Kıssadan Hisseler

snıper

New member
Katılım
17 Ocak 2006
Mesajlar
2,345
Reaction score
0
Puanları
0
En hassas olduğumuz dini mevzularımızda kaynaksız mesnetsiz yazılar paylaşmamaya gayret edelim..Rabbim istifade ettirsin İnşAllah...
İlki Benden..



Tohum ve söz


tohum.jpg



İlmin başı güzel dinlemedir. Sonra anlama, sonra hıfzetme, sonra onunla amel etme ve sonra da onu yayma gelir. Hikmetli söz söyleyenlerden bir zat şu darb-ı meseli aktarır bize:
Tohum eken, tohumunu getirir ve ondan bir avuç alıp saçar. O tohumun bir kısmı yol üstüne düşer, onu hemen kuşlar kapışırlar.

Bir kısmı, üzerinde çok az toprak bulunan bir kayanın üstüne denk gelir. Birazcık nemlenir, kök salar. Kökler sert kayaya varıp geçecek yer bulamayınca kuruyuverir.

Bir kısmı, güzel fakat dikenli bir toprağa düşer bitip boy verince dikenler etrafını sarar ve boğarlar, işe yaramaz hale gelir.

Bir kısmı da ne yol, ne kaya, ne de dikenli olan bir toprağa isabet eder. Boy atar ve yararlı hale gelir.

Bu misâlde tohum eken, hikmetli söz söyleyene;
tohum, hikmetli, doğru söze;

yola düşen tohum, dinlemek istemediği halde dinleyen ve neticede de şeytanın kalbine attığı düşüncelerle dinlediğini unutana;

kayalığa düşen tohum güzelce dinleyen fakat onu uygulayacak gayreti taşımayan bir kalbe havale eden ve anladığını ifsad edene,

dikenli toprağa düşen tohum, söze kulak verip onu uygulamaya niyetli, fakat kötü duygu ve isteklerin itirazı karşısında boğulan ve dinlediklerini ifşa edip niyetlendiği şeyi yerine getirmeyene;

ne yola ne kayalığa ne de dikenli toprağa düşmeyip, güzel bir toprağa düşen tohum ise, sözü dinleyip onu uygulamaya niyet eden, anlayan, yeri gelince uygulamak için sabırlı olup, kötü duygulardan uzaklaşan adama benzetilmiştir.


Kaynak
 
İstanbul’da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan Has Oda’nın kapısı açıldı. Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu. Bu kişi, Avrupa’yı titreten, koca Akdeniz’i hâkimiyet altına alan Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’dan başkası değildi. Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyrederdi.

O gün deniz, ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti. Hemen yanlarına yaklaştı ve eliyle tutup incelemeye başladı. Biraz sonra ağaçların neden buruştuklarını anlamıştı. Karıncalar sarmıştı o güzelim dallarını. Aklına bir çözüm yolu geldi. Ağaçları ilaçlatacaktı. Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anladı. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi. İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi’yi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. Ama hocası odada yoktu. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı.

Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış kâğıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı.

Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğradı. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. Kâğıdın üst kısmında Kanunî’nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanunî şöyle diyordu hocasına:

Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?

Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:

Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.



Kaynak
 
İmam-ı Azam’ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu;

"Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküsuz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?"

Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler. İmam-ı Azam susuyordu;

"Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler;

"Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye.

İmam tek tek açıkladı;

"Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah’ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah’ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur’an’da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."


Kaynak: İsmail ÖZCAN - Kıssadan Hisseler
 
Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam,deniz kenarında oltayla balık
tutuyordu.Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban
adamla ilgilendi ve ona.

-"Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim," dedi.

Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı.Hükümdar balıkçıya,

-"Ne yapalım,şansın bu kadar,oltana ağır bir şey takılmadı” diyerek alıp sarayına götürdü.

Saraya
varınca adamlarına,balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın
vermelerini emretti.Kemiği terazinin kefesine koydular,öbür kefesine de
altın koymaya başladılar.Beş,on ,yirmi,elli diyerek altınları koydular
ama kemik yerinden oynamıyordu.Görünüşte dört beş altını zor tartar
göründüğü halde,tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana
mısın demedi.Altını doldurmaya devam ettiler,terazinin kefesi doldu
taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu.Bunda bir sır olduğunu
anladılar.

Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular.Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu.


"BU KEMİK AÇ GÖZLÜ BİR İNSANIN GÖZ ÇUKURUDUR.SİZ BUNU TARTMAK İÇİN BÜTÜN
HAZİNEYİ KOYSANIZ YİNE YERİNDEN OYNAMAZ.ÇÜNKÜ DOYMAZ.AMA BİR AVUÇ
TOPRAK BUNU DOYURUR…"


Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koyar ve kemik yukarı kalkıverir.
 
İmam-ı Azam’ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu;

"Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküsuz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?"

Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler. İmam-ı Azam susuyordu;

"Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler;

"Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye.

İmam tek tek açıkladı;

"Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah’ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah’ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur’an’da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."


Kaynak: İsmail ÖZCAN - Kıssadan Hisseler

Şimdi şöyle bir olay var. Bilindik küme konusu... Her mümin aynı zamanda müslümandır ;ama her müslüman mümin değildir. Mümin gerçekten hal ve hareketi, ibadetleri ve samimiyetini Allah'a gösterebilendir. Bu arada iman edene mü'min, islama girmiş olana da müslüman denir.

Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu halde "İslama girdik" deyin. Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz, size amellerinizden hiçbir şey eksiklemez; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edendir.

Hucurat Suresi 14. Ayet

Bu âyet-i kerimenin, Esedoğullan Bedevileri hakkında nazil olduğu ri­vayet edilmektedir. Bu Bedeviler hakkında: "Hayır, iman etmediniz. Siz ancak "Müslüman olduk." deyin bu vurulmasının sebebi, Zührî ve ibn-i Zeyd´e göre, Bedevilerin, dilleriyle "İman ettik" demelerine rağmen amelleriyle iman etme­diklerini göstermeleridir." Bu izaha göre imandan maksat, kişinin, inandığını diile söylemesi, İslamdan maksat ise yaptığı amellerle iman ettiğini ispat etmesi­dir. Bedeviler bu tür amelleri yapmadıklarından dolayı âyet-i kerimenin muha­tabı olmuşlardır.

Katade ve Said b. Cübeyr´e göre ise Bedevilere böyle söylenmesinin se­bebi, onların, iman etmelerini Resulullahın başına kakmalarıdır.

Katade diyor ki: "Yemin olsun ki bu âyet bütün Bedevileri kapsamakta­dır. Zira Bedevilerden, Allaha ve âhiret gününe iman edenler de vardır. Fakat bu âyet-i kerime, Bedevilerden bir kabile hakkında nazil olmuştur. O kabile, müs-lüman oluşlarını Resulullahın başına kakıyor ve şöyle diyorlardı: "Biz, savaşsız müslüman olduk. Falan ve.falan oğullan gibi savaşmadık." Bunun üzerine Allah teala buyurdu ki: "Siz, iman ettik" demeyin. Korkudan "Teslim olduk." deyin.


TABERÎ TEFSİRİ Hucurat Suresi 14. Ayet
 
Gerçeği Arayan İki Kişi
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl b. Abduluzza (O Hz. Ömer (r.a.) nin amcasının oğludur.)

Rasulü Ekrem (S.A.v.) peygamber olarak gönderilmeden önce, İbrahim Aleyhisselam ın dinini istiyordu. Putlara kurban kesmez, ölü eti yemez, kan yemezdi.

Bir gün Varaka b. Nevfel ile birlikte İbrahim Aleyhisselam ın dinini aramaya çıktılar. Yahudiler onlara, kendi dinlerini teklif ettiler. Sonra hristiyanlarla karşılaştılar. Onlar da bunlara kendi dinini teklif ettiler.

Varaka Hristiyanlığı kabul etti, Zeyd ise reddeti. Zeyd şöyle dedi:

- "Bu din bizim kavmimizin dini gibidir. Bunlar şirk ediyorlar, onlar da şirk ediyorlar."

Sonra Zeyd bir rahibe uğradı. Rahib ona şöyle dedi:

- "Sen öyle bir din arıyorsun ki, o din bugün yeryüzünde yoktur." Zeyd:

- "O nasıl bir dindir " diye sordu. Rahib:

- "İbrahim Aleyhisselam ın dinidir" diye cevap verdi. Zeyd:

- "İbrahim Aleyhisselam ın dini nasıl bir dindi " diye sordu. Rahib:

- "Allah a ibadet edip, ona hiçbir şeyi ortak koşmamam, Kabe ye doğru namaz kılmandır" diye cevap verdi. Zeyd ölünceye dek böyle ibadet ederdi..
 
