Kürtlerin hakkını ilk savunan Erbakan Hoca oldu

karakabusu

Banned
Katılım
20 Şub 2007
Mesajlar
651
Reaction score
0
Puanları
0
Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi, eski milletvekili, eski Van Belediye Başkanı Fethullah Erbaş, "Kürt halkının haklarının ilk savunması Erbakan Hoca ile başladı ve cezaya çarptırıldı." dedi. Erbaş, ilginç bir anekdotu şöyle aktardı: "Hocamız İran’a gitmek istiyordu. Amerika ise buna oldukça tepkiliydi ve engel olmak istiyordu. Hoca Amerika’yı dinlemedi ve İran’a gitti. Ne olduysa bundan sonra oldu ve olaylar birden tersine döndü. Öcalan Milliyet Gazetesine açık bir mektup verdi. Hoca’ya görüşmelerin sonlandırılmasını açık bir mektupla belirtti. Mektubun satır aralarında Öcalan’ın bir emir sonucunda böyle bir karar aldığını algılamak mümkündü."



Milli Görüş lideri Prof. Necmettin Erbakan'ın Kürt meselesine bakışını anlatan Fethullah Erbaş, ilginç tespitlerde bulundu...

Van milletvekilliği yapmış biri olarak Kürtleri nasıl tanımlarsınız?

Eskiden Kürt Türk meselesi yoktu. Köylü, şehirli vardı. Köyde Türk de yaşasa ona Kürt denilirdi, şehirde Kürt de yaşasa ona Türk denilirdi. Bu mesele şehirli-köylü meselesiydi.

Peki, bu sınıfsal bir ayrım değil mi?

Şehirde yaşayanlar bazı kültürel haklardan, olanaklardan faydalanabiliyorlardı fakat köyde yaşayanlar isteseler de bu tür haklardan faydalanamazlardı. Bir tiyatro oyunu ya da sinema olduğu zaman şehirli bundan rahatça faydalanabiliyordu, köylü bundan mahrumdu. Yani bölgesel bir faktördü. Irksal bir faktör olarak görülmüyordu. Tabi köylülük-şehirlilik meselesini bir sınıf ayrımı olarak değerlendirebiliriz. Türkiye gerçekten anti demokratik bir ülkedir. Devlet vatandaşına karşı ayrımcılık yapmıştır.

Ne gibi bu konuyu biraz açabilir misiniz?

Mesela Türkiye’de bir memur sınıfı vardı. Bu memur sınıfı hiçbir zaman vatandaşla kaynaşmazdı. Memurlar vatandaşla aynı sofrada yemek bile yemezdi. Vatandaşın bulunduğu kahveye bile gelmezlerdi, memur kulübün de oturur orada zaman geçirirdi. Memurlar üstün sınıftı. Vatandaş ile devlet arasında uçurum vardı. Bu anlattıklarım memur kısmıydı. Birde bunların subay sınıfı vardı. Subaylar daha da üstün bir sınıftı. Subaylar vatandaşlarla aynı mahallede bile oturmazlardı. Ordu evleri olurdu onlar orada ikamet ederlerdi. Ordu evine girmek insanlar için çok önemli bir mevzuydu. Toplum ve devlet arasında işte böyle bir sınıfsal ayrım vardı.

Siz bu sınıfsal ayrımın neresindeydiniz?

Biz öğrenciyken Kürt-Türk ayrımı pek göze batmıyordu. O dönemlerde sağ-sol ayrımı vardı. İkisinden birini seçmek zorundaydınız.

Siz hangisini seçtiniz?

O zamanlarda bir öğrencinin adalet duygusu soldan yanaydı. Çünkü Marks diyordu ki; üretim araçlarının tümü topluma aittir. Üretim ortaktır ve eşit şekilde paylaşılmalıdır. Sağ diyor ki; ‘Üretim araçları sermaye sahibine aittir. Sermaye sahibi işçi çalıştırır, işçinin hakkını da yiyebilir. İşçide bu durumda işverene karşı gelebilir. Bunların hepsi tarihi süreç içerisinde olabilecek şeylerdir’ diye bir bakış açısına sahiptir. Biz bunları okuyup düşününce bize en makul sol gelirdi. Olay böyle olunca bende solcu olmuştum. Solculuğa ‘ortanın solu’ ile başlamıştım. Daha sonra sol ve DEV-GENǒe katılmıştım. Sağ-Sol’dan sonra Erbakan diye bir hoca ortaya çıktı. Bizde onu protesto etmek için bir konuşmasına gittik. Birde baktık ki O ‘Ne sağdayız ne solda hak yoldayız hak yolda’ diye bir sloganı var. Konuşmasını dinledik birde baktık ki bizim düşüncelerimizin aynısı hatta daha mantıklısıydı. İşte bizim için üçüncü bir yol daha çıkmıştı. Ve o yol tamda bizim yolumuzdu. Eşitlik ve adalette oradaydı. Erbakan Hoca ile tanışmamız böyle oldu.

