:..asker..:
New member
- Katılım
- 5 Tem 2005
- Mesajlar
- 2,518
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Kâinat içinde cereyan eden, yüzlerce, binlerce kanun var. Ve bunların hepsi daha önceki bölümlerde bahsini ettiğimiz cin kanunu gibi cereyan etmekte. Bu açıdan da denebilir ki, cinlerin varlığı meselesinde şüphe yok.
Kur'an-ı Kerim'de Allah "Cinni, mâric ve nâr (ateş)'dan yarattık" (Rahman, 55/15) diyor. Bu ifade foton ve partikülleri aklımıza getiriyor. Ama cinler ne foton ne de partikül; mâric ve nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatif (yarı nûrânî) varlıklardır... Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükabere ve mantıksızca bir iddiadır.
Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur'an' a aittir ve Kur'an-ı Kerim'in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur'an-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Mesela, insanın "fahhar" gibi "salsal" dan yaratıldığını anlattıktan sonra, cin taifesinin üzerinde durur ve "Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık" (Rahman, 55/15) ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerâreler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur'an-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda sadece bu kadar malumat verir.
Nebiler dahil, ehl-i keşif ve Sahebe-i Kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, latif bir madde ile zişuur bir ruha sahip bulunup, bu iki hususun bir araya gelmesiyle hasıl olan ayrı bir buudu ihraz edip ve buudlarının hususiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin, değişik temessüllere, şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulakardı edilmemelidir.
Öte yandan cinler, madde alemine ait "nâr ve mâric"ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmid ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idraklılar, mükellefler sırasına girerler.
Cinler de bizim gibi Allah'a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler.
Cinler, rüyalarda bir kısım insanların hususî âlemlerine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen, babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülatına şahit olduğun ve berzah aleminde bir kısım tabloları müşahede ettiğin gibi, cin alemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir; göründükleri insanların mir'ât-ı ruhlarına (ruh aynalarına) aksediş şekilleridir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksedişdir. Onun için cinleri, Hz. Ömer (ra) başka, Ebu Hüreyre (ra) başka, Ebu Zerr (ra) de başka şekilde müşahede etmişlerdir. Mesela, İbn-i Mesud, Rasulullah'ın (sav) yanında bir gölge şeklinde müşahede eder. Hz. Ömer, zaif, nahif bir insan şeklinde, Ebu Zerr ise daha başka surette... Bütün bu müşahedeler göstermektedir ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır... (1)
Diğer taraftan cinler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yer, içer, evlenirler ve çoğalırlar. Erkeklik ve dişilik onlar için de sözkonusudur.
Efendimiz bir dualarında Cenab-ı Hakk'a yalvarmış ve bu yakarışlarını şöyle dile getirmişlerdi:
"Allah'ım, Senin izzetine sığınıyorum. Senden başka ilah yoktur. Sen beni doğru yolundan saptırma. Sen öyle bir 'Hayy'sın ki asla ölmezsin. Halbuki insanlar da cinler de ölürler." (2) Allah Rasulü'nün bu ifadeleri de gösteriyor ki, cinler de insanlar gibi ölümlüdürler. Bunu teyid eden ayet-i kerimeler de vardır. Mesela bir ayette şöyle denilmektedir:
"Allah (cc) buyurdu: Sizden önce geçen cin ve insan toplulukları ile beraber ateşin içine girin." (A'raf, 7/38)
Aynı hakikatı ifade eden bir başka ayette ise şöyle denmektedir. "Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içinde (uygulanan) o söz, kendilerine de geçerli oldu. (Bunlar da azabı hak ettiler.) Çünkü hep hüsranda idiler." (Fussilet, 41/25)
Bu ve benzeri ayetler bize cinlerin de aynen insanlar gibi bu dünyada bir müddet yaşadıktan sonra vefat edip, ahirete gideceklerini veya gittiklerini anlatıyor. Ayrıca ayetlerde onların erkeklik ve dişiliklerinden de bahsediliyor. Zira cinlerde de neslin devamı tenasül ve evlenmekle gerçekleşmekte.
Kur'an'ın bu tür ayetlerini daima birer hakikat olarak ele alıp öyle değerlendirmek iktiza eder ve inanırken de cinlerin hakikatine bu şekilde inanmak gerekir. Evet şimdi onlara vehim ve hayal diyenlere soralım: Doğup-büyüyen, yaşayıp-vefat eden, erkeklik ve dişilik taşıyan nasıl vehim ve hayal olabilir? Veya sorumuzu şu şekilde ifade edelim: Bu gibi hassalar vehim ve hayalde nasıl tasavvur edilebilir?
[1] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1593
[2] Buhari, Tevhid 7; Müslim, Zikr 68; Müsned, 1/302
Cinler Mikrop mu?
