PirAdam
Ayın Üyesi
- Hak katında afva mazhar olmayan hususlardan biri şirk, biri de kul hakkıdır. Cenâb-ı Hak, kulunun dağlar kadar günâhını bağışlarken, kul hakkını afvının dışında tutmakta ve bu husustaki bağışlamayı, ancak kulların birbirlerinin haklarına riâyet ederek aralarında helâlleşmeleri şartıyla tecellî ettirmektedir. Onun için Hak yolunun samîmî ve muttakî yolcuları, bir ömür kul hakkı hassasiyeti içinde yaşamışlar ve üzerlerine en ufak bir tozun dahî sıçramamasına dikkat etmişlerdir.
Rivayet göre Abdullah bin Mübârek'in çok kıymetli bir atı vardı. Bir yolculuğu esnâsında öğle namazı vaktinin girmesi üzerine atını salıvererek namazını kıldı. Ancak bu sırada at, bir köyün devlete ait merasına girerek otlamaya başladı. Bunun üzerine İbn-i Mübârek, o ata binmekten vazgeçti.
Bir başka misâl şöyle:
Ebu Hamdun Kassar, can çekişen bir dostunun yanında bulunuyordu. Adam vefat eder etmez, yanmakta olan lambaya üfleyip söndürdü. Kendisine:
"-Ey Hamdun, bu karanlıkta lambayı niçin söndürdün?" dediler.
O da şu cevâbı verdi:
"-Lamba ve onun içindeki yağ şimdiye kadar vefât eden zâta aitti. Şimdiden sonra ise vârislerinin hakkıdır..."
Bir başka misâlde de Ebu Süleyman Havvas başından geçen bir hâli şöyle anlatıyor:
Birgün merkebe binmiştim. Sinekler eziyet veriyor, onun için hayvancağız başını durmadan eğiyordu. Ben de, yoldan kalmamak için habire elimdeki deynekle ona vuruyordum. Nihayet merkep kafasını kaldırdı. Lisân-ı hâl ile şöyle dedi:
"-Şimdi vur bakalım. Vur ama, hiç şüphe etme ki, bu dayak yarın senin başına inecektir!.."
Âlemlerin Efendisi'nin, son demlerinde ashâbına:
"Kimin üzerimde hakkı varsa gelsin alsın!" buyurarak, âhirete hicret ânında dahî kul hakkını düşünmesinin hikmet ve sırrı, bütün âleme pek manidar bir mesajdır.
Böyle yüce mesajlarla olgunlaşan ashabın büyüklerinden üçüncü halîfe Hazret-i Osmân'ın yanlışlıkla kulağını çektiği ve hatâsını anladığında da yanına çağırdığı kölesine:
"-Sen de benim kulağımı çek!" diye kulağını çektirmesi, hattâ kölenin hafif davranması üzerine:
"-Ben daha sert çekmiştim; biraz daha sert çek de beni âhıret vebâlinden kurtar!" demesi, buna mukâbil kölenin de:
"-Ey halîfe! Daha fazla çekersem bu sefer ben size borçlu olurum!" şeklinde cevap vermesi, neticede karşılıklı helâlleşmeleri pek ibretlidir.
Diğer taraftan Fâtih'in yanlışlıkla kolunu kestirdiği hıristiyan mîmâr ile muhâkeme sonunda kendi kolunun da kesilmesi için uzatması, bu fazîlet karşısında da mîmârın kısas şikâyetinden vazgeçip diyet alması da, kul hakkına riâyetin şâheser nümûneleridir.
