Çocukluğundan itibaren bir şeriatçı militan; başından itibaren bir Cumhuriyet düşmanı
Abdullah Gül, bazılarının iddia ettiği gibi “uzlaşma” ve “hoşgörü” temsilcisi değildir. Tam tersine gençliğinden itibaren gerici bir militandır. Bugün ise kurulan Kürt-İslam faşizminin bir numaralı liderlerindendir. Zaten o faşist oligarşinin hiyerarşisi içinde farklı bir ismin Cumhurbaşkanlığına önerilmesi mümkün değildir. Abdullah Gül bugün çok kıvrak. Adeta bin bir suratı var; ama onun kim olduğunu tek tek hatırlatmak da bizim görevimiz.
Abdullah Gül neredeyse çocukluğundan itibaren Milli Görüş militanıdır. Babası Erbakan’ın partisi MSP’den milletvekili adayıdır. Aileden gerici bir eğitim alır.
Abdullah Gül, İBDA-C terör örgütünün fikri rehberliğini yapan Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Gençliği hareketinin üyesidir. Büyük Doğu dergisinde “Cihad” konulu mektupları ve yazıları yayımlanır.
1980’de okutmanı olarak bulunduğu Sakarya Meslek Okulu’nda gerici faaliyetler düzenlediği ve yasadışı bir şekilde çocuklara şeriat propagandası yaptığı için soruşturmaya uğrar ve hapse atılır. Ancak Turgut Özal’ın devreye girmesi ve cunta lideri Kenan Evren’den rica etmesi sonucu yasadışı bir şekilde dışarı salıverilir ve apar topar Özal tarafından yurtdışına gönderilir.
Bu dönem 17 yaşındaki çocuklar bile sahte raporlarla asılırken, Türk gençlerini şeriatçı örgüt propagandasıyla zehirleyen bu şahıs, Özal ve Evren’in kıyağıyla cezaevinden alınıp, adeta ödül ve eğitim amacıyla yurtdışına gönderilir.
Kısacası Kürt-İslam faşizminin tüm diğer oligarkları gibi Abdullah Gül de, bir Kenan Evren Çocuğu. Bazılarının iddia ettiği gibi Abdullah Gül’ün İsrail ve ABD bağlantısı, Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra değil, çok daha önce, yine kendisi gibi Milli Görüşçü olan başka bir Amerikan işbirlikçisi Turgut Özal ve bizzat ABD başkanının “our boy” yani “bizim oğlan” dediği Kenan Evren vasıtasıyla kuruldu.
Zaten Abdullah Gül, şeriatçı Refah Partisi’nin ve Fazilet Partisi’nin kapatılmasının en büyük nedenlerinden biriydi. Hem Cumhuriyet karşıtı sözleri hem de eylemleri dava dosyalarında büyük yer kapladı.
Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı en büyük irticai provokasyon ve isyan denemelerinden biri olan “türban eylemlerini” bizzat başlatan ve planlayan kişiydi. Karısının türbanını bahane ederek türban eylemlerinin baş kışkırtıcılarından biri olarak meydanlarda yer almıştır.
“Cumhuriyet’in sonu geldi”
Abdullah Gül, Refah Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı olduğu 1995 yılında İngiliz The Guardian gazetesine “Bu, Cumhuriyet döneminin sonudur. Laik sistem çökmüştür ve onu kesinlikle değiştirmek istiyoruz.” diyerek Cumhurbaşkanlığı makamını işgal ettiğinde bizzat Cumhuriyeti yıkacağını yıllar önce hiç gizlemeden yabancı efendilerine açıklamıştı.
Şimdi bu sözünü inkâr etse de, bu sözleri sarf ettiği mülâkatı yapan İngiliz gazeteci kayıtları açıklayabileceğini ve sözlerin aynen Abdullah Gül’e ait olduğunu söyleyince kendisi sessiz kalmayı tercih etti.
