sacura
New member
- Katılım
- 21 Haz 2006
- Mesajlar
- 46
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
EMEĞE SAYGI TAMAMEN İNGİLİZCEDEN ÇEVİRİMDİR.
Giriş : Carnac Dünyası
Milenya dönemi öncesinde, zamansız enerjiler maddeleşmeye başladı ve kilden bir yapılanma oluşturarak, onu hayata geçirecek sihirli sözü bekleyerek uzayın sonsuz boşluğunda dalgalanmaya başladı.
Bu yapılanmanın dış tarafındaki, küçücük bir güç yumağı çözüldü ve tek başına bilinç kazandı.
Amaçsızca etrafta dolaşan bu kütle, çözülmeden sonra bir yıldız haline gelmişti; bilinçli Logos, hayat yaratmak için onu kendine aldı. Günlerce ona şekil verdi ve Canac’ı oluşturmak için derin vadiler, yüksek dağlar ve masmavi gökyüzü yaptı.
49 gün içerisinde kayaları yararak akan su yarattı, vadileri onunla doldurdu ve okyanusları yarattı. Kısa sürede Carnac Turkuaz renkli mücevhere benzeyen görkemli bir dünyaya dönüştü. Her halükarda Logos fark etti ki, görkemli nehirler, okyanuslar ve göller canlı gibi hareket edebiliyordu fakat taşlar, kayalar, dağlar cansızdı.
Logos, kil kümesinden kalan enerji ile, dağlara şekil vererek hayatı yarattı. Yarattığı balıkların suda yüzmesi çok hoşuna gitti ve ağaçlar onun favorisi olan nemli ortamı sağladı. Ve sonunda kendisine benzeyen insanlar yaratmak istedi ve çok fazla güçç harca***** Carnac’ı onların ihtiyacına cevap verecek şekile getirdi ve daha sonra muhteşem nehirlerin kenarına insanlığı oluşturacak tohumlar bıraktı. Orada istedikleri herşeyi bulmakta başarılı olacaklardı.
Bir süre için herşey yolundaydı. Logos artık hoşnut bir tanrıydı. Yarattıkları ise mutlu ve onlara bağışlanan topraklarda başarılıydı.
Oysa çözülmenin başlangıcı çok yakındaydı
Hayalindeki insanlığı yaratmanın telaşı içerisinde bir parça kili kullanmayı unutmuştu. Unutulmuş kil parçası güzel bir şeye dönüştürülmeyi düşleyerek karanlık vadilerin kuytuluklarında asırlarca bekledi.
Başlangıçta çok sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel planları olmalı” diye düşünüyordu. Belkide beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi".
Ancak her bilinçli varlık gibi onun da sabrı gün geçtikçe tükendi ve her tükenişte bir parça büyüdü. Dünyanın geniş çatısı altında, Logosunkinden çok farklı olmayan bir bilinç verilerek yaratılmıştı ve o kil parçası kendisinin de mevcut olan yaşamın içerisine katılmasını istiyordu. Unutulmuş olmanın verdiği öfke ile her geçen gün parça parça biraz daha büyüdü ve şekillenerek gelişti.
Zaman içerisinde Logos unuttuğu o parçayı hatırladı ve kendisine çağırdı ancak çok geçti çünkü kendisini Patos olarak isimlendiren bağımsız bir varlık oluşmuştu. Bu bağımsız varlık kendisini Patos olarak isimlendirdi ve kendisinin hissettiği terk edilmişliği ve acıyı Logosun da yaşamasını istedi.
Artık Logosa rakip olmuştu ancak Logosun dikkatlice yarattıklarının tam tersine içerisinde aşk, arzu ve merhamet duygularından yoksundu. Patos ilk intikam olarak Logosun ilk başlangıçta yarattığı doğal oluşumu değiştirdi.
Patos’un bu ilk intikamı nedeni ile 4 mevsim, gece ve gündüz, yaşam ve ölüm gerçekleşti. Patos için bu yeterli değildi. Bir avuç dolusu kum alarak bunları içgüdü, his ve günah duyguları ile doldurarak Logos’un yarattığı dünyaya doğru savurdu ve savurduğu her bir zerre insanların içerisinde tohumlandı. Bunun sonucunda insanlar Logos’a yüz çevirerek ondan uzaklaşmaya başladı. Günahı, şehveti öğrendiler ve yok etme ve hükmetme duyguları ile doldular.
Logos’un Patosu durduracak gücü kalmadı
Bölüm I : Kaosun başlangıcı
Patosun dünyayı değiştirmesinden bir süre sonra, iki tanrı arasındaki bu oyun nedeniyle Logosun başta arzuladığının dışında ölüm ve yaşamın başlaması olumsuz bir ortam geliştirdi çünkü ölüm yokken Logosun yeni yaşamlar yaratmasına gerek yoktu. Bu Logosun yaratıcılığının, sonsuzluğunun ve görkeminin kabul edilmesiydi. Ancak bu gidişatın kötü bir şekilde değişmesi sonucunda, kaybolan hayatların yerine yenisinin getirilmesi gibi bir iş çıkmıştı. Halbuki Logos yaşamı yaratırken bunu kontrol altına almamıştı. O nedenle bütün bu görevleri yerine getirmesi için yeni bir tanrı, hayat Tanrıçası Akara’yı yarattı.
Birbirinden iki farklı ve birbiri ile çekişen tanrı Logos ve Patos’un aksine, Akara sakin, kararlı ve yaşayan her canlı ile ilgilenen bir tanrıçaydı. Yaşlanıp yok olanların yerine yenilerinin gelmesini ve büyüyüp onların yerini almasını sağladı. Onların yeryüzünde yaşamaları gerektiğini anladı, gerçek yaratıcıları kendisi olmadığı ve yarattıkları kendisine saygı göstermediği halde onları sevmeyi öğrendi.
Akara bu görevi üstlendikten bir süre sonra Logosun eski keder ve üzüntüsünden uzaklaştığını, yarattıkları üzerindeki sorumluluk ve görevlerini savsaklamaya başladığını fark etti. Halbuki yaratıcının rehberliği olmadan yaşamın başarılı olması mümkün görünmüyordu oysa Akara canlıları çok sevmişti. “Belkide” dedi kendi kendisine “Bunların hepsini kendi çocuklarım gibi benimsemeliyim.”
Akaranın, Alın yazısı gibi bütün yaratıkların varlığını koruma niyeti karşısında Logos yarattıklarını tamamen kaybedeceği korkusuna kapıldı ve Akaraya, yaratıcı olarak kendi görev ve sorumluluklarını tekrar yerine getirmeye başlayacağına dair söz verdi. Tanrıça bu söz karşısında geçmişte yaşadığı zorluk ve sorunları unuttu. Logos tekrar her şeyle ilgilenmeye ve yaratıcı görevlerini yerine getirmeye başladı. Akara kendisini yardımcı dadı gibi hissetmesine rağmen, dünyadaki yaşamın devam ettirilmesi için üstlendiği rolün onurunu içinde hissediyordu.
Fakat Logosun görevlerini yapmaya başlaması ile birlikte, Patos yeniden ortaya çıktı.
Bu defa, Logosun rüzgarlarını ve ağaçlarını çok sevdiği, bulutlarına dokunduğu ve ilk yarattıklarından olan dağların yapısını bozmaya karar verdi.
Carnac’ın çekirdeğindeki deliklerden alevleri çağırdı. Hapsedilmiş ateş, o güzelim dağların zirvesinden alevli kraterler açarak erimiş lavlar şeklinde yeryüzüne doğru püskürmeye başladı.
Çok sevdiği dağlarının ve ormanlarının korkunç bir şekilde yok edilişi esnasında ,Logos lavların etrafını güçlü bir rüzgar ile çevirip soğutmak ve çevresinde yarıklar oluşturup içerisine hapsetmek için çok geç kalmıştı. Bütün ormanlar ve yerleşim yerleri yok oldu, nehirler kaynadı ve insanlar hayatlarını kaybetmeden önce korkudan donakaldılar.
Kuşaklar sonra, akara yok edilen ormanların yerine yenilerini yeşertti. Hayvanlar yeniden yeryüzünde dolaşmaya, nehirler tekrar kaynaklarından akmaya başladı. Önceki atalarının başlarına neler geldiğini bilen insanlar da kayıplarını telafi ederek yeniden çoğaldılar. Sessiz dağlar sık, sık lavlar püskürtmeye devam ettiler ancak insanlar onu yeryüzündeki değişik bir güzellik olarak algılamaya başlamıştı.
Halbuki onların çoğu bir dağın zirvesine çıkıp, Logosun daha önce yaptığı gibi oradan yeryüzüne bakıp dünyanın güzelliğini zirveden seyretmemişti.
Buna karşılık Logos tekrar o umutsuzluğuna geri çekildi ve sanki kendisinin yarattığı dünya değilmiş gibi hiç ilgilenmedi. Bu defa Akara, Logosun sorumluluklarını kendi üzerine almaya karar verdi fakat Logosun bunu kendisine kolaylıkla vermeyeceğini de biliyordu. O nedenle yüreksiz Logos ve Bölücü Patos’tan dünyayı kurtarıp temizlemek için plan yaptı.
Diğerlerinin bilmediği ve tanımadığı başka bir tanrı biliyordu. Tanrı Cypher’i. Cypher bilgisizin tekiydi ancak yok etme ve düzenbazlık tanrısıydı. Carnac’a bilinen veya bilinmeyen her türlü yok edici belanın gelmesine Cypher in yol açtığı inancı vardı. Aslında onun yokediciliğine, Patosun neden olduğu konusunda tarihciler çok tartışmıştır.
Cypher’in ortaya çıkması konuşulmaya başlayınca, Logos temkinli davranarak Akaraya bu yeni tanrının kimliğini sordu.
Akara dedi ki “Cypher’i bende tanımıyorum ancak tanrı olmadığı kesin ayrıca yaratıcılık gücü olmadığını da biliyorum. Yağmuru kara çeviremez, insana can veremez, rüzgarı estiremez. Onun tek yapabileceği dağları aşındırmak, karları buhara çevirmek ve canlılara darbe vurmak. Sadece yok etme, zarar verme gücü var ne daha fazla, ne daha az. Biz onu kullanarak gücünü Patostan kurtulmak için kullanabiliriz.”
Bunu duyan Logos, dünyasının ilk yarattığı günlere döneceğinin hayali ile mutlu bir şekilde bu yeni tanrı Cypher’i aramaya giderken Tanrıçanın yüzündeki hafif gülümsemeyi fark etmedi bile.
Logos, Cypheri bulduğunda düşündüğü gibi bir tanrı bulmadı, sanki azametin anti tezi gibi zayıf, bitkin, yıpranmış ve tükenmiş gibi duruyordu. Diğer tanrıların yapısından çok uzaktaydı. Buna rağmen Hayat Tanrıçasına hürmeten de olsa, Cypherden destek istemeye karar verdi.
Ancak onun bilmediği şey, Akaranın ondan önce geldiği ve Cypher’e fırsatını bulduğu zaman atalarını yok etmesini istediği idi. “Önce Patosu öldürmelisin” demişti Akara, “Logos ise idealist ve zayıf, onu daha sonra boş bir zamanında öldürebilirsin”.
Cypher hiç şeytanca düşünmeden saflıkla inanmıştı, hayatın yöneticisi Tanrıçaya.
Patos ile karşılaşmasından önce, Logos, Patosun görmesini engellemek için Cypherin etrafını bulutlarla çevirerek ona ölümüllüğünü gizleyen çok güzel bir kılıç verdi ve Patosun hüküm sürdüğü derin vadiye doğru yola çıktılar.
Vadinin tam ağzındaki büyük ağaçlarca oluşmuş ormana bakınca, değişikliğin tanrısının orada bulunduğuna dair en ufak bir tahmin bile yürütmek mümkün olamazdı. Ancak onlar iyice yanaştıklarında, Patos gölgelerden dışarıya çıktı. Elinde sağa sola savurduğu yeşil renkli, en iyi ağaçtan yapılma bir mızrak vardı. Mızrak sanki barış dolu yeşil ormanlardaki huzurun ve hayatın ışığını yansıtıyor gibiydi.
Bu silahı sadece bir tek kişi yapabilirdi. O kişi ise diğerlerinin gelişini Patosa önceden haber veren kişiden başkası değildi. Tanrıça Akara. Gizli bir köşede Logos, Patos ve Cypherin kaçınılmaz sonlarının gelmesini sabırla bekliyordu.
Savaş hızlı ve öfke doluydu. Cypher’ın yukarıda tuttuğu ışıltılı kılıç ile yaptığı atağı gören savaşçılar söyleyecek hiçbir söz bulamazdı. Patos sadece üst üste gelen darbelerden elindeki mızrak ile korunmaya çalışıyordu. Logos ise yalnızca önünde süregelen dövüşü seyrediyor ve Patos'un hak ettiği sonu bulması için dua ediyordu.
Sonunda dövüş tanrıların savaşına dönüştü. Patos, güneşi kapatarak dünyayı karanlık hale getirdi. Cypher kendisini derin ve karanlık vadinin içerisinde kör olmuş gibi hissetti. Patos mızrağı ile saldırarak rakibinin omuzunda bir sıyrık açtı. Bunun üzerine öfkelenen yaralı tanrı yokedici gücünü vadinin üzerine yağdırdı. Kayalar alevlenerek yürümeye başladı ve Patos'u çepeçevre kuşattılar, Cypher kılıcını savurdu ve Patos’un sol elini kopardı. Patos acı içerisinde gökgürültüsü gibi haykırırken kanı dışarıya püskürüyordu.
Cypher ve Logos zafer sevinci ile onu seyrederken birşeyler oldu. Patos ve Cypher'ın bedenleri değişmedi ama zihinleri yer değiştirdi. Sanki Patos, Cypher'ın bedeni içerisine girmişti ve Cypher de az önce ölümcül yara açtığı bedene hapsolmuş gibiydi.
Acı içerisindeki Cypher'ın ruhu ölmeyi reddederek, refleks bir hareketle elindeki mızrağı kendisinden çalınan ve içine Patosun ruhunun girdiği bedene fırlattı. Cypher/Lord of Destruction tarafından fırlatılan bu mızrağı Patos savuşturamadı.