kul hakkının oluştuğu en mühim nokta burası; yâni yapılan ihlâlin kul hakkı olarak görülüp görülmemesidir. Dolayısıyla bu mevzuda en önemli hususlardan biri de, kul hakkına nelerin girip girmeyeceğinin bilinmesidir. Günlük hâdiseler çerçevesinde pek çoklarına normal gibi gelen o kadar mes'eleler var ki, aslında hepsi de birer kul hakkı mes'elesi içindedir. En basitinden yoğun trafik akışının olduğu yerlerde uyanıklık adına pek çok sürücüyü gerek zor durumda bırakmak, gerek birtakım ihlâllerle sırf kendini düşünmek, zaman zaman nice facialara yol açmaktadır ki, bunlar da hesabı verilemeyecek en çetin kul haklarındandır. Aynı şekilde yemek kokusu ile komşuya eziyet etmek de böyledir. Dolayısıyla kul hakkını, sadece müşahhas bir şekilde bir başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak anlamamalı, davranış ve muâmelelerimizde birtakım bencillikler yapmak sûretiyle başkalarının hakkını çiğnemenin de kul hakkına girdiğini bilmelidir. Yâni maddî olarak zâhiren kul hakkına girmekle, mânevî olarak kul hakkına girmek arasında pek fark yoktur. Bilâkis mânevî kul haklarının hesâbı daha ağırdır. Meselâ talebesini yetiştirmek husûsunda ihmalkâr davranan bir hocaefendi veya öğretmen, talebesinin enerjisini ve zamanını zayi edip bir insan israfına sebep olduğu için üzerine kul hakkı almıştır.
Hassas bir şekilde düşünülürse kul hakkının şümûlü o derecede geniştir ki, bir müslümanın yüzüne haksız yere sert sert bakmak bile bir kul hakkı ihlâlidir. Bunun yanında aleyhte konuşmak ve benzeri şekilde ölülerin hukûkuna tecâvüzden de kaçınmak gerekir. Yine haksız yere birisine karşı söz veya yazıyla tecâvüzde bulunmak da, o kendini müdâfaa edemeyecek bir mevkîde olduğu için daha büyük bir vebâli mûcibdir. Dolayısıyla bir sözü söylerken bile onun kalbe saplanacak bir bıçak gibi mi, yoksa yürekleri şefkatle saracak bir kucak gibi mi olduğuna dikkat etmelidir. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
"Özür dilemek gereken bir sözü konuşma!" (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Kul hakkı mânevî ise helâlleşmek, maddî ise onu iade etmek gerekir. Yâni kul hakkını âhırete bırakmamalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in tatbikatı da böyledir. O, önüne borçlu, yâni üzerinde kul hakkı bulunan bir cenaze getirildiğinde onun namazını kıldırmaz, ancak borcu ödendiği takdirde imamete geçerdi. Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e, namazını kıldırıvermesi için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Ancak -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"-Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!" buyurdu.
Ben:
"-(Borç) benim üzerime olsun, ey Allah'ın Resülü" dedim.
"-Sadâkatle mi ?" dedi.
"-Sadâkatle!" dedim.
Bunun üzerine cenazenin namazını kıldı. (Tirmizi, Cenâiz, 69; Nesâi, Cenâiz, 67)
Rivayet göre Abdullah bin Mübârek'in çok kıymetli bir atı vardı. Bir yolculuğu esnâsında öğle namazı vaktinin girmesi üzerine atını salıvererek namazını kıldı. Ancak bu sırada at, bir köyün devlete ait merasına girerek otlamaya başladı. Bunun üzerine İbn-i Mübârek, o ata binmekten vazgeçti.
Bir başka misâl şöyle:
Ebu Hamdun Kassar, can çekişen bir dostunun yanında bulunuyordu. Adam vefat eder etmez, yanmakta olan lambaya üfleyip söndürdü. Kendisine:
"-Ey Hamdun, bu karanlıkta lambayı niçin söndürdün?" dediler.
O da şu cevâbı verdi:
"-Lamba ve onun içindeki yağ şimdiye kadar vefât eden zâta aitti. Şimdiden sonra ise vârislerinin hakkıdır..."
Bir başka misâlde de Ebu Süleyman Havvas başından geçen bir hâli şöyle anlatıyor:
Birgün merkebe binmiştim. Sinekler eziyet veriyor, onun için hayvancağız başını durmadan eğiyordu. Ben de, yoldan kalmamak için habire elimdeki deynekle ona vuruyordum. Nihayet merkep kafasını kaldırdı. Lisân-ı hâl ile şöyle dedi:
"-Şimdi vur bakalım. Vur ama, hiç şüphe etme ki, bu dayak yarın senin başına inecektir!.."
Âlemlerin Efendisi'nin, son demlerinde ashâbına:
"Kimin üzerimde hakkı varsa gelsin alsın!" buyurarak, âhirete hicret ânında dahî kul hakkını düşünmesinin hikmet ve sırrı, bütün âleme pek manidar bir mesajdır.