Zaten geçmişteki sözleri kendilerine hatırlatılınca ya inkâr eder ya da “değiştik” diye kıvırırlar. O çok meşhur pop şarkısının da dediği gibi:
“Binlerce dansöz var…”
Yine aynı yıl Milliyet gazetesine verdiği mülâkatta zaten benzer sözleri tekrarlamış ve açıkça ilan etmişti:
“İslam’a aykırı kanun kalkacak!”
Abdullah Gül, adaylığını savunurken karısının türbanın özel bir mesele olduğunu iddia etti. Ancak anlaşılan Türk Devleti’ne ve laikliğe kinini özel alanda tutamamış olacak ki, her türlü uluslararası alana ve emperyalist platforma türban meselesini karısıyla birlikte kendisi taşıdı.
Gül, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı karısının AİHM’de açtığı türban davasında bizzat taraf olmuş, Başbakan olmasına rağmen Leyla Şahin’in türban davasındaki Türk Devleti’nin savunmasını baltalamış, karısı Türk Devleti’yle uluslararası mahkemede hesaplaşan ilk Başbakan olma şerefine (!) nail olmuştu. Karısının türban davasını kaybedeceği kesinleşince de yine devleti suçlu ilan ederek davadan vazgeçmişlerdi.
Daha “uzlaşmacı ve laikliğe saygılı” ilan edilen Abdullah Gül, kendi kızını liseye bile perukla gönderecek kadar yobaz bir zihniyete sahiptir.
Ve hepsinden önemlisini unutmamak gerekir ki, aynı Abdullah Gül, ellerinde Danıştay cinayetinin kanını taşımaktadır. Danıştay’ın türban ile ilgili aldığı karar üzerine kışkırtıcı bir konuşma yapmış, yargı bağımsızlığını tamamen ayaklar altına almıştı. Gül, Danıştay üyelerini diktatörlükle suçlamış, “kamuoyunun bu yanlışı düzelteceğini” ilan ederek Danıştay üyelerini Kürt-İslamcı teröristlere bizzat hedef göstermişti. Nitekim bu azmettirici konuşmanın üzerinden daha üç ay geçmeden Cumhuriyet tarihinin en küstah ve hain gerici saldırısını Kürt-İslamcı terörist Alparslan Aslan Danıştay üyelerine karşı işlemişti.
Emperyalizme karşı en itaatkâr ve teslimiyetçi bakan
Abdullah Gül, sadece gerici değil, iflah olmaz bir Batı işbirlikçisidir. Zaten Cumhurbaşkanı olamamasına en çok ABD ve AB’deki dostları üzüldü.
Tayyip Erdoğan ile birlikte Gül, ABD ve İsrail talimatları doğrultusunda 28 Şubat’ı tasfiye etmek için kendi hocalarını bile harcayarak AKP projesini üstlenmişti. ABD’nin bu atlara niçin oynadığı kısa sürede ortaya çıktı.
Abdullah Gül, Başbakanlığı döneminde kardeş Irak halkının kanını dökmek için ABD’nin istediği tezkereyi TBMM’den çıkarmaya çalışmış ve Anayasa’ya rağmen Türkiye’ye 80 bin ABD askerini yerleştirip fiilen ülkemizi işgal ettirecek ve parçalatacak bir icraatın sorumluluğunu üstlenmişti. Aslında sırf bu eylemi bile Yüce Divanlık bir vatana ihanet suçudur.
Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm tezlerini ve devlet politikalarını terk etmiştir. “Bir adım önde olmak” politikası adına Türkiye’ye karşı Ermeni, Rum ve Kürt tezleri bizzat Dışişleri’nin politikası haline getirilmiştir. Emperyalizme karşı en teslimiyetçi ve düşkün politika Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde yaşanmıştır. Bakanlığı döneminde Dışişleri’nde gerçekleştirdiği temizlik ve tarikatçı kadrolaşma hareketi Cumhurbaşkanı olursa neler yapacağının göstergesidir.
