Korku İmparatorluğunda Bir Gün

Vtnsvr

New member
Uzun yazı okumaktan nefret eden üyelerden,yazıyı bir kullanımlık hap haline getiremediğim için şimdiden özür diliyorum.

Uğurcan USGÜL


Sabah Tele Ekranın sesiyle uyandım. Ergenekon balonu şişirilmeye devam ediyordu.Tele ekranın karşına geçmiş olanları izlerken acaba Düşünce Polisinin daha kimleri göz altına alacağını merak ediyordum ve bir an aklıma geldi BÜYÜK BRADERİN GÖZÜ BENDE….
Tele ekran, Düşünce Polisi, Büyük Brader… George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” isimli romanından tanımlarla yaşadım bugünü. Sanki tekrar okuyordum olanları izlerken. Büyük Brader ve partinin yarattığı korku düzeni halkı duyarsızlaştırmış ve bu ortamda yaratılan nefret her yönüyle halka aşılanıyordu. Bir an irkildim acaba romandaki gibi tele kutu (bir anlamda televizyon) benim düşüncelerimi de algılayabiliyor mu ? bunun daha mümkün olduğunu sanmıyorum dedim kendi kendime ama artık dinlenebildiğimizi biliyorum, bilgisayar yazışmalarımız kayıt altına alınabildiğini de ve biliyorum ki BÜYÜK BRADER BENİ DE İZLİYOR….
Tarih 01.07.2008 siyasetin gündeminde savcının AKP’nin kapatılma davası için Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcısı’nın sözlü savunması olması gerekirken 29 Haziranda İstanbul Başsavcılığı tarafından verilen Ergenekon operasyonu kapsamında emir bugüne denk getiriliyor ve peş peşe gözaltılar…..
Unutmuşum bir an düşündüm Ergenekon neydi ? Ne çabuk unutuyoruz bir yıldır hazırlanamayan iddianameyi içeride yargısız tutulan Ergün POYRAZ’ı…
Oysa Ergenekon bir Türk mitolojisi değimliydi ? asıl unutulmaması gereken bu olmalı ki böyle hayali operasyonları yapmaya kimsenin gücü yetmesin. Erdal SARIZEYBEK’in dediği gibi diyorum Ergenekon biziz, bizim tarihimiz Ergenekon bu isim bilinçli seçildi yeni nesil Türk tarihinin temellerini oluşturan bu ismi sözüm ona bir çete olarak ansın diye.
Bir an olsun televizyonun başından ayrılmadan izliyorum olanları. Mustafa BALBAY’ın gözaltına alınması ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosuna yapılan baskın haberini izlerken bir anda fakültede aldığım basın-yayın ile ilgili derslerde anlatılanlar geliyor aklıma, basın etiği, gazetecinin özlük hakları, demokrasinin işlevsel olması için halkla iktidar arasında üçüncü bir güç olan basın bir denetim mekanizması olmalı sözleri. Aynı şeyleri İlhan SELÇUK sabaha karşı evinden alındığında düşünmüş, basın etiğini ve gazetecilik özlük haklarının oluştuğu coğrafya “ AVRUPA “ bize süsleyerek anlatılmıştı. Tüm iki yüzlülüğünü bildiğim emperyalist Avrupa demokrasi konusunda kendini standart kurumu sanıyor olmasından umutlanarak peki nerdeler demiştim. Mustafa BALBAY’ın gözaltına alınması sonrası Avrupa Birliği hayaliyle yanıp tutuşan ahmakları düşündüm utanmadan seviniyor olmalılardı. Siyasi olarak değil ama gazetecilik mesleği olarak bir tepki Avrupa’dan gelir mi diye tekrar geçiriyorum aklımdan… cevap akşamüstü haber ajanslarına şu şekilde düştü: “ Türkiye Karma Parlamentosu Eş Başkanı Joost Lagendijk Ergenekon soruşturmasının derinleştirilmesinden memnuniyet duyduğunu ifade ederek, "Önemli olan büyük balığa ulaşmak" dedi.” Büyük Balıktan kastı neydi acaba ? Ergenekon gözaltlarının Dede Korkut tutuklanana kadar süreceği kesindi…
Kendimi bir an mesleki kaygılar dışına itip ülke gündemine geri döndüm. Korku imparatorluğu kurmaya devam ediyordu AKP tıpkı Hitler’in yaptığı gibi Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Gobbels’in yöntemleri uyguluyor, tek tek halkın hassas noktaları belirleniyor, yeniden kurgulanarak halka götürülüyordu. Bu kurgular sonucu o hassas noktalardan nefret yaratılıyor bu yöntemle aşılanan nefret körükleniyor, körüklenen nefretten iktidar besleniyordu. Güncel yöntemleriyle hatta görselleriyle bile bir faşist diktatörlük kuruyordu arkasına aldığı halk yığınlarını bu yöntemle sürüklerken.