HZ. YUNUS KISSASI

İsmail’i, Elyasa’yı, Yunus’u ve Lut’u da (hidayete eriştirdik). Onların hepsini alemlere üstün kıldık. Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden, kimini (bunlara kattık); onları da seçtik ve dosdoğru yola yöneltip-ilettik. (Enam Suresi, 86-87)

Şüphesiz Yunus da gönderilmiş(elçi)lerdendi. (Saffat Suresi, 139)

Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik. (Saffat Suresi, 147)

Hz. Yunus’un Kavminden Ayrılması

Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmışvaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı… (Enbiya Suresi, 87)

Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Böylece kur’aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu. Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı. (Saffat Suresi, 140-142)

Hz. Yunus’un Balığın Karnındaki Duası

…Karanlıklar içinde: “Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. işte biz, iman edenleri böyle kurtarırız. (Enbiya Suresi, 87-88)

Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı, Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı. Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık. Ve üzerine, sık-genişyaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik. (Saffat Suresi, 143-146)

Hz. Yunus’un Kavmi

Ama (azab geldiği sırada) iman edip imanı kendisine yarar sağlamış-Yunus kavminin dışında- bir ülke olsaydı ya! Onlar iman ettikleri zaman dünya hayatında onlardan aşağılatıcı azabı kaldırdık ve onları belli bir zamana kadar yararlandırdık. (Yunus Suresi, 98)

Sonunda ona iman ettiler, biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat Suresi, 148)
 
RESUL-İ EKREM (S.A.a) VE MESCİDDE OTURAN İKİ GRUP



Resul-i Ekrem (s. a. a) mescide (Medine Mescidi)[1] girdi. Gözü her biri halka şeklinde oturmuş iki gruba ilişti. Birinci grup ibadet ve zikirle, diğeri ise öğrenmek ve öğretmekle meşguldü. Her iki gurubu gözden geçirdi; onları görmekten sevindi, hoşnut oldu. Kendisiyle beraber olanlara dönerek şöyle buyurdular:...�Lakin ben öğretmek için gönderilmiş bulunuyorum.� Hemen sonra kendisi, öğrenmek ve öğretmekle meşgul olan topluluğa doğru yaklaşarak onların oluşturduğu halka arasına oturdu.[2]

[1]- Medine mescidi, İslamın başlangıç devrinde, yalnız namaz farizalarının edası için değil, ayni zamanda müslümanların dini ve içtimai hareket ve faaliyetlerinin de merkezi olan bir camiydi. Her zaman halkın toplanması gerektiğinde halkı mescide hazır olmaya davet ederlerdi ve halk her önemli haberden, orada haberdar olurdu. Yeni bir karar alındığında orada halka ilan edilirdi. Müslümanlar, Mekke�de bulundukları zaman her türlü hürriyetten ve toplumsal faaliyetlerden mahrumdurlar. Ne dinlerinin gerektirdiği şeyleri rahatça yapabiliyorlar, ne de dini talimatlarını hürce öğrenebiliyorlardı.

[2]- Münyetü�l-Mürit, Bomba�i Basımı S. 10.

Bu durum, islamın, Arabistan�ın diğer hassas bir noktasına nüfuz etmesine kadar devam etti. Adı Yesrib olan bu yer, sonraları Medine tün nebi yani Peygamber şehri olarak bilindi. Peygamber-i Ekrem, o şehir halkının teklifiyle ve verdikleri sözle bu şehre hicret buyurdu. Diğer müslümanlar da bu şehre tedricen hicret ettiler. Müslümanların faaliyetlerinin serbestliği bu zamandan itibaren başladı. Resul-i Ekrem�in hicretten sonraki ilk işi bir yeri seçerek dostların ve ashabının yardımıyla bu mescidi orada kurmak oldu.
 