Abdullah Gül, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a hasta yatağında zorla Annan Planı’nı imzalatmaya çalışmış, Milli Dava’ya karşı ihanet politikasını ABD ve AB emirleri doğrultusunda açıkça yürütmüştü. Daha sonra Rauf Denktaş ABD’deki hastanede yaşadığı olayları inanılmaz ve utanç verici olduğunu ve kendisine açıkça tıbbi suikast planlandığını açıkladı. O sırada Rauf Denktaş’ı uzlaşmazlıkla ve Türkiye’nin önünde taş olmakla suçlayan Abdullah Gül’ün bu suikastta payı var mı hâlâ açığa çıkarılmadı.
Abdullah Gül, Türk Ordusu’nun mensuplarının başına K. Irak’ta ABD askerleri ve peşmergeler haince saldırıp çuval geçirirken, Kayseri’de mantı ziyafeti çekmiş ve olayı adeta keyifle izlemişti. Aslında bu operasyon bir ABD-AKP-PKK-Barzani operasyonuydu. Nitekim bugün KDP ve Barzani, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını açıkça destekleyerek ve Türk Ordusu’nun uyarısını kınayarak artık kimsenin saklayamayacağı şer ittifakını açıkça ortaya sermektedir.
Bunlar yurtdışındaki dostlarıdır. Yurt içindeki dostlarını bulmak için Abdullah Gül’ü destekleyen ve Genelkurmay’ın bildirisini “demokrasi” adına protesto eden PKK uzantısı ve taşeronu örgütlerin toplantılarına bakılabilir.
Kürtçü bölücülerle dost Cumhurbaşkanı adayı
Zaten aynı Abdullah Gül PKK’lı teröristlere açıkça destek olup, Mehmetçik’in kanına giren ve her fırsatta Türkiye’yi tehdit edip toprak talep eden Barzani’yle Türk Ordusu’nun tüm itirazlarına rağmen görüşeceklerini ilan etmiş, “Düşmanla bile oturur, görüşürüz.” diyerek Kürt-İslamcı zihniyetini açığa çıkarmıştı. Dostlar birbirini asla unutmuyor.
Abdullah Gül, terör örgütü PKK üyeliğinden hüküm giymiş Leyla Zana’yı sırf AB emretti diye dışarı salmış ve makamında ağırlamıştı. Kısacası ister PKK’lı ister Barzanici ister Talibanici olsun, her türlü Kürt ırkçısı ve bölücüsü Abdullah Gül’ün dostudur.
Abdullah Gül, Ermeni Diyasporasıyla birlikte Hrant Dink’in cenazesini Türklüğe ve Türk Devleti’ne karşı bir hakaret gösterisine dönüştüren provokasyonun baş tertipçilerindendir. Eski ASALA mensuplarının dahi cenazeye gelebilmesi için yurtdışındaki Ermeni militanlarını havaalanlarının VIP salonundan Türkiye’ye sokturtmuştur.
Türklüğe ve Türk ulusal kimliğine karşı her şeriatçıda olan o bitmez tükenmez kin Abdullah Gül’de de vardır. Şu sözleri söyleyebilen bir mürtecinin PKK’lılar ve Barzanicilerle bir araya gelmesini kim yadırgayabilir:
“Çukurca’da dağa ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene!’ diye yazmışsınız. Maalesef resmi ideoloji, Türk milliyetçiliği şeklinde kendisini ırki taassup (ırkçı yobazlık) olarak tezahür ettirmiştir.”
Abdullah, bu sözleri de inkâr eder; ama yalanlama aklına ancak Genelkurmay’ın uyarı bildirisinde geçen “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” hatırlatmasından sonra gelir.
Yine de yalanlamanın da yalan olduğu hemen ortaya çıkar. DEP’li Remzi Kartal ve DYP’li Baki Tuğ ile katıldığı konferansta bu sözleri söylemiş ancak bu konferansı bile inkâr etmesi üzerine Baki Tuğ yalan söylediğini, bu sözleri kelimesi kelimesine sarf ettiğini açıkladı.