Patos artık ölü vaziyette yerde uzanıyordu, Cypher'da neredeyse ona katılmak üzere idi. Zorlukla yerden doğruldu ve biraz önce kendi bedeni içerisindeki iken çağırdığı yok edici alevden taşların yanına giderek, ke*** kolunu dağladı ve kanamayı durdurdu, daha sonra sahip olduğu güç ile ke*** parçayı eski yerine koyduğunda, kolu sanki hiç kesilmemiş gibi oldu.
Tamamen düzeldikten sonra yenilenen gücü ve enerjisi ile herkesin duyabileceği şekilde haykırdı.
“Yeniden doğdum, benden korkun, artık rakipsizim”
Bir güç gösterisi olarak vadiyi darmadağın ederek taş yığınlarından, taşa benzeyen ancak camdan bir anıt yarattı. Her yöne uzanan kesitleri ile anıt güzel değildi ancak muhteşem görünüyordu. İnsanlar anıtın yapımındaki mucizevi şekli görmek ve onun yapıcısı tanrı Cypher'a saygı göstermek için üşüştüler
Bölüm II : Pianna Savaşçıları
Yıllar sonra insanlık altı büyük krallığa bölündü.. Çöllerin akıncıları Hellsgarem, Çelikten gemileri ve limanları ile Buegrant, Arrdeam'ın beyaz şehri, Muhteşem ormancıları ile Planisad Ticaretin merkezi Brisbia ve Batı sahilinde El Morad.
Yaratılış, kırılgan bir seydi. Patos ve yeni Patos-Cypher mevcudiyeti arasında yaşananlardan sonra Carnacta kademe kademe değişiklikler olmaya başladı. Başlangıçtaki değişiklikler önemsizdi, çiçekler yavaşça soluyorlardı, mevsimler önceden tahmin edilemiyordu ve sular bazen paslanmış gibi kahverengiye dönüşüyordu.
Bu tür ufak tefek şeyleri insanlar sadece gözlemliyordu ancak “Olay” diye ilan edecek bir durum yoktu.Bunları Cypher'da yapmıyordu zaten, o kendisi ile ilgili yeni konuları incelemekle meşguldü.
Acaba Patos yeniden mi canlanmıştı?
Bu defa Carnac’ın her yerinde tuhaf yaratıklar dolaşmaya başlamıştı. Başlangıçta bunları zarar verebilecek vahşi kurtlar, ayılar olarak düşündüler fakat değillerdi, değişik yaratıklardı ve yıllar geçtikçe değişiklikler büyüdü de büyüdü. Bazılarının taşa dönüştüğü görüldü, bunlardan kötüsü arkadaşlarına büyü yapılanlar oldu ve şimdi bildikleri ve anladıkları ölüm seviyesinin ötesinde canlanmış cesetler ortaya çıktı.
Bu cehennemi yaratıklar sayıca öyle çoğaldılarki, insan şehirleri ve onların etrafına çevrilen yüksek kale duvarları ve surlar bile yaratıkları geri püskürtmeye yetersiz kalmaya başladı.
Yiyecek stokları tükendiği için ilk yıkılan krallık Planised oldu. Kısa süre içerisinde Brisbia ve Arrdeam devrildi. Kanlı Barbarların krallığı Hellsgarem bile duvarların yıkılarak krallığın yok olmasını engelleyemedi. Canlı kurtulan azınlık, kendi krallıklarından sağ kurtulmayı başaran Buegrants’ların gemileri ile deniz üzerinden El Morad’a kaçtı.
El Moradın yöneticisi Kral Manes, göçmenleri hiçbir ön yargı göstermeksizin kabul etti ve orduda görev almalarını sağladı. Henüz saldırı yaşamayan şehrin etrafını desteklemek ve kuvvetlendirmek için yeni siperler ve mazgallar inşa ettirdi. Saldırganlar gelmeden önce ihtiyaçlar temin edilerek stoklandı, silahlar güçlendirildi, zırhlar cilalandı. Eğer El Morad yıkılırsa, yeni düzen oluşturmak için, krallığa ve El Morada bağlı sadakatli siviller tespit edilerek kaçış yönleri ve planları hazrılandı.
Olaylar öyle gelişmişti ki, El Morad artık insan neslinin en son kalesi durumuna gelmişti. Eğer o da yıkılırsa, insan soyunun yeniden türemesinin önü kesilmiş olacaktı.
Çok geçmeden yaratıkların saldırıları başladı. Başlangıçtaki dağınık ve düzensiz ataklar, savunmacıların başarılı defansı sayesinde geri püskürtülüyordu ancak saldırılar her geçen gün artıyor ve sürekli yineleniyordu. Bu saldırılar yedi yıl boyunca sürdü. Kral Manes, yedi yıl boyunca halkının çektiği acı ve sıkıntılara karşı kör ve sağır duran tanrılara sürekli dua etti.
Eğer ilk iki yıllık saldırılara alışan ve savaştaki tarz ve yöntemleri ile başarılı olan El Moradlılar, cesaret edip surların altında tüneller açarak dağların arasına giden yollar yapmasalardı, bu hikaye çok kısa sürecekti.
Dağlara kazdıkları tüneller boyunca metal madenleri buldular ve bunlarla daha fazla silah yapıp, mevcut silahlarını geliştirdiler. Yiyecek büyük sorun olmaya başlamıştı ancak tünellerden dağların arasındaki ormana bant yaparak, ağaçları işlediler ve El Morada getirdiler, kazanılan arazide yeterince ürün ekip yetiştirmeyi başardılar.
Üçüncü yılda, tecrübeli askerler bu yaratıkları avlayıp öldürmeye başladılar. Küçük gruplar halinde partiler oluşturarak, ana gurubun dışında gezinen nispeten zayıf yaratıklara arkadan saldırıyor ve öldürüyorlardı. Bu savaşçılar geri döndüklerinde birçok zafer ve macera hikayeleri de getiriyorlardı.
Kısa süre içerisinde birbirinden bağımsız hareket eden bu partiler, kendi içlerinde organize oldular ve Pianna Şövalyeleri ortaya çıktı. El Morad'dan bağımsız yaşayan bu şövalyeler hayatlarını işlerine adamışlardı. Bazıları büyü sanatlarını ve güç vermeyi bile öğrendiler.
Yedinci yılın son gününde, hiç beklenmedik tuhaf bir şey oldu. El Moradın her yanına kırmızı bir yağmur yağdı. Uzaktan koyu bir yeşil sis perdesi gittikçe yaklaşıyordu. Bir uyarı yankılandı ve yıllardan sonra ilk defa herkes kaçmak için kapılara koştu ve ilk defa bu kadar korkmuşlardı.
Kral Manes, kendisini duyacak herhangi bir tanrı için yine dua ediyordu ve bu defa Cypher'ın görüntüsündeki Patos yanıt verdi.
Manes “Uzun yıllardır sürekli sana yalvarıyorum, neden şimdiye kadar bekledin?” diye bağırdı.
“Gerek yoktu” diye cevap geldi.
“Hergün insanlarım ölüyor bundan daha gerekli ne olabilirdi ki?” dedi Manes.
Yine “Gerek yoktu” yanıtı geldi.
Kral kurtarıcıya yalvarması gerektiğine karar vererek “ Senin gücün var, sadece kullanman yeterli biz senin alçakgönüllü hizmetkarlarınız. Tam şimdi bizi kurtarabilirsin”
“Bugün hizmetçilerin akıbeti yok artık. Sonun yaklaştığı anda kendimi göstermek istedim. İsteseydim gururlandığım bu yıkımı sahip olduğum güçle ta başlangıcında durdurabilirdim.”
Kral öfke ile doğrularak kılıcını sesin geldiği yöne doğrulttu ve haykırdı “ Sen bir tanrı olabilirsin Cypher ancak kolayca yıkıp geçemeyeceksin. Eğer bize yardım etmeyeceksen, sende bizimle aynı sona katlanacaksın.”.
Fakat Patos çoktan gitmişti bile.
"Konsül üyelerinden birisi, alnından akan teri silerken “ Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı diyordu”.
Onun hemen yanındaki diğer bir üye esnemesini gizlemeye çalışıyordu. Vakit öğleden sonra olmuştu. Lordlar ve liderler Cypher’ın göründüğü gece yarısından bu yana tartışıyorlardı.
Bir Planisadian lordu ayağa kalkarak, yaklaşan koyu yeşil sisten kaçmak için yaptığı planı tekrarladı. Sisi keşfe gidenlerden hiçbiri dönmemişti ve ona göre koşulları yeniden değerlendirebilmek için öncelikle kaçıp uzaklaşmaları gerektiği idi. Sis hızla yaklaşıyordu ve herkesin kaçıp uzaklaşması günler alacaktı.
“Hayır, kalacağız ve direneceğiz, sonrada Cypher’ı öldüreceğiz böylece her şey yoluna girecek” diye gürledi elleri ile okunu okşamakta olan yan taraftaki Erenion lideri, “Yeterince kaçtık”.
Konsül gürültü ve yaygaraya boğuldu, daha önce de birçok uçuk öneriler getirenler olmuştu ancak böyle bir çözüm herkesi hayrete düşürmüştü.
Birisi haykırdı “Sen delimisin? Cyhper bir tanrı. “ “Gerekirse burada kalacağız ancak Cypher'a karşı savaşmayacağız”
Oda birden sessizliğe büründü. Kalmak ancak savaşmamak ? Sonra ne olacaktı ? Sadece ölüm ?
Kral Manes sükunetle konuştu “ Pianna Şövalyelerini çağırın”.
Bazıları Kralın aklını yitirdiğini düşündü, bazıları da aslında Cypher’ın kralla konuştuğuna inanmamaya başladı.
Pianna Şövalyeleri bütün popülerlikleri ile kale kapısının önüne doğru at sürdüler. İşte herkesi koruyacak efsanevi kahramanlar buradaydı. Yeni dizayn edilmiş zırhları ve parlak silahları içerisinde, eski kahramanlık kitaplarından canlanıp gelmiş gibi görünüyorlardı. Hiç kimse onların kaybedeceğini düşünmüyordu.
Yaklaşık ikiyüz güçlü asker, efsane haline gelen Camdan Abidenin bulunduğu yöne doğru Cypher'ı bulmak için at sürdüler. Önlerinde hiçbir rehber olmadan, insan yerleşimi kalmamış çılgın topraklarda at sürdüler. Ormanların içerlerinde önlerine çıkan her yaratığı öldürerek ilerlediler. İçlerinden tek bir tanesi bile kaçamadı. Gece karanlığında gelip zarar vermesinler diye uyku bile uyumadılar.Fakat bir gece aşırı bir yorgunluk dalgası hepsini kapladı ve derin bir uykuya daldılar.
Rüyalarında bir vadinin kenarındaki bir alanda bir sürü insan gördüler. Başlangıçta insanların görünüşleri mutlu gibi geldi ancak yanlarına yaklaştıkça o insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgun bakışları ve ruhlarındaki mutsuzluğu gördüler. Halbuki rüyalarındaki bölge gayet huzurlu ve abidenin camından yansıyan gökkuşağını yansıtan ışıklar sayesinde apaydınlıktı. Tan yeri ağarırken gerçekler ortaya çıktı, Cypher’ın ini de oradaydı ve bütün o insanlar ona tapmaya gelmemişlerdi, onun esiri olmuşlardı. Abide ise, onların bilincini yutan siyah bir taşa benziyordu. Yapıya yaklaşınca kendilerini insanlara bakarken hissettiklerinden daha kötü hissettiler ve birden bir kol uzanarak görüşlerini kapattı.
Rüya sona ermişti ancak gün doğana kadar yattıkları yerden kıpırdayamadılar.Gördükleri rüya yüzünden etkilenseler dahi, kararlarından en ufak bir eksilme olmadan ve kendilerini neyin beklediğini bilerek batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Akıllarında ve kalplerindeki ayetten bir dua ile;
Uzun süre Unutulmuş
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre Unutulmuş olsan dahi
Bizi Terk etme
Daha önce hiç hissetmedikleri gibi bir şevkle rüzgar gibi batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Günlerce hiç durmadan ilerlediler, ne onlar nede atları açlık veya yorgunluk hissetmediler. Gözleri bir işaret yakalayana kadar hiç durmadılar.
Elmas gibi ışıklar saçan Devasa bir Abide millerce ötede duruyordu. Daha önce gördükleri rüya bile onları böyle bir manzara ile karşılaşınca düştükleri hayrete hazırlamamıştı. Atlardan birinin kişneyerek bağırması, onları bu hayretten uyandırdı ve tekrar devam ettiler. Ertesi gün şafak vakti abideye ulaştılar ancak sanki önlerinde geçilemez bir bariyer vardı. Görünürde hiç bir şey yoktu ancak atlar görünmez bir çizgiden öteye gitmeyi reddediyorlardı. Binicileri aşağı inip çektikleri halde ilerlemeyi reddediyorlardı. Sonunda atları bırakarak ilerlemeye karar verdiler fakat onlar da ilerleyemediler. Öğlene kadar uğraşmalarına rağmen hiçbiri o görünmez engeli geçemedi fakat arazinin yapısı gittikçe değişiyordu.
Ağaçlar ve çimenler kapanan zarflar gibi göz önünde katlanarak yok olmaya başladılar, zemin birden kurudu ve ve toprakta çatlaklar oluşmaya başladı ve birden çatlaklardan birisi genişçe bir yarığa dönüşerek şövalyeleri içine çekti.
Birçoğu yaralandı, bazıları ise hayatını kaybetti fakat çoğu kurtuldu ve kurtulanlar kendilerini etrafında daha önce hiç karşılaşmadıkları türden yaratıkların çevirdiği büyük bir mağaranın ortasında buldular. Önlerindeki uzun ve kol yüksekliğindeki sarkıtların altında ise Cypher'ın ta kendisi duruyordu. Onu tanımıyorlardı ancak karşılaştıklarının kim olduğunu tahmin ediyorlardı.
Bir baş hareketi ile, Pianna şövalyeleri her yana saldırdılar. Güç veren büyücülerini, sihirbazlarını ve yaralıları ortalarına alacak gibi bir halka oluşturdular. Savaşçılar dövüş sanatında ustaydılar ve 7 yıl boyunca hayvanlara karşı verdikleri onlarca savaşta sadece bir kardeşlerini kaybetmişlerdi fakat savaş alanındaki sayıdan daha azdılar ve göründüğü kadarı ile düşmanları yorulmak bilmeyecekti.