Ebu Talip Mekkî (r.a) anlatıyor:

Allah Teala’ ya aşık bir veli vardı, bütün malını mülkünü ve canını Allah yoluna adamıştı.
Her nesi varsa Allah için harcıyor, geride hiçbir şey bırakmıyordu. Kendisine:
“Senin bu muhabbetinin sebebi nedir? diye sorulduğunda;
“İki insan gördüm aralarında konuşuyorlardı. Onlardan işittiğim sözler, beni bu hale sevk etti”
dedi. Tanıdıkları: “Ne işittin?” diye sordular.
Aşık şunları anlattı:
“Sevdiğiyle baş başa kalan birisi sevgilisine:
Allah’a yemin ederim ki, ben seni bütün kalbimle seviyorum, sen ise benden yüz çeviriyorsun..”
dedi.
Bunun üzerine sevgilisi:
“ Beni gerçekten seviyorsan, benim için ne vereceksin? diye sordu. O da:
“ Sahip olduğum bütün malımı mülkümü sana veririm. Ayrıca son nefesime kadar da hizmetinde bulunur, kendimi sana feda ederim.” dedi. İşte o zaman ben:
“Bir insan kendisi gibi bir insanı bu kadar sever ve her şeyini onun hizmetine feda ederse, ya bir kulun yüce yaratıcısına ve Mabuduna karşı sevgisi nasıl olmalı?” diye düşündüm..
Ve ben de her şeyimi yüce Allah’a feda ettim…

Kûtü’l Kulûb, Kalplerin Azığı 3/223
 
Halka baktım,her birinin bir sevdiği, bir maşuku olduğunu gördüm.Bu sevilenlerin bazısı kişiye ölüm döşeğine kadar,kimisi de kabrin başına kadar eşlik ediyor;daha sonra hepsi geri dönüp kişiyi tek başına bırakıyor,hiçbirisi kabre onunla birlikte girmiyordu.Düşündüm ve dedim ki:İnsanın en hakikatli sevdiği,kabre onunla birlikte giren ve orada onunla arkadaşlık edendir. Salih ameller dışında böylesine rastlamadım,böylece onu,mezarımda bana bir aydınlık olsun,benimle arkadaş olup tek başıma bırakmasın diye kendime dost edindim.

İmam-ı Gazâlî / Hak yolcusuna Öğütler
 
"İlmin başı güzel dinlemedir. Sonra anlama, sonra hıfzetme, sonra onunla amel etme ve sonra da onu yayma gelir."

Koca Yunus aklıma geliverdi...Paylaşım için teşekkürler..:smile:

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir




 
Abbasilerin beşinci halifesi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir:

-Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum. Bunu özel korumaya al, suyunu sık ver, yapraklarını tezden dökmesin.

Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, bir sabah bahçeye gelen bahçıvan bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini de gagalayarak yere düşürmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında. Telaşla koşar halifeye:

-Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında.

Tecrübe sahibi halife telaş etmeden cevap verir:

-Üzülme efendi üzülme, der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz.

Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalayıp ağzına almış, yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:

-Sultanım der, yaprakları yere düşüren bülbülü bir yılan yakalamış, götürürken gördüm. Sultan yine telaşsız:

-Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz.

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye de durumu anlatır:

-Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm.

Harun Reşid yine sakin:

-Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz.

Nitekim çok geçmez bahçıvan da rakip gördüğü bir başka bahçıvanı döver, hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarıp cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir:

-Atın bunu zindana!

Yaka paça zindana doğru götürülürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:

-Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, beni de sen zindana attırıyorsun. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da senin yaptığın mı yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak. Öyle ise der, gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..

Bu değerlendirmeyi tebessümle dinleyen Harun Reşid, ’Doğru söyledin bahçıvan.’ diyerek emrini verir:

-Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin. Derler ki:

-Yaptığı yanına kalır.

-Hayır, hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Daha ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar...
 
