R.T.E
Banned
- Katılım
- 10 Eki 2008
- Mesajlar
- 431
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Taha AKYOL MİLLİYET
1950 yılında demokrasiye geçmemizi ve hükümetlerin Kemalist düşünce yerine ekonomik kalkınmaya öncelik vermesini ‘Karşı Devrim’ sayan düşünce önemlidir. Prof. Sina Akşin buna “kısmi karşı devrim” diyor. “Karşı devrim”i 10 Kasım 1938, saat 09.00’u 5 geçe başlatanlar da var!
Son yazılarım üzerine bana da okur mesajları geliyor: Atatürk yaşasaydı, Kürt sorununu çözerdi, irticayı yok ederdi, dünyanın en güçlü ülkesi olurduk... İnönü onun yolundan saptı. Menderes büsbütün ihanet etti, Halkevlerini, Köy Enstitülerini kapattı, bölücülük ve irticaya ödün verdi, falan...
Bu düşünce bugünkü dünyada bugünkü Türkiye’ye nasıl bir politika önerebilir?! İkide bir “koruma kollama” çağrısı yapmaktan başka?
Onun için, bu “karşı devrim” tezi bir tarih yorumundan ibaret değildir. Rejim sorunlarına, demokrasi, ekonomi, din ve laiklik, milli bütünlük gibi hayati konulara bakışımızı da etkiliyor.
Değişen dünya
Evvela bu düşünce biçimi bir ‘analiz’ değildir, 1930’lara “asrı saadet” gibi bakmaktan kaynaklanan ideolojik bir kurgudur. Dünyanın değiştiğini dikkate almıyorlar. Halbuki iki genel savaş arasındaki 1930’lar ile, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ve günümüzdeki dünyanın şartları tamamen farklıdır.
Atatürk döneminde ekonomi ve eğitim alanında yaşanan sorunları ve politika arayışlarını da görmüyorlar. Atatürk’ün dehasıyla her şeyin çok iyi gittiğini, o ölünce her şeyin bozulduğunu sanıyorlar.
Halkevleri kapatılmasıydı “aydınlanma”nın tamamlanacağını, ‘irtica’ ve Kürt sorunlarının da çözülmüş olacağını sananlara, sosyal demokrat Tevfik Çavdar’ın yazdıklarını hatırlatırım:
“Halkevlerinin çalışmaları... Profesör Cevat Geray’ın da belirttiği gibi, bol bol öğüt verme niteliğinde idi. Çalışmalar köylüye pahalıya mal oluyordu. Köy toplumunun girişkenliğini artırıcı, kendi sorunlarına sahip çıkıcı bir rol oynamıyordu.”
Köy Enstitülerinin de amacı köylüyü köyde tutmaktı. Halbuki köy, iktisaden şehre ve milli pazara bağlanmadan gelişme mümkün değildir.
Demokrasi ve piyasa
Kemalist devrim yeni Türkiye’nin temel anayasal değerlerini belirlemiştir. “Toplumsal dinamikler”i harekete geçirerek kalkınma ise 1950’de başlamıştır. Demokrasinin ve piyasanın harekete geçirdiği toplumsal dinamikler sayesinde rakamlar katlanarak büyümüştür.
1949’da 13 bin olan kamyon sayısının 1960’ta 57 bine çıkması köylerle şehirlerin, bölgelerle bölgelerin birbirine açılıp bağlandığını, milli pazarın geliştiğini, “toplumun girişkenliğinin” arttığını gösteren verilerden sadece biridir.
“Aydınlanma” mı? Bu on yılda ilkokula giden öğrenci sayısı bir misli artmıştır. Lise ve üniversite öğrencilerindeki artış üç mislidir.
Mesele herhangi bir iktidarın başarılı, başarısız yönleri değildir. Mesele, kalkınmanın yolunun “parti devleti” mi, yoksa “toplumun girişkenliğini” artıran demokrasi ve piyasa mı olduğu meselesidir.
Zaten “parti devleti”ne dönemeyiz. Onun için artık “karşı devrim” saplantısını bırakıp, Türkiye’nin gelişmesine “demokrasi” ve “piyasa ekonomisi” dinamikleri açısından bakmalıyız.
Demokrasinin gerektirdiği ılımlı fikirlerle ve piyasanın gerektirdiği girişimcilik ruhuyla...