Hep aynı... Deniz yılanı gibi kaygan nesnelerin aslında dini İslam taktikleri takiye değil. Tersine dinleri takiye taktikleri ve maskeleri İslam…
Kürt-İslam faşizmine geçit yok
Abdullah Gül, Erbakan’ın kayıp trilyon davasının sanığıdır; ancak dokunulmazlık zırhıyla Erbakan’ın giydiği hükümden korunmuştur. Ve ne hikmetse Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesinden sadece birkaç önce acelece hakkında beraat kararı çıkarılmıştır. 1980’den beri korunan ve önü açılan bir ABD çocuğudur kendisi. Ancak şimdilik önü kesilmiştir.
Kısacası Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın zihniyeti arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de Atatürk ilkelerine ve Cumhuriyete karşıdır. Bunu “değişmeden” önce ve sonra defalarca bizzat kendi sözleri ve eylemleriyle kanıtlamışlardır.
Türk Milleti sadece Tayyip Erdoğan’a değil, bu Kürt-İslam faşizmi zihniyetine karşı olduğunu milyonların tepkisiyle göstermişti. Önemli olan sadece Çankaya’yı korumak değil, Türkiye’ye “Büyük Kürdistan” ve ılımlı Hilafet özlemcilerine karşı savunmaktır. Türkiye’yi ABD emperyalizminin sömürgeci işgal ve parçalama planlarına teslim etmemektir.
Türk Milleti buna izin vermeyecek. Gücünü gösterdi; ancak bu güç dağınık ve örgütsüz. Düşmanın ise bin bir tane taktiği ve arkasında dağılmasını engelleyen efendisi ABD emperyalizmi var. Türkiye’yi seçimlerin veya büyük mitinglerin değil, 2. İstiklâl Savaşı’nın ve Atatürkçü devrimin kurtaracağı netleşiyor. Sokaklara inen dev halk gücünün bu süreçte dev halk örgütüne dönüşmesi kaçınılmaz.
alıntı: 07.05.2007 ali özsoy
Abdullah Gül, bazılarının iddia ettiği gibi “uzlaşma” ve “hoşgörü” temsilcisi değildir. Tam tersine gençliğinden itibaren gerici bir militandır. Bugün ise kurulan Kürt-İslam faşizminin bir numaralı liderlerindendir. Zaten o faşist oligarşinin hiyerarşisi içinde farklı bir ismin Cumhurbaşkanlığına önerilmesi mümkün değildir. Abdullah Gül bugün çok kıvrak. Adeta bin bir suratı var; ama onun kim olduğunu tek tek hatırlatmak da bizim görevimiz.
Abdullah Gül neredeyse çocukluğundan itibaren Milli Görüş militanıdır. Babası Erbakan’ın partisi MSP’den milletvekili adayıdır. Aileden gerici bir eğitim alır.
Abdullah Gül, İBDA-C terör örgütünün fikri rehberliğini yapan Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Gençliği hareketinin üyesidir. Büyük Doğu dergisinde “Cihad” konulu mektupları ve yazıları yayımlanır.
1980’de okutmanı olarak bulunduğu Sakarya Meslek Okulu’nda gerici faaliyetler düzenlediği ve yasadışı bir şekilde çocuklara şeriat propagandası yaptığı için soruşturmaya uğrar ve hapse atılır. Ancak Turgut Özal’ın devreye girmesi ve cunta lideri Kenan Evren’den rica etmesi sonucu yasadışı bir şekilde dışarı salıverilir ve apar topar Özal tarafından yurtdışına gönderilir.
Bu dönem 17 yaşındaki çocuklar bile sahte raporlarla asılırken, Türk gençlerini şeriatçı örgüt propagandasıyla zehirleyen bu şahıs, Özal ve Evren’in kıyağıyla cezaevinden alınıp, adeta ödül ve eğitim amacıyla yurtdışına gönderilir.