AKP de bu yöntemi uyguluyor olmalı dedim bir Nazi Gestaposunun bir suçluyu sürüklemesi gibi polisin Mustafa BALBAY’ı itekleyerek koşturduğunu görünce.
Bunu düşünürken televizyon kanallarını geziyorum acaba iktidar yanlısı medya organları nasıl taşıyorlardı gündemlerine haberleri. Birçoğunda duruma en uygun ilaç olan sabah programları devam ediyor, bir iki kanal ise Amerika’nın sesi olma görevini en iyi şekilde yerine getiriyordu. İkinci cumhuriyetçiler ve dönek solcular, liboşlar, cemaatin sözcüleri tek tek çıkıp demokrasiye atıfta bulunarak büyük coşku içinde yorumluyorlardı olayları. Oysa bu yorumları yapan gazetecilerin birçoğu gözaltına alınmayı bir kenara bırakın tutuklanacak kadar ileri gitmişlerdi birkaç gündür ve taraf oldukları gazete köşelerinde zaman zaman en satılık hallerini takınıyorlardı vakit geldiğinde hepsi emperyalizmin gemisine binerken.
Tüm gün boyunca kıpırdayamadım televizyon karşısında. Dakika dakika endişelenirken partilerin grup toplantılarını izliyorum her Salı yaptığım gibi. Fakat muhalefet en gereksiz konularda esip gürlerken iki kelimeyle geçiştiriyor durumu. Şaşırmıyorum çünkü siyasal partilerde siyaset biteli çok oldu. Türkiye’de muhalefet kendini tüketti. Biri attığı ipi kendi ayağına doladı takılıp düşüyor sürekli, diğeri ise daha birkaç grup toplantısı öncesi Türkiye adına söz söyleme yetkisini Avrupa Birliği’ne devretmekten bahsediyordu. Akşam bir kanalın ana haber bültenindeydi bir diğeri, sözüm ona özgürlük ve demokrasiden yana olan, Demokrasime küfrederken demokratlıktan ödün vermeyen cinsinden. Meclise darbeler araştırılsın demiş onu anlatıyordu demokrasi lafını süsleye süsleye. İktidar sesiz derken travmanın etkisinden kurtulamamış bir tanesi “ herkes adalete saygı duyacak “ dedi. Bu sözler karşısında travma geçirirken saygıyı elden bırakmamaya çalıştım bir süre. Darbe diyorum kendi kendime Kemalist’im dediğim her ortamda yaşadığım derin darbeleri düşünürken. Yaşım yüzünden hiçbirini görmedim ama yakın tarihten okuduğum kadarıyla emekli askerler darbe yapabilir mi acaba sorusuna cevap bulmaya çalışırken Sinan AYGÜN’ün gözaltı haberinin görüntüleri yayınlanıyor AYGÜN suçunun Atatürk’ü ve Cumhuriyeti sevmek olduğunu söylerken bir Kemalist olarak çok büyük bir suç işlemekte olduğumu düşündüm bu suçu büyük bir gururla işlemeye inatla devam edeceğimi bilerek.
Gündem durulmayacak gibiydi ve Turhan Çömez’in de arandığı haberlere düşen notlar arasındaydı. Kafam iyice karışıyordu demek isterdim ama aksine iyice netleşiyordu. Korku imparatorluğu büyüyordu. Vatansever kim varsa sağ,sol demeden topluyorlardı diktatörce. Tek şart AKP zihniyetine muhalif olmaktı, gerisine nasıl olsa bir hikaye yazacaklardı topluma bu hikayeyi inandıracaklarına emin olarak. Benim savcım senin savcını döver anlayışı ise AKP’nin kapatma davası süreci için önemli bir günde satır arasında kalan ayrıntıydı sadece.
Ne yapmalı ? sorusunu sordum günün sonunda. Yarın sabah yeni gözaltlarına uyanmamak için onlar nasıl içeri almak için tek kriter emperyalizme karşı olmayı, aydınlık Türkiye’nin umudu olmayı şart koşuyorsa sağ,sol demeden, bizde bir araya gelmeliyiz sağ,sol demeden Kemalizm’in temellerine dayanarak. Birbirimize bağımsızlık için sahip çıkarak. Yoksa gelecek olan bir erken seçimde halk tüm bu yaşananları unutup aynı zihniyete oy verecektir hiç düşünmeden ve George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki gibi her gün geçmiş silinip yeniden yazılacak hiç yaşanmamış gibi. 101 nolu odalarda Korku politikaları ile aşağılanan insan yeniden şekillendirilecek beyinler. Karşı çıkanlar düşünce polisi tarafından tutuklanırken birçoğu buharlaştırılacak… ve unutma olanlara duyarsız kaldığın sürece BÜYÜK BRADER SENİ İZLİYOR OLACAK….
 