Peki, 80’li 90’lı yıllarda Kürt halkına karşı uygulanan politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında sorunun temeline indiğiniz zaman göreceksiniz ki Kürtlere karşı değil tüm Türkiye’ye karşı bir haksızlık var. Türkiye gerçekten anti demokratik bir ülke… Türkiye’de bir insan hakları sorunu var. Devlet halkına değer vermiyor. İnsanın hakkını öncelemiyor… Kürt sorunun temel sebebi de bu insan hakları sorunu… 90’lı yıllara geldiğimiz zaman bir Kürt- Türk ayrımı yerine, devlet-vatandaş ayrımını görüyoruz. Devlette çalışanlar daha öncede bahsettiğim biri üstün sınıflardı. Halk ise hürriyetten yoksundu. Halk hürriyetinden de bi haberdi. Mesela biz bir ev tutmuştuk Risale-i Nur okuyor ya da yazıyorduk. Devlet gelip o eve baskın yapıyor ve bize çeşitli baskılar ve yasaklar uyguluyordu. Ama o kadar baskına rağmen bir kere bile sormadık ‘neden evimizi basıyorsunuz?’ diye. Yasaktır denildiği için boyun eğiyorduk. Kimse din ve vicdan hürriyetinin ne olduğunu bilmiyordu. Bunun içinde savunamıyordu kendini. Biz kötü bir şey yapmıyorduk ki Risale-i Nur yazıyorduk ama yine de evimize baskın yapılıyordu. İşte bu olayların tümü devlet ile vatandaşları arasında ki uçurumu gözler önüne seriyor.

PKK konusuna girelim biraz… Size göre PKK nedir?

PKK ilk kurulduğu zaman devletin görevlileri yani polisi, memuru, askeri PKK’yı küçümsediler. Hatta Turgut Özal ‘birkaç baldırı çıplak dağa çıkmış’ diyerek o da küçümsemişti. İşin garibi ise PKK dağa çıktığı zaman Kürt solunun devamı olarak çıkmıştı. Zaten PKK’nın açılımı da Kürdistan İşçi Partisidir. Sol bir parti olduğu için kimse PKK’ya itibar etmedi. Uzun zaman dağda öyle yalnız kaldılar. Peki, PKK neyi savunuyordu? Hak ve özgürlüklerden ziyade kominizmi savunurlardı. Yani bir ekonomik doktrin olarak önerileri vardı. Öyle hak ve özgürlük talepleri yoktu.

Peki, siz Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile de çalıştınız. Onun Kürt sorununa bakışı nasıldı?

90’lı yıllarda, yani Erbakan Hocanın döneminde toplum insan hakkının değerini anladı. Erbakan Hoca şunu söylemişti; ‘Bu ülkede bir Türk’ün hakkı ne kadarsa bir Kürdün de hakkı o kadardır. Bundan fazlası da eksiği de olmamalıdır. Siz ne hakla çocuklara her sabah Türküm, doğruyum çalışkanım dedirtiyorsunuz. Kürt kardeşimde kalkar der ki, bende Kürdüm, daha çalışkanım, daha doğruyum. Siz ayrımcılık yapıyorsunuz’ dedi. Bu açıklaması üzerine Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesi tarafından ‘bölücülük’ yaptığı iddiasıyla tam bir yıl ceza verildi. Kürt halkının haklarının ilk savunması Erbakan Hoca ile başladı ve cezaya çarptırıldı. O dönemlerde Kürt halkının haklarını savunmak bölücülük sayılıyordu.

Size göre Kürt sorunu nasıl çözülür?

