Kalemiyle şair, kalbiyle Akif...

eiffel

Forumun Kulesi
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Kalemiyle şair, kalbiyle Akif...
i1806_akif.jpg

Cemil Meriç, Mehmet Akif için, “Tufana yakalanmış bahtsız bir toplumu, gemisine çağıran bir nevi Nuh Peygamber” demiş ve eklemişti: “Akif hem bir ülkenin sesidir, hem de bütün bir kıtanın… Bu çığlığa kulaklarımızı ve gönlümüzü açık bulundurmazsak hatalarımızın sonu gelmez.” Üç gün sonra, milletinin ruhuna kök salmış merhum Mehmet Akif’in vefatının 70’inci yıldönümü…

Bu vefat yıldönümünde, Cemil Meriç’in çağrısına kulak verip, onun resmî ideoloji tarafından ‘İstiklal Marşı Şairi’ sıfatıyla flulaştırılan portresinin bütününe bakmak istedik.

İstiklal Savaşı’nda, pek çok Batıcı aydının aksine, cephe cephe, cami cami koşup canları ve ruhları dirilten ateşli konuşmalarıyla hatip ve vaiz Akif’e; sözüne sadık Akif’e; bütün varını yoğunu muhtaçlara dağıtıp boz bir ceketle kalan fakir ve cömert Akif’e; Türkçe, Arapça ve Farsça yüzlerce şiirin yanı sıra Kur’an’ı Kerim’i içine nakşeden hâfız Akif’e; haksızlığa ve din düşmanlığına öfkeli Akif’e; hasılı hepsinin kaynağı olan mümin Akif’e baktık. İstiklal Marşı şairliği sıfatının gölgesinde kalan ve Türk aydınına da bir rol modeli oluşturan bu Akif portrelerini, dostlarının aktardığı samimi hatıralarda bulduk.

Üç gün sonra, vatanı ve milleti için yaşanmış bir ömrü ardında bırakarak 27 Aralık 1936’da dünyaya gözlerini yuman Mehmet Akif’in vefatının 70’inci yıldönümü. Bu vefat yıldönümünde, Cemil Meriç’in ilk sayfada alıntıladığımız cümlesine uyarak Akif’i anlama çabasıyla, resmi söylemin ‘İstiklal marşı şairi’ tanımının dışına çıkıp diğer Akif portrelerinin sadece bir kaçına baktık. Yakın dostlarının anektodlarıyla...

Sözüne sadık Akif


Dostu Mithat Cemal Kuntay anlatıyor: “Meşrutiyet’in ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif’in kullanmaktan hazzetmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmedi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken, nihayet kapı çalındı; fakat... Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim. Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş’a bir vapur işlemişti. Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu: ‘Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim, diye söz vermiştim.’ İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü. ‘Akif’ dedim, ‘Sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli lodosa bile tahammülü yoktur!’ ‘Ben böyleyim!’ dedi. ‘Ben de böyleyim!’ dedim. Bu vak’adan sonra, ona söz vermekten korktum.’

Dost Akif

Dostu Eşref Edip anlatıyor: “Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad idarehanesinde oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üst baş perişan, selam vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı, çok sarhoştu. Biraz geçtikten sonra rakı dolu mataradan birkaç yudum aldı. Fakat artık bir yudum bile içecek hali kalmamıştı. Nihayet neyini alarak üstadın oturduğu koltuğun önünde, onun dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O halde muhrik bir taksim yaptı. Baktık, üstadın gözlerinden sessiz sessiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce neyi bıraktı, üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü… Biz bu manzara karşısında mebhut kaldık. Akif neye ağladı? Neyin hazin sesine mi, Neyzen’in bu haline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne onun söylemesine…”