64general1

New member
George Orwell'in 1984 yılını sanırım 1984 den önce okumuştum.Çok mekanik ve gerçekdışı gelmişti.Gerçekten günümüzde AKP iktidarı sayesinde,neredeyse kitabı canlı yaşıyoruz.
 

Vtnsvr

New member
Mühür !..




Hayatımızı, varlığımızı nişan tahtasına, deney sahasına çeviren, biziz. Öğrenemedik, demokraside ki görevimizi, sorumluluğumuzu. Bekledik bir dört, beş yıl geçer de belki bize hizmet edecek adamları seçeriz. Sandıklar önümüze geldiğinde uzunca listede yeri belirlenmiş, işaret edilmiş olana mührü vurduk mu iş tamam. Adalette, kalkınmada mühürlenmiş farkında olmayız. Mührü bastık ve baskını yedik. Yaşasın adalet yerini buldu, kan gülleri açtı, ar damarı patladı, mührü verdik ya ellerine basmadıkları yerimiz kalmadı.

Mührü, mazbatayı alanlar yenilerdi ve bir o kadar eskilerdi. Kuzulardı, bir o kadar kurtlardı. Kuzularla meleşir, kurtla uluşur, baykuşla ötüşürlerdi. Sultan Süleymanlardı, kuşdili bilirlerdi, kuşlar okyanus ötesinde, Avrupa göbeğinde, yurdun her yanında haber taşırlardı. Mührü teslim edenler yolunmuş kuşa döndükçe, mührü alanlar semirip, kıllanıp, kıllandırıp kurtlar sofrasında kuzu çevirme başında semirirlerdi.

Gelenler geldiler ama gitmeyi istemediler, yolunmuş kuşa dönenlere yeni tüy ekip artık tüylendiniz, bitlendiniz özgürce uçarsınız dediler yeniden mührü kapıp yollarına devam edip yurdun burçlarına yerleştiler ve ikinci mühürle artık kuzularla, koyunlarla yollarını ayırdılar. Yolunmuş kuşlar ekilen birkaç tüyle uçamadılar, uçmak isteyen yeniden yere çakıldı, burçta yaşayanlar gülmekten kırıldılar !

