onun hakkında ona atfedilen şeyleri somut belge ve bulgularla kanıtlanmadıkça ona ait saymamaktır.
Kuran eleştirisi, din eleştirisi, inanç eleştirisi yaparken, bilimselliğin sınırları içinde kalmak gerekir. Bilimsellik savında bulunan Oral Çalışların yargıları:
1- Türkçe Kuran çevirileri içerisinden, Arapçasına uygunluğunu kendisinin bilmediği alıntılara,
2- Hadislerden, gerçekten de Muhammed’e ait olduğunu bilemeyeceği alıntılara dayandırılmıştır.
Bu nedenle bilimsel bir çalışmanın ürünü değildirler.
Müslümanlıkta Kuran’ın doğru anlaşılması, çok erken dönemlerde ortaya çıkmış önemli bir sorundur. Bu yalnızca bir dil ve çeviri sorunu olmaktan da ötedir. Örneğin Kuran’da geçen “es-salatı vusta” deyiminin Türkçe’ye “orta namazı” diye çevrileceğinden hiçbir çevirmenin kuşkusu olmamıştır. Gelgelelim Kuran’da geçen bu “orta namazı” deyimiyle hangi namazın adlandırılmış olduğu konusunda çevirmenler ve yorumcular arasında en küçük bir anlayış uzlaşımı dahi görülmemektedir. Bu konuda birbirine aykırı 17 değişik anlayış vardır: Şöyle ki:
1. Kuran’da geçen “es salatı vusta” (Orta namazı), bildiğimiz ikindi namazıdır diyenler: Bunlar bu anlayışlarını Hz. Ali, İbni Mesud, Ebu Eyyub, İBni Ömer, Semret İbni Cündeb, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Ebu Hanife, İmam Şafii, çok sayıda tabiin ve bir çok ashab-ı malikten edinmişlerdir.
2. Kuran’da geçen “ salatı vusta”, bildiğimiz sabah namazıdır diyenler. Bunlar anlayışlarını Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebu Musa, Muaz, Cabir, Ebi Umame, Mücahid, İmam Malik ve İmam Şafii�den almışlar.
3. Kuran’da geçen es salatı vusta, bildiğimiz öğle namazıdır iyenler. Bunlar bu anlayışlarını, Ömer, Zeyd, Usame, Ebu Said, Hz. Ayşe ve İmamı Azam’dan almışlardır.
4. Kuran’da geçen essalatu vusta, bildiğimiz akşam namazıdır diyenler.
5. Kuranda geçen es salatu vusta bildiğimiz yatsı namazıdır diyenler
6. Kuranda geçen es salatı vusta, beş vakit namaz içerisinden hangisi olduğunu bilemediğimiz bir tanesidir diyenler
vs. vs.
Görüleceği üzere Kuran’da geçen Arapça “vusta” sözcüğünün doğru okunmuş, Türkçe’ye “orta” diye doğru çevrilmiş olması dahi, bu sözcükle neyin anlatıldığı konusunda birbirine uymaz on yedi uzlaşmaz görüşün ortaya atılmasını önleyemiyor. Üstelik bu on yedi değişik görüş, Kuran’dan sonraki ilk iki yüz yıl içerisinde, hepsinin de anadili Arapça olan Arap dinbilirleri arasında ortaya çıkmış. Hepsi tek bir Kuran’ı okuyup bir tek sözcük hakkında on yedi değişik anlayış geliştiren bu Arapların her biri kendi anlayışının en doğrusu olduğuna tanık olarak Muhammed’e atfen hadisler de söylemişlerdir. Her değişik anlaşı öbeği, “Hz. Muhammed sağlığında bu konuda şöyle demişti, bu nedenle “orta namazı” bizim anladığımız gibidir” demiştir.
Kuran’da kendilerine Tanrı’dan kitap verilmiş toplumların o tek kitap çevresinde kenetlenip birlik olmak yerine, birbirleriyle tersleşip birbiriyle çekişmelerinin nedeninin, onların kişisel hırs ve kariyerist eğilimleri olduğunu bildiren ayetler vardır. (Bkz; Bakara/213) Demek ki, “Kuran’ı doğru anlama sorunu”, Kuran’da bile sözü edilmiş bir sorundur ve buna göre “Kuran’ı doğru anlamak”, Kuran’ı okuyan kişilerin kendi kişisel ruhsal biçimlenmesiyle doğrudan ilintili bir sorundur, diyebiliriz.
Bunu bir diğer örnekle görelim: Kuran’da namaza durmadan önce temizlenirken “Başlarınıza MESH edin” denilmektedir. (Bkz: Maide/6). “Mesh” sözcüğü Arapça’dır ve Araplar için anlaşılmaz bir yanı olmaması gereken bir sözcüktür. Gelgelelim her biri Arap olan, anadili Arapça olan ve Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki ilk yüz yıllarda yaşayan ilk dört büyük mezhebin kurucuları, Kuran’da geçen bu “mesh” sözcüğünü ötekinden başka anlamış ve ötekinden başka uygulamıştır:
1- İmam Malik ve İmam Hanbel: “mesh”in başın bütününe uygulanmasını
2- İmam Şafii: “mesh” buyruğunu yerine getirmek için başa parmakla bir kez dokunulmasının yeterli olduğunu,
3- Hanefi Mezhebiyse “mesh”in başın bir el kadarlık yerine uygulanmasının yeteceğini söylemiştir.
Ortada, içinde Arapça “Mesh” sözcüğü geçen bir tek Kuran buyruğu ve bu buyruğun Araplarca üç değişik biçimde anlaşılmasından doğan üç değişik uygulama var.