Elliden daha az sayıya düştüklerinde, yaratıklar saldırmayı bıraktı ve geriye çekilerek Cypherin şövalyelere doğru ilerlemesine olanak sağladılar.
Şövalyeler Cypher'ın gerçek yüzünü ilk defa gördüler. Devasa yapısı dışında yaşlı bir adama benziyordu. Rivayetlerdeki gibi acımasız bir savaşçı görüntüsünden çok uzaktaydı.
”Hoşgeldiniz, Pianna Şövalyeleri, yorulmuş olmalısınız” diye alay ederek konuştu.
Şövalyeler cevap vermek yerine kılıçlarını sıkıca tutarak seçtikleri hedeflere doğru kaldırdılar ve dosdoğru üzerlerine saldırdılar. Sihirbazlar onlara ateş ve yıldırım ile eşlik etti ve bu saldırının ödülü olarak birkaç yüz yaratığı öldürdüler.
Cypher sadece yaratıklarının acımasızca öldürülüşünü seyretti.
Şövalyeler çoğu adamlarını kaybettiler ancak her şey sona ermişti. Tek bir yaratık bile ayakta kalmamıştı. Mağaranın zemininde, kendi kanlarından oluşan bir gölde yatıyorlardı. Hemen Cypher'ın etrafını çevirdiler.
Fakat bir tanrıyı basit büyüler ve fiziki güç ile yenmeyi düşünmek saf aptallık demekti. Cypher de bunu bildiği için sakin ve korkusuzdu.
Hali hazırda, arkadaşlarının cesetleri kıpırdamaya başlamıştı. Yakında tekrar ayağa kalkacaklardı fakat karşısındaki kişi arkadaşımı veya kardeşimi anlayamayacaktı.
İlk zombinin elleri kılıcı kavradığı anda, hayattaki şövalyelerin aklına birden o dua geldi. Sebebini bilmeden duayı haykırmaya başladılar
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre Unutulmuş olsa dahi
Bizi Terk etme
Ölen arkadaşları dirilip ayağa kalktıkça ve silahlandıkça, Pianna şövalyeleri daha önce hiç hissetmedikleri bir korkuya kapıldılar, buna rağmen haykırmaya devam ettiler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre unutulmuş olsan dahi
Bizi Terk etme
Gittikçe güçlenen haykırdıkları bu cümleler mağara boyunca ilerledi ve tarih öncesi duvarlarda yankılanarak sarkıtları titretti. Daha fazla ayet döküldü ağızlarından
Seninle birlikte olan yine biziz
Sen bizi duyabilirsin
Yalvarışlarımızı duy
Cypher onların bu dualarını önemsemeden alayla izlerken, mağaranın tavanı sarsılmaya başladı ve tavandaki granitler kahramanlarmızın üzerine döküldü, birden fazlası düşen granitlerin altında ezildi. Onlar halen devam ediyordu.
Bu bir son.
Geri dönmek istiyoruz
Bizi evimize ulaştır.
Şimsek gibi bir ışık cennetten fırladı. Logos, yaratıcı tanrı güçlü yayını çekti ve geçmişten bu güne söylenen uzun duaların verdiği enerji ile yüklü oku fırlattı. Ok yıldırım gibi bulutların arasından indi ve Cypher'ın omuzlarının üzerindeki mağaranın tavanını geçerek Cypher'a saplandı.
Logos kutsamış olmasaydı, okun parlaklığından hepsi kör olacaklardı. Cypher yani Patos artık yoktu. Sadece ölmeden önceki zayıf final çığlığı titredi mağaranın içinde.
Çok yumuşak, çok net ve sevgi dolu bir başka ses dedi ki..
"Evinize hoşgeldiniz"
Bölüm III : Bir Kez Daha Diriliş
Cypher'ın yokedilmesinden sonra yeşil sis kayboldu ve sağ dönen Pianna Şövalyeleri, El Moradlılar tarafından kapıda büyük kutlama ve sevinç gösterileri ile karşılandılar. Onların kahramanlık öyküleri, pınardan akan sular gibi El Moradın her tarafına yayıldı ve tapınaklarda Logos’un heykelleri yükseldi. İnsanlık yeniden başarılı oldu ve gelişti.
Zaman ilerledikçe tek bir kişi bile Cypher'ın yaptıklarını hatırlamaz oldu.Birçok kişi şehir duvarları dışına çıkarak yeni keşifler yaptı, insanlar mantar gibi çoğalarak yeni bölgelere yerleşti, El Moradın dışında bir çok köy, kasaba ve şehirler inşa edildi. Logos'un kutsadığı tarlalar ekildi ürünler biçildi.
Ancak barış El Morad için sonsuza kadar sürecek değildi.
Cpherin yokedilişinin üzerinden 20 yıl geçmişti ve El Morad insanlığın baş şehri olmuştu. Barış ve huzurun getirdiği başarılı ortam sayesinde güzel bulvarlar, muhteşem binalar ve karanlık dönemlerde hayatını kaybedenleri yaşatmak için, yenilenen ve genişletilen şehir surlarına isimleri yazıldı.
Şehir etrafındaki birçok köy ve kasabada yaşayan bir takım kişiler bu zenginlikten haksız kazanç elde etmek için eşkiyalığa ve saldırılara başladılar. Birçok konvoy saldırıya uğradı ancak Kral Manes halen yaşarken bunlar çok fazla değildi.
Kral Manesin uykusunda aniden ölümünden sonra yerine geçen oğlu Paul çok genç ve tecrübesizdi, ülkeyi güvenlik altında tutan Pianna Şövalyelerine kumanda etmekten acizdi ve o nedenle Konsülün lordlarının yetkilerini artırdı ancak lordların çerisinde ülkede daha çok söz sahibi olmak isteyenler vardı ve bunların bir kısmı baskınları yapan eşkiyalar ile işbirliği yaptılar. Bazıları vergilerin yükselmesine neden oldu ve bazıları da baskı yaparak orduyu dağıttılar.
Ülkenin kötü durumundan mutlu olmayan ve konsülün kararlarına karşı çıkan klan liderleri idam edildi. Kargaşa ve düzensizlik ülkenin her yanını kapladı. Konvoylar daha çok saldırıya uğradı, maskeli katiller her yerde insanları öldürmeye başladı ve kadınlar kocalarının, oğullarının yanında tecavüze uğradı.
El Moradın merkezinde kötülük yuvaları yapılanmaya başladı. Tüccarlar şehire giremez oldu, dükkanlar kapandı. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını karşılayamaz oldular. Yerleşik halkın çoğunluğu evlerini ve eşyalarını geride bırakarak kaçtılar. Çiftçiler tarlalarını ekemediler. Ürünlerini toplayamadılar.Huzur ve barışın yerini çok kısa sürede kötülük ve kargaşa aldı ve birçok çeşitli hastalık baş gösterdi.
Bütün bu yıllar boyunca Paul ülkede neler olduğunu bilmeden, hizmetçileri ile sarayında yaşa***** geçirmişti. Her şeyin yolunda gittiğini zannediyordu. Konsülün ülkeyi iyi yönettiğini düşünüyor ve insanların arasına karışmaya gerek görmüyordu. Lordlar ona şehirde bir hastalık olduğunu ve doktorların tedavi ettiğini, Paul ün saraydan ayrılmasının tehlikeli olacağını söylemişlerdi.
Dignar, ülkesine sadık klan lideri, konsüle karşı geldiği için öldürülemsine karar verilen klan lideri, canlı kurtulan az sayıdaki klan savaşcısı ile El Moradın 2 günlük mesafesinde saklanmıştı ve ülkede yaşananları üzüntü ile takip ediyordu. “Kral Paul artık 19 yaşında neden bunları durdurmuyor, acaba o da onlarla birliktemi” diye düşündü ve bunu araştırmaya karar verdi. Eşkıya kılığına girerek bir gece El Morada girdi ve saraya ulaştı.
Paul'ün nerede olduğunu ararken, konsül üyesi lord Bero'nun söylediklerini dinledi “ Kralım konsül ülkeyi çok güzel yönetiyor, halk çok mutlu ancak pis taşralılardan tuhaf bir hastalık geldi, siz sarayda bir süre daha bulunun biz hastalık geçince size kutlama töreni yapacağız ve şenlikler düzenlenecek” .
Dignar bir süre daha gizlendi ve Bero gider gitmez krala koşarak önünde diz çöktü. “Kralım Bero yalan söylüyor. Sarayın duvarlarına çıkın ve El Moradı seyredin” dedi.
Paul bir merdiven yaptırarak sarayın duvarındaki surların üzerine çıktı ve gördüğü şey, pislik, yangın ve haydutların sarhoş naraları oldu.
Dignara “seni öldürtecektim ama gördüğüm manzara korkunç, ülkeme ne oldu, bu hangi şehir, sanki başka bir yer, burası El Moradmı” dedi. Sonra Dignarı kolundan tutarak gel bana herşeyi anlat” diye saraya ****ürdü.
Yaşlı klan lideri Manes'in ölümünden sonra yaşananları bir, bir anlattı.
Paul başını ellerinin arasında tutarak ağlamaya başladı. Babasının sevgili şehri kaousun tam merkezi olmuştu. “Pianna Şövalyelerini yeniden göreve çağırın” dedi Dignar, “ben de klanımı ve bana uyan klanları toplayıp geleyim. Bütün umudumuz bu.”
Genç kral, yaşlı klan liderini doğru bularak söylediklerini yapmaya karar verdi.
Cypher'a karşı kazanılan zaferden sonra, kendilerine tahsis edilen arazide inşa edilmiş büyük kalenin içerisinde yaşayan Pianna Şövalyelerinin reisi Mutro idi. Kötülüğe karşı yapılan savaştan sonra geçen zamanda eski şövalyelerin hemen hepsi ölmüştü ve yaşlı Mutro reis seçilmişti. Dignarı tanıyordu, anlattıklarını dinledi ve şövalyelere doğru bağırdı.
“Hepiniz ihtiyaç kalmayana veya ölene kadar , halkınıza hizmet etmek için hazır olun”. “Bu çağrıya kulak verecek misiniz?”.
Şövalyelerden gürültülü bir onay bağırışı yükseldi.
“O halde demirci ocakları yansın, zırhlarınızı parlatın, silahlarınızı bileyin ve yağlayın, atlarınızı ağıllarından çıkarın”
Şehrin merkezinden alevler ve dumanlar yükseliyordu. Cansız bedenlerden akan kanların keskin kokusu yüzünden atları zaptetmek zorlaşmıştı. Konsüle bağlı askerler ve haydutlar başlangıçta çok direnmişlerdi ancak hemen hepsi yanlış tarafta bulunduğunu anlamadan can vermişti. Az sayıdaki haydut canlı esir alınmış, Logos’u ululamak için yaptırılan anıtın dibinde toplanmıştı.
Dignar ve ona katılan üç klan lideri can verinceye kadar çarpışmışlardı ve Pianna şövalyelerinden geriye ise küçük bir gurup kurtulmuştu.
Paul, anıtın merdivenlerinin en üstündeki rahipler için yaptırılmış adak taşının üzerine çıkarak, karşısındaki manzaraya baktı. Çocukluğunun tertemiz yolları, balkonlarından çeşitli çiçekler sarkan, sokaklarında çocukların neşe ile oyunlar oynadığı, mutlu ve güler yüzlü insanlar ile dolu El Moradı şimdi harabeye dönmüştü. Yaşanan iç savaşta ölenlerin cesetlerinden yayılan koku halen duruyordu. Kendisini dinlemeye hazırlanan yorgun, bitkin insanların yüzlerinde büyük bir keder okunuyordu.
“El Moradın halkı” diye gür bir sesle başladı konuşmasına.
“Bugün yıllar süren gaflet uykusundan uyanışımın ilk günü, sizi bu zalimlerin eline bırakmakla büyük bir hata etmişim” derken sol kolu ile anıtın yan tarafında, askerlerin arasında elleri ve ayaklarından zincirlenmiş konsül lordlarını işaret ediyordu.
Devam etti “Ancak beni de kandırdılar. Zaten çocuktum bir şey anlamıyordum. Ülkemde her şey çok güzel sanıyordum. Bana hep öyle anlattılar. Beni bağışlayın, bundan sonra babamın yolunu takip edeceğime söz veriyorum. Logos şahidim olsun”.
O bitkin ve yorgun kalabalık sanki bir enerji dalgasının etkisine girmiş gibi canlandı ve yüzlerindeki bitkinlikten eser kalmadı, sevinçle haykırdılar “selam sana Kral, selam sana Logos”.
Paul devam etti ve “bugünden itibaren vergileri düşürüyorum, artık tarlanızdaki ürünleri vergi diye vermeyeceksiniz. Evsizler El Morad surları dışında sahipsiz kalmış yerlerde kendilerine özgürce kulübeler inşa etsin, etrafını çevirsin, eksin biçsinler. Surların içerisinde evlerinden yerlerinden kovulanlar artık dönsün. Komşular el ele vererek evlerini tamir etsin. Sokakları, caddeleri temizlesin. Klanlar bir araya gelsinler ve ülkemizi haydutlardan, katillerden temizlesinler ve bugünden itibaren eski konsülleri görevlerinden aldım. Yerlerine sizin seçeceğiniz konsülleri koyacağım. Eski konsüller ülkemize ihanet ettikleri için en ağır şekilde cezalandırılacak.
”Ertesi sabah kent merkezi tertemizdi, Kraliyet sarayına giden yolun başlangıcında yükselen bir platform yapılmıştı ve 12 konsül üyesi boyunlarında “suçlu” yazan tabelalar ile cezalarının bedelini ödemeyi bekliyordu. Şövalyelerin liderinin el hareketi ile bir görevli platformun üzerine çıkarak konsül lordlarının suçlarını halka duyurdu. Cellatlar sıra ile lordları yere yatırarak başlarını kütüklerin üzerine yatırdılar. 12 balta aynı anda kalktı ve güneşin ışıklarını yansıtarak hızla indi. Böylelikle uzun yıllardır süren iç savaşın bittiği ilan edilmişti.