Kuzu gibi uysallar, kuş kadar akla sahipler bunlar oldukça aç kalmaz, zenginliğimiz bitmez, fazlasını da sofralarımızı açtığımız kurtlara yem ederiz, bize zarar gelmez yaşarız dediler. Kuzular meleşiyor, kuşlar ötüşüyor, kuzunun otu, kuşun darısı kalmıyordu. Sıkıntıya düşen kuzular, kuşlar açlıkla baş edememenin yanında kurtlara yem oluyorlardı.

Kurt sürüsü çoğaldı, her avlağa yayıldı, artık kuzuların kuşların yanında aslana, kaplana, ineğe, deveye, ayıya, dayıya saldırmaya başladılar.


Her yana işeyerek bölgelerini işaretlediler, diğer kurt sürülerine gözdağı verdiler. Her yan kurtların sidiği kokuyor, ormanlar yanıyor, B2’ lerle yanan ormanlar kurtların istilasına uğruyor. Sular çekiliyor, göller kuruyor, toprak çölleşiyor.


Kurtların talanı, yalanı, kuzu postundaki avlanmaları artık her canlıyı çileden çıkarmış, kuzuların, kuşların ve diğer canlıların bir araya gelip kurtlarla nasıl baş edeceklerini düşüncesi yayılmış, kurtların içine kurt düşmüş avlaklarını, avlarını kaybetme korkusuna kapılmışlar. Hiçbir canlı bir araya gelmemeli, iki iken üç olmamalı, güç olup bizi güçten düşürmemeli dediler. Karar verdi, kurtlar kendileri dışında ve kendi leşlerinin artıkları ile geçinip dost olan çakalların dışında, hiçbir canlı bu yurtta barınmamalı dediler. Tümünü toplayıp bir dağın içine hapsedelim, orada ya ölürler, ya birbirlerini yemekten zaman bulup ta bizi güçten düşürüp yiyemezler dediler.

Kurtlar, artıkçı çakallar sürü oldular, güçlerini kullanıp, kuzuları, kuşları ve tüm canlıları enselerinde yakalayıp derin vadilere atmaya başladılar. Kurtların saldırısına karşı bir araya gelmeyi düşünenler korktular, çukurlara atılanlara sahip çıkmadılar, nasılsa ben düşünmedim, konuşmadım, birlikte olmadım onlarla bana kurtlar bir şey yapamaz dediler, sinip yerlerinde kaldılar, kurtlara boyun eğdiler, av yem olmaya devam ettiler. Bana dokunmayan kurt bin yaşasın diyenlerde yendi, henüz yenmeyenlerde halen umursamaz halde otlayıp, melemeye, kanatsız dolanıp, ötmeye, her meleme, her ötüş kurtlara methiyeye dönüşüp sıranın kendilerine gelmesini beklemeye başladılar.

Artık, kuzular, kuşlar ve tüm canlılar acıya, açlığa yem olmaya alışmışlardı. Kurtlar saldırmasa dahi dönüp birbirlerine saldırıyorlar, canlarını yakıyorlar canları yandıkça artık mutlu oluyorlardı. Acı, açlık nedir unuttular, yurt nedir, otlak, göl, su nedir unuttular. Yurtları kurtlarca harabeye döndü, kurtlar diğer yurtlarda gelen kurtlarla çiftleşti, yeni kurtlar doğdu, onlarda harabeye dönen yurtta avlandılar, yetmedi güneye indiler, Iraktaki kurtların, okyanusun ötesinde gelen kurtlarla dansına şahit oldular, avlarını hayranlıkla izlediler ve kuzeydeki kurtlar karar verdiler, okyanus kurtlarına biat ettiler. Okyanus ötesinden gelen kurtlar okyanus kurtları, Avrupa’dan gelenler Avrupa kurtları, güneyde var olan Musa’nın kurtları, Arabın çakalları hep bir olup yeni sürüler, ortak avlaklar belirlediler.