Vaiz ve hatip Akif

Çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergileri dört bir yana dağılıyor, ‘ciğerinden kalemine kan çekerek’ yazdığı şiir ve makaleleri Rusya, Mısır, Suriye ve Anadolu’da büyük yankı uyandırıyor, dergilerin kimi sayıları defalarca basılıyordu. Akif bununla yetinmeyip başta İstanbul’un selâtin camileri olmak üzere, Anadolu’da cami kürsü ve minberlerine çıkıp vaazlar, hutbeler verir, cephelerde ateşli konuşmaları ile vatanın her bir köşesi işgal edilmiş bir milleti ayağa kaldırmak için çırpınır. Yine Eşref Edip, Akif’in işgal edilmiş İstanbul’da dergiyi çıkarma imkanı kalmayıp dergiyi orada çıkarmak üzere Kastamonu’ya gidişini ve orada Nasrullah Camii’nde verdiği vaazı şöyle anlatır: “Üstat, Sevr muahedesinin (anlaşmasının) öldürücü maddelerini herkesin anlayabileceği bir tarzda anlattı. Vatanın geçirdiği tehlikeleri halkın gözü önüne koydu. Vahdete davet etti, tefrikayı yerin dibine batırdı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu: ‘Milletler, topla tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi menfaatini temin etme kaygısına düştüğü zaman yıkılır… ‘Konuşma bittiğinde cemaat ağlıyordu. Ortalığı müthiş bir heyecan kaplamıştı. Üstat da kendinden geçecek dereceye gelmişti. Artık sesi kesiliyordu, çok yorulmuştu. Heyecanından kalbi duracak diye korkuyordum. Sonra ellerini kaldırdı duaya başladı. Aman Allah’ım, cemaatin halini görmeliydiniz. Galeyan içinde, binlerce sineden ‘Amin!’ sedaları yükseliyordu, herkes ağlıyordu. Üstat duayı bitirdi, kürsüden indi. Cemaat, etrafından ayrılmıyordu. Üstat, bir müddet istirahatten sonra camiden çıktı, büyük bir cemaat onunla birlikte Kastamonu caddelerini doldurdu. O heyecan bütün şehre yayıldı.”

Hâfız Akif


Merhum Mehmet Akif, milletinin çektiği dertleri ve bütün bir dönemin ıstırabını içinde ve şiirlerinde hıfzetmesinin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’i de hıfzetti. Yirmili yaşlarının başında Müderris İhsan Efendi’de başladığı hafızlığını tayini dolayısı ile hocası olmadan kendi kendine tamamladı. Mısır’da Kur’an’ı tercüme ederken hafızlığını yetkinleştirip Ramazanlarda her akşam hatimle teravih kılacak düzeye getirdi. Fransızca ve Farsçanın yanı sıra Arapçaya da bu dillerde yazılmış divanları şerh edecek düzeyde hâkimdi. Üniversitede verdiği Arap edebiyatı derslerinde bütün şiirleri ezberden okurdu. Cumhuriyet’ten sonra kendisinden Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ‘Senden daha güzel yapacak kimse yok’ denerek Kur’an’ın Türkçe mealinin yazılması istendi. Akif Mısır’da yıllarca gece gündüz bununla uğraştı vetamamladı. O dönemde Mısır’a giden Eşref Edip, bu mealin birkaç cüzünü okuduğunu belirtiyor ve ekliyor: “O ne sadelik, o ne ahenk! (…) Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş hiçbir noktasında bir pürüz kalmamış… Su gibi akıyor, bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor. O vakit kanaat getirdim ki ‘Yeryüzünde Akif’ten başka o selasette (ifadede akıcı ve ahenkli) ve kuvvette Kur’an’ı Türkçeye tercüme edebilecek kimse yoktur.’ diyen Süleyman Nazif haklıdır.” Ancak onca ısrara rağmen Akif, bu meali hakkıyla yapamadığı gerekçesi ile teslim etmedi. Akif’in kimi dostları onca ısrara rağmen tercümenin aslının yerine okutulmasından endişe ettiği için bu meali vermediğini söyler.

Fakir ve cömert Akif

Yakın dostlarından Hasan Basri Çantay anlatıyor: Üstat, bütün hayatını fakr-u zaruret içinde geçirdi. Böyleyken halinden şikâyet ettiğini ne ben ne de diğer yakınları, hiç duymadık. Bununla beraber kendisi gayet cömert idi. Kesesinde kaç kuruşu var ise isteyene istemeyene dağıtırdı. Hiç unutmam, bizi Ankara’da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz gitmek üzere iken o, koşa koşa bize geldi, dedi ki: ‘Bu akşam çayı sizde içeceğiz.’ Ben tabii memnun oldum. Fakat bunun sebebini de anlamak istedim. Sordum, gülerek dedi ki: ‘Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler.’ O oda ki mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti ve onu da bir fakire veren kendisi idi. Yine müthiş bir kış günündeyiz. Akif’i kır bir ceketle görüyoruz. Üşüyor; ama hissettirmemeye çalışıyor. Araştırdım; paltosunu evinin kapısına gelen çıplak bir fakire giydirmiş!”