Kısacası Kürt-İslam faşizminin tüm diğer oligarkları gibi Abdullah Gül de, bir Kenan Evren Çocuğu. Bazılarının iddia ettiği gibi Abdullah Gül’ün İsrail ve ABD bağlantısı, Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra değil, çok daha önce, yine kendisi gibi Milli Görüşçü olan başka bir Amerikan işbirlikçisi Turgut Özal ve bizzat ABD başkanının “our boy” yani “bizim oğlan” dediği Kenan Evren vasıtasıyla kuruldu.
Zaten Abdullah Gül, şeriatçı Refah Partisi’nin ve Fazilet Partisi’nin kapatılmasının en büyük nedenlerinden biriydi. Hem Cumhuriyet karşıtı sözleri hem de eylemleri dava dosyalarında büyük yer kapladı.
Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı en büyük irticai provokasyon ve isyan denemelerinden biri olan “türban eylemlerini” bizzat başlatan ve planlayan kişiydi. Karısının türbanını bahane ederek türban eylemlerinin baş kışkırtıcılarından biri olarak meydanlarda yer almıştır.
“Cumhuriyet’in sonu geldi”
Abdullah Gül, Refah Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı olduğu 1995 yılında İngiliz The Guardian gazetesine “Bu, Cumhuriyet döneminin sonudur. Laik sistem çökmüştür ve onu kesinlikle değiştirmek istiyoruz.” diyerek Cumhurbaşkanlığı makamını işgal ettiğinde bizzat Cumhuriyeti yıkacağını yıllar önce hiç gizlemeden yabancı efendilerine açıklamıştı.
Şimdi bu sözünü inkâr etse de, bu sözleri sarf ettiği mülâkatı yapan İngiliz gazeteci kayıtları açıklayabileceğini ve sözlerin aynen Abdullah Gül’e ait olduğunu söyleyince kendisi sessiz kalmayı tercih etti.
Zaten geçmişteki sözleri kendilerine hatırlatılınca ya inkâr eder ya da “değiştik” diye kıvırırlar. O çok meşhur pop şarkısının da dediği gibi:
“Binlerce dansöz var…”
Yine aynı yıl Milliyet gazetesine verdiği mülâkatta zaten benzer sözleri tekrarlamış ve açıkça ilan etmişti:
“İslam’a aykırı kanun kalkacak!”
Abdullah Gül, adaylığını savunurken karısının türbanın özel bir mesele olduğunu iddia etti. Ancak anlaşılan Türk Devleti’ne ve laikliğe kinini özel alanda tutamamış olacak ki, her türlü uluslararası alana ve emperyalist platforma türban meselesini karısıyla birlikte kendisi taşıdı.
Gül, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı karısının AİHM’de açtığı türban davasında bizzat taraf olmuş, Başbakan olmasına rağmen Leyla Şahin’in türban davasındaki Türk Devleti’nin savunmasını baltalamış, karısı Türk Devleti’yle uluslararası mahkemede hesaplaşan ilk Başbakan olma şerefine (!) nail olmuştu. Karısının türban davasını kaybedeceği kesinleşince de yine devleti suçlu ilan ederek davadan vazgeçmişlerdi.
Daha “uzlaşmacı ve laikliğe saygılı” ilan edilen Abdullah Gül, kendi kızını liseye bile perukla gönderecek kadar yobaz bir zihniyete sahiptir.
Ve hepsinden önemlisini unutmamak gerekir ki, aynı Abdullah Gül, ellerinde Danıştay cinayetinin kanını taşımaktadır. Danıştay’ın türban ile ilgili aldığı karar üzerine kışkırtıcı bir konuşma yapmış, yargı bağımsızlığını tamamen ayaklar altına almıştı. Gül, Danıştay üyelerini diktatörlükle suçlamış, “kamuoyunun bu yanlışı düzelteceğini” ilan ederek Danıştay üyelerini Kürt-İslamcı teröristlere bizzat hedef göstermişti. Nitekim bu azmettirici konuşmanın üzerinden daha üç ay geçmeden Cumhuriyet tarihinin en küstah ve hain gerici saldırısını Kürt-İslamcı terörist Alparslan Aslan Danıştay üyelerine karşı işlemişti.