Ebu Umame RadiyAllahu Anh anlatıyor:
“Hz. Peygamber’in (SallAllahu Aleyhi Vessellem) şöyle söylediğini işittim:
“Allah, geceleyin Kur’an okuyan bir kula kulak verdiği kadar hiçbir şeye kulak verip dinlemez. Allah’ın rahmeti namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır. Kullar, ondan çıktığı andaki kadar hiçbir zaman Allah’a yaklaşmış olmaz.”
Ebu Nadr der ki: “Ondan” tabiriyle “Kur’an’dan” denmek istenmiştir.
.
(Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’an 17)
 

Tamahkârın yakaladığı küçük kuş der ki:
- Beni ne yapacaksın?
- Kesip yiyeceğim.
- Benim bir lokmacık etim ne karın doyurur ne de bir derde deva olur. Beni bırakırsan sana üç mühim nasihatte bulunurum.
- Nasihatleri söylersen seni bırakırım.
- Birini elinde iken ikincisini şu ağaca konunca üçüncüsünü de karşı tepeye varınca söylerim.
- Peki birincisini söyle!
- Elinde çıkan şeyin hasretini çekme!
- İkincisi ne?

Kuş ağaca konunca der ki:
- Olmayacak şeye inanma!
- Üçüncü nasihati söyle! Kuş karşı tepeye varınca der ki:
- Sen ne ahmaksın benim kursağımda ellişer gramlık iki tane inci vardı. Beni kesseydin bu incilere malik olacaktın.

İnci sözünü duyar duymaz tamahkâr hemen oraya yıkılıp kalır. Eyvah diyerek dövünmeye başlar. Sonra der ki:
- Haydi üçüncüsünü söyle!
- Sen iki nasihati hemen unuttun. Üçüncüsünü söylesem ne faydası olacak?
- Söyle belki bunu unutmam.
- (Elden çıkan şeye üzülme) dedim beni bıraktığına üzüldün (Olmayacak şeye inanma) dedim. Etimle kemiğimle 100 gram gelmezken kursağımda elli gramlık iki tane inci olduğuna inandın.

- Üçüncü nasihati söylemeyecek misin?
- Ahmağa nasihat kâr etmez. Tamah insanı kör ve sağır eder. Hakikati görmeye mani olur
 
Azraili Tanıyormusun (kıssdan hisse)

Sabah kalktım. Güzelce kahvaltımı da yaptım ve işe gittim. Klasik bir gün… Diğerleri gibi, sıradan bir başlangıç…
...
Nöbetçi arkadaştan öğrendiğime göre, gece problem çıkmamış cihazlarda. Bu iyi haber işte! Zaten dünden devam eden 2 tane sistem arızası vardı. Cihaz odasındaki klimalar da problemli. Hem de ta kurulduğu günden beri! Bugünde firmanın birinden eleman gelecek, onlarla ilgilenmem lazım. İş çok bugün! Akşamı nasıl ederim bilmem. Bu hafta çok yoğun geçecek. Sezonda başladı malum. Beklentilerimiz epey yüksek. Neyse, odama gittim ve kapıyı kapadım. Bilgisayarımı da açtım ve maillerimi kontrol ediyordum ki, kapı çaldı. “Girin” bile diyemeden kapı açıldı ve içeriye bir “şey” girdi, kapıyı da kapadı hemen!

Aman Allah’ım! O da ne!? Tanımlayamadım bir türlü. Kadın desen değil, erkek desen değil, turist belki! Bir çirkinlik abidesi! Kesin 10 gün rüyalarımın baş rol oyuncusu olur. Ona “Kimsiniz?” diye sormama bile fırsat kalmadan:

- Hadi kalk gidiyoruz! dedi…

Aaa! Hem de Türkçe konuştu! Şaşırdım ama bozuntuya vermedim.

- Sizi ilk kez görüyorum. Kimsiniz?

- Ruhunu bedeninden söküp almak için görevlendirilen meleğim ben! Nam-ı diğer Azrail! (Cehennem habercisi!)

- Dalganın sırası değil şimdi. Lütfen odamı terk edin. Yoksa güvenliği çağırırım!

- Çağırsan ne olur? Beni sadece sen görüyorsun!

- Dalga geçme. İşim gücüm var benim. Seninle uğraşamam…

Bir yandan Azrail değildir diyorum ama böyle bir kişinin bana haber verilmeden buraya kadar gelmesi imkansız ki! Eyvaaah! Ya gerçekse! Bittim ben, bittim! Savsakladığım namazlarım, ahirette buruşturulup yüzüme çarpılacak olan oruçlarım geldi aklıma… Ufacık dünya menfaatleri için teptiğim Allah’ın emirleri geçti gözümün önünden hızla… Eti için kesilen bülbül, tahtası için yakılan saz gibi… Gayri ihtiyari:

- Mesai saatleri içinde olmaz! deyiverdim. Sanki benden bitecek bir işi varmış gibi…

- Neden? dedi.