Güvenlik politikasıyla sorun çözülmez. Neden? Çünkü orantısız bir güç var ortada. Türkiye’nin ordusu 700 bin kişi iken PKK hareketi 5 bin kişiden oluşuyor. PKK hareketinin olması aslında ordunun işine geliyordu. Bundan dolayı da ordu PKK’yı bilerek kendi halinde bırakmıştır. Ordu PKK’yı bahane ederek hazine bütçesinden büyük paylar alıyordu. Eğer PKK sorunu halledilseydi bu pay azalacaktı. Bundan dolayı da hiçbir zaman bitirmek istemiyorlardı PKK’yı. Orduya hazineden büyük paylar verilmesi ordumuzu tembel bir hale getirmiştir. Üretmek yerine daima para karşılığında Avrupa ve Amerika’dan silah almışlardır. Buda onlara rahatlık sağlamıştır.

Nasıl bir rahatlıktı bu?

Ordumuz kendini teknolojik donanım açısından geliştirmek yerine dış ülkelerden her şeyi hazır kullanmayı tercih etmiştir. Tabi bu da yabancı ülkelerin işine yarıyordu. Her gönderdiği ürünün parçalarını eksik göndererek devamlı sömürüyordu ülkemizi. Orduya giden parayı denetleyerek ancak sorunu çözebilirsiniz.

90’lı yıllarda Halkın Emek Partisi (HEP) vardı. Bu parti Kürtlerin hakkını savunuyor muydu?

Hayır. O döneler HEP’in ne iş yaptığını bizde anlamıyorduk. O yıllarda Kürtlerin hakkını Refah Partisi savunuyordu. Refah Partisi insan haklarına çok önem veriyordu. İnsan hakları dolayısıyla da Kürtlerin hakkını da savunuyordu. HEP bir Kürt partisi gibi görünürdü ama hiçbir zaman Kürt halkının haklarını savunmadı. Sadece parti olarak öylece varlığını idame ettirmeye çalışıyordu. Ama 90’lı yıllarda Kürt bölgelerinde çok büyük sıkıntılar yaşandı. JİTEM diye bir bela vardı ve evlerinden insanları alıp çeşitli zulümler yaparak öldürüyordu. Asit kuyularına atılan yüzlerce vatandaşımız vardı. İşte Erbakan Hoca önderliğinde partimiz de bu insanların haklarını savunuyordu.

JİTEM’in yaptıkları bölgede nasıl bir etki oluşturdu?

Askerin bilhassa JİTEM’in yaptığı zulümler ve infazlar Kürtler üzerinde çok olumsuz etkiler yarattı. Kürtler daha önce askere sıkılan her kurşuna tepki gösterirken JİTEM’in zulmünden sonra değişmeye, sorgulamaya başladılar. JİTEM’in bu yaptığı zulme birde Diyarbakır Cezaevinde ki işkencelerde eklenince halk artık derin bir sorgulama sürecine girdi. Bizde bunların farkına varınca bu sorunu halkın talepleri doğrultusunda bitirmek istedik. Erbakan Hoca anadil hakkını dile getiren ilk kişidir. Hoca anadili savunan konuşmasıyla bir tabuyu yıkmıştı. Refah partisi insan hakları için yol açtı Ak Parti’de onun devamını getirerek Türkiye’yi insan hakları yönünde ilerlemesini sağladı.

Anadilde eğitim sizce ülkeyi böler mi?

Anadilde eğitim Türkiye’de verilmeye başlansa çok fazla talep olmaz. Hatta hiç kimse anadilde eğitim almak istemez. Ülkemizde yaklaşık 180 üniversite bulunuyor. Diyelim ki bir Kürt İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Kürtçe okumuş olsun. Ya ondan sonra… Kaç tane Kürtçe üniversite var ki gidip okusunlar. Anadilde eğitimin şuan alt yapısı yok.

Peki, üniversiteler de açılan Kürtçe bölümler anadilde eğitimin alt yapısını oluşturmuyor mu?

Evet, alt yapı oluşturuluyor. Açılan Kürdoloji bölümleri anadilde eğitimin alt yapısını oluşturuyor. Anadilde eğitim olsun. Biz parti olarak da buna karşı değiliz. Aslında anadilde eğitim var.