Paul’ü izleyen ve dinleyen sadece El Morad halkı değildi, Logos yüzünde bir tebessümle yarattığı insanların yeniden derlenip, toparlanmasından gayet hoşnuttu ancak oğulları ve kızlarının artık ilk yarattığı zamanki gibi saf ve temiz olamayacaklarını anlamıştı. Patos/Cypher’in uğursuz gölgeleri çocuklarının üzerinden asla yok olmayacaktı.
İnsan ırkı yaşanan kargaşadan sonra yeniden birleşti ve normal hayatlarına dönmeye başladı. Fakat Patos’un unutulmuş laneti insanlar üzerindeki tuhaf etkisini bir kez daha göstermeye başladı ancak bu defa sebep olacağı değişiklik önceki nesillerin hiç rastlamadığı türdendi
Bölüm IV : Tuareklerin Efsanesi
El Morada, altı gün altı gece gemi yolculuğu ve bir gün, bir gece at sürümü mesafede, Karus diye adlandırılan geniş çölleri, yüksek dağları ve sayısız mağaraları ile tanınan bölgenin kuzeyindeki yüz kişiden biraz daha fazla sivilin yaşadığı küçük Breth köyünde bir kısım çocukların kaos döneminde köyde konaklayan klanlardan ve askerlerden yakalandıkları hastalıktan dolayı vücutlarının çeşitli yerlerinde oluşan bozukluklar nerede ise bütün vücutlarını kaplamıştı. Köyün doktorları ve şifacıları bu hastalığa çare bulamıyorlardı ve gençlerde de bu hastalık görünmeye başlamıştı.
Hastalığın bulaştığı yerlerde deri sertleşiyor, yeşile yakın renge dönüşüyordu. Dişlerin ve kemiklerin yapısını da bozuyordu. Ağır hasta çocuklar, diğer çocuklar korkmasın diye evlerin mahzenlerinde, etraftaki mağaralarda tutuluyordu.
Hastalığı durduramayan köyün ileri gelen klan başkanı, El Morad’a giderek Konsülden yardım istemeye karar verdi. Köylüler bu haberi sevinçle karşıladılar ve çocuklarını kurtarması için Logos’a daha fazla adak adadılar.
Klan lideri konsül üyelerine konuyu açıkladığında, yaşlı bir konsül üyesi söze girerek ülkenin birçok yerinde bu hastalığın göründüğünü ancak henüz hekimlerin çare bulamadığını söyledi. Klan liderine köyüne dönmesini ve iyi haberi beklemesini tavsiye etti.
Paul yaşlı lord sarayına geldiği zaman onu karşılamak için acele etmedi. İç barış sağlandıktan sonra bir çok konu ile uğraşmıştı ve aradan geçen 2 yıl içerisinde artık o çevik ve kararlı Kral rehavete kapılmıştı. Bir çok konuyu danışmanlarına havale ediyordu. Gençliğin verdiği enerjiyi partiler, eğlenceler düzenleyip sabahlara kadar eğlenerek harcıyordu. Bir gece öncesinde de böyle bir davet sabaha kadar sürmüştü ve uykusundan uyandırıldığı çok önemli konuyu kendisine getirdikleri için de kızgındı.
Yaşlı konsül üyesi kendisini nerede ise azarlayan kralın tavrından mutsuz bir şekilde kaos döneminde baş gösteren fakat tedavi edilemediği için çoğalan hastalığı anlattı.
İnsanlık nesli bir kez daha tehdit altındaydı ancak bu tehdit silahların, zırhların yenemeyeceği türdendi.
Paul ülkesindeki insanların hastalığa yakalandıklarını iç savaş zamanında da duymuştu ancak bu konuda hiçbir şey yapmamıştı. Danışmanları birçok defa bunu dile getirmeye çalışmışlardı fakat o bunu basit bir hastalık diye düşünüyor ve hekimler çare bulur diyordu. Oysa şimdi duyduklarından korkmuştu. Ya bende hastalanırsam halkın arasına nasıl çıkarım. Nasıl davetler düzenlerim diye düşünmeye başlamıştı.
Kralın çağrısı üzerine danışmanlar toplandı ve fikir yürütmeye başladılar. Ülkenin dört bir yanındaki hekimleri ve rahipleri topla***** bu hastalığa şifa bulunması için çalışmalarına karar verdiler.
Kralın sarayına bundan sonra hiç kimsenin giremeyeceğini, saraya girmesi gerekenlerin önce kontrolden geçirileceğini hastalık belirtisi taşıyanların derhal kovulacağını duyurdular.
Böylece aradan 4 yıl daha geçti.
Logos için yaptırılan yeni tapınaklar, hastalığa yakalananların adakları ile dolup taşıyordu. Hekimler ve Rahipler hiçbir başarı sağlayamamıştı. Kral artık sarayından hiç çıkmıyordu.
El Morad surlarının içerisinde hastalık her geçen gün artıyordu. Konsülün kararı ile hangi sebepten olursa olsun ölenler surların bitişiğinde yaptırılan büyük odun fırınlarına atılarak yakılıyordu.
Logos evlatlarına gelen bu bela nedeni ile kendisine yakaran binlerce rahibin çağrısını duyuyor ancak kendisinin de durduramadığı bu lanetli hastalık karşısında sessizce izlemekle yetiniyordu.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Hastalığa yakalananlara, sağlıklı olanlar tarafından yapılan saldırılar o kadar çoğalmıştı ki, hasta diye işaret edilen her insan diğerleri tarafından dövülüyor, işkence ediliyor, evlerinden, yuvalarından atılıyorlardı. Bu yüzden hastalığa yakalananlar yer altındaki büyük kanalizasyon kanallarına kaçıyor diğerlerinden kurtulmaya çalışıyorlardı.
Kargaşa artınca konsülün lord’ları bir araya gelerek karar aldılar. El Moradın içerisinde ve yakın köylerinde bu belaya yakalananlar, Karus bölgesine sürgün edildiler. Bölgenin arazisi çok büyüktü ve El Morad bölgesinden ayıran büyük Carnac denizi nedeni ile geriye dönmeleri çok zordu.
İnsanlık içerisinde bölünmenin başlangıcı.
Zorla evlerinden köylerinden ailelerinden koparılarak yollara sürülen yedi binden fazla genç ve çocuk, klan savaşçıları ve şövalyelerin alt tabaka askerleri gözetiminde 2 hafta yürütüldü. Hastalıktan ölen olmadı ancak zorlu yürüyüşe dayanamayan bir çoğu öldü.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Karus bölgesine ulaştıklarında geriye üç yüzden azı sağ kalmıştı. Bu kıyım katiller ve haydutların hüküm sürdüğü kaos döneminde bile yaşanmamıştı.
Yıllardır bekledikleri “iyi haber” yerine, hastalığa yakalanmış ve çoğu ölmek üzere olan gençleri sevgi ile kabul eden Breth köyü sakinleri hastalığa yakalananların sadece dış görünüş formlarının değiştiğini biliyorlardı.
Başlangıçta mahzenlerde, mağaralarda gözlerden uzak tuttukları çocuklar evlerine döneli çok olmuştu. İnsan formundan hiçbir değişiklik kaybetmemiş yaşlılar ile, görünüşü değişmiş çocukları ve onların çocukları bir arada huzur ile değirmenlerine ekinlerini ****ürüyor, hayvanlarını otlatıyor, su başlarında keyifli sohbetler ediyorlardı.
Yeni gelen bu zavallı sürülmüşleri de aralarına aldılar. Hepimizi Logos yarattı diyordu köyün en bilgesi. Lanete uğratılmışları da.
Hastalığın iyileştirilmesi için yıllardır uğraşan hekimler ve şifacılar birçok ilaç geliştirmişti. Bunlar lanetli hastalığı yok etmemişti ancak hastaları güçlendirmiş, geliştirmişti. Bu güçlü nesil için tarlaları ekmek ve biçmek, yetiştirdikleri hayvanları idare etmek çok kolay oluyordu.
Zaman içerisinde birbirleri ile evlenen hastalığa uğramış gençlerin çocukları sokaklarda dolaşmaya başladığında Breth artık büyük bir kasabaydı.
Bu yeni nesil ırk anne ve babalarından daha güçlüydü. Aralarından bir kısmı, hayvancılık veya çiftçilik yapmak istemediklerinden, geniş Karus topraklarında avlanmaya, Patos’un meydana getirdiği yaratıkların soylarından kalanları avlamaya başladılar.
Karuslular bu savaşçı ırka Tuarekler demeye başladı.
Dövüşmekte çok büyük maharetler ve tecrübeler kazandılar. Büyüklerinin geleneklerinden gelme alışkanlıkla, küçük savaşçı grupları bir araya gelerek Klanlar oluşturdular. Sayıca küçük klanlar gözcülük yaparken, büyük klanlar birleşerek yaratıklara saldırıyor ve her defasında başarılı oluyorlardı.
Böylece Brethin dışında da yaratıkların saldırısından korkmadan yaşanabilecek bölgeler oluştu. Buralara aileler yerleşti Bellua ve Linate. Bu iki kasabanın arasında da Tuarek’lerin mola verdiği Roan Kamp.
Breth artık Karus bölgesinin merkez şehri olmuştu. Klan liderleri ve şehrin ileri gelenleri haftada bir toplanıyor, ortaklaşa kararlar alarak uyguluyorlardı.
Bir süre sonra bazıları denizin karşı yakasını merak ederek oraya geçmek istediklerinde, idareciler buna karşı çıktılar. Karşı yakadaki eski akrabalarının onlara yaptıkları bir çoğu tarafından hatırlanıyordu ancak gençler inatçılıkla ısrar ediyorlardı. Bunun üzerine yöneticiler toplandı. Bir konsey oluşturdular ve karşı yakaya giderek eski bağlarını yeniden canlandırmak istediler.
Yirmi kişilik heyet El Morad bölgesine geldiklerinde karşılaştıkları köylüler çığlıklar atarak kaçtı. Askerler ve savaşçılar geldi. İnsana benzeyen bu yeşil derili, iri yarı ve güçlü yaratıklardan daha önce hiç görmemişlerdi.
Konsey üyeleri biz dostuz yöneticilerinizle görüşmeye geldik dediklerinde hepsi bu yaratıkların konuştuğuna hayret ettiler ancak hemen üzerlerine çullanıp ellerinden ve ayaklarından zincirlere vurdular.
Askerlerin başındaki Klan lideri, atının üzerinde El Morad’ın surlarına geldiğinde, bu olayın haberi çoktan duyulmuştu. Birçok insan ve konsül üyesi şehrin girişinde bekliyordu bile. Önlerinden geçirilen prangalı Karuslulara iğrenerek ve tiksinerek bakıyorlardı. İçlerinden bazıları kendi torunlarıydı ancak bunu bilenler bile onlardan yüzünü çeviriyordu.
Kent meydanındaki büyük Logos anıtı yakınında durduruldular. İtile, kakıla hepsi bir araya getirildi.
Kral Paul bir takım konuşan yaratıkların esir alınıp kente getirildiğini haber verdiklerinde, beyazlaşmış saçlarını taratmakla meşguldü. Hemen adamları ile birlikte saraydan çıkarak anıtın yanına gitti. "Patos’un yaratıkları artık konuşmayı mı öğrendi" diye konuştu.
Karus heyetinin başkanı Gringod, kan revan içerisinde güçlükle doğrularak, "Ey kral Paul. Ben senin hastalıklı diye kovduğun insanlardanım. Benim çocukluğum burada geçti ancak sen ve bu kendini beğenmiş halkın bizi dışladınız, bize eziyet ettiniz, bizi kovdunuz. Benim gibi hastalığa uğrayanlar ölmedik. Çocuklarımız ve onların çocukları doğdu. Bunun artık bir hastalık olmadığını gör. Bu bir lanet ve laneti getiren biz değiliz. Barış ve huzur içerisinde çocuklarımızın buraya girip çıkmasına izin vermenizi istemeye geldik" dedi.
Kendini beğenmiş bir konsül lordu hemen söze girdi. "Siz mi bizimle aynı nesildensiniz. Siz sadece pis, yeşil, ilkel yaratıktan başkası değilsiniz. Bir bize bak bir kendinize."
Heyet başkanı yine konuşarak, "bugün burada benim yerimde sende olabilirdin veya senin yanındaki lordlardan birisi de" ve eli ile etrafını işaret ederek "buradakilerden birisi de. Biz de bir zamanlar sizin durduğunuz yerdeydik. Bunu anlamıyor musunuz" dedi.
Kral Paul konsüle dönerek "Ne yapmamı istiyorsunuz" diye sordu.
Kovalım, öldürelim, parçalayıp kanallara atalım cevapları gelince şövalyelerine işaret etti ve "bunları ****ürün yakaladığınız yerde öldürün, cesetlerini de parçalara ayırıp nehire atın" emrini verdi.
Dragnon.... Yaşlı heyet üyesi, öldürülecekleri yere ****ürülürken yorgunluk ve ızdıraptan bayıldığı için şövalyeler öldü sanarak düştüğü yerde "bunu köpekler parçalasın biz şunları halledelim" diye gülüşerek bırakmışlardı.
Güçlükle doğrularak bir ağaca yaslandı. Karanlık yüzünden nerede olduğunu bilmiyordu. Biraz sola dönünce, dolunayın deniz üzerinde meydana getirdiği yansımayı fark ederek o yöne ilerledi."Karus'a kadar dayanmalıyım" diye düşünüyordu sadece.
Tuarekler yaşlı Dragnon’un anlattıkları karşısında silahlanmış ve Roan Kamp ta büyük gruplar halinde toplanmışlardı. En büyük klanın başkanı ve en itibarlı savaşçı yenilmez Masthar yüksekçe bir kayanın üzerinde, mızrağının ucunu sahilde demirlemiş heybetli Karus gemilerine doğru yönelterek bağırdı.
“Kardeşlerim, bugün bizi dışlayan, eziyet eden, öldüren ve sevgi ile uzattığımız eli kesip paramparça eden insanlara bedel günü. Bir tekiniz bile geri kaçarsa onu kendi ellerimle cezalandıracağım. Haydi”
Patos’un laneti o gün yerine geldi. İnsanlık artık bir daha birleşemeyecek gibi ikiye bölündü.
Logos mahzun gözlerini yarattıklarından kaçırarak gökyüzüne çevirdi.
El Morad ve Karus’un sonsuza kadar sürecek savaşı başladı.