- Şu an hazır değilim!

- Neye hazır değilsin?

- Kabirde ve öbür alemde başıma geleceklere!

- Ama senin son kullanma tarihin bugün son. 08:57. Hem sana yeterince vakit verilmedi mi?

- İnan ki, bu yaşta öleceğim hiç aklıma gelmemişti.

- Neden?

- Gencim daha, ciddi bir sağlık problemim de yok. Turp gibiyim evelAllah!

- Senin yolun mezarlığa hiç düşmüyor herhalde! Ya da hastanelerin acil servislerine, morglara! Oradakilerin hepsinin teni buruşuk mu?

- Değil de yani!… Bana 1-2 ay kadar daha süre tanısan?

- Bu kadar kısa bir sürede ne yapabilirsin ki, onlarca yılını heba etmiş biri olarak?

- İbadet borçlarımı öderdim… Kaza üstüne kaza ederdim namazlarımı deliler gibi… Kalplerini kırdıklarımdan, üzerimde hakkı olanlardan helallik dilerdim. Dünyanın öbür ucunda olsalar, taşların altına saklansalar gene de bulur, her şeyimi verir, haklarını helal ettirirdim. Üzerimde kul hakkı kalmasın diye… Daha vasiyetimi bile yazmadım hem!

- Yeterince vaktin vardı! Yapsaydın! Neden düşünmedin? Engel mi oldular sana?

- Hiç ölmeyeceğimi sanmıştım. Hep başkaları ölüyordu, başkalarının selaları okunuyordu minarelerden. Ben muaftım sanki ölümden. Meğer bu iş parayla değil, sıraylaymış.

- Bir sene önceden haberin olsaydı geleceğimden, neler yapardın?

- Kalan zamanımı çok iyi değerlendirirdim!

- Hadi be sen de! Kimi kandırıyorsun! İlk 2 gün iyi giderdin. Namaz-niyaz full, sonra dönerdin gene eski haline. Bulurdun bir de bahane kendine. Her şey yine eski hamam eski tas olurdu. Bir rüyaydı o derdin sana verdiğim habere, kendini avutmak için…

Haklıydı! Kaç kere hastalık geçirmiş, kaza atlatmıştım… Bunların hepsi birer haberdi aslında ama üzerimdeki etkisi çoğu zaman 2 gün bile sürmemişti… Ama şimdi kafamı taşlara vurmaya bile vaktim yoktu artık!…

Bu arada telefonum çaldı. Başmüdür arıyordu. Önemli bir arıza varmış, trafiği durduran. Acil gitmemi istedi. Her şey önemini kaybetmişti ki benim için: para, pul, mevki, kadın, nefs… Her şey sıfırla çarpılmıştı. Can derdindeydim ben. Bir de baş da olsa arka da olsa müdürle veya başka bir şeyle falan uğraşacak durumda değildim.

- “Bırak bu fani işleri” deyip kapadım telefon suratına müdürün… Baktım sırıtıyordu Azrail. Demek alışkındı benim gibi jetonu iş işten geçtikten sonra düşenlerin panik hallerine. Ben de güldüm gayri ihtiyari… Neye güldüysem! Ağlamayı bile beğenmemem lazımken!… En iyi savunma saldırıdır taktiğine geçtim hemen!

- Hem sen, Azrail de olsan, can almakla da görevli olsan nihayetinde bir melek değil misin? Ne bu surat? Korku filmindeki yaratıklar gibi! Allah seni nurdan yaratmamış mıydı?

- Nurdan yaratılmasına nurdan yaratıldım. Bu arada laf aramızda, güzelliğim dillere destandır.

- Hiç de öyle görünmüyorsun ama! Notr Damın Kamburu bile sana on beş çeker.

- Orası öyle! Ben de surat çok! Ama sor bakalım senin yanına neden bu suratımla geldim? Utanma sor, sor!

- Neden bu suratla geldin yanıma?