"Bunlar nasıl mikroplardır ki, Cenab-ı Hak onlara namaz, oruç, zekat ve hac gibi mükellefiyetler yüklemiştir. Ve yine bunlar nasıl mikroplardır ki, insanlar gibi onların da ölecekleri ve bütün yaptıklarından ahirette hesap verecekleri kendilerine ihtar edilmektedir." Öte yandan cinleri insana ait, şehvet ve gadap gibi bazı duygular olarak kabul edenlere ne demeli? Allah bizi bırakıp, duygularımızı muhatap ediniyor; ediniyor da emir ve nehiylerini onlara veriyor! Böyle düşünenlere "Allah insaf versin" demekten başka insanın elinden ne gelir ki!..
Hem bunlar nasıl mikrop veya vehimlerdir ki, Hz. Süleyman (as) bunları emri altında çalıştırıyor ve onlara nice işler gördürüyor.
Belkıs'ın tahtını çok uzak mesafeden getirme mevzuunda cinlerden bir ifrit, Hazreti Süleyman'a: "Sen makamından kalkmadan ben onun tahtını sana getiririm" diyor. (Neml, 27/39)
Bir başka ayette de cinlerin yaptıklarından şöyle bahsediliyor:
".. Rabbinin izni ile cinlerin bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan çıksa ona alevli bir azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı..." (Sebe, 34/12-13)
Ve şimdi farklı düşünenlere soralım: Bütün bunları vehimler ve mikroplar mı yapıyorlardı? Bunu bu şekilde ifade, acaba Kur'an'a ait bir hakikatı inkâr olmaz mı? Onun için biz diyoruz ki, cin ve şeytan ile ilgili ayetler, mutlak surette Kur'an'ın anlattığı, hadislerin şerh ve izah ettiği birer hakikat olarak ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Aksi halde hakikatten uzaklaşılmış olunur ki, bu da ancak dalalet ve sapıklığı netice verir. Aman Allah'ım, din adına birşeyler söylerken dinden çıkmak ne kötü akibet!..
Cinlerin Temessülü
Günümüzde cinlerle alakalı bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Ancak cinler, metafizik varlıklar olduklarından gerçek hüviyetleri hakkında bugüne kadar sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Bazılarınca sadece "enerjidir", "ışıktır.." vb. ifadeler kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
Ne nasıl olursa olsun, onlar da birer ruha sahip varlıklardır. Ve bir kısım hususiyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle dumansız ateşten yaratılan cinler, insan gibi fiziki bir bedene sahip değil; aksine şeffaf bir varlık olup değişik şekillerde temessül edebilmektedirler ki, buna çokları şahit olmuştur. Hadis kitaplarında da bu gibi rivayetlere rastlamak mümkündür. Mesela, Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: "Ben zekat mallarını bekliyordum. Bir gece, birinin gelip bu malları karıştırdığını gördüm.. gördüm ve yakaladım. Ona, "seni Rasulallah'a götüreceğim" dedim. O ise kendisinin, ihtiyaç sahibi olup aile fertlerine başka bakan kimsenin olmadığını, bundan dolayı da kendisini serbest bırakmamı istedi. Ben de bu haline acıyıp onu serbest bıraktım. Ertesi gün Allah Rasulü'nün (sav) yanına geldim. Ben daha bir şey söylemeden Efendimiz (sav): "Ya Eba Hureyre! Dünkü esiri ne yaptın?" diye bana o geceki macerayı sordu. Ben de "Ya Rasulallah! Onu size getirecektim; ancak kendisinin fakir olduğunu ve ailesine bakacak kimsesinin olmadığını söyleyince ben de vazgeçtim" deyince, Allah Rasûlu "yalan söylüyor, o yine gelecektir" buyurdular. O akşam ben yine nöbet tuttum. Aynı şahıs yine geldi ama bu sefer kararım kesindi; ne kadar yalvarıp dil dökse de dinlemeyecek, onu tutup Allah Rasulü'ne götürecektim. O da, bu kararlı tavrımı görünce: "Şimdiye kadar söylediklerimin hepsi yalandı. Eğer beni bırakırsan sana, okuduğun zaman ben ve emsalimin şerrinden korunabileceğin bir dua öğretirim" diyerek kendisinin yalancı olduğunu itirafla Allah Rasulü'nü tasdik etmişti. Ben ise söyleyeceği duanın ne olduğunu merakla onu hemen bırakıverip dinlemeye başladım. Bunun üzerine o bana, "Ayete'l-Kürsi'yi okumaya devam ettiğin müddetçe, bütün insî ve cinnî şeytanların şerrinden emin olursun" dedi. Ben de sabah Allah Rasulü'nün huzuruna geldim ve Efendimiz yine: "Esirine ne yaptın?" diye sordu. Ben de olup-bitenleri anlattım. Sözümü bitirince de: "Yalancı ama, sana doğruyu söylemiş" buyurdular. Ardından: "Onun kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben, "hayır, Ya Rasulallah!" dedim. Bana, onun şeytan olduğunu haber verdi. (1) Bu, hayret edilecek bir durumdu! Şeytanın zekat ve sadaka mallarıyla ne işi vardı ve onun ihtiyacı bu değilken niçin gelmişti?.. Belki de onun bereketine müdahele etmek istiyor veya şirretiyle onu kirletmeye çalışıyordu. Daha başka mülahazalar da sözkonusu olabilirdi. Ama, o mutlaka kendi fıtratının gereği şeytanlık adına bir şeyler yapıyordu.