EMEĞE SAYGI TAMAMEN İNGİLİZCEDEN ÇEVİRİMDİR.
Giriş : Carnac Dünyası
Milenya dönemi öncesinde, zamansız enerjiler maddeleşmeye başladı ve kilden bir yapılanma oluşturarak, onu hayata geçirecek sihirli sözü bekleyerek uzayın sonsuz boşluğunda dalgalanmaya başladı.
Bu yapılanmanın dış tarafındaki, küçücük bir güç yumağı çözüldü ve tek başına bilinç kazandı.
Amaçsızca etrafta dolaşan bu kütle, çözülmeden sonra bir yıldız haline gelmişti; bilinçli Logos, hayat yaratmak için onu kendine aldı. Günlerce ona şekil verdi ve Canac’ı oluşturmak için derin vadiler, yüksek dağlar ve masmavi gökyüzü yaptı.
49 gün içerisinde kayaları yararak akan su yarattı, vadileri onunla doldurdu ve okyanusları yarattı. Kısa sürede Carnac Turkuaz renkli mücevhere benzeyen görkemli bir dünyaya dönüştü. Her halükarda Logos fark etti ki, görkemli nehirler, okyanuslar ve göller canlı gibi hareket edebiliyordu fakat taşlar, kayalar, dağlar cansızdı.
Logos, kil kümesinden kalan enerji ile, dağlara şekil vererek hayatı yarattı. Yarattığı balıkların suda yüzmesi çok hoşuna gitti ve ağaçlar onun favorisi olan nemli ortamı sağladı. Ve sonunda kendisine benzeyen insanlar yaratmak istedi ve çok fazla güçç harca***** Carnac’ı onların ihtiyacına cevap verecek şekile getirdi ve daha sonra muhteşem nehirlerin kenarına insanlığı oluşturacak tohumlar bıraktı. Orada istedikleri herşeyi bulmakta başarılı olacaklardı.
Bir süre için herşey yolundaydı. Logos artık hoşnut bir tanrıydı. Yarattıkları ise mutlu ve onlara bağışlanan topraklarda başarılıydı.
Oysa çözülmenin başlangıcı çok yakındaydı
Hayalindeki insanlığı yaratmanın telaşı içerisinde bir parça kili kullanmayı unutmuştu. Unutulmuş kil parçası güzel bir şeye dönüştürülmeyi düşleyerek karanlık vadilerin kuytuluklarında asırlarca bekledi.
Başlangıçta çok sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel planları olmalı” diye düşünüyordu. Belkide beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi".
Ancak her bilinçli varlık gibi onun da sabrı gün geçtikçe tükendi ve her tükenişte bir parça büyüdü. Dünyanın geniş çatısı altında, Logosunkinden çok farklı olmayan bir bilinç verilerek yaratılmıştı ve o kil parçası kendisinin de mevcut olan yaşamın içerisine katılmasını istiyordu. Unutulmuş olmanın verdiği öfke ile her geçen gün parça parça biraz daha büyüdü ve şekillenerek gelişti.
Zaman içerisinde Logos unuttuğu o parçayı hatırladı ve kendisine çağırdı ancak çok geçti çünkü kendisini Patos olarak isimlendiren bağımsız bir varlık oluşmuştu. Bu bağımsız varlık kendisini Patos olarak isimlendirdi ve kendisinin hissettiği terk edilmişliği ve acıyı Logosun da yaşamasını istedi.
Artık Logosa rakip olmuştu ancak Logosun dikkatlice yarattıklarının tam tersine içerisinde aşk, arzu ve merhamet duygularından yoksundu. Patos ilk intikam olarak Logosun ilk başlangıçta yarattığı doğal oluşumu değiştirdi.
Patos’un bu ilk intikamı nedeni ile 4 mevsim, gece ve gündüz, yaşam ve ölüm gerçekleşti. Patos için bu yeterli değildi. Bir avuç dolusu kum alarak bunları içgüdü, his ve günah duyguları ile doldurarak Logos’un yarattığı dünyaya doğru savurdu ve savurduğu her bir zerre insanların içerisinde tohumlandı. Bunun sonucunda insanlar Logos’a yüz çevirerek ondan uzaklaşmaya başladı. Günahı, şehveti öğrendiler ve yok etme ve hükmetme duyguları ile doldular.
Logos’un Patosu durduracak gücü kalmadı
Bölüm I : Kaosun başlangıcı
Patosun dünyayı değiştirmesinden bir süre sonra, iki tanrı arasındaki bu oyun nedeniyle Logosun başta arzuladığının dışında ölüm ve yaşamın başlaması olumsuz bir ortam geliştirdi çünkü ölüm yokken Logosun yeni yaşamlar yaratmasına gerek yoktu. Bu Logosun yaratıcılığının, sonsuzluğunun ve görkeminin kabul edilmesiydi. Ancak bu gidişatın kötü bir şekilde değişmesi sonucunda, kaybolan hayatların yerine yenisinin getirilmesi gibi bir iş çıkmıştı. Halbuki Logos yaşamı yaratırken bunu kontrol altına almamıştı. O nedenle bütün bu görevleri yerine getirmesi için yeni bir tanrı, hayat Tanrıçası Akara’yı yarattı.
Birbirinden iki farklı ve birbiri ile çekişen tanrı Logos ve Patos’un aksine, Akara sakin, kararlı ve yaşayan her canlı ile ilgilenen bir tanrıçaydı. Yaşlanıp yok olanların yerine yenilerinin gelmesini ve büyüyüp onların yerini almasını sağladı. Onların yeryüzünde yaşamaları gerektiğini anladı, gerçek yaratıcıları kendisi olmadığı ve yarattıkları kendisine saygı göstermediği halde onları sevmeyi öğrendi.
Akara bu görevi üstlendikten bir süre sonra Logosun eski keder ve üzüntüsünden uzaklaştığını, yarattıkları üzerindeki sorumluluk ve görevlerini savsaklamaya başladığını fark etti. Halbuki yaratıcının rehberliği olmadan yaşamın başarılı olması mümkün görünmüyordu oysa Akara canlıları çok sevmişti. “Belkide” dedi kendi kendisine “Bunların hepsini kendi çocuklarım gibi benimsemeliyim.”
Akaranın, Alın yazısı gibi bütün yaratıkların varlığını koruma niyeti karşısında Logos yarattıklarını tamamen kaybedeceği korkusuna kapıldı ve Akaraya, yaratıcı olarak kendi görev ve sorumluluklarını tekrar yerine getirmeye başlayacağına dair söz verdi. Tanrıça bu söz karşısında geçmişte yaşadığı zorluk ve sorunları unuttu. Logos tekrar her şeyle ilgilenmeye ve yaratıcı görevlerini yerine getirmeye başladı. Akara kendisini yardımcı dadı gibi hissetmesine rağmen, dünyadaki yaşamın devam ettirilmesi için üstlendiği rolün onurunu içinde hissediyordu.
Fakat Logosun görevlerini yapmaya başlaması ile birlikte, Patos yeniden ortaya çıktı.
Bu defa, Logosun rüzgarlarını ve ağaçlarını çok sevdiği, bulutlarına dokunduğu ve ilk yarattıklarından olan dağların yapısını bozmaya karar verdi.
Carnac’ın çekirdeğindeki deliklerden alevleri çağırdı. Hapsedilmiş ateş, o güzelim dağların zirvesinden alevli kraterler açarak erimiş lavlar şeklinde yeryüzüne doğru püskürmeye başladı.
Çok sevdiği dağlarının ve ormanlarının korkunç bir şekilde yok edilişi esnasında ,Logos lavların etrafını güçlü bir rüzgar ile çevirip soğutmak ve çevresinde yarıklar oluşturup içerisine hapsetmek için çok geç kalmıştı. Bütün ormanlar ve yerleşim yerleri yok oldu, nehirler kaynadı ve insanlar hayatlarını kaybetmeden önce korkudan donakaldılar.
Kuşaklar sonra, akara yok edilen ormanların yerine yenilerini yeşertti. Hayvanlar yeniden yeryüzünde dolaşmaya, nehirler tekrar kaynaklarından akmaya başladı. Önceki atalarının başlarına neler geldiğini bilen insanlar da kayıplarını telafi ederek yeniden çoğaldılar. Sessiz dağlar sık, sık lavlar püskürtmeye devam ettiler ancak insanlar onu yeryüzündeki değişik bir güzellik olarak algılamaya başlamıştı.
Halbuki onların çoğu bir dağın zirvesine çıkıp, Logosun daha önce yaptığı gibi oradan yeryüzüne bakıp dünyanın güzelliğini zirveden seyretmemişti.
Buna karşılık Logos tekrar o umutsuzluğuna geri çekildi ve sanki kendisinin yarattığı dünya değilmiş gibi hiç ilgilenmedi. Bu defa Akara, Logosun sorumluluklarını kendi üzerine almaya karar verdi fakat Logosun bunu kendisine kolaylıkla vermeyeceğini de biliyordu. O nedenle yüreksiz Logos ve Bölücü Patos’tan dünyayı kurtarıp temizlemek için plan yaptı.
Diğerlerinin bilmediği ve tanımadığı başka bir tanrı biliyordu. Tanrı Cypher’i. Cypher bilgisizin tekiydi ancak yok etme ve düzenbazlık tanrısıydı. Carnac’a bilinen veya bilinmeyen her türlü yok edici belanın gelmesine Cypher in yol açtığı inancı vardı. Aslında onun yokediciliğine, Patosun neden olduğu konusunda tarihciler çok tartışmıştır.
Cypher’in ortaya çıkması konuşulmaya başlayınca, Logos temkinli davranarak Akaraya bu yeni tanrının kimliğini sordu.
Akara dedi ki “Cypher’i bende tanımıyorum ancak tanrı olmadığı kesin ayrıca yaratıcılık gücü olmadığını da biliyorum. Yağmuru kara çeviremez, insana can veremez, rüzgarı estiremez. Onun tek yapabileceği dağları aşındırmak, karları buhara çevirmek ve canlılara darbe vurmak. Sadece yok etme, zarar verme gücü var ne daha fazla, ne daha az. Biz onu kullanarak gücünü Patostan kurtulmak için kullanabiliriz.”
Bunu duyan Logos, dünyasının ilk yarattığı günlere döneceğinin hayali ile mutlu bir şekilde bu yeni tanrı Cypher’i aramaya giderken Tanrıçanın yüzündeki hafif gülümsemeyi fark etmedi bile.
Logos, Cypheri bulduğunda düşündüğü gibi bir tanrı bulmadı, sanki azametin anti tezi gibi zayıf, bitkin, yıpranmış ve tükenmiş gibi duruyordu. Diğer tanrıların yapısından çok uzaktaydı. Buna rağmen Hayat Tanrıçasına hürmeten de olsa, Cypherden destek istemeye karar verdi.
Ancak onun bilmediği şey, Akaranın ondan önce geldiği ve Cypher’e fırsatını bulduğu zaman atalarını yok etmesini istediği idi. “Önce Patosu öldürmelisin” demişti Akara, “Logos ise idealist ve zayıf, onu daha sonra boş bir zamanında öldürebilirsin”.
Cypher hiç şeytanca düşünmeden saflıkla inanmıştı, hayatın yöneticisi Tanrıçaya.
Patos ile karşılaşmasından önce, Logos, Patosun görmesini engellemek için Cypherin etrafını bulutlarla çevirerek ona ölümüllüğünü gizleyen çok güzel bir kılıç verdi ve Patosun hüküm sürdüğü derin vadiye doğru yola çıktılar.
Vadinin tam ağzındaki büyük ağaçlarca oluşmuş ormana bakınca, değişikliğin tanrısının orada bulunduğuna dair en ufak bir tahmin bile yürütmek mümkün olamazdı. Ancak onlar iyice yanaştıklarında, Patos gölgelerden dışarıya çıktı. Elinde sağa sola savurduğu yeşil renkli, en iyi ağaçtan yapılma bir mızrak vardı. Mızrak sanki barış dolu yeşil ormanlardaki huzurun ve hayatın ışığını yansıtıyor gibiydi.
Bu silahı sadece bir tek kişi yapabilirdi. O kişi ise diğerlerinin gelişini Patosa önceden haber veren kişiden başkası değildi. Tanrıça Akara. Gizli bir köşede Logos, Patos ve Cypherin kaçınılmaz sonlarının gelmesini sabırla bekliyordu.
Savaş hızlı ve öfke doluydu. Cypher’ın yukarıda tuttuğu ışıltılı kılıç ile yaptığı atağı gören savaşçılar söyleyecek hiçbir söz bulamazdı. Patos sadece üst üste gelen darbelerden elindeki mızrak ile korunmaya çalışıyordu. Logos ise yalnızca önünde süregelen dövüşü seyrediyor ve Patos'un hak ettiği sonu bulması için dua ediyordu.
Sonunda dövüş tanrıların savaşına dönüştü. Patos, güneşi kapatarak dünyayı karanlık hale getirdi. Cypher kendisini derin ve karanlık vadinin içerisinde kör olmuş gibi hissetti. Patos mızrağı ile saldırarak rakibinin omuzunda bir sıyrık açtı. Bunun üzerine öfkelenen yaralı tanrı yokedici gücünü vadinin üzerine yağdırdı. Kayalar alevlenerek yürümeye başladı ve Patos'u çepeçevre kuşattılar, Cypher kılıcını savurdu ve Patos’un sol elini kopardı. Patos acı içerisinde gökgürültüsü gibi haykırırken kanı dışarıya püskürüyordu.
Cypher ve Logos zafer sevinci ile onu seyrederken birşeyler oldu. Patos ve Cypher'ın bedenleri değişmedi ama zihinleri yer değiştirdi. Sanki Patos, Cypher'ın bedeni içerisine girmişti ve Cypher de az önce ölümcül yara açtığı bedene hapsolmuş gibiydi.
Acı içerisindeki Cypher'ın ruhu ölmeyi reddederek, refleks bir hareketle elindeki mızrağı kendisinden çalınan ve içine Patosun ruhunun girdiği bedene fırlattı. Cypher/Lord of Destruction tarafından fırlatılan bu mızrağı Patos savuşturamadı.