Aşağıda, güneyde Musa’nın Kurtları Filistinli kuzuları avlıyorlardı, Arap çakalları seyredip avın sonrası hale hiç şaşmayıp yeni alışkanlıkları siyah su içip keyif çatıyorlardı. Güney çakalları yüz yıldır siyah suya alışmışlar, uyuşmuşlar et oburluğu bırakmışlar, etçilliği Musa’nın kurtları bir gelenek olarak sürdürüyorlardı. Okyanus kurtları Afgan kuzlarının avından sonra, Irak kuzularına saldırıp, bir milyonu aşkın kuzuyu, kuşu parçalayınca diğer yurtların kurtları bunlara teslim olmuş, aman bizi de sofranıza ortak edin, buyurun bizim kuzuların, kuşların tadına bakın diye bir ortaklık kurmuşlar. Buna en heveslisi bizim yurdun kurtları oluş, kuyrukları kıçlarında, okyanus kurtların ardınca avlaklara yayılmışlar, arta kalan ne varsa yiyip doymaya başlamışlar.

Yahu bu kurt kuzu da nereden çıktı şimdi, biz neyi anlatıyorduk, ha mührü anlatıyordum. Yani mührü teslim ettik, vekâleti verdik, kendi kasaplarımızı seçip buyurun pırasa gibi bizi de, bizi yaşatan ne varsa hepsini de doğrayın dedik. Dedik mi demedik mi, böylemi düşündük, düşünmedik mi, içimizde bumu geçmişti, geçmemişti bilmiyoruz ama ne oldu ise yine ömrümüzün bir dört yılını teslim etmiştik. Hani bizde mi alıştık, acıya, açlığa sanırım alıştık, alıştırıldık, alıştırdılar ne bilelim ama mührü vekâleti teslim etmiştik.

Umut olurlar dedik, umut hırsızlarına teslim olduk ya, artık rüyalarımızdaki darıya dahi göz koydular. Vergiye bağladılar. Rüyada mal alıp satmışım, şu kadar vergi. İş kurmuşum, hani rüya ya, ev, araba da almışım, işlerim tıkırında uyanınca kapı çalındı, kapıda maliyeciler ver bakalım, evin, işin arabanın vergisini! Mührü teslim ettik hayallerimizi de vergiye bağladılar ya nasıl anlatacaksın bunun rüya olduğunu. Gizli tanıkları varmış, telefonlarımız kapalıda olsa dinlerlermiş vs sayıklamışım her şey kayıt altına alınmış, birde gizli tanıklar bulup bu böyledir diye kanıtlamışlar mecbur ödeyeceğim vergileri. Ödemezsem, on beş gün içinde icra ile her şeyimi alacaklar

Mührü kaptırdık bir kere, herkes herkesi jurnalliyor. Bir gece sabaha karşı kapım zangır zangır dövülüyor, hopladık yataklarımızdan, antrenin ışığını yakayım demeden gözlerim öyle bir ışıkla yerinde fırladı ki sanki atomlarıma dönüşüp, patladım ben ışığa dönüştüm. Kapı kırılmış, projektörler her yanı aydınlatıyor, sesler, yat yere yat yere diye bağırıyor. Birkaç kar maskeli, silahlı izbandot gibi adamlar beni yere küt yapıştırdılar. Kollarımı arkaya gerdiler, bağladılar. Ardından hanım o telaşla fırlamış yanıma gelmiş istemiş, onu aynı şekilde etkisiz hale getirmişler, derken büyük oğlan, kız hepsimiz yerde tekme tokat, el kol bağlı kuzu kuzu yatıyorduk. İçeri bir girip pir olup darmadağın ettiler, kafamızda bekleyenler it oğlu it, seni terörist, devlet düşmanı , … Diye sürekli küfür ediyor, şimdi hesap vereceksin diyor arada bir kafama bastırıp duruyordu.

Birkaç saat içinde ev araması, talanı bitmiş, ev halkı görevlilerin kolunda yaka paça araçlara bindirilmiş ve gözaltına alınmıştık. Mahalle sokağa dökülmemiş, kapı aralıklarında, perde arkalarında, balkon kuytularında olan biteni seyrediyorlardı, araca bindirilirken evin önü onlarca araçla, silahlı adamla dolmuş olduğunu gördüm. Kapı komşumuz başını uzatmış, bir görevli ile görüşüyor ve ben biliyordum biliyordum oh olsun çeksin cezasını diye fısıldıyordu. Yarım bakış atıyor bizim araçlara bindirildiğimiz esnada ve penceresini kapatıyordu.