Vefalı ve öfkeli Akif

Hasan Basri Çantay aktarıyor: “Samih Rifat Bey, bir gün Akif’in sevmediği bir adamı koluna takarak -güya Akif ile barıştırmak için- onun bulunduğu bir yere getirmişti. Akif o zatı karşıdan görür görmez yayından boşanmış ok gibi dışarı fırladı. Bir daha dönmedi. Ben bu yaptığının iyi olmadığını söylediğim zaman bana şöyle cevap vermişti: ‘Evet ayıp ettim. Samih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla zorum yok. Fakat mukaddesatıma sövdü o. Basri, o benim evladımı öldürseydi belki affedebilirdim, hanümanımı söndürseydi yine affedebilirdim, yüzüme tükürseydi yine geçebilirdim, mademki bana gelmiştir ve onu aziz bir dostum getirmiştir. Fakat o benim mukaddesatıma sövdü!’ Şair Tevfik Fikret ile aralarının açılması da o yüzden olmuştur.”

Şair Akif

Akif’in Ankara’da ilk Meclis’te Burdur milletvekili olarak bulunduğu ve Taceddin Dergâhı’nda kaldığı zamanlardır. Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı), Milli Mücadele’nin mukaddes büyüklüğünü ve bağımsızlık ruhunun simgesi olacak bir marşın yazılması için ülke çapında bir yarışma açar. Ödülü 500 liradır. Kısa sürede yüzlerce şiir gelir kurula. Ancak istenen, beklenen şiir gelmemiştir. Akif, yarışmaya katılmaz. Gerekçesi çok geçmeden anlaşılır: “Milletimin kurtuluş müjdesini verecek, imanımı terennüm edecek bir eseri parayla yazamam!” Kurulun başında olan Hamdullah Suphi bir mektup yazar Akif’e, mutlaka bir eser göndermesini ister, para konusunun istediği şekilde çözüleceği konusunda onu temin eder. Öyle bir dönemdir ki silahlar alınmış, ordu terhis edilmiş, Anadolu Yunan, İngiliz, Fransız ve Ermeni işgali altında… Yurdun her yerinden toplu kıyım haberleri geliyor, feryat ve matem sesleri yükseliyor. Akif, bütün bunların ortasında, bir gece sabahlar ve şiirini yazıp gönderir. ‘Şiir birkaç gün sonra da Meclis’te okunur. Bundan sonrasını Eşref Edip’ten dinleyelim: “Mebusların alkışlarından Meclis’in tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki batan Meclis, yekpare bir kalp halinde dalgalanıyordu. Üstat ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.” Safahat’ta bu şiirin olmadığını gören ve sebebini soranlara Akif, ‘O benim değil, milletimindir.’ cevabını verir.

Son yolculuğunda Akif

Akif’in son yolculuğuna dair ayrıntılar da bu üç dostunun gözünden... Cenazesi tıpkı kendisi gibi, içten bir merasime sahne oldu. Hava soğuktu, şiddetli bir poyraz esiyordu, kar yağmıştı, her yer bembeyazdı. Naaşı, örtüsüz, üstü açık bir tabutla Beyazıt Camii’nin bahçesine getirildi. Caminin bahçesinde bekleyen öğrenciler, tabutu görünce hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öğrencilerin bazıları hemen etrafa dağıldı. Çok geçmeden ellerinde büyük bayraklarla dönüp tabutu bu bayraklarla sardılar. Çıplak bir tahta olarak gelen tabut, musalla taşında al sancaklarla, Kâbe örtüsü ile donatıldı. Akif’in dostları, şairler, edipler, yazarlar ve üniversite talebeleri ve hocaları vardı. Kuruluşunda canla başla çalıştığı devletin hiçbir temsilcisi cenazede nedense yoktu. Gençler Akif’in cenaze arabası ile götürülmesine razı olmadı. Hatta omuzlarına bile koymayıp Edirnekapı Şehitliği’ne kadar ellerinin üzerinde taşıdı. Herkes ağlıyordu. Akif’in defninden, okunan Kur’an-ı Kerim’den ve duadan sonra kabri başında konuşmalar yapıldı. Hıçkırıklar eşliğinde dinlenen ve yapılan konuşmaların sonuncusu şu müthiş cümlelerle tamamlandı: “Ey Çanakkale şehitleri! Sizi terennüm eden Akif misafirinizdir. Ona iyi bakınız! Ey Akif nisyandan(unutulmaktan) korkma! İstiklal Marşı söylendikçe unutulmazsın! Ve bu marş, Türklük yaşadıkça vardır!”