Bu tür vak'alar, Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Kâ'b, Ebu Eyyub el-Ensârî.. gibi seçkin sahabi efendilerimiz tarafından da zaman zaman müşahede edilmiştir. Bu da cin veya şeytanların temessülünün tevatüre yakın bir keyfiyetle nakledilmesi demektir ki, o da bu hususu şüphe vermeyecek derecede gözler önüne sermektedir.
Cinler, insan suretinde temessül ettikleri gibi, diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Efendimiz'in (sav), değişik hadislerinde evlerde görülen yılanlara evvela: "Cin isen çık" denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa bunun üzerine öldürülmelerini emir buyurmaları, (2) bu gerçeğe ışık tutan başka bir ifadedir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, cinler, bazen insan, bazen yılan veya başka bir haşerat şeklinde temessül edip, onların şekillerine girebilirler. Hatta bazen de bu canlıların içlerine girip, adeta onların damarlarındaki kan gibi dolaşarak onları ifsad ve istedikleri istikamete sevk edebilirler.
[1] Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 3; Müsned, 5/423;6/52
[2] Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ'tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2
Âyet ve Hadîslerde Cinlerin Sorumluluğu
Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenab-ı Hakk, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" (En'am, 6/130) mealindeki ayetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.
Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir: "Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler." (En'am, 6/130)
Ayetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, "Hak din"i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hazreti Peygamber (sav) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümûl bir peygamberdir. "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 21/107) ayeti de bu hakikati ifade etmektedir.
Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimize karşı merbutiyet ve medyuniyetleri sözkonusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir "Söz Sultanı"dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; Cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve herşey onun arkasında ve onun tekliflerine "evet" demektedir. Zira, O Sultan-ı sakaleynin dudaklarından dökülen her söz, arz, sema ve bütün varlığı alakadar etmektedir. Gönüller bütünüyle onu duymakta, onunla dolup taşmakta ve adeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.
O'nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hadisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve adeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batha'ya uğramış ve Allah Rasulü'nün (sav), Ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur'an dinlemişlerdi.. (1) dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur'an bu vak'ayı bize şöyle nakleder:
"Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) "susun (dinleyin)" demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş: Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın ki, (Allah bağışlanacak günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun". (Ahkaf, 46/29-31)
Kur'an burada sanki şöyle diyor: "Onlar Kur'an'a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke'ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddi bir kulluk anlayışı içinde, adeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: "Sesinizi kesin, dinleyin dediler". Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da Kur'an'a karşı edepli olmaktır. Çünkü Kur'an'ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvela ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur'an çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalplerine boşaltır. İşte bu durum cinler için de aynıyla geçerlidir.
Evet, cinler, Kur'an'ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip adeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir saffet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan herbiri kendi mesuliyetini hissedip, Kur'an uğrunda irşada koyulmuş ve Kur'an'dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.
İhtimal bunlar, Hz. Musa'ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur'an'ı dinler dinlemez, onun "Kelamullah" olduğunu anlamış ve Allah Rasulü'ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istîdatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.
Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sav), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alakalı İbn Mes'ud, Ebu Zerr, Muaz b. Cebel ve Hazreti Enes'in (ra) bizlere kadar ulaşan pek çok müşahedeleri vardır; (2) vardır ama, Efendimiz'in cinlerle münasebetini gösteren bu hadiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.
Sure-i Rahman'da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatab kılınmaktadırlar. Bir rivayette Allah Rasulü (sav), bu sureyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi Ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri halde cinler, "Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" ayetini işitince: "Rabbimizin hiçbir nimetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!" hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Rasulü'nün (sav) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu halini Ashab'a örnek gösterip ve: "Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?" ayeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: "Rabbimizin hiçbir ayetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!" karşılığını vermişlerdi" diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.
Esasen Rahman suresi, insanlarla cinlerin yaratılış sorumluluk, mükafat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet o surede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz' edilen "mizan", bu "mizan"la beraber kanunlar, nâmuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, herşeyin zimamdarının Cenab-ı Hakk olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akibetleri dile getirilmektedir.
Vücud nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: "İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?" sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatab olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevkedilmektedir.
Yine bu surede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre "iki mağrib ve iki meşrık"in tanzim edildiği ifade edilmektedir. Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı manaya geldiği keyfiyettir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekan hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.
Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekanlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.
Rahman sûresi, nimetlerin ta'dadı ve nankörlerin tehdidi açısından ayet ayet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevketmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet her ikisi de hususi yaratılmış ve O'na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabii ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükafatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.
Rahman suresinde: "Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır" (Rahman, 55/46) denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet insanlarına, içiçe cennetlerin vadedildiği dile getirilmektedir. Aynı surede hûrilerden bahsedilirken "onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur." (Rahman, 55/56) buyurularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükafat görüp cennete gidecek ya da ikaba maruz kalıp cehenneme sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mes'ul bulunmanın gereği olabilir.
Cinlerin mesuliyeti hususunda pekçok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:
"Şimdi onlar da kendilerine (azab) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." (Ahkaf, 46/18)
Bu ayet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükafatını, ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girerken, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle..
Ancak, İslam alimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları sözkonusudur. Bunun yanında İbn-i Ebi Leyla, İmam Malik, İmam Şafii, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf gibi alimler ise: "İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet sefil ve alçak olanlar cehenneme, ulvî ve yüce olanlar da cennete gidecekler" (3) demişlerdir.
Yukarıdaki ayetler de bu görüşü teyid eder mahiyettedir. Şayet Cenab-ı Hakk, onları muhatab kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de sözkonusu olmazdı. Madem ki onlara sorumluluk yüklemiş, o halde neticede karşılığını da verecektir.
Rahman sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur'an bunu şu ayetiyle anlatır: "İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar" (Rahman, 55/19-20) Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan.. gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.
Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hale getiren ise Allah'tır (cc).
Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir aleme kapı açılacak ve bütün beka buudlu eşya, beka damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkar edilemeyecek ayrı bir nimettir.
O bâki alemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırd edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet halini alacaktır.
Nimetlerin en büyüğü olan cemalullahı temaşa ise, ancak Cennette elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken O'nun hangi nimetleri inkar edilebilir ki! O'nun ismi, şanı ne yücedir..!
İşte bütün bunlara karşı O'na şükretmek gerekmez mi?
[1] Buhari, Ezan, 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir-i Sureti'l-Cin, 2; Müsned, 1/252
[2] Müslim, Salat, 149,150; Tirmizi, Tefsir, 3254; Ebu Davud, Taharet, 42; Buhari, Menakibu'l-Ensar, 32; Salat, 75
[3] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1407; Kurtubi, el-Camiü Liahkami'l-Kur'an, 7/85,86; 17/165
Elimizdeki nasslara bir bütünlük içinde baktığımızda görürüz ki, cinle ins arasında esas itibariyle ciddi bir fark yoktur. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.
Hayat tarzı olarak böyle olduğu gibi, düşünce ve fikir açısından da her zaman bir paralellik sözkonusudur. Cin suresinde, onların bu durumu, kendi ifadeleri içinde şöyle anlatılır: "Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler de) var. Biz çeşitli yollara ayrıldık." (Cin, 72/11)
"Biz çeşitli yollara ayrıldık" ifadesinin tefsiri sadedinde Ahmed b. Hanbel, Süddî'den şu değerlendirmeyi nakleder: "Her zaman Cinler içinde, tıpkı beşerde olduğu gibi, "Kaderiyye", "Mürcie", "Müşebbihe".. vardır." (1) (Haliyle Yahudi, Nasrâni, Mecûsi, Putperest.. de var demektir. Hatta bunu Müslümanlar arasında zuhur eden hak ve batıl meslek, meşrep ve mezheplere teşmil etmek mümkündür. Evet, bunların kimisi Cebriye mezhebindendir, "insanın iradesi yoktur" der.. kimisi, "Allah, insanın işine karışmaz; kul fiilini kendi yaratır.." der, Mu'tezile mezhebini temsil eder.. kimisi "Mürcî"dir, amelin tesiri mevzuunda belli bir saplantıyı mırıldanır.. kimisi de "Müşebbihe"dir, Allah'ı (cc) başka şeylere benzetip, O'na mekan ve hayyiz isnad eder.)
İmam Süddî Hazretleri, Tâbiin'den bir zattır. Onun devrinde, cinler arasında bu kadar tefrika ve ayrılık sözkonusu ise, kimbilir o iftiraklar bugün ne haldedir! İhtimal, bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tâbi varlıklardır. Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Rasûlü'nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhanîler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.
Böyle olduğu için, Ümmet-i Muhammed'in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmemiz, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.
Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler alemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar. Cin Sûresi'nde, onların, bizimle aynı şeyleri paylaştıkları gayet veciz olarak şöyle anlatılır: "Bizden Müslümanlar da var, Hak yoldan sapanlar da. Kimler Müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır." (Cin, 72/14-15)
Bu ayetlerde de açıkça görülmektedir ki, cinlerin de, tıpkı bizim gibi, bir kısım mülhid, muannid ve mütemerridleri olduğu misüllü, dupduru, saf ve muhlis olanları da vardır.