Emperyalizme karşı en itaatkâr ve teslimiyetçi bakan
Abdullah Gül, sadece gerici değil, iflah olmaz bir Batı işbirlikçisidir. Zaten Cumhurbaşkanı olamamasına en çok ABD ve AB’deki dostları üzüldü.
Tayyip Erdoğan ile birlikte Gül, ABD ve İsrail talimatları doğrultusunda 28 Şubat’ı tasfiye etmek için kendi hocalarını bile harcayarak AKP projesini üstlenmişti. ABD’nin bu atlara niçin oynadığı kısa sürede ortaya çıktı.
Abdullah Gül, Başbakanlığı döneminde kardeş Irak halkının kanını dökmek için ABD’nin istediği tezkereyi TBMM’den çıkarmaya çalışmış ve Anayasa’ya rağmen Türkiye’ye 80 bin ABD askerini yerleştirip fiilen ülkemizi işgal ettirecek ve parçalatacak bir icraatın sorumluluğunu üstlenmişti. Aslında sırf bu eylemi bile Yüce Divanlık bir vatana ihanet suçudur.
Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm tezlerini ve devlet politikalarını terk etmiştir. “Bir adım önde olmak” politikası adına Türkiye’ye karşı Ermeni, Rum ve Kürt tezleri bizzat Dışişleri’nin politikası haline getirilmiştir. Emperyalizme karşı en teslimiyetçi ve düşkün politika Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde yaşanmıştır. Bakanlığı döneminde Dışişleri’nde gerçekleştirdiği temizlik ve tarikatçı kadrolaşma hareketi Cumhurbaşkanı olursa neler yapacağının göstergesidir.
Abdullah Gül, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a hasta yatağında zorla Annan Planı’nı imzalatmaya çalışmış, Milli Dava’ya karşı ihanet politikasını ABD ve AB emirleri doğrultusunda açıkça yürütmüştü. Daha sonra Rauf Denktaş ABD’deki hastanede yaşadığı olayları inanılmaz ve utanç verici olduğunu ve kendisine açıkça tıbbi suikast planlandığını açıkladı. O sırada Rauf Denktaş’ı uzlaşmazlıkla ve Türkiye’nin önünde taş olmakla suçlayan Abdullah Gül’ün bu suikastta payı var mı hâlâ açığa çıkarılmadı.
Abdullah Gül, Türk Ordusu’nun mensuplarının başına K. Irak’ta ABD askerleri ve peşmergeler haince saldırıp çuval geçirirken, Kayseri’de mantı ziyafeti çekmiş ve olayı adeta keyifle izlemişti. Aslında bu operasyon bir ABD-AKP-PKK-Barzani operasyonuydu. Nitekim bugün KDP ve Barzani, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını açıkça destekleyerek ve Türk Ordusu’nun uyarısını kınayarak artık kimsenin saklayamayacağı şer ittifakını açıkça ortaya sermektedir.
Bunlar yurtdışındaki dostlarıdır. Yurt içindeki dostlarını bulmak için Abdullah Gül’ü destekleyen ve Genelkurmay’ın bildirisini “demokrasi” adına protesto eden PKK uzantısı ve taşeronu örgütlerin toplantılarına bakılabilir.
Kürtçü bölücülerle dost Cumhurbaşkanı adayı
Zaten aynı Abdullah Gül PKK’lı teröristlere açıkça destek olup, Mehmetçik’in kanına giren ve her fırsatta Türkiye’yi tehdit edip toprak talep eden Barzani’yle Türk Ordusu’nun tüm itirazlarına rağmen görüşeceklerini ilan etmiş, “Düşmanla bile oturur, görüşürüz.” diyerek Kürt-İslamcı zihniyetini açığa çıkarmıştı. Dostlar birbirini asla unutmuyor.