Alıntı:Burhan EREN www.zaman.com.tr
 
Çok güzel bii konu..Ellerine sağlık kardeşim...

Keşke her insan onca sıkıntının içinde vatanı ve milletini Allah yolundan sapmadan ince eleyip sık dokuyarak koruyup kollasa...

Paylaşım için tekrar Allah razı olsun..
 
Allah razı oLsun kardeşim büyük üstadı işLemişsin bizLerLe de payLaştığın için sağoL..
 
ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayrân...
Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken husran;

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;

Sen ki a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu, şehîd isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

(şiirin son satırları)


allah rahmet eylesin. vatan aşığı bir şairimiz.


eline sağlık kardeş.
 
Hasan Basri Çantay aktarıyor: “Samih Rifat Bey, bir gün Akif’in sevmediği bir adamı koluna takarak -güya Akif ile barıştırmak için- onun bulunduğu bir yere getirmişti. Akif o zatı karşıdan görür görmez yayından boşanmış ok gibi dışarı fırladı. Bir daha dönmedi. Ben bu yaptığının iyi olmadığını söylediğim zaman bana şöyle cevap vermişti: ‘Evet ayıp ettim. Samih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla zorum yok. Fakat mukaddesatıma sövdü o. Basri, o benim evladımı öldürseydi belki affedebilirdim, hanümanımı söndürseydi yine affedebilirdim, yüzüme tükürseydi yine geçebilirdim, mademki bana gelmiştir ve onu aziz bir dostum getirmiştir. Fakat o benim mukaddesatıma sövdü!’ Şair Tevfik Fikret ile aralarının açılması da o yüzden olmuştur.”

Ustadın buradakı tavrı takdire şayandır...kendi sahsından ve kendi sahsına ait bir cok seyden vazgecebılıyor ama mukaddesat'a küfür noktasında kesınlıkle taviz vemıyor ve tavrını gösteriyor....simdi bir baska yasanmıs olayıda nakledıp sonrasında ıkı olayıda ıncelemeye calısalım...


Hz. Ali'nin (r.a) Savaşta düşmanı mağlup edip, altına aldığında ve kılıcını kaldırıp tam düşmana son hamleyi yapacagı anda düşman onun yüzüne tükürür. Bu davranışından dolayı Hz. Ali (r.a.) kılıcını ındırır ve onu serbest bırakır. Şaşırıp "yüzüne tükürdüğüm halde beni niçin serbest bıraktın" diyen düşmana Hz. Ali, "biz savaşı Allah için yaparız, senin bu davranışın nefsi duygularımı kabarttı, eğer seni öldürseydim bu Allah için değil nefsim için olacaktı" der ve İslam düşmanı bu ince davranıştan dolayı iman edip erenler safına katılır.

Üstad M.Akif mukaddesatına karşı küfreden kişiye tavır sergılemıs taviz vermemıs, diger yandan sahsıma tükürseydi onu bagıslayabılırdım demıstır...Hz. Ali (r.a) olayında ise yüzüne tükürüldügünde dusmanı affetmıstır...Her iki olay farklı zamanlarda olmasına ragmen tavır olarak aynıdır...Her sey sadece Allah c.c. icindir...ve O'nun Adı icin yasamaktir...Allah'ın adı sozkonusu oldugunda her sey durur ve bıter...tüm nefsani arzular ve ıstekler ortadan kalkar...Allah'ın rızası ıcın yapılan ıslerde nefsi arzular ve hırslar olmaz-olmamalıdır...her iki olayda da bir toplumdan diger topluma cok uzun zaman gecmesıne ragmen, fikir ve tavır anlamında bir irtibat saglanmıs ve olaylara bakıs acıları konusunda bir birlıktelık sozkonusu olmustur...