Ailece gözaltına alınmıştık dört kişiydik, çete oluşturacak sayıyı aşmıştık, bizi çeteden, terörle mücadeleden yasımızda yeterli olduğundan dört gün gözaltında tuttular. Suçumuz ne, neden buradayız anlamaya çalıştık. Ben televizyonu yüksek sesle dinlerim ve dinlediğim bir kanalda hükümete muhalif bir tartışma vardı. Program epey sürmüş bende dalmışım dinlemeye arada bir yuh bu kadar olur mu diye sesler çıkarmışım. Yine, hükümete muhalif bir gazeteyi kahvede okuyordum, hastir lan demişim. Ondan sonra kahveci bana yan yan bakmış, yanımda bulunan kırk yıllık komşularım anında başka masaya geçmişler ve ben yalnız kalmışım, gazeteyi okumayı sürdürmüşüm, hadi oradan, yazık ediyorlar memlekete, yok yahu böylede olur mu diye söylenmişim.

Eşim de, hanımlarla bir çay sohbetinde, mührü verdik, ama Süleyman’ın mührü sandılar, ev kiraları arttı, maaşımız yetmiyor, vallahi kıt kanaat geçinir olduk. Zamlar maaş zamlarımızdan fazla, kaşıkla veriyorlar, kepçeyle alıyorlar ben böyle hal görmedim demiş, kadınlarda lafa karışmış, iş hükümet her şeyi satıyor, işsizlik artıyor, çocuklarımızın yarınlarından endişeliyim diye hanım laf etmiş.

Sonraki zamanlarda hanımım evde iş yaparken televizyonu açar ama kadın programları seyretmez, şarkı müzik açar. Bir zaman televizyonda şarkıcının biri konser veriyormuş ve orada hep beraber onuncu yıl marşını söylemişler. Hanımda televizyon başında eşlik etmiş. Yine ailece sinirlerimiz alınmamış olduğundan hassasız, duyarlıyız, mührü de adam gibi vururuz ya! Şehitlerimizin çok geldiği zamanlardı, vatanseverlik duygularımızla, evin camına al bayrağımızı asmıştık ve baskın gecesine kadar duruyordu, artık o bayrak oradaydı biliyorduk ve indirmeyi de düşünmedik. Bazen bayraklarımız alıp cumhuriyet mitinglerine gittiğimizde oldu.

Neyse uzatmayalım, tüm bayrakla başlayıp, gazete ile televizyon programı ile devam eden, komşu, aile, telefon sohbetleri ile devam eden hayatımız dikkatle izlenmesi gerek, aile damgası yemiş hükümet muhalifleri, olası darbecidir bunlar diye kanaat hâsıl olmuş ve bizi apar topar gözaltına almaya karar vermişler. Hayatımızı mühürlemişler, dört yüz klasör bilgi edinmişler! Dördüncü gün sonrası savcının oradan da tutuklanmak talebi ile hâkimin karşısına çıkarıldık. Hâkim bizi tutuksuz yargılanmamız için serbest bıraktı. Ama karakoldan ayrılırken, kollarımıza mührü yedik. Karakolda ayna var hükümet düşmanı kolunda mühür var. Yok ya bu Türkü nasıldı yahu…