[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 19/15
Kur'an-ı Kerim'de Allah "Cinni, mâric ve nâr (ateş)'dan yarattık" (Rahman, 55/15) diyor. Bu ifade foton ve partikülleri aklımıza getiriyor. Ama cinler ne foton ne de partikül; mâric ve nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatif (yarı nûrânî) varlıklardır... Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükabere ve mantıksızca bir iddiadır.
Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur'an' a aittir ve Kur'an-ı Kerim'in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur'an-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Mesela, insanın "fahhar" gibi "salsal" dan yaratıldığını anlattıktan sonra, cin taifesinin üzerinde durur ve "Cinni biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık" (Rahman, 55/15) ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerâreler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur'an-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda sadece bu kadar malumat verir.
Nebiler dahil, ehl-i keşif ve Sahebe-i Kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, latif bir madde ile zişuur bir ruha sahip bulunup, bu iki hususun bir araya gelmesiyle hasıl olan ayrı bir buudu ihraz edip ve buudlarının hususiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin, değişik temessüllere, şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulakardı edilmemelidir.
Öte yandan cinler, madde alemine ait "nâr ve mâric"ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmid ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idraklılar, mükellefler sırasına girerler.
Cinler de bizim gibi Allah'a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler.
Cinler, rüyalarda bir kısım insanların hususî âlemlerine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen, babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülatına şahit olduğun ve berzah aleminde bir kısım tabloları müşahede ettiğin gibi, cin alemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir; göründükleri insanların mir'ât-ı ruhlarına (ruh aynalarına) aksediş şekilleridir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksedişdir. Onun için cinleri, Hz. Ömer (ra) başka, Ebu Hüreyre (ra) başka, Ebu Zerr (ra) de başka şekilde müşahede etmişlerdir. Mesela, İbn-i Mesud, Rasulullah'ın (sav) yanında bir gölge şeklinde müşahede eder. Hz. Ömer, zaif, nahif bir insan şeklinde, Ebu Zerr ise daha başka surette... Bütün bu müşahedeler göstermektedir ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır... (1)
Diğer taraftan cinler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yer, içer, evlenirler ve çoğalırlar. Erkeklik ve dişilik onlar için de sözkonusudur.
Efendimiz bir dualarında Cenab-ı Hakk'a yalvarmış ve bu yakarışlarını şöyle dile getirmişlerdi:
"Allah'ım, Senin izzetine sığınıyorum. Senden başka ilah yoktur. Sen beni doğru yolundan saptırma. Sen öyle bir 'Hayy'sın ki asla ölmezsin. Halbuki insanlar da cinler de ölürler." (2) Allah Rasulü'nün bu ifadeleri de gösteriyor ki, cinler de insanlar gibi ölümlüdürler. Bunu teyid eden ayet-i kerimeler de vardır. Mesela bir ayette şöyle denilmektedir:
"Allah (cc) buyurdu: Sizden önce geçen cin ve insan toplulukları ile beraber ateşin içine girin." (A'raf, 7/38)
Aynı hakikatı ifade eden bir başka ayette ise şöyle denmektedir. "Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içinde (uygulanan) o söz, kendilerine de geçerli oldu. (Bunlar da azabı hak ettiler.) Çünkü hep hüsranda idiler." (Fussilet, 41/25)
Bu ve benzeri ayetler bize cinlerin de aynen insanlar gibi bu dünyada bir müddet yaşadıktan sonra vefat edip, ahirete gideceklerini veya gittiklerini anlatıyor. Ayrıca ayetlerde onların erkeklik ve dişiliklerinden de bahsediliyor. Zira cinlerde de neslin devamı tenasül ve evlenmekle gerçekleşmekte.
Kur'an'ın bu tür ayetlerini daima birer hakikat olarak ele alıp öyle değerlendirmek iktiza eder ve inanırken de cinlerin hakikatine bu şekilde inanmak gerekir. Evet şimdi onlara vehim ve hayal diyenlere soralım: Doğup-büyüyen, yaşayıp-vefat eden, erkeklik ve dişilik taşıyan nasıl vehim ve hayal olabilir? Veya sorumuzu şu şekilde ifade edelim: Bu gibi hassalar vehim ve hayalde nasıl tasavvur edilebilir?
[1] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1593
[2] Buhari, Tevhid 7; Müslim, Zikr 68; Müsned, 1/302
Cinler Mikrop mu?