O halde simdiki toplumumuza baktıgımızda mukaddesata karsı olan gecmıs ıle ne kadar ırtıbatlıdır...ne kadar fikir ve tavır bırlıktelıgı sozkonusudur...övündüğümüz ve yazdıgı İstiklal Marsının zihinlerımıze percınlendigi Üstad M.Akif'ın bu duyarlılıgının neresındeyız...ne kadarını gösterebılıyoruz...bunu dusunmek akıl ve vıcdan muvazenesınde muhasebesını yapmak zorundayız...zorundayız cunku mukaddesat kavramı degısmemıstır ve bızlere kadar gelmıs ve emanet edılmıstır...her yerde ve her alanda duyarlılıklarımız sozkonusu olmalıdır...

Son Olarak Mukadesat kelımesının anlamı da soyledır:
"Kaduse" kelimesinden türemiş lügatta: temiz, arı; kutsal, mukaddes olmak; "Kaddese": Kutsallaştırmak, kutsamak, takdis etmek; "Tekaddese" ise, kutsal/mukaddes saymak anlamındadır. "Mukaddes" ise Allah Celle Celâluhu tarafından aziz, saygıdeğer kılınmış mânasındadır. Allah Celle Celâluhu dilediği bazı şeyleri saygıdeğer kılmış yani onlara dokunulmazlık tanımıştır. Allah'ın bu dokunulmaz kıldığı mukaddes şeyler peygamberler tarafından insanlara beyan edilmiştir. İnsanlardan bu mukaddes kılınan şeylere karşı edepli olmaları istenmiştir.

Yukarıdaki anlamda mukaddesata genel olarak "İslam ve İslami degerler" demek mumkun...

Konu ıcınde Allah c.c. razi olsun kardesım..vesılen ıle Ustadı anmıs olduk hayatından kendımıze dersler cıkarmak nasıp oldu...Ruhu Şa'd mekanı cennet olsun..ve Allah c.c. sonsuz rahmetıyle yargılasın...
 
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;

Ne gurbettir çöken İslâm'a İslâm'ın diyârında?



Umar mıydın ki: Ma'betler, ibâdetler yetîm olsun?

Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?



Umar mıydın: Cemâ'at bekleyip durdukça minberler,

Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?



Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb?

Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb?



Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,

Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?







İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından,

Kopan ra'dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!



Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;

Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin, kalbinde bin âlem!



Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkâzı,

O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!



Gezerken tavr-ı istîla alıp meydanda bin münker,

Şu milyonlarca îman "nehye kalkışsam" demez, ürker!



Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,

Silinmiş emr-i bi'l-ma'rûfun artık ismi yâdından.



Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!



Vefâ yok ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;

Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.



Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan ma'nâ ibâdullâhı istihkâr.



Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!



Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...

Bu izmihlâl-i ahlâki yürürken, durmaz istiklâl!







Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;

Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.



Samîmî yaşlarında coştu rûhum, herc ü merc oldu;

Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.



Cemâ'at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla?

Çalışmak!.. Başka yol yok hem nasıl? Canlarla, başlarla.



Alınlar terlesin, derhal iner mev'ûd olan rahmet,

Nasıl hâsir kalır "tevfıki hakkettim" diyen millet?



İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da,

Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?

Mekanın cennet olsun büyük şair.
rahat uyu
Asımın nesli burada senin davanı bekliyor.
 
Fatih Kürsüsü’nden

Birinci zümreyi teşkil eden zavallı avam,
Bıraksalar devam edecek tatlı uykusuna devam.
Bugün nasibini yerleştirince kursağına;
'Yarın' nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.
Yıkılsa arş-ı hükümet, tıkılsa kabre vatan,
Vazifesi değil; çünkü 'hepsi Allah'tan!'
Ne hükmü var ki, esasen yalancı dünyanın?
Ölürse, yan gelip yatacak cennetinde Mevla'nın.
Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:
'Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana!'

İkinci zümreyi teşkil eden cemaat ise,
Hayata küskün olandır ki: saplanıp ye'se,
'Selametin yolu yoktur... Ne yapsalar boşuna!'
Demiş de hırkayı çekmiş bütün bütün başına.
Bu türlü bir hareket mahz-i küfr olur, zira:
Talepte amir olurken bir ayetinde Huda;
Buyurdu: 'Kesmeyiniz ruh-u rahmetimden ümid;
Ki müşrikin olur ancak o nefhadan nevmid.'
Bu bir; ikincisi: ye'sin ne olsa esbabı,
Onun atalet-i külliyedir ki icabı,
Teressübâtını etmiştik önceden tahlil.

Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkil?
Evet, şebâb-I münevver denen şu nesl-i sefih.
- Fakat nezihini borcumdur eylemek tenzih-
Bu züppeler acaba hangi cinsin efradı?
Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;
Hayır, kadın değil; erkek desen, nedir o kılık?
Demet demetken o saçlar ne muhtasar o bıyık?
Sadası baykuşa benzer, hiramı saksağana;
Hülasa, züppe demiştim ya, artık anlasana!...
Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşır,
Ki, haddim olmıyarak, 'Aferin!' desem yaraşır.
Nedir mi? Anlatayım: öyle bir metaneti var,
Ki en savılmıyacak ye'si tek birayla savar.
Sinirlerinde teessür denen fenalık yok,
Tabiatında utanmakla aşinalık yok.
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış,
Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış,
Nasılsa 'Rabbim utandırmasın!' duası alan,
Bu arsızın o damar zaten eksik alnından!
Cebinde gördü mü üç tane çil kuruş nazlım,
Tokatlıyan'da satar mutlaka, gider de çalım.
Eğer dolandırabilmişse istenen parayı;
Görür mahalleli ta karnavaldan maskarayı!
Beyoğlu'nun o mülevves muhit-i fahişine
Dalar gider, takılıp bir sefilin peşine.
'Haya, edeb gibi sözler rüsum-u fasidedir;
Vatanla aile, hatta, kuyud-u zaidedir.'
Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor...
'Ayıp değil mi?' demişsin... Acep kim aldırıyor!
Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi;
Mukaddesat ile eğlenmek en birinci işi.
Duyarsanız 'kara kuvvet' bilin ki: imandır.
'Kitab-ı köhne' de -haşa- Kitab'ı Yezdan'dır.
Üşenmeden ona Kur'anı anlatırsan eğer,
Şu ezberindeki esmayı muttasıl geveler:
'Kurun-u maziyeden kalma cansız evradı
Çekerse, doğru mu yirminci asrın evladı?'
Nedir alakası yirminci asr-ı irfanla
Bu şaklaban herifin? Anlamam ayıp değil a!
Meta'-i fazli mi varmış elinde gösterecek?
Nedir meziyeti, görsek de bari öğrensek.
Hayır! Mehasin-i Garb'ın birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, şiarıdır hepsi!
Bütün kebaire tiryaki bir kopuk tanırım.
-Ne oldu bilmiyorum şimdi, sağ değil sanırım-
Kumar, senaatin akşamı, irtikap, içki...
Hulasa defter-i a'mali öyle kapkara ki:
Yanında leyl-i cehennem, sabah-ı cennettir!
'Utanmıyor musun. Ettiklerin rezalettir!'
Denirse kendine, milletlerin ekabirini
Sayardı göstererek hepsinin kebairini:
'Filan içerdi... Filan fuhşa münhemikti...' diye
Mülevvesatını bir bir rical-i maziye
İzafe etmeye başlardı paye vermek için.
'Peki! Fezaili yok muydu söylediklerinin?'
Diyen çıkarsa 'müverrihlik etmedim!' derdi.
Şu züppeler de, bugün aynı ruhu gösterdi.
Fransız'ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhadı;
Kapıştı bunları 'yirminci asrın evladı!'
Ya Alman'ın nesi var zevki okşayan? Birası;
Unuttu ayranı, ma'tuda döndü kahrolası!
Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyatı var, sanayii var.
Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i ma'rifete.
Kucak kucak taşıyor olmadık mesaviyi;
Beğenmesek 'medeniyyet!' diyor; inandık iyi!
'Ne var, biraz da maarif getirmiş olsa...' desek
Emin olun size 'hammallık etmedim?' diyecek.
 
Hepinizin eline, diline ve yüreğine sağlık...
 
o hic bir zaman watan sairi olamadi,

sewemediler onu bir turlu, askeri mahkemede yargilanmadigi icin, baska rejimleri ulkemize getirmek istemedigi icin, baska ulkelere kacmadigi icin, baska ulkelerin baska milletlerini sewip siirlerinde onlari anlatmadigi icin, sacma sacma seyler yazmadigi icin

sewemediler onu bir turlu, isyan bastirmak icin misir yollarindayken canakkale sawasini gormuscesine anlattigi o siirini yazdigi icin

sewemediler onu bir turlu, bu millete sirtinda paltosu yokken, para odulu war diye ISTIKLAL MARSI ni yazmaya ar ettigi icin,

iste o yuzden de vatan sairi olamadi...
 
Geri
Üst