Her ne ise döndük evimize, güzel mahallemize. Eve çeki düzen verdik, kırılanı yeniledik. Bekliyoruz bir eş dost, konu komşu, bir geçmiş olsuna gelsin, telefon etsinler. Kimse kapımızı çalmıyor, telefon etmiyordu artık. Mührü yemiştik ya, eve girip çıkarken, merhaba diyeceğim komşu arıyorum, kimi yana bakıp geçiyor, kimi başı önünde, gözü havada bir şey aramış gibi geçip gidiyordu. Kahveye ineyim dedim, hava sıcak dışarıda bir sandalye çekip oturdum. Çay istedim ama ne çay geldi, ne kahvede adam kaldı, ne içeri adam girdi. Kahvecimiz, yılların dostluğu var aramızda, ne darıldık ne kırıldık, yanıma geldi, kusura bakma, ekmek kapım çayını başka yerde iç dedi. Mührü yedik ya, artık yalnız dört kişilik çekirdek aile kaldık, aylarca kala kalınca ev sahibi kirayı artık ödeme, evi boşalt dedi, anladık ki mühür çok şeye kadir, kader dedik yeni bir ev aradık, semten, semtlerin ötesinden bir yere taşındık.

Yeni komşularımız var, yeni dostlarımız var, ancak korkuyoruz bizi ne zaman, nerede terk edecekler? Yâda onlar ne zaman, nerede, ne şekilde yalnızlaştırılacaklar, toplumsal bağları kopartılıp kurtlara yem olacaklar ? Kurt kuzu, mühür derken mührü yedik, mührü ellerine verdiklerimiz bizi yedi. Dedi demişler, hep birlikte vatanı yemişler, bizi çiğneyip yutmuşlar. Biri dedi, diğeri kodu adı kondu kondu oldu, gizli tanığı vardı kondu, bülbül oldu şakıdı, gizliden hesap görüldü hayatımızın defteri dürüldü, dürülen deftere mührü ele geçirenler darbedir bu diye mührü vurdular.

Vay milletim aslında mühür sende, güç senin, iktidar sensin ama bir süre bende kalsın izin ver, sana cenneti satın alacağım, karnınız doyacak, ayağınız yaşmak görecek dediler. Ver milletim oy oy milletim asıl sen kudret sahibisin diye milletin parası ile milleti alanlara topladılar, kürsüler kurdular, laf ettiler, boş atıp küplerini dolduracak, firavunlaşacak mührü, karganın ağzındaki peyniri kapar gibi kaptılar. Yine millet oyları ile oynamalara düşecekti !

Ah mühür sen ne mucizeler yaratırsın, ne güçlüsün onca aymaz, doymaz, hırlı, hırsız adam kılığında senin peşinde! Hüküm etmemize engel olanların ağızlarını mühürleyin, iki, üç kişi yan yana gelmemeli, gelenler ayrılmalı, ayrıldıklarına dair zabıt tutun mühür vurun, ısrar edenleri mühürleyip zindana koyun diye fetva verdiler. Artık hep Mührü ele alan sanki elindekini Sultan Süleyman’ın mührü, kendini kudretli gördü şeytanın çocuklarını, okyanus kurtlarını hizmetkârını cinler sandı, cin fikirli okyanus kurtları mühür sahibi övdüler, kan çöllerinin başkanı yaptılar.

Şimdi, yine eskiyen mühürlerini yenilemek için birbirimizden ayırdıkları bize gelecekler yine, güç bizde millette ya! Alışkanlık bu, demokrasi alışkanlığı, dört beş yılda bir mühürleri işe yaramaz olur, döner gelirler biz millete hadi bakalım güç sizde, parlatın mühürlerimizi derler ya! İşte yine gelecekler vakitleri kalmıyor, ne yapacaksınız, mührü verip bu kez mührü öküzlere damgaladıkları gibi daha fazla büyütüp, işgal ateşlerinde kızartıp bir yanımızı dağlayacaklar. Hani bunlar bizim malımız diyerekten! Yaşamıştık, bize sürü dediler, üç beş koyun güdemedi diye birbirlerine çattılar, kendilerinin yetmiş milyon koyun güttüklerini, iyi çoban olduklarını söylediler ya, ne çabuk unuttuk.

Geliyorlar, mühürlerini parlatmaya, yenilemeye daha azmış, daha kudretliler ama bir okara zavallılar. Ne yapacaksın ey millet mührü haramzadelere, kasaplarına bir daha teslim edecek misin ?