Karşı devrim
1950 yılında demokrasiye geçmemizi ve hükümetlerin Kemalist düşünce yerine ekonomik kalkınmaya öncelik vermesini ‘Karşı Devrim’ sayan düşünce önemlidir. Prof. Sina Akşin buna “kısmi karşı devrim” diyor. “Karşı devrim”i 10 Kasım 1938, saat 09.00’u 5 geçe başlatanlar da var!
Son yazılarım üzerine bana da okur mesajları geliyor: Atatürk yaşasaydı, Kürt sorununu çözerdi, irticayı yok ederdi, dünyanın en güçlü ülkesi olurduk... İnönü onun yolundan saptı. Menderes büsbütün ihanet etti, Halkevlerini, Köy Enstitülerini kapattı, bölücülük ve irticaya ödün verdi, falan...
Bu düşünce bugünkü dünyada bugünkü Türkiye’ye nasıl bir politika önerebilir?! İkide bir “koruma kollama” çağrısı yapmaktan başka?
Onun için, bu “karşı devrim” tezi bir tarih yorumundan ibaret değildir. Rejim sorunlarına, demokrasi, ekonomi, din ve laiklik, milli bütünlük gibi hayati konulara bakışımızı da etkiliyor.
Değişen dünya
Evvela bu düşünce biçimi bir ‘analiz’ değildir, 1930’lara “asrı saadet” gibi bakmaktan kaynaklanan ideolojik bir kurgudur. Dünyanın değiştiğini dikkate almıyorlar. Halbuki iki genel savaş arasındaki 1930’lar ile, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ve günümüzdeki dünyanın şartları tamamen farklıdır.
Atatürk döneminde ekonomi ve eğitim alanında yaşanan sorunları ve politika arayışlarını da görmüyorlar. Atatürk’ün dehasıyla her şeyin çok iyi gittiğini, o ölünce her şeyin bozulduğunu sanıyorlar.
Halkevleri kapatılmasıydı “aydınlanma”nın tamamlanacağını, ‘irtica’ ve Kürt sorunlarının da çözülmüş olacağını sananlara, sosyal demokrat Tevfik Çavdar’ın yazdıklarını hatırlatırım:
“Halkevlerinin çalışmaları... Profesör Cevat Geray’ın da belirttiği gibi, bol bol öğüt verme niteliğinde idi. Çalışmalar köylüye pahalıya mal oluyordu. Köy toplumunun girişkenliğini artırıcı, kendi sorunlarına sahip çıkıcı bir rol oynamıyordu.”
Köy Enstitülerinin de amacı köylüyü köyde tutmaktı. Halbuki köy, iktisaden şehre ve milli pazara bağlanmadan gelişme mümkün değildir.
Demokrasi ve piyasa
Kemalist devrim yeni Türkiye’nin temel anayasal değerlerini belirlemiştir. “Toplumsal dinamikler”i harekete geçirerek kalkınma ise 1950’de başlamıştır. Demokrasinin ve piyasanın harekete geçirdiği toplumsal dinamikler sayesinde rakamlar katlanarak büyümüştür.
1949’da 13 bin olan kamyon sayısının 1960’ta 57 bine çıkması köylerle şehirlerin, bölgelerle bölgelerin birbirine açılıp bağlandığını, milli pazarın geliştiğini, “toplumun girişkenliğinin” arttığını gösteren verilerden sadece biridir.
“Aydınlanma” mı? Bu on yılda ilkokula giden öğrenci sayısı bir misli artmıştır. Lise ve üniversite öğrencilerindeki artış üç mislidir.
Mesele herhangi bir iktidarın başarılı, başarısız yönleri değildir. Mesele, kalkınmanın yolunun “parti devleti” mi, yoksa “toplumun girişkenliğini” artıran demokrasi ve piyasa mı olduğu meselesidir.
Zaten “parti devleti”ne dönemeyiz. Onun için artık “karşı devrim” saplantısını bırakıp, Türkiye’nin gelişmesine “demokrasi” ve “piyasa ekonomisi” dinamikleri açısından bakmalıyız.
Demokrasinin gerektirdiği ılımlı fikirlerle ve piyasanın gerektirdiği girişimcilik ruhuyla...