"Bunlar nasıl mikroplardır ki, Cenab-ı Hak onlara namaz, oruç, zekat ve hac gibi mükellefiyetler yüklemiştir. Ve yine bunlar nasıl mikroplardır ki, insanlar gibi onların da ölecekleri ve bütün yaptıklarından ahirette hesap verecekleri kendilerine ihtar edilmektedir." Öte yandan cinleri insana ait, şehvet ve gadap gibi bazı duygular olarak kabul edenlere ne demeli? Allah bizi bırakıp, duygularımızı muhatap ediniyor; ediniyor da emir ve nehiylerini onlara veriyor! Böyle düşünenlere "Allah insaf versin" demekten başka insanın elinden ne gelir ki!..
Hem bunlar nasıl mikrop veya vehimlerdir ki, Hz. Süleyman (as) bunları emri altında çalıştırıyor ve onlara nice işler gördürüyor.
Belkıs'ın tahtını çok uzak mesafeden getirme mevzuunda cinlerden bir ifrit, Hazreti Süleyman'a: "Sen makamından kalkmadan ben onun tahtını sana getiririm" diyor. (Neml, 27/39)
Bir başka ayette de cinlerin yaptıklarından şöyle bahsediliyor:
".. Rabbinin izni ile cinlerin bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan çıksa ona alevli bir azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı..." (Sebe, 34/12-13)
Ve şimdi farklı düşünenlere soralım: Bütün bunları vehimler ve mikroplar mı yapıyorlardı? Bunu bu şekilde ifade, acaba Kur'an'a ait bir hakikatı inkâr olmaz mı? Onun için biz diyoruz ki, cin ve şeytan ile ilgili ayetler, mutlak surette Kur'an'ın anlattığı, hadislerin şerh ve izah ettiği birer hakikat olarak ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Aksi halde hakikatten uzaklaşılmış olunur ki, bu da ancak dalalet ve sapıklığı netice verir. Aman Allah'ım, din adına birşeyler söylerken dinden çıkmak ne kötü akibet!..
Cinlerin Temessülü
Günümüzde cinlerle alakalı bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Ancak cinler, metafizik varlıklar olduklarından gerçek hüviyetleri hakkında bugüne kadar sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Bazılarınca sadece "enerjidir", "ışıktır.." vb. ifadeler kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
Ne nasıl olursa olsun, onlar da birer ruha sahip varlıklardır. Ve bir kısım hususiyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle dumansız ateşten yaratılan cinler, insan gibi fiziki bir bedene sahip değil; aksine şeffaf bir varlık olup değişik şekillerde temessül edebilmektedirler ki, buna çokları şahit olmuştur. Hadis kitaplarında da bu gibi rivayetlere rastlamak mümkündür. Mesela, Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: "Ben zekat mallarını bekliyordum. Bir gece, birinin gelip bu malları karıştırdığını gördüm.. gördüm ve yakaladım. Ona, "seni Rasulallah'a götüreceğim" dedim. O ise kendisinin, ihtiyaç sahibi olup aile fertlerine başka bakan kimsenin olmadığını, bundan dolayı da kendisini serbest bırakmamı istedi. Ben de bu haline acıyıp onu serbest bıraktım. Ertesi gün Allah Rasulü'nün (sav) yanına geldim. Ben daha bir şey söylemeden Efendimiz (sav): "Ya Eba Hureyre! Dünkü esiri ne yaptın?" diye bana o geceki macerayı sordu. Ben de "Ya Rasulallah! Onu size getirecektim; ancak kendisinin fakir olduğunu ve ailesine bakacak kimsesinin olmadığını söyleyince ben de vazgeçtim" deyince, Allah Rasûlu "yalan söylüyor, o yine gelecektir" buyurdular. O akşam ben yine nöbet tuttum. Aynı şahıs yine geldi ama bu sefer kararım kesindi; ne kadar yalvarıp dil dökse de dinlemeyecek, onu tutup Allah Rasulü'ne götürecektim. O da, bu kararlı tavrımı görünce: "Şimdiye kadar söylediklerimin hepsi yalandı. Eğer beni bırakırsan sana, okuduğun zaman ben ve emsalimin şerrinden korunabileceğin bir dua öğretirim" diyerek kendisinin yalancı olduğunu itirafla Allah Rasulü'nü tasdik etmişti. Ben ise söyleyeceği duanın ne olduğunu merakla onu hemen bırakıverip dinlemeye başladım. Bunun üzerine o bana, "Ayete'l-Kürsi'yi okumaya devam ettiğin müddetçe, bütün insî ve cinnî şeytanların şerrinden emin olursun" dedi. Ben de sabah Allah Rasulü'nün huzuruna geldim ve Efendimiz yine: "Esirine ne yaptın?" diye sordu. Ben de olup-bitenleri anlattım. Sözümü bitirince de: "Yalancı ama, sana doğruyu söylemiş" buyurdular. Ardından: "Onun kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben, "hayır, Ya Rasulallah!" dedim. Bana, onun şeytan olduğunu haber verdi. (1) Bu, hayret edilecek bir durumdu! Şeytanın zekat ve sadaka mallarıyla ne işi vardı ve onun ihtiyacı bu değilken niçin gelmişti?.. Belki de onun bereketine müdahele etmek istiyor veya şirretiyle onu kirletmeye çalışıyordu. Daha başka mülahazalar da sözkonusu olabilirdi. Ama, o mutlaka kendi fıtratının gereği şeytanlık adına bir şeyler yapıyordu.