Zafer İSKENDEROĞLI
 

jet84

New member
yazılar için teşekkürler. Ama ben bu büyük abiden çok sıkıldım. Bilirsiniz abiler biraz baskıcı, zorba olur. Biz de bu büyük "abi"den kurtulmalıyız ve ona göre dürüst adamları başımıza getirmeliyiz , despot amerikan yalakalarını değil !
 

Vtnsvr

New member
Boşuna Değil Elbet!Boşuna Değil Elbet!




Boşuna mı?

Elli yıldır gazete köşelerinde yazdım.
Rahat Oku Arşivle Bu Haberi arkadaşına gönder


"Yazdınsa ne oldu?"

Zaman akıp geçti. İnsanlar gelip gitti...

Yasalar değişti, anayasa iki kez...

Hep askerler mi? Hep Atatürk'ün devriminin askerleri mi? Halkımıza yenilikler, güzellikler, yararlılıklar, mutluluklar getirsin diye mi?

Gide gide nereye vardık?

***

Bu sıcakta geçmiş yılları düşünmek! Nerde başladık, nerde bitireceğiz? Bir güzel serüvendi. Cumhuriyet bayramlarındaki çocukluğumu anımsamak her 29 Ekim'de...

Bir daha, bir daha yazmak aynı şeyleri!

Aynı gibi, ama değil, her biri çok daha başka, ama hepsinde beslenen amaç aynı!.. Atatürk Cumhuriyeti'nin sonuna mı geldik diye düşünmek!.. Korkmak değil, direnmeye çağırmak!.. Kimleri mi? Uykudakileri, uyuşturulmuş gibi orda burda gevezelik edenleri, kuşaklar, kuşaklar, kuşaklar. Dedelerden babalara, oğullara...

***

Zaman zaman bir korku sis gibi çöker üstümüze.. Tevfik Fikret'in Boğaz tepelerinden bakarken dediği gibi, "Sarmış yine afâkını bir dud-i muannit". Gittikçe çoğalan bir sis mi bizimki de? Daha da koyulaşacak mı? Göz gözü görmeyecek bir duruma mı geleceğiz?

"Fikret yine Fikret çocuklar" mı demişti Atatürk!. "Bir devri şeamet, yine çiğnendi yeminler/ Kanun diye kanun diye kanun tepelendi" şiirini Harbiye'de okurken neler düşünmüştü?

Şu günlerde okumak gerek şiirleri, Namık Kemal'den başla, Fikret'le, Nâzım'la, Dağlarca ile, Külebi'yle, Orhan Veli'yle, Ceyhun Atuf'la... Gerçek demokratlık, ulusalcılık onlarda, dizeleriyle bize verdiklerinde, kişiliğimize kazandırdıklarında...

***

Geçen gün bir yerde oturmuş konuşuyormuş iki yurttaş... Biri eleştiriyormuş hem de iyi niyetle hükümeti, Tayyip Bey'i, "Sözünü tutmadı hani tüm halkın partisi olacaktı" diye!.. İş kızışınca, içlerinden biri elini tavandaki ampule kaldırmış, dudaklarını parmağıyla bastırmış!. Birden suspus kesilmiş ortalık. Ya biri duyarsa, ya telefon açıksa ya şu ya bu!..

***

Abdülhamit günlerinde miyiz? Bir saltanat mı var karşımızda? Bir korku imparatorluğu mu kuruldu, kurulacak?

***

Boşuna mı yazdık, yazıyoruz, yazacağız. Boşuna mı, Namık Kemal'ler, Fikret'ler, Nâzım'lar, Dağlarca'lar...

Son söz Tevfik Fikret'te:

"Millet yaşamaz hakka tahassürle solurken/ Sussun diye vicdanına yumruklar inerse/ Millet yaşamaz meclisi müstahkâr olurken/ İğfal ile tehdit ile titrer ve sinerse/ Millet yaşamaz ma'şeri
Oktay AKBAL ANKARA, 29 Temmuz 2008 Salı
 

HTML

Üst