- İnsanın ameli güzelse ona güzel görünürüm ben. Hayatını Allah’ın rızasına göre dizayn etmeyenlere de çirkin görünürüm. Şimdi sana göründüğüm gibi! Ben senin aynanım şu anda. Kalp gözü açık olanlar, yüzüne baksalardı seni böyle görürlerdi!

- Desene EYVAH!

- Eyvah ki ne eyvah!

- Birazdan kabirde başına neler gelecek biliyor musun? Karşılama mahiyetinde? Ön sıcaklardan!

- Pek hayra alamet değil şu anki verilerim.

- Okusaydın Allah’ın kitabından, Resulünün sünnetinden!… İşin ciddiyetini kavrasaydın, uykuyu haram ederdin gözlerine!… Neden okumadın?… Bir arkadaşından yıllar önce gelip de hiç okumadığın bir mektubun var mı? Ya da açmadığın bir mail? Madem Allah’ın kitabının kapağını açmadın, bük boynunu ve sus!

- Dünya meşgalesi…Geçim derdi… Para, mevki, nefs, kadın… Çepeçevre kuşattılar beni, kıramadım sarmalı!

- Halbuki dünyada kalma süren ne kadar azdı oran olarak! Bunu da biliyordun üstelik! Birazdan gideceğin hayat ise ebedi! Nasıl olur da senin gibi akıllı geçinen bir adam okyanusu unutur da bardakta boğulur? (Haşa) Allah’ın yerine kendini koy! Senin gibi bir kula müstehak değil mi azap! Bunca akıl vermiş ilim vermiş, dininden seni haberdar etmiş…

- Haklısın! Ama dünya gözle görülüyor ama öbür dünya gayb, göz önünde değil!

- Merak etme, biraz sonra ölünce, gaybın önündeki perdeler kalkacak!… Kuran’da ve hadislerde anlatılıyor bunlar. Sen de okudun hem! Üstelik başkalarını uyaran yazılar da yazdın. Muhtelif yerlerde anlattın bile! Neden o zaman bu gafletteki ısrarın?

- Başkalarına nasihat verirken kendimi unutmuşum…

- Allah da din günü seni unutur o zaman! Bir yandan ele öğüt verirken diğer yandan da kırmadık söğüt bırakmadın ortalıkta!

- Maalesef, biliyorum, kendim düştüm ve ağlamaya hakkım yok.

- Kendin ettin kendin buldun! Hadi artık gidiyoruz, fazla oyalama beni. Senden sonra iki gafil daha var sırada!

- Bırak çekiştirmeyi ya! Nereye gidiyoruz?

- Allah’ın sana hazırladığı azabı tatmaya.

- Doğru adrese geldiğinden emin misin? Benim adımda çok insan var da, hani o bakımdan!

- Adın gibi eminim. Zaten nokta tarifler var elimde. Iskalamam mümkün değil!

- Son bir şey soracağım: Allah’ın rızasına uygun olsaydı yaşamım, nasıl olacaktı ölümüm? Nasıl bir diyalog geçecekti aramızda?

- Ben senin canını almaya gelince yüzümdeki güzelliği görünce hayrete düşecek ve: “Aman Allah’ım! Bu ne güzellik! Rüyada mıyım ben!” diyecektin. Çünkü o zaman cennet müjdecisi olacaktım sana, şimdiki gibi cehennem habercisi değil! Seni Rabbine götürmeye geldiğimi söyleyecektim. Sen korkuyla karışık: “Rabbim benden razı değilse?” diyecektin. Ben de yüzümdeki güzelliği hatırlatıp korkmana gerek olmadığını söyleyecektim. İçini bir huzur kaplayacaktı. -Keşke hayatımı yeniden yaşayabilme imkanım olsaydı… -Geçmiş olsun!… Neyse! Ailen ve sevdiklerin aklına gelecekti bir bir… Ama onların da zamanı gelince dünyadaki rollerinin son bulup yanına geleceklerini hatırlayınca rahatlayacaktın… Tereyağından kıl çeker gibi ayrılacaktı ruhun bedeninden… Bulutların üstünde gibi, yumuşacık…. Haberin bile olmayacaktı. Gül bahçesine girer gibi… Tüm hücrelerinde hissedecektin mutluluğu…

- Ama şimdi...