Bu tür vak'alar, Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Kâ'b, Ebu Eyyub el-Ensârî.. gibi seçkin sahabi efendilerimiz tarafından da zaman zaman müşahede edilmiştir. Bu da cin veya şeytanların temessülünün tevatüre yakın bir keyfiyetle nakledilmesi demektir ki, o da bu hususu şüphe vermeyecek derecede gözler önüne sermektedir.
Cinler, insan suretinde temessül ettikleri gibi, diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Efendimiz'in (sav), değişik hadislerinde evlerde görülen yılanlara evvela: "Cin isen çık" denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa bunun üzerine öldürülmelerini emir buyurmaları, (2) bu gerçeğe ışık tutan başka bir ifadedir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, cinler, bazen insan, bazen yılan veya başka bir haşerat şeklinde temessül edip, onların şekillerine girebilirler. Hatta bazen de bu canlıların içlerine girip, adeta onların damarlarındaki kan gibi dolaşarak onları ifsad ve istedikleri istikamete sevk edebilirler.
[1] Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 3; Müsned, 5/423;6/52
[2] Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ'tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2
Âyet ve Hadîslerde Cinlerin Sorumluluğu
Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenab-ı Hakk, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" (En'am, 6/130) mealindeki ayetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.
Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir: "Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler." (En'am, 6/130)
Ayetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, "Hak din"i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hazreti Peygamber (sav) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümûl bir peygamberdir. "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 21/107) ayeti de bu hakikati ifade etmektedir.
Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimize karşı merbutiyet ve medyuniyetleri sözkonusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir "Söz Sultanı"dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; Cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve herşey onun arkasında ve onun tekliflerine "evet" demektedir. Zira, O Sultan-ı sakaleynin dudaklarından dökülen her söz, arz, sema ve bütün varlığı alakadar etmektedir. Gönüller bütünüyle onu duymakta, onunla dolup taşmakta ve adeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.
O'nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hadisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve adeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batha'ya uğramış ve Allah Rasulü'nün (sav), Ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur'an dinlemişlerdi.. (1) dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur'an bu vak'ayı bize şöyle nakleder:
"Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) "susun (dinleyin)" demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş: Ey kavmimiz! Biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın ki, (Allah bağışlanacak günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun". (Ahkaf, 46/29-31)
Kur'an burada sanki şöyle diyor: "Onlar Kur'an'a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke'ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddi bir kulluk anlayışı içinde, adeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: "Sesinizi kesin, dinleyin dediler". Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da Kur'an'a karşı edepli olmaktır. Çünkü Kur'an'ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvela ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur'an çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalplerine boşaltır. İşte bu durum cinler için de aynıyla geçerlidir.
Evet, cinler, Kur'an'ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip adeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir saffet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan herbiri kendi mesuliyetini hissedip, Kur'an uğrunda irşada koyulmuş ve Kur'an'dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.
İhtimal bunlar, Hz. Musa'ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur'an'ı dinler dinlemez, onun "Kelamullah" olduğunu anlamış ve Allah Rasulü'ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istîdatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.
Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sav), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alakalı İbn Mes'ud, Ebu Zerr, Muaz b. Cebel ve Hazreti Enes'in (ra) bizlere kadar ulaşan pek çok müşahedeleri vardır; (2) vardır ama, Efendimiz'in cinlerle münasebetini gösteren bu hadiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.
Sure-i Rahman'da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatab kılınmaktadırlar. Bir rivayette Allah Rasulü (sav), bu sureyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi Ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri halde cinler, "Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" ayetini işitince: "Rabbimizin hiçbir nimetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!" hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Rasulü'nün (sav) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu halini Ashab'a örnek gösterip ve: "Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?" ayeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: "Rabbimizin hiçbir ayetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!" karşılığını vermişlerdi" diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.
Esasen Rahman suresi, insanlarla cinlerin yaratılış sorumluluk, mükafat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet o surede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz' edilen "mizan", bu "mizan"la beraber kanunlar, nâmuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, herşeyin zimamdarının Cenab-ı Hakk olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akibetleri dile getirilmektedir.
Vücud nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: "İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?" sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatab olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevkedilmektedir.
Yine bu surede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre "iki mağrib ve iki meşrık"in tanzim edildiği ifade edilmektedir. Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı manaya geldiği keyfiyettir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekan hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.
Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekanlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.
Rahman sûresi, nimetlerin ta'dadı ve nankörlerin tehdidi açısından ayet ayet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevketmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet her ikisi de hususi yaratılmış ve O'na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabii ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükafatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.