Durum diğer Kuran buyruklarının anlaşılmasında da karşımıza çıkıyor. Kuran’da geçen ve “hırsızın elini kesin” diye çevrilen Arapça “kat’a eydiyehim” ayeti de yine böyle değişik biçimlerde anlaşılmıştır. Kimi Araplar “hırsızın parmağının ucunu birazcık çiziktirmek”; kimi Araplar ”hırsızın elini bilekten kopartmak”; kimi Araplar “hırsızın kolunu omzundan kopartmak” biçiminde anlamış ve anladıkları gibi başka başka uygulamışlardır Kuran’daki “Kat’a eydiyehim” buyruğunu. Bu anlayışların doğru olup olmadığı; Kuran’da geçen “kat’a eydiyehim” (ellerini kesin) sözlerinin, bir deyim olup olmadığı; örneğin “el kesme”nin belki de “Toplumla ilişkisini kesmek” anlamına gelip gelmeyeceği, çok kesin bir biçimde ortaya konabilmiş değildir.
Kuran’daki Arapça Tanrı buyruklarının, anadilleri Arapça olan mezhep kurucularınca bile niçin başka başka anlaşılıp başka başka uygulandığı, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu denli önemli bir diğer sorun da Arapça olan Kuran’ın anadili Arapça olmayan Türklerce dosdoğru anlaşılmasıdır. Bugüne dek yapılan Kuran çevirileri, kendileri şu ya da bu mezhebe bağlı olan, dilbilimsel bir kaygı değil mezhep kaygıları güden, kendi mezhebinin anlayışının diğer mezheplerin anlayışından daha doğru olduğunu yaptığı çeviriyle kanıtlamak isteyen, mezhebini yaptığı Kuran çevirisine doğrulatmaya çalışan kişilerce yapılmıştır. Bunlar, Kuran’ı çevirirken, önündeki Arapça ayetin Türkçe karşılığını bilimsel bir çabayla bulmaktan çok, kendisinden önce kendi mezheplerinin o ayete ilişkin daha önceki yorumlarına aykırı bir çeviri yapmaktan ödleri patlamaktadır. Böylesi çevirmenlerin ortaya koydukları çeviriler, bilimsel çeviriler olmayıp, kendi mezheplerinin Kuran yorumunun bir özetidir. Söz gelimi, “el-küffar” sözcüğü, Kuran’da on dokuz kez geçer. Bu sözcüğü on sekiz yerde “Kafirler” diye çeviren bir çevirmen, bir ayette tutup “çiftçiler” der. Neden? Çünkü geçmişte kendi mezhebinden biri çıkmış, o ayette geçen “el-küffar” sözcüğünün “kafirler” değil de “çiftçiler” anlamına geldiğini yazmış; bu çevirmen de buna uymak zorunda duyumsuyor kendini ve Kuran’da on dokuz yerde geçen “el-küffar” sözcüğü, on sekiz yerde “kafirler” oluyor da niçin bir yerde “çiftçiler oluyor?” diye sormuyor (Bkz: Kuran çevirileri 57/20) Mezhepçilik güden çevirmenlerin kendilerini önlerindeki Kuran’a sadık kalmaktan çok, Kuran’ın kendi mezheplerince yapılmış önceki yorumlarına sadık kalmakla yükümlü sayması sonucu, çevirilerde Kuran’ın kendisinde bulunmayan birtakım tutarsızlıklar, çelişkiler görülmektedir. Örneğin bir ayette geçen “insanın insana NSH etmesi”ni Türkçe’ye “insanın insana öğüt vermesi” biçiminde çeviren biri, başka bir ayette karşısına “insanların Allah’a NSH etmesi” gibi bir tümce çıkınca, bunu “insanların Allah’a öğüt vermesi” diye çevirmek yakışık almayacağı için tutup, “Allah’a içten bağlandılar” diye çevirmiştir. Oysa bu çevirmen, karşılaştığı bu çelişkili durumu, Arapça “NSH”nin bir önceki ayette de “öğüt vermek” anlamına gelmeyebileceğinin bir göstergesi saymalı ve dönüp “insanın insana öğüt vermesi” diye çevirdiği ayeti de “insanın insana içten bağlanması” diye çevirmeli değil midir? Kuran çevirmenlerinin, kendi içinde kendi kendisiyle ve Kuranla tutarlı çeviriler yapmak gibi dilbilimsel bir kaygıları yoktur. Bu nedenle Kuran’daki NSH sözcüğü kimi yerde “öğüt vermek”, kimi yerde “içten bağlanmak” diye çevrilmektedir. (Bkz: Tevbe 91, Araf 93). Bunlar yaptıkları çevirilere çeviri de demiyorlar zaten; “meal” yani “anlamlandırma” diyorlar. Gelgelelim, yaptıkları “anlamlandırma”lar dahi kendi içlerinde tutarlı olmuyor.
Kuran’ın doğru anlaşılması, bilimsel bir sorundur. Kuran’a inananlar neye inandıklarını, Kuran’a karşı çıkanlar neye karşı çıktıklarını bilmek için, öncelikle Kuran’ı dosdoğru anlamak zorundadırlar ki bunun yolu da Kuran’a “dilbilim”le, “anlambilim”le, “kökbilim'le, “insanbilim”le, özetle bilimsel yöntemlerle eğilmekten geçmektedir. Bunu yapmaksızın ne inanırların inançları, ne karşıtların yadsımaları sağlıklı olacaktır.
TamamıyLa aLıntıdır !!!