Patos artık ölü vaziyette yerde uzanıyordu, Cypher'da neredeyse ona katılmak üzere idi. Zorlukla yerden doğruldu ve biraz önce kendi bedeni içerisindeki iken çağırdığı yok edici alevden taşların yanına giderek, ke*** kolunu dağladı ve kanamayı durdurdu, daha sonra sahip olduğu güç ile ke*** parçayı eski yerine koyduğunda, kolu sanki hiç kesilmemiş gibi oldu.
Tamamen düzeldikten sonra yenilenen gücü ve enerjisi ile herkesin duyabileceği şekilde haykırdı.
“Yeniden doğdum, benden korkun, artık rakipsizim”
Bir güç gösterisi olarak vadiyi darmadağın ederek taş yığınlarından, taşa benzeyen ancak camdan bir anıt yarattı. Her yöne uzanan kesitleri ile anıt güzel değildi ancak muhteşem görünüyordu. İnsanlar anıtın yapımındaki mucizevi şekli görmek ve onun yapıcısı tanrı Cypher'a saygı göstermek için üşüştüler
Bölüm II : Pianna Savaşçıları
Yıllar sonra insanlık altı büyük krallığa bölündü.. Çöllerin akıncıları Hellsgarem, Çelikten gemileri ve limanları ile Buegrant, Arrdeam'ın beyaz şehri, Muhteşem ormancıları ile Planisad Ticaretin merkezi Brisbia ve Batı sahilinde El Morad.
Yaratılış, kırılgan bir seydi. Patos ve yeni Patos-Cypher mevcudiyeti arasında yaşananlardan sonra Carnacta kademe kademe değişiklikler olmaya başladı. Başlangıçtaki değişiklikler önemsizdi, çiçekler yavaşça soluyorlardı, mevsimler önceden tahmin edilemiyordu ve sular bazen paslanmış gibi kahverengiye dönüşüyordu.
Bu tür ufak tefek şeyleri insanlar sadece gözlemliyordu ancak “Olay” diye ilan edecek bir durum yoktu.Bunları Cypher'da yapmıyordu zaten, o kendisi ile ilgili yeni konuları incelemekle meşguldü.
Acaba Patos yeniden mi canlanmıştı?
Bu defa Carnac’ın her yerinde tuhaf yaratıklar dolaşmaya başlamıştı. Başlangıçta bunları zarar verebilecek vahşi kurtlar, ayılar olarak düşündüler fakat değillerdi, değişik yaratıklardı ve yıllar geçtikçe değişiklikler büyüdü de büyüdü. Bazılarının taşa dönüştüğü görüldü, bunlardan kötüsü arkadaşlarına büyü yapılanlar oldu ve şimdi bildikleri ve anladıkları ölüm seviyesinin ötesinde canlanmış cesetler ortaya çıktı.
Bu cehennemi yaratıklar sayıca öyle çoğaldılarki, insan şehirleri ve onların etrafına çevrilen yüksek kale duvarları ve surlar bile yaratıkları geri püskürtmeye yetersiz kalmaya başladı.
Yiyecek stokları tükendiği için ilk yıkılan krallık Planised oldu. Kısa süre içerisinde Brisbia ve Arrdeam devrildi. Kanlı Barbarların krallığı Hellsgarem bile duvarların yıkılarak krallığın yok olmasını engelleyemedi. Canlı kurtulan azınlık, kendi krallıklarından sağ kurtulmayı başaran Buegrants’ların gemileri ile deniz üzerinden El Morad’a kaçtı.
El Moradın yöneticisi Kral Manes, göçmenleri hiçbir ön yargı göstermeksizin kabul etti ve orduda görev almalarını sağladı. Henüz saldırı yaşamayan şehrin etrafını desteklemek ve kuvvetlendirmek için yeni siperler ve mazgallar inşa ettirdi. Saldırganlar gelmeden önce ihtiyaçlar temin edilerek stoklandı, silahlar güçlendirildi, zırhlar cilalandı. Eğer El Morad yıkılırsa, yeni düzen oluşturmak için, krallığa ve El Morada bağlı sadakatli siviller tespit edilerek kaçış yönleri ve planları hazrılandı.
Olaylar öyle gelişmişti ki, El Morad artık insan neslinin en son kalesi durumuna gelmişti. Eğer o da yıkılırsa, insan soyunun yeniden türemesinin önü kesilmiş olacaktı.
Çok geçmeden yaratıkların saldırıları başladı. Başlangıçtaki dağınık ve düzensiz ataklar, savunmacıların başarılı defansı sayesinde geri püskürtülüyordu ancak saldırılar her geçen gün artıyor ve sürekli yineleniyordu. Bu saldırılar yedi yıl boyunca sürdü. Kral Manes, yedi yıl boyunca halkının çektiği acı ve sıkıntılara karşı kör ve sağır duran tanrılara sürekli dua etti.
Eğer ilk iki yıllık saldırılara alışan ve savaştaki tarz ve yöntemleri ile başarılı olan El Moradlılar, cesaret edip surların altında tüneller açarak dağların arasına giden yollar yapmasalardı, bu hikaye çok kısa sürecekti.
Dağlara kazdıkları tüneller boyunca metal madenleri buldular ve bunlarla daha fazla silah yapıp, mevcut silahlarını geliştirdiler. Yiyecek büyük sorun olmaya başlamıştı ancak tünellerden dağların arasındaki ormana bant yaparak, ağaçları işlediler ve El Morada getirdiler, kazanılan arazide yeterince ürün ekip yetiştirmeyi başardılar.
Üçüncü yılda, tecrübeli askerler bu yaratıkları avlayıp öldürmeye başladılar. Küçük gruplar halinde partiler oluşturarak, ana gurubun dışında gezinen nispeten zayıf yaratıklara arkadan saldırıyor ve öldürüyorlardı. Bu savaşçılar geri döndüklerinde birçok zafer ve macera hikayeleri de getiriyorlardı.
Kısa süre içerisinde birbirinden bağımsız hareket eden bu partiler, kendi içlerinde organize oldular ve Pianna Şövalyeleri ortaya çıktı. El Morad'dan bağımsız yaşayan bu şövalyeler hayatlarını işlerine adamışlardı. Bazıları büyü sanatlarını ve güç vermeyi bile öğrendiler.
Yedinci yılın son gününde, hiç beklenmedik tuhaf bir şey oldu. El Moradın her yanına kırmızı bir yağmur yağdı. Uzaktan koyu bir yeşil sis perdesi gittikçe yaklaşıyordu. Bir uyarı yankılandı ve yıllardan sonra ilk defa herkes kaçmak için kapılara koştu ve ilk defa bu kadar korkmuşlardı.
Kral Manes, kendisini duyacak herhangi bir tanrı için yine dua ediyordu ve bu defa Cypher'ın görüntüsündeki Patos yanıt verdi.
Manes “Uzun yıllardır sürekli sana yalvarıyorum, neden şimdiye kadar bekledin?” diye bağırdı.
“Gerek yoktu” diye cevap geldi.
“Hergün insanlarım ölüyor bundan daha gerekli ne olabilirdi ki?” dedi Manes.
Yine “Gerek yoktu” yanıtı geldi.
Kral kurtarıcıya yalvarması gerektiğine karar vererek “ Senin gücün var, sadece kullanman yeterli biz senin alçakgönüllü hizmetkarlarınız. Tam şimdi bizi kurtarabilirsin”
“Bugün hizmetçilerin akıbeti yok artık. Sonun yaklaştığı anda kendimi göstermek istedim. İsteseydim gururlandığım bu yıkımı sahip olduğum güçle ta başlangıcında durdurabilirdim.”
Kral öfke ile doğrularak kılıcını sesin geldiği yöne doğrulttu ve haykırdı “ Sen bir tanrı olabilirsin Cypher ancak kolayca yıkıp geçemeyeceksin. Eğer bize yardım etmeyeceksen, sende bizimle aynı sona katlanacaksın.”.
Fakat Patos çoktan gitmişti bile.
"Konsül üyelerinden birisi, alnından akan teri silerken “ Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı diyordu”.
Onun hemen yanındaki diğer bir üye esnemesini gizlemeye çalışıyordu. Vakit öğleden sonra olmuştu. Lordlar ve liderler Cypher’ın göründüğü gece yarısından bu yana tartışıyorlardı.
Bir Planisadian lordu ayağa kalkarak, yaklaşan koyu yeşil sisten kaçmak için yaptığı planı tekrarladı. Sisi keşfe gidenlerden hiçbiri dönmemişti ve ona göre koşulları yeniden değerlendirebilmek için öncelikle kaçıp uzaklaşmaları gerektiği idi. Sis hızla yaklaşıyordu ve herkesin kaçıp uzaklaşması günler alacaktı.
“Hayır, kalacağız ve direneceğiz, sonrada Cypher’ı öldüreceğiz böylece her şey yoluna girecek” diye gürledi elleri ile okunu okşamakta olan yan taraftaki Erenion lideri, “Yeterince kaçtık”.
Konsül gürültü ve yaygaraya boğuldu, daha önce de birçok uçuk öneriler getirenler olmuştu ancak böyle bir çözüm herkesi hayrete düşürmüştü.
Birisi haykırdı “Sen delimisin? Cyhper bir tanrı. “ “Gerekirse burada kalacağız ancak Cypher'a karşı savaşmayacağız”
Oda birden sessizliğe büründü. Kalmak ancak savaşmamak ? Sonra ne olacaktı ? Sadece ölüm ?
Kral Manes sükunetle konuştu “ Pianna Şövalyelerini çağırın”.
Bazıları Kralın aklını yitirdiğini düşündü, bazıları da aslında Cypher’ın kralla konuştuğuna inanmamaya başladı.
Pianna Şövalyeleri bütün popülerlikleri ile kale kapısının önüne doğru at sürdüler. İşte herkesi koruyacak efsanevi kahramanlar buradaydı. Yeni dizayn edilmiş zırhları ve parlak silahları içerisinde, eski kahramanlık kitaplarından canlanıp gelmiş gibi görünüyorlardı. Hiç kimse onların kaybedeceğini düşünmüyordu.
Yaklaşık ikiyüz güçlü asker, efsane haline gelen Camdan Abidenin bulunduğu yöne doğru Cypher'ı bulmak için at sürdüler. Önlerinde hiçbir rehber olmadan, insan yerleşimi kalmamış çılgın topraklarda at sürdüler. Ormanların içerlerinde önlerine çıkan her yaratığı öldürerek ilerlediler. İçlerinden tek bir tanesi bile kaçamadı. Gece karanlığında gelip zarar vermesinler diye uyku bile uyumadılar.Fakat bir gece aşırı bir yorgunluk dalgası hepsini kapladı ve derin bir uykuya daldılar.
Rüyalarında bir vadinin kenarındaki bir alanda bir sürü insan gördüler. Başlangıçta insanların görünüşleri mutlu gibi geldi ancak yanlarına yaklaştıkça o insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgun bakışları ve ruhlarındaki mutsuzluğu gördüler. Halbuki rüyalarındaki bölge gayet huzurlu ve abidenin camından yansıyan gökkuşağını yansıtan ışıklar sayesinde apaydınlıktı. Tan yeri ağarırken gerçekler ortaya çıktı, Cypher’ın ini de oradaydı ve bütün o insanlar ona tapmaya gelmemişlerdi, onun esiri olmuşlardı. Abide ise, onların bilincini yutan siyah bir taşa benziyordu. Yapıya yaklaşınca kendilerini insanlara bakarken hissettiklerinden daha kötü hissettiler ve birden bir kol uzanarak görüşlerini kapattı.
Rüya sona ermişti ancak gün doğana kadar yattıkları yerden kıpırdayamadılar.Gördükleri rüya yüzünden etkilenseler dahi, kararlarından en ufak bir eksilme olmadan ve kendilerini neyin beklediğini bilerek batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Akıllarında ve kalplerindeki ayetten bir dua ile;
Uzun süre Unutulmuş
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre Unutulmuş olsan dahi
Bizi Terk etme
Daha önce hiç hissetmedikleri gibi bir şevkle rüzgar gibi batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Günlerce hiç durmadan ilerlediler, ne onlar nede atları açlık veya yorgunluk hissetmediler. Gözleri bir işaret yakalayana kadar hiç durmadılar.
Elmas gibi ışıklar saçan Devasa bir Abide millerce ötede duruyordu. Daha önce gördükleri rüya bile onları böyle bir manzara ile karşılaşınca düştükleri hayrete hazırlamamıştı. Atlardan birinin kişneyerek bağırması, onları bu hayretten uyandırdı ve tekrar devam ettiler. Ertesi gün şafak vakti abideye ulaştılar ancak sanki önlerinde geçilemez bir bariyer vardı. Görünürde hiç bir şey yoktu ancak atlar görünmez bir çizgiden öteye gitmeyi reddediyorlardı. Binicileri aşağı inip çektikleri halde ilerlemeyi reddediyorlardı. Sonunda atları bırakarak ilerlemeye karar verdiler fakat onlar da ilerleyemediler. Öğlene kadar uğraşmalarına rağmen hiçbiri o görünmez engeli geçemedi fakat arazinin yapısı gittikçe değişiyordu.
Ağaçlar ve çimenler kapanan zarflar gibi göz önünde katlanarak yok olmaya başladılar, zemin birden kurudu ve ve toprakta çatlaklar oluşmaya başladı ve birden çatlaklardan birisi genişçe bir yarığa dönüşerek şövalyeleri içine çekti.
Birçoğu yaralandı, bazıları ise hayatını kaybetti fakat çoğu kurtuldu ve kurtulanlar kendilerini etrafında daha önce hiç karşılaşmadıkları türden yaratıkların çevirdiği büyük bir mağaranın ortasında buldular. Önlerindeki uzun ve kol yüksekliğindeki sarkıtların altında ise Cypher'ın ta kendisi duruyordu. Onu tanımıyorlardı ancak karşılaştıklarının kim olduğunu tahmin ediyorlardı.
Bir baş hareketi ile, Pianna şövalyeleri her yana saldırdılar. Güç veren büyücülerini, sihirbazlarını ve yaralıları ortalarına alacak gibi bir halka oluşturdular. Savaşçılar dövüş sanatında ustaydılar ve 7 yıl boyunca hayvanlara karşı verdikleri onlarca savaşta sadece bir kardeşlerini kaybetmişlerdi fakat savaş alanındaki sayıdan daha azdılar ve göründüğü kadarı ile düşmanları yorulmak bilmeyecekti.