Böyle yüce mesajlarla olgunlaşan ashabın büyüklerinden üçüncü halîfe Hazret-i Osmân'ın yanlışlıkla kulağını çektiği ve hatâsını anladığında da yanına çağırdığı kölesine:
"-Sen de benim kulağımı çek!" diye kulağını çektirmesi, hattâ kölenin hafif davranması üzerine:
"-Ben daha sert çekmiştim; biraz daha sert çek de beni âhıret vebâlinden kurtar!" demesi, buna mukâbil kölenin de:
"-Ey halîfe! Daha fazla çekersem bu sefer ben size borçlu olurum!" şeklinde cevap vermesi, neticede karşılıklı helâlleşmeleri pek ibretlidir.
Diğer taraftan Fâtih'in yanlışlıkla kolunu kestirdiği hıristiyan mîmâr ile muhâkeme sonunda kendi kolunun da kesilmesi için uzatması, bu fazîlet karşısında da mîmârın kısas şikâyetinden vazgeçip diyet alması da, kul hakkına riâyetin şâheser nümûneleridir.
kul hakkının oluştuğu en mühim nokta burası; yâni yapılan ihlâlin kul hakkı olarak görülüp görülmemesidir. Dolayısıyla bu mevzuda en önemli hususlardan biri de, kul hakkına nelerin girip girmeyeceğinin bilinmesidir. Günlük hâdiseler çerçevesinde pek çoklarına normal gibi gelen o kadar mes'eleler var ki, aslında hepsi de birer kul hakkı mes'elesi içindedir. En basitinden yoğun trafik akışının olduğu yerlerde uyanıklık adına pek çok sürücüyü gerek zor durumda bırakmak, gerek birtakım ihlâllerle sırf kendini düşünmek, zaman zaman nice facialara yol açmaktadır ki, bunlar da hesabı verilemeyecek en çetin kul haklarındandır. Aynı şekilde yemek kokusu ile komşuya eziyet etmek de böyledir. Dolayısıyla kul hakkını, sadece müşahhas bir şekilde bir başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak anlamamalı, davranış ve muâmelelerimizde birtakım bencillikler yapmak sûretiyle başkalarının hakkını çiğnemenin de kul hakkına girdiğini bilmelidir. Yâni maddî olarak zâhiren kul hakkına girmekle, mânevî olarak kul hakkına girmek arasında pek fark yoktur. Bilâkis mânevî kul haklarının hesâbı daha ağırdır. Meselâ talebesini yetiştirmek husûsunda ihmalkâr davranan bir hocaefendi veya öğretmen, talebesinin enerjisini ve zamanını zayi edip bir insan israfına sebep olduğu için üzerine kul hakkı almıştır.
Hassas bir şekilde düşünülürse kul hakkının şümûlü o derecede geniştir ki, bir müslümanın yüzüne haksız yere sert sert bakmak bile bir kul hakkı ihlâlidir. Bunun yanında aleyhte konuşmak ve benzeri şekilde ölülerin hukûkuna tecâvüzden de kaçınmak gerekir. Yine haksız yere birisine karşı söz veya yazıyla tecâvüzde bulunmak da, o kendini müdâfaa edemeyecek bir mevkîde olduğu için daha büyük bir vebâli mûcibdir. Dolayısıyla bir sözü söylerken bile onun kalbe saplanacak bir bıçak gibi mi, yoksa yürekleri şefkatle saracak bir kucak gibi mi olduğuna dikkat etmelidir. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
"Özür dilemek gereken bir sözü konuşma!" (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Kul hakkı mânevî ise helâlleşmek, maddî ise onu iade etmek gerekir. Yâni kul hakkını âhırete bırakmamalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in tatbikatı da böyledir. O, önüne borçlu, yâni üzerinde kul hakkı bulunan bir cenaze getirildiğinde onun namazını kıldırmaz, ancak borcu ödendiği takdirde imamete geçerdi. Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e, namazını kıldırıvermesi için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Ancak -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"-Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!" buyurdu.
Ben:
"-(Borç) benim üzerime olsun, ey Allah'ın Resülü" dedim.
"-Sadâkatle mi ?" dedi.
"-Sadâkatle!" dedim.
Bunun üzerine cenazenin namazını kıldı. (Tirmizi, Cenâiz, 69; Nesâi, Cenâiz, 67)