Rahman suresinde: "Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır" (Rahman, 55/46) denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet insanlarına, içiçe cennetlerin vadedildiği dile getirilmektedir. Aynı surede hûrilerden bahsedilirken "onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur." (Rahman, 55/56) buyurularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükafat görüp cennete gidecek ya da ikaba maruz kalıp cehenneme sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mes'ul bulunmanın gereği olabilir.
Cinlerin mesuliyeti hususunda pekçok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:
"Şimdi onlar da kendilerine (azab) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." (Ahkaf, 46/18)
Bu ayet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükafatını, ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girerken, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle..
Ancak, İslam alimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları sözkonusudur. Bunun yanında İbn-i Ebi Leyla, İmam Malik, İmam Şafii, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf gibi alimler ise: "İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet sefil ve alçak olanlar cehenneme, ulvî ve yüce olanlar da cennete gidecekler" (3) demişlerdir.
Yukarıdaki ayetler de bu görüşü teyid eder mahiyettedir. Şayet Cenab-ı Hakk, onları muhatab kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de sözkonusu olmazdı. Madem ki onlara sorumluluk yüklemiş, o halde neticede karşılığını da verecektir.
Rahman sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur'an bunu şu ayetiyle anlatır: "İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar" (Rahman, 55/19-20) Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan.. gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.
Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hale getiren ise Allah'tır (cc).
Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir aleme kapı açılacak ve bütün beka buudlu eşya, beka damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkar edilemeyecek ayrı bir nimettir.
O bâki alemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırd edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet halini alacaktır.
Nimetlerin en büyüğü olan cemalullahı temaşa ise, ancak Cennette elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken O'nun hangi nimetleri inkar edilebilir ki! O'nun ismi, şanı ne yücedir..!
İşte bütün bunlara karşı O'na şükretmek gerekmez mi?
[1] Buhari, Ezan, 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir-i Sureti'l-Cin, 2; Müsned, 1/252
[2] Müslim, Salat, 149,150; Tirmizi, Tefsir, 3254; Ebu Davud, Taharet, 42; Buhari, Menakibu'l-Ensar, 32; Salat, 75
[3] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1407; Kurtubi, el-Camiü Liahkami'l-Kur'an, 7/85,86; 17/165
Elimizdeki nasslara bir bütünlük içinde baktığımızda görürüz ki, cinle ins arasında esas itibariyle ciddi bir fark yoktur. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.
Hayat tarzı olarak böyle olduğu gibi, düşünce ve fikir açısından da her zaman bir paralellik sözkonusudur. Cin suresinde, onların bu durumu, kendi ifadeleri içinde şöyle anlatılır: "Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler de) var. Biz çeşitli yollara ayrıldık." (Cin, 72/11)
"Biz çeşitli yollara ayrıldık" ifadesinin tefsiri sadedinde Ahmed b. Hanbel, Süddî'den şu değerlendirmeyi nakleder: "Her zaman Cinler içinde, tıpkı beşerde olduğu gibi, "Kaderiyye", "Mürcie", "Müşebbihe".. vardır." (1) (Haliyle Yahudi, Nasrâni, Mecûsi, Putperest.. de var demektir. Hatta bunu Müslümanlar arasında zuhur eden hak ve batıl meslek, meşrep ve mezheplere teşmil etmek mümkündür. Evet, bunların kimisi Cebriye mezhebindendir, "insanın iradesi yoktur" der.. kimisi, "Allah, insanın işine karışmaz; kul fiilini kendi yaratır.." der, Mu'tezile mezhebini temsil eder.. kimisi "Mürcî"dir, amelin tesiri mevzuunda belli bir saplantıyı mırıldanır.. kimisi de "Müşebbihe"dir, Allah'ı (cc) başka şeylere benzetip, O'na mekan ve hayyiz isnad eder.)
İmam Süddî Hazretleri, Tâbiin'den bir zattır. Onun devrinde, cinler arasında bu kadar tefrika ve ayrılık sözkonusu ise, kimbilir o iftiraklar bugün ne haldedir! İhtimal, bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tâbi varlıklardır. Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Rasûlü'nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhanîler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.
Böyle olduğu için, Ümmet-i Muhammed'in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmemiz, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.
Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler alemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar. Cin Sûresi'nde, onların, bizimle aynı şeyleri paylaştıkları gayet veciz olarak şöyle anlatılır: "Bizden Müslümanlar da var, Hak yoldan sapanlar da. Kimler Müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır." (Cin, 72/14-15)
Bu ayetlerde de açıkça görülmektedir ki, cinlerin de, tıpkı bizim gibi, bir kısım mülhid, muannid ve mütemerridleri olduğu misüllü, dupduru, saf ve muhlis olanları da vardır.
[1] Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 19/15