Elliden daha az sayıya düştüklerinde, yaratıklar saldırmayı bıraktı ve geriye çekilerek Cypherin şövalyelere doğru ilerlemesine olanak sağladılar.
Şövalyeler Cypher'ın gerçek yüzünü ilk defa gördüler. Devasa yapısı dışında yaşlı bir adama benziyordu. Rivayetlerdeki gibi acımasız bir savaşçı görüntüsünden çok uzaktaydı.
”Hoşgeldiniz, Pianna Şövalyeleri, yorulmuş olmalısınız” diye alay ederek konuştu.
Şövalyeler cevap vermek yerine kılıçlarını sıkıca tutarak seçtikleri hedeflere doğru kaldırdılar ve dosdoğru üzerlerine saldırdılar. Sihirbazlar onlara ateş ve yıldırım ile eşlik etti ve bu saldırının ödülü olarak birkaç yüz yaratığı öldürdüler.
Cypher sadece yaratıklarının acımasızca öldürülüşünü seyretti.
Şövalyeler çoğu adamlarını kaybettiler ancak her şey sona ermişti. Tek bir yaratık bile ayakta kalmamıştı. Mağaranın zemininde, kendi kanlarından oluşan bir gölde yatıyorlardı. Hemen Cypher'ın etrafını çevirdiler.
Fakat bir tanrıyı basit büyüler ve fiziki güç ile yenmeyi düşünmek saf aptallık demekti. Cypher de bunu bildiği için sakin ve korkusuzdu.
Hali hazırda, arkadaşlarının cesetleri kıpırdamaya başlamıştı. Yakında tekrar ayağa kalkacaklardı fakat karşısındaki kişi arkadaşımı veya kardeşimi anlayamayacaktı.
İlk zombinin elleri kılıcı kavradığı anda, hayattaki şövalyelerin aklına birden o dua geldi. Sebebini bilmeden duayı haykırmaya başladılar
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre Unutulmuş olsa dahi
Bizi Terk etme
Ölen arkadaşları dirilip ayağa kalktıkça ve silahlandıkça, Pianna şövalyeleri daha önce hiç hissetmedikleri bir korkuya kapıldılar, buna rağmen haykırmaya devam ettiler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre unutulmuş olsan dahi
Bizi Terk etme
Gittikçe güçlenen haykırdıkları bu cümleler mağara boyunca ilerledi ve tarih öncesi duvarlarda yankılanarak sarkıtları titretti. Daha fazla ayet döküldü ağızlarından
Seninle birlikte olan yine biziz
Sen bizi duyabilirsin
Yalvarışlarımızı duy
Cypher onların bu dualarını önemsemeden alayla izlerken, mağaranın tavanı sarsılmaya başladı ve tavandaki granitler kahramanlarmızın üzerine döküldü, birden fazlası düşen granitlerin altında ezildi. Onlar halen devam ediyordu.
Bu bir son.
Geri dönmek istiyoruz
Bizi evimize ulaştır.
Şimsek gibi bir ışık cennetten fırladı. Logos, yaratıcı tanrı güçlü yayını çekti ve geçmişten bu güne söylenen uzun duaların verdiği enerji ile yüklü oku fırlattı. Ok yıldırım gibi bulutların arasından indi ve Cypher'ın omuzlarının üzerindeki mağaranın tavanını geçerek Cypher'a saplandı.
Logos kutsamış olmasaydı, okun parlaklığından hepsi kör olacaklardı. Cypher yani Patos artık yoktu. Sadece ölmeden önceki zayıf final çığlığı titredi mağaranın içinde.
Çok yumuşak, çok net ve sevgi dolu bir başka ses dedi ki..
"Evinize hoşgeldiniz"
Bölüm III : Bir Kez Daha Diriliş
Cypher'ın yokedilmesinden sonra yeşil sis kayboldu ve sağ dönen Pianna Şövalyeleri, El Moradlılar tarafından kapıda büyük kutlama ve sevinç gösterileri ile karşılandılar. Onların kahramanlık öyküleri, pınardan akan sular gibi El Moradın her tarafına yayıldı ve tapınaklarda Logos’un heykelleri yükseldi. İnsanlık yeniden başarılı oldu ve gelişti.
Zaman ilerledikçe tek bir kişi bile Cypher'ın yaptıklarını hatırlamaz oldu.Birçok kişi şehir duvarları dışına çıkarak yeni keşifler yaptı, insanlar mantar gibi çoğalarak yeni bölgelere yerleşti, El Moradın dışında bir çok köy, kasaba ve şehirler inşa edildi. Logos'un kutsadığı tarlalar ekildi ürünler biçildi.
Ancak barış El Morad için sonsuza kadar sürecek değildi.
Cpherin yokedilişinin üzerinden 20 yıl geçmişti ve El Morad insanlığın baş şehri olmuştu. Barış ve huzurun getirdiği başarılı ortam sayesinde güzel bulvarlar, muhteşem binalar ve karanlık dönemlerde hayatını kaybedenleri yaşatmak için, yenilenen ve genişletilen şehir surlarına isimleri yazıldı.
Şehir etrafındaki birçok köy ve kasabada yaşayan bir takım kişiler bu zenginlikten haksız kazanç elde etmek için eşkiyalığa ve saldırılara başladılar. Birçok konvoy saldırıya uğradı ancak Kral Manes halen yaşarken bunlar çok fazla değildi.
Kral Manesin uykusunda aniden ölümünden sonra yerine geçen oğlu Paul çok genç ve tecrübesizdi, ülkeyi güvenlik altında tutan Pianna Şövalyelerine kumanda etmekten acizdi ve o nedenle Konsülün lordlarının yetkilerini artırdı ancak lordların çerisinde ülkede daha çok söz sahibi olmak isteyenler vardı ve bunların bir kısmı baskınları yapan eşkiyalar ile işbirliği yaptılar. Bazıları vergilerin yükselmesine neden oldu ve bazıları da baskı yaparak orduyu dağıttılar.
Ülkenin kötü durumundan mutlu olmayan ve konsülün kararlarına karşı çıkan klan liderleri idam edildi. Kargaşa ve düzensizlik ülkenin her yanını kapladı. Konvoylar daha çok saldırıya uğradı, maskeli katiller her yerde insanları öldürmeye başladı ve kadınlar kocalarının, oğullarının yanında tecavüze uğradı.
El Moradın merkezinde kötülük yuvaları yapılanmaya başladı. Tüccarlar şehire giremez oldu, dükkanlar kapandı. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını karşılayamaz oldular. Yerleşik halkın çoğunluğu evlerini ve eşyalarını geride bırakarak kaçtılar. Çiftçiler tarlalarını ekemediler. Ürünlerini toplayamadılar.Huzur ve barışın yerini çok kısa sürede kötülük ve kargaşa aldı ve birçok çeşitli hastalık baş gösterdi.
Bütün bu yıllar boyunca Paul ülkede neler olduğunu bilmeden, hizmetçileri ile sarayında yaşa***** geçirmişti. Her şeyin yolunda gittiğini zannediyordu. Konsülün ülkeyi iyi yönettiğini düşünüyor ve insanların arasına karışmaya gerek görmüyordu. Lordlar ona şehirde bir hastalık olduğunu ve doktorların tedavi ettiğini, Paul ün saraydan ayrılmasının tehlikeli olacağını söylemişlerdi.
Dignar, ülkesine sadık klan lideri, konsüle karşı geldiği için öldürülemsine karar verilen klan lideri, canlı kurtulan az sayıdaki klan savaşcısı ile El Moradın 2 günlük mesafesinde saklanmıştı ve ülkede yaşananları üzüntü ile takip ediyordu. “Kral Paul artık 19 yaşında neden bunları durdurmuyor, acaba o da onlarla birliktemi” diye düşündü ve bunu araştırmaya karar verdi. Eşkıya kılığına girerek bir gece El Morada girdi ve saraya ulaştı.
Paul'ün nerede olduğunu ararken, konsül üyesi lord Bero'nun söylediklerini dinledi “ Kralım konsül ülkeyi çok güzel yönetiyor, halk çok mutlu ancak pis taşralılardan tuhaf bir hastalık geldi, siz sarayda bir süre daha bulunun biz hastalık geçince size kutlama töreni yapacağız ve şenlikler düzenlenecek” .
Dignar bir süre daha gizlendi ve Bero gider gitmez krala koşarak önünde diz çöktü. “Kralım Bero yalan söylüyor. Sarayın duvarlarına çıkın ve El Moradı seyredin” dedi.
Paul bir merdiven yaptırarak sarayın duvarındaki surların üzerine çıktı ve gördüğü şey, pislik, yangın ve haydutların sarhoş naraları oldu.
Dignara “seni öldürtecektim ama gördüğüm manzara korkunç, ülkeme ne oldu, bu hangi şehir, sanki başka bir yer, burası El Moradmı” dedi. Sonra Dignarı kolundan tutarak gel bana herşeyi anlat” diye saraya ****ürdü.
Yaşlı klan lideri Manes'in ölümünden sonra yaşananları bir, bir anlattı.
Paul başını ellerinin arasında tutarak ağlamaya başladı. Babasının sevgili şehri kaousun tam merkezi olmuştu. “Pianna Şövalyelerini yeniden göreve çağırın” dedi Dignar, “ben de klanımı ve bana uyan klanları toplayıp geleyim. Bütün umudumuz bu.”
Genç kral, yaşlı klan liderini doğru bularak söylediklerini yapmaya karar verdi.
Cypher'a karşı kazanılan zaferden sonra, kendilerine tahsis edilen arazide inşa edilmiş büyük kalenin içerisinde yaşayan Pianna Şövalyelerinin reisi Mutro idi. Kötülüğe karşı yapılan savaştan sonra geçen zamanda eski şövalyelerin hemen hepsi ölmüştü ve yaşlı Mutro reis seçilmişti. Dignarı tanıyordu, anlattıklarını dinledi ve şövalyelere doğru bağırdı.
“Hepiniz ihtiyaç kalmayana veya ölene kadar , halkınıza hizmet etmek için hazır olun”. “Bu çağrıya kulak verecek misiniz?”.
Şövalyelerden gürültülü bir onay bağırışı yükseldi.
“O halde demirci ocakları yansın, zırhlarınızı parlatın, silahlarınızı bileyin ve yağlayın, atlarınızı ağıllarından çıkarın”
Şehrin merkezinden alevler ve dumanlar yükseliyordu. Cansız bedenlerden akan kanların keskin kokusu yüzünden atları zaptetmek zorlaşmıştı. Konsüle bağlı askerler ve haydutlar başlangıçta çok direnmişlerdi ancak hemen hepsi yanlış tarafta bulunduğunu anlamadan can vermişti. Az sayıdaki haydut canlı esir alınmış, Logos’u ululamak için yaptırılan anıtın dibinde toplanmıştı.
Dignar ve ona katılan üç klan lideri can verinceye kadar çarpışmışlardı ve Pianna şövalyelerinden geriye ise küçük bir gurup kurtulmuştu.
Paul, anıtın merdivenlerinin en üstündeki rahipler için yaptırılmış adak taşının üzerine çıkarak, karşısındaki manzaraya baktı. Çocukluğunun tertemiz yolları, balkonlarından çeşitli çiçekler sarkan, sokaklarında çocukların neşe ile oyunlar oynadığı, mutlu ve güler yüzlü insanlar ile dolu El Moradı şimdi harabeye dönmüştü. Yaşanan iç savaşta ölenlerin cesetlerinden yayılan koku halen duruyordu. Kendisini dinlemeye hazırlanan yorgun, bitkin insanların yüzlerinde büyük bir keder okunuyordu.
“El Moradın halkı” diye gür bir sesle başladı konuşmasına.
“Bugün yıllar süren gaflet uykusundan uyanışımın ilk günü, sizi bu zalimlerin eline bırakmakla büyük bir hata etmişim” derken sol kolu ile anıtın yan tarafında, askerlerin arasında elleri ve ayaklarından zincirlenmiş konsül lordlarını işaret ediyordu.
Devam etti “Ancak beni de kandırdılar. Zaten çocuktum bir şey anlamıyordum. Ülkemde her şey çok güzel sanıyordum. Bana hep öyle anlattılar. Beni bağışlayın, bundan sonra babamın yolunu takip edeceğime söz veriyorum. Logos şahidim olsun”.
O bitkin ve yorgun kalabalık sanki bir enerji dalgasının etkisine girmiş gibi canlandı ve yüzlerindeki bitkinlikten eser kalmadı, sevinçle haykırdılar “selam sana Kral, selam sana Logos”.
Paul devam etti ve “bugünden itibaren vergileri düşürüyorum, artık tarlanızdaki ürünleri vergi diye vermeyeceksiniz. Evsizler El Morad surları dışında sahipsiz kalmış yerlerde kendilerine özgürce kulübeler inşa etsin, etrafını çevirsin, eksin biçsinler. Surların içerisinde evlerinden yerlerinden kovulanlar artık dönsün. Komşular el ele vererek evlerini tamir etsin. Sokakları, caddeleri temizlesin. Klanlar bir araya gelsinler ve ülkemizi haydutlardan, katillerden temizlesinler ve bugünden itibaren eski konsülleri görevlerinden aldım. Yerlerine sizin seçeceğiniz konsülleri koyacağım. Eski konsüller ülkemize ihanet ettikleri için en ağır şekilde cezalandırılacak.
”Ertesi sabah kent merkezi tertemizdi, Kraliyet sarayına giden yolun başlangıcında yükselen bir platform yapılmıştı ve 12 konsül üyesi boyunlarında “suçlu” yazan tabelalar ile cezalarının bedelini ödemeyi bekliyordu. Şövalyelerin liderinin el hareketi ile bir görevli platformun üzerine çıkarak konsül lordlarının suçlarını halka duyurdu. Cellatlar sıra ile lordları yere yatırarak başlarını kütüklerin üzerine yatırdılar. 12 balta aynı anda kalktı ve güneşin ışıklarını yansıtarak hızla indi. Böylelikle uzun yıllardır süren iç savaşın bittiği ilan edilmişti.
Paul’ü izleyen ve dinleyen sadece El Morad halkı değildi, Logos yüzünde bir tebessümle yarattığı insanların yeniden derlenip, toparlanmasından gayet hoşnuttu ancak oğulları ve kızlarının artık ilk yarattığı zamanki gibi saf ve temiz olamayacaklarını anlamıştı. Patos/Cypher’in uğursuz gölgeleri çocuklarının üzerinden asla yok olmayacaktı.