Nerelerde var?

Medreselerde Kürtçe eğitim, yani anadilde eğitim var. Tillo’da, Norşin’de anadilde eğitim veriliyor. Oradaki medreselerde Kürtçe ve Arapça eğitim veriliyor. Aslına bakarsak Kürtçe eğitim Kürtleri 50 yıl geriye götürür. Bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Bir dili yeniden inşa etmek kolay değil çünkü.

Çift dilli eğitim (Kürtçe ve Türkçe) olsa daha iyi olmaz mı?

Bence Kürtçe eğitim olsun Türkçe ise seçmeli ders olarak sunulsun Kürtlere… Bu sorunu daha hızlı çözer. İnsanlar eğitimlerini kendi dillerinde alsınlar, devletinin dilini de seçmeli olarak alsınlar. Bu daha iyi olur diye düşünüyorum.

Bu konuyu buradan kapatarak önemli bir noktaya gelmek istiyorum. Bazı çevreler tarafından sık sık dile getirilen ‘Kürtler kullanılıyor ’ diye bir söylem var. Siz bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürtler çok kabiliyetli bir millettir. Onlara kullanılıyor demek büyük bir hakarettir ve hiçbir doğruluk payı da yoktur. Onlar bir işi yaparken ileri düşünerek yaparlar, onun bunun lafına gelip bir şey yapmazlar. Çok akıllı ve dindar bir millettir. Bundan dolayı da bu söylemi hiç doğru bulmuyorum. Bunu çevremizdeki Kürtlere bakarak da anlamak mümkün.

Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere ilçesinin Güzelyazı köyünde bir facia yaşandı. Bu vahim olayın faili hala ortaya çıkarılamadı siz bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Uludere faciası çok karanlık ve acı bir olaydır. Uludere olayının faili belli aslında.

Faili kim?

TBMM Uludere Alt Komisyon Başkanı söyledi. Uludere’de vur emrini veren Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’di.

Madem faili belli neden gereken hukuki işlemler yapılmadı?

Zannımca karanlık noktalar var bu işin içerisinde. Karışık bir istihbarat var. Bunun amacı hükümeti sıkıştırmaktı Başbakan da bunun farkında olduğu için durumun netleşmesini bekliyor.

Son zamanlarda kamuoyunun merakla takip ettiği İmralı sürecini (Devletin Abdullah Öcalan ile görüşmesini) nasıl değerlendiriyorsunuz. Sizce bu süreç nasıl vuku bulur?

Uzun süredir Devlet Öcalan’la oturup konuşmadı. Geçmişte yaşananlar adeta kör döğüşüne dönmüştü. Hocamız zamanında ilk defa Öcalan’la MİT yetkilileri aracılığıyla Suriye’de görüşüldü. Amaç PKK’nın neden dağda kaldığını net bir şekilde anlamaktı. MİT görevlileri Muhaberat ile irtibata geçti ve görüşmeler başladı. Muhaberat Suriye’nin istihbarat teşkilatıdır. Tabi o zamanlar Abdullah Öcalan Hafız Esad’ın yanında piyon gibiydi. Bu görüşmelerden PKK ve Öcalan memnun kalmıştı. Elindeki tutsakları bize teslim etmişti. O dönemlerde bir hadise oldu.

Neydi o hadise?

Anlatayım hemen. Hocamız İran’a gitmek istiyordu. Amerika ise buna oldukça tepkiliydi ve engel olmak istiyordu. Hoca Amerika’yı dinlemedi ve İran’a gitti. Ne olduysa bundan sonra oldu ve olaylar birden tersine döndü. Öcalan Milliyet Gazetesine açık bir mektup verdi. Hoca’ya görüşmelerin sonlandırılmasını açık bir mektupla belirtti. Mektubun satır aralarında Öcalan’ın bir emir sonucunda böyle bir karar aldığını algılamak mümkündü.

Peki ya şuan ki ‘İmralı süreci’ nasıl işler?