Abdullah Gül, terör örgütü PKK üyeliğinden hüküm giymiş Leyla Zana’yı sırf AB emretti diye dışarı salmış ve makamında ağırlamıştı. Kısacası ister PKK’lı ister Barzanici ister Talibanici olsun, her türlü Kürt ırkçısı ve bölücüsü Abdullah Gül’ün dostudur.
Abdullah Gül, Ermeni Diyasporasıyla birlikte Hrant Dink’in cenazesini Türklüğe ve Türk Devleti’ne karşı bir hakaret gösterisine dönüştüren provokasyonun baş tertipçilerindendir. Eski ASALA mensuplarının dahi cenazeye gelebilmesi için yurtdışındaki Ermeni militanlarını havaalanlarının VIP salonundan Türkiye’ye sokturtmuştur.
Türklüğe ve Türk ulusal kimliğine karşı her şeriatçıda olan o bitmez tükenmez kin Abdullah Gül’de de vardır. Şu sözleri söyleyebilen bir mürtecinin PKK’lılar ve Barzanicilerle bir araya gelmesini kim yadırgayabilir:
“Çukurca’da dağa ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene!’ diye yazmışsınız. Maalesef resmi ideoloji, Türk milliyetçiliği şeklinde kendisini ırki taassup (ırkçı yobazlık) olarak tezahür ettirmiştir.”
Abdullah, bu sözleri de inkâr eder; ama yalanlama aklına ancak Genelkurmay’ın uyarı bildirisinde geçen “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” hatırlatmasından sonra gelir.
Yine de yalanlamanın da yalan olduğu hemen ortaya çıkar. DEP’li Remzi Kartal ve DYP’li Baki Tuğ ile katıldığı konferansta bu sözleri söylemiş ancak bu konferansı bile inkâr etmesi üzerine Baki Tuğ yalan söylediğini, bu sözleri kelimesi kelimesine sarf ettiğini açıkladı.
Hep aynı... Deniz yılanı gibi kaygan nesnelerin aslında dini İslam taktikleri takiye değil. Tersine dinleri takiye taktikleri ve maskeleri İslam…
Kürt-İslam faşizmine geçit yok
Abdullah Gül, Erbakan’ın kayıp trilyon davasının sanığıdır; ancak dokunulmazlık zırhıyla Erbakan’ın giydiği hükümden korunmuştur. Ve ne hikmetse Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesinden sadece birkaç önce acelece hakkında beraat kararı çıkarılmıştır. 1980’den beri korunan ve önü açılan bir ABD çocuğudur kendisi. Ancak şimdilik önü kesilmiştir.
Kısacası Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın zihniyeti arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de Atatürk ilkelerine ve Cumhuriyete karşıdır. Bunu “değişmeden” önce ve sonra defalarca bizzat kendi sözleri ve eylemleriyle kanıtlamışlardır.
Türk Milleti sadece Tayyip Erdoğan’a değil, bu Kürt-İslam faşizmi zihniyetine karşı olduğunu milyonların tepkisiyle göstermişti. Önemli olan sadece Çankaya’yı korumak değil, Türkiye’ye “Büyük Kürdistan” ve ılımlı Hilafet özlemcilerine karşı savunmaktır. Türkiye’yi ABD emperyalizminin sömürgeci işgal ve parçalama planlarına teslim etmemektir.
Türk Milleti buna izin vermeyecek. Gücünü gösterdi; ancak bu güç dağınık ve örgütsüz. Düşmanın ise bin bir tane taktiği ve arkasında dağılmasını engelleyen efendisi ABD emperyalizmi var. Türkiye’yi seçimlerin veya büyük mitinglerin değil, 2. İstiklâl Savaşı’nın ve Atatürkçü devrimin kurtaracağı netleşiyor. Sokaklara inen dev halk gücünün bu süreçte dev halk örgütüne dönüşmesi kaçınılmaz.
alıntı: 07.05.2007 ali özsoy