- Çığlık atmayı bile beğenmeyeceksin çekeceğin acıdan!… Saat de tam 08:57 oldu. Bak konuşmaktan kelime-i şehadet bile getirmeyi unuttun… …

Gözümün önündeki perdeler açılmaya başladı… Gayb meğer ne yakınmış… Keşke iş işten geçmiş olmasaydı… Neler yapmazdım ki! Artık hiçbir değeri yok “keşke”lerimin…
 
Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün Cuma biliyorsun.
-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi
-Biliyorum ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim olmuyor işte,dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
...Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terkedilir mi?
-Ciddi söylüyorum,dedi.Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.
Gerçekten öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-Peki,dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-Çocukken dedmle birkaç kere gitmiştim,dedi.Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum.Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
Yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-Hani,dedim.Camiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkarmadı.Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Rabbim bizi bole aciz kullarından eylemsin inşAllah..!
 
Hak Yola Getiren İki Söz..

Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.

Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? Çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."

Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi.

"Evet, alırım" deyince de ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der:

"Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar.

"Var" cevabını alınca da,

"Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.

Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir.

"Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise,

"Epey uzun sürdü" karşılığını verir.

"Neden her imkana sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de,

"Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. İşte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.

Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Madem ki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"

Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Allah dostu Hasan Basri’nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır. Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:

"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar.

"Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca,

"Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? Çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Halbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? Şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omuzlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü’minler arasında Allah’a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"

Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî’nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah’a ibadet etmeye karar verir.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi hak sözleri dinleyip de gereğini yerine getiren haksever kullarından eylesin, amin...
 
“Kalp Süvarisi, Beden Piyadesi”

Yüce veli Beyazid-i Bestami Hazretleri (ks) şöyle diyordu bir keresinde:
“Bir dertli kul idim derman arayan…
Kalbime bir süvari gibi indim. Bütün ellerimle Hakk’ın kapısını çaldım.
Bela eliyle çalmadıkça kapı açılmadı.

Bütün dillerle izin istedim, hüzün diliyle istemedikçe izin verilmedi.
Bütün ayaklarla O’na giden yolda yürüdüm, yokluk ayağıyla yürümedikçe dergahına varamadım.
Denildi ki,
Ey Beyazid!
Nefsinde boş ol!.. Hiç ol da gel!..
Yıllarca gayret ettim…
Bir gün sükut edince baktım ve gördüm ki derdim, dermanım imiş.
Şimdi sen başlangıç istiyorsan; kalp süvarisi, beden piyadesi ol da yola çık…”
 
Kadın kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler.

Manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister.Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek:
- ’Lütfen efendim’ der. ’paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim.’


Manav kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski müşterisi olmadığını,kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.


O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir.İçeriye girerek manava yaklaşır ve: ’ben o kadının almak istediklerine kefilim’ der. ’ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver.’

Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve ’bir alışveriş listen var mıydı? Diye sorar.Kadın ’evet efendim’ der. ’tamam’ der manav. ’şimdi onu terazinin şu kefesine koy,onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım’


Kadın bir an duraklar,sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir.


Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür.Manav müşteriye dönerek,kısık bir sesle ’inanamıyorum’ der.İnanılacak gibi değildir.


Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile,diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.


Terazinin kefesi artık üzerindekileri alamayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir.Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur.Bir de bakar ki orda bir alışveriş listesi yoktur.Sadece bir dua yazılıdır.


Allah’IM! ’Neye ihtiyacım olduğunu ancak sen bilirsin Kendimi senin ellerine teslim ediyorum.’


Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür.Kadın kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır.Müşteri manavın eline bir miktar para tutuştururken ’her kuruşuna değdi’ der.Daha sonra manav terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür.


Dua bizim için hiçbir bedeli,masrafı ve karşılığı olmayan,güzel bir hediyedir.

“Allah bize yeter! Ve O ne güzel Vekîldir!” (Âl-i İmrân,173)
 
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Bu olaya çok sinirlenerek kendini kaybeden baba hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun elinden çekici alarfak çekiçle vurmaya başlamıs. Biraz sonra kendine gelrek sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüs. doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir sey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış.

Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığınnda,bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle,

“Babacığım,kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” diyerek babasına şu soruyu sormuş:
“Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak???”

Birisi masaya süt döktügünde ya da bir bebeğin agladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. Insan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler ,insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.
 
Geri
Üst