İnsan ırkı yaşanan kargaşadan sonra yeniden birleşti ve normal hayatlarına dönmeye başladı. Fakat Patos’un unutulmuş laneti insanlar üzerindeki tuhaf etkisini bir kez daha göstermeye başladı ancak bu defa sebep olacağı değişiklik önceki nesillerin hiç rastlamadığı türdendi
Bölüm IV : Tuareklerin Efsanesi
El Morada, altı gün altı gece gemi yolculuğu ve bir gün, bir gece at sürümü mesafede, Karus diye adlandırılan geniş çölleri, yüksek dağları ve sayısız mağaraları ile tanınan bölgenin kuzeyindeki yüz kişiden biraz daha fazla sivilin yaşadığı küçük Breth köyünde bir kısım çocukların kaos döneminde köyde konaklayan klanlardan ve askerlerden yakalandıkları hastalıktan dolayı vücutlarının çeşitli yerlerinde oluşan bozukluklar nerede ise bütün vücutlarını kaplamıştı. Köyün doktorları ve şifacıları bu hastalığa çare bulamıyorlardı ve gençlerde de bu hastalık görünmeye başlamıştı.
Hastalığın bulaştığı yerlerde deri sertleşiyor, yeşile yakın renge dönüşüyordu. Dişlerin ve kemiklerin yapısını da bozuyordu. Ağır hasta çocuklar, diğer çocuklar korkmasın diye evlerin mahzenlerinde, etraftaki mağaralarda tutuluyordu.
Hastalığı durduramayan köyün ileri gelen klan başkanı, El Morad’a giderek Konsülden yardım istemeye karar verdi. Köylüler bu haberi sevinçle karşıladılar ve çocuklarını kurtarması için Logos’a daha fazla adak adadılar.
Klan lideri konsül üyelerine konuyu açıkladığında, yaşlı bir konsül üyesi söze girerek ülkenin birçok yerinde bu hastalığın göründüğünü ancak henüz hekimlerin çare bulamadığını söyledi. Klan liderine köyüne dönmesini ve iyi haberi beklemesini tavsiye etti.
Paul yaşlı lord sarayına geldiği zaman onu karşılamak için acele etmedi. İç barış sağlandıktan sonra bir çok konu ile uğraşmıştı ve aradan geçen 2 yıl içerisinde artık o çevik ve kararlı Kral rehavete kapılmıştı. Bir çok konuyu danışmanlarına havale ediyordu. Gençliğin verdiği enerjiyi partiler, eğlenceler düzenleyip sabahlara kadar eğlenerek harcıyordu. Bir gece öncesinde de böyle bir davet sabaha kadar sürmüştü ve uykusundan uyandırıldığı çok önemli konuyu kendisine getirdikleri için de kızgındı.
Yaşlı konsül üyesi kendisini nerede ise azarlayan kralın tavrından mutsuz bir şekilde kaos döneminde baş gösteren fakat tedavi edilemediği için çoğalan hastalığı anlattı.
İnsanlık nesli bir kez daha tehdit altındaydı ancak bu tehdit silahların, zırhların yenemeyeceği türdendi.
Paul ülkesindeki insanların hastalığa yakalandıklarını iç savaş zamanında da duymuştu ancak bu konuda hiçbir şey yapmamıştı. Danışmanları birçok defa bunu dile getirmeye çalışmışlardı fakat o bunu basit bir hastalık diye düşünüyor ve hekimler çare bulur diyordu. Oysa şimdi duyduklarından korkmuştu. Ya bende hastalanırsam halkın arasına nasıl çıkarım. Nasıl davetler düzenlerim diye düşünmeye başlamıştı.
Kralın çağrısı üzerine danışmanlar toplandı ve fikir yürütmeye başladılar. Ülkenin dört bir yanındaki hekimleri ve rahipleri topla***** bu hastalığa şifa bulunması için çalışmalarına karar verdiler.
Kralın sarayına bundan sonra hiç kimsenin giremeyeceğini, saraya girmesi gerekenlerin önce kontrolden geçirileceğini hastalık belirtisi taşıyanların derhal kovulacağını duyurdular.
Böylece aradan 4 yıl daha geçti.
Logos için yaptırılan yeni tapınaklar, hastalığa yakalananların adakları ile dolup taşıyordu. Hekimler ve Rahipler hiçbir başarı sağlayamamıştı. Kral artık sarayından hiç çıkmıyordu.
El Morad surlarının içerisinde hastalık her geçen gün artıyordu. Konsülün kararı ile hangi sebepten olursa olsun ölenler surların bitişiğinde yaptırılan büyük odun fırınlarına atılarak yakılıyordu.
Logos evlatlarına gelen bu bela nedeni ile kendisine yakaran binlerce rahibin çağrısını duyuyor ancak kendisinin de durduramadığı bu lanetli hastalık karşısında sessizce izlemekle yetiniyordu.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Hastalığa yakalananlara, sağlıklı olanlar tarafından yapılan saldırılar o kadar çoğalmıştı ki, hasta diye işaret edilen her insan diğerleri tarafından dövülüyor, işkence ediliyor, evlerinden, yuvalarından atılıyorlardı. Bu yüzden hastalığa yakalananlar yer altındaki büyük kanalizasyon kanallarına kaçıyor diğerlerinden kurtulmaya çalışıyorlardı.
Kargaşa artınca konsülün lord’ları bir araya gelerek karar aldılar. El Moradın içerisinde ve yakın köylerinde bu belaya yakalananlar, Karus bölgesine sürgün edildiler. Bölgenin arazisi çok büyüktü ve El Morad bölgesinden ayıran büyük Carnac denizi nedeni ile geriye dönmeleri çok zordu.
İnsanlık içerisinde bölünmenin başlangıcı.
Zorla evlerinden köylerinden ailelerinden koparılarak yollara sürülen yedi binden fazla genç ve çocuk, klan savaşçıları ve şövalyelerin alt tabaka askerleri gözetiminde 2 hafta yürütüldü. Hastalıktan ölen olmadı ancak zorlu yürüyüşe dayanamayan bir çoğu öldü.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Karus bölgesine ulaştıklarında geriye üç yüzden azı sağ kalmıştı. Bu kıyım katiller ve haydutların hüküm sürdüğü kaos döneminde bile yaşanmamıştı.
Yıllardır bekledikleri “iyi haber” yerine, hastalığa yakalanmış ve çoğu ölmek üzere olan gençleri sevgi ile kabul eden Breth köyü sakinleri hastalığa yakalananların sadece dış görünüş formlarının değiştiğini biliyorlardı.
Başlangıçta mahzenlerde, mağaralarda gözlerden uzak tuttukları çocuklar evlerine döneli çok olmuştu. İnsan formundan hiçbir değişiklik kaybetmemiş yaşlılar ile, görünüşü değişmiş çocukları ve onların çocukları bir arada huzur ile değirmenlerine ekinlerini ****ürüyor, hayvanlarını otlatıyor, su başlarında keyifli sohbetler ediyorlardı.
Yeni gelen bu zavallı sürülmüşleri de aralarına aldılar. Hepimizi Logos yarattı diyordu köyün en bilgesi. Lanete uğratılmışları da.
Hastalığın iyileştirilmesi için yıllardır uğraşan hekimler ve şifacılar birçok ilaç geliştirmişti. Bunlar lanetli hastalığı yok etmemişti ancak hastaları güçlendirmiş, geliştirmişti. Bu güçlü nesil için tarlaları ekmek ve biçmek, yetiştirdikleri hayvanları idare etmek çok kolay oluyordu.
Zaman içerisinde birbirleri ile evlenen hastalığa uğramış gençlerin çocukları sokaklarda dolaşmaya başladığında Breth artık büyük bir kasabaydı.
Bu yeni nesil ırk anne ve babalarından daha güçlüydü. Aralarından bir kısmı, hayvancılık veya çiftçilik yapmak istemediklerinden, geniş Karus topraklarında avlanmaya, Patos’un meydana getirdiği yaratıkların soylarından kalanları avlamaya başladılar.
Karuslular bu savaşçı ırka Tuarekler demeye başladı.
Dövüşmekte çok büyük maharetler ve tecrübeler kazandılar. Büyüklerinin geleneklerinden gelme alışkanlıkla, küçük savaşçı grupları bir araya gelerek Klanlar oluşturdular. Sayıca küçük klanlar gözcülük yaparken, büyük klanlar birleşerek yaratıklara saldırıyor ve her defasında başarılı oluyorlardı.
Böylece Brethin dışında da yaratıkların saldırısından korkmadan yaşanabilecek bölgeler oluştu. Buralara aileler yerleşti Bellua ve Linate. Bu iki kasabanın arasında da Tuarek’lerin mola verdiği Roan Kamp.
Breth artık Karus bölgesinin merkez şehri olmuştu. Klan liderleri ve şehrin ileri gelenleri haftada bir toplanıyor, ortaklaşa kararlar alarak uyguluyorlardı.
Bir süre sonra bazıları denizin karşı yakasını merak ederek oraya geçmek istediklerinde, idareciler buna karşı çıktılar. Karşı yakadaki eski akrabalarının onlara yaptıkları bir çoğu tarafından hatırlanıyordu ancak gençler inatçılıkla ısrar ediyorlardı. Bunun üzerine yöneticiler toplandı. Bir konsey oluşturdular ve karşı yakaya giderek eski bağlarını yeniden canlandırmak istediler.
Yirmi kişilik heyet El Morad bölgesine geldiklerinde karşılaştıkları köylüler çığlıklar atarak kaçtı. Askerler ve savaşçılar geldi. İnsana benzeyen bu yeşil derili, iri yarı ve güçlü yaratıklardan daha önce hiç görmemişlerdi.
Konsey üyeleri biz dostuz yöneticilerinizle görüşmeye geldik dediklerinde hepsi bu yaratıkların konuştuğuna hayret ettiler ancak hemen üzerlerine çullanıp ellerinden ve ayaklarından zincirlere vurdular.
Askerlerin başındaki Klan lideri, atının üzerinde El Morad’ın surlarına geldiğinde, bu olayın haberi çoktan duyulmuştu. Birçok insan ve konsül üyesi şehrin girişinde bekliyordu bile. Önlerinden geçirilen prangalı Karuslulara iğrenerek ve tiksinerek bakıyorlardı. İçlerinden bazıları kendi torunlarıydı ancak bunu bilenler bile onlardan yüzünü çeviriyordu.
Kent meydanındaki büyük Logos anıtı yakınında durduruldular. İtile, kakıla hepsi bir araya getirildi.
Kral Paul bir takım konuşan yaratıkların esir alınıp kente getirildiğini haber verdiklerinde, beyazlaşmış saçlarını taratmakla meşguldü. Hemen adamları ile birlikte saraydan çıkarak anıtın yanına gitti. "Patos’un yaratıkları artık konuşmayı mı öğrendi" diye konuştu.
Karus heyetinin başkanı Gringod, kan revan içerisinde güçlükle doğrularak, "Ey kral Paul. Ben senin hastalıklı diye kovduğun insanlardanım. Benim çocukluğum burada geçti ancak sen ve bu kendini beğenmiş halkın bizi dışladınız, bize eziyet ettiniz, bizi kovdunuz. Benim gibi hastalığa uğrayanlar ölmedik. Çocuklarımız ve onların çocukları doğdu. Bunun artık bir hastalık olmadığını gör. Bu bir lanet ve laneti getiren biz değiliz. Barış ve huzur içerisinde çocuklarımızın buraya girip çıkmasına izin vermenizi istemeye geldik" dedi.
Kendini beğenmiş bir konsül lordu hemen söze girdi. "Siz mi bizimle aynı nesildensiniz. Siz sadece pis, yeşil, ilkel yaratıktan başkası değilsiniz. Bir bize bak bir kendinize."
Heyet başkanı yine konuşarak, "bugün burada benim yerimde sende olabilirdin veya senin yanındaki lordlardan birisi de" ve eli ile etrafını işaret ederek "buradakilerden birisi de. Biz de bir zamanlar sizin durduğunuz yerdeydik. Bunu anlamıyor musunuz" dedi.
Kral Paul konsüle dönerek "Ne yapmamı istiyorsunuz" diye sordu.
Kovalım, öldürelim, parçalayıp kanallara atalım cevapları gelince şövalyelerine işaret etti ve "bunları ****ürün yakaladığınız yerde öldürün, cesetlerini de parçalara ayırıp nehire atın" emrini verdi.
Dragnon.... Yaşlı heyet üyesi, öldürülecekleri yere ****ürülürken yorgunluk ve ızdıraptan bayıldığı için şövalyeler öldü sanarak düştüğü yerde "bunu köpekler parçalasın biz şunları halledelim" diye gülüşerek bırakmışlardı.
Güçlükle doğrularak bir ağaca yaslandı. Karanlık yüzünden nerede olduğunu bilmiyordu. Biraz sola dönünce, dolunayın deniz üzerinde meydana getirdiği yansımayı fark ederek o yöne ilerledi."Karus'a kadar dayanmalıyım" diye düşünüyordu sadece.
Tuarekler yaşlı Dragnon’un anlattıkları karşısında silahlanmış ve Roan Kamp ta büyük gruplar halinde toplanmışlardı. En büyük klanın başkanı ve en itibarlı savaşçı yenilmez Masthar yüksekçe bir kayanın üzerinde, mızrağının ucunu sahilde demirlemiş heybetli Karus gemilerine doğru yönelterek bağırdı.
“Kardeşlerim, bugün bizi dışlayan, eziyet eden, öldüren ve sevgi ile uzattığımız eli kesip paramparça eden insanlara bedel günü. Bir tekiniz bile geri kaçarsa onu kendi ellerimle cezalandıracağım. Haydi”
Patos’un laneti o gün yerine geldi. İnsanlık artık bir daha birleşemeyecek gibi ikiye bölündü.
Logos mahzun gözlerini yarattıklarından kaçırarak gökyüzüne çevirdi.
El Morad ve Karus’un sonsuza kadar sürecek savaşı başladı.
EMEĞE SAYGI TAMAMEN İNGİLİZCEDEN ÇEVİRİMDİR.