Şuan Öcalan elimizde, emir alsa da almasa da… Şuana kadar görüşmemek yanlıştı. Şuan Öcalan’a dışardan bir baskı yok, PKK’ya da dışardan herhangi bir baskı yapılmıyor. Bundan dolayı da şuan yaşanan süreç çok doğru bir şekilde ilerliyor. Bu süreci destekliyorum. Çünkü Öcalan isterse bu ülkede kaos çıkarma gücüne sahip. Bugün istese 5 bin kişi kendisini onun için yakabilir. Yani onun için her şeyi yapabilecek en az bir 5bin kişi var. Ülkenin selameti açısından Öcalan’ın muhatap alınmasını doğru buluyorum. Bu sorun ancak böyle çözülebilir. Aklı başında herkes de bu sorunun silahla çözülemeyeceğini ancak diyalogla çözülebileceğini de anlar. Öcalan, elimizde bir fırsattır bunu değerlendirmek gerekiyor. Öcalan boş bir insan değildir, dünya gerçeğini de Türkiye gerçeğini de iyi bilen biridir. Bu süreçte Öcalan’ın aklıselim davranacağına inanıyorum. Sonuçta o da bu vatanın bir evladıdır. Bunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

Başka çare de yok gibi görünüyor?

Evet, başka çare yok! Burada önemli olan Öcalan’ı muhatap alıp almamakta değildir. Burada önemli olan insanları öldürmemektir. Allah diyor ki; ‘Ey insan ben seni en güzel şekilde yarattım. Sen Eşref-i Mahlûkatsın’. Şimdi bunu bir kenara bırakıp boş bir dava için insanların ölümünü izlemek ne kadar doğru. Bir insanı kurtaran tüm insanlığı kurtarmış gibidir. Bu düsturlarla hareket etmek gerekir diye düşünüyorum.



Sohbetimizin sonuna gelirken Şeyh Said’i sormadan geçmek istemiyorum. Sizce Şeyh Said’in amacı neydi? Şeyh Said gerçekten vatan haini miydi?

Şeyh Said Efendi diyor ki; ‘Biz neden savaştık, cumhuriyeti neden kurduk halifeliğin devam etmesi için. Biz cumhuriyeti Atatürk’ün halifeliği kaldırması için kurmadık ki.’ İşte Şeyh Said Efendinin muzdarip olduğu asıl noktalar bunlar. Bu olaydan rahatsızlığını Üstat Bediüzzaman’a bir mektupla bildiriyor. Bunun üzerine Bediüzzaman ‘biz kendi çocuklarımıza kurşun sıkamayız, Müslümanı Müslümana kırdırtmamamız lazım’ diyor. 1925’te Şeyh Said hadisesi patlak veriyor. İngilizler o dönemlerde Musul’u alamayınca Şeyh Said olayını bir fırsat biliyor. İngilizler, Şeyh Said’e ilk etapta silah ve mühimmat yardımında bulunuyor. Şeyh Said hareketi Elazığ’a kadar geliyorlar ve Elazığ’ı tek bir mermi atmadan alıyorlar. Bir süre sonra Elazığ’dan Diyarbakır’a dönüyorlar, yolda bir Osmanlı alayı ile karşılaşıyorlar. Onlarda Atatürk ve yaptıklarının Osmanlı ile bir alakasının olmadığını gördükleri için o alayın hepsi Şeyh Said Efendinin safına geçiyor. Geliyorlar Diyarbakır’a… TBMM haber alınca Şeyh Said hareketinin çok hızlı büyümesine şaşırıyor. O dönemlerde Başbakan Fethi Okyar. Fethi Bey çok nazik biri olduğu için bu olayda baskı kullanmak istemiyor. Bundan dolayı Atatürk İsmet İnönü’yü Başbakan yapıyor ve olayı bastırması için Diyarbakır’a gönderiyor. İnönü kurduğu bir orduyla Diyarbakır’a geliyor. Şeyh Said Efendi İnönü ve ordusuyla karşılaşınca aklına Bediüzzaman’ın ‘Müslüman Müslümana silah çekmemeli’ şeklindeki o sözü geliyor. Bunun üzerine şöyle düşünüyor; ‘karşımdaki ordu benim Müslüman kardeşim. Eğer ben silah çekersem Müslüman Müslümanı öldürecek.’ Bunu göze alamadığı içinde kendini feda ediyor ve İnönü’ye teslim oluyor.

Peki ya Şeyh Said teslim olmasaydı, neler olurdu?

Eğer Şeyh Said Efendi teslim olmasaydı büyük ihtimalle İnönü’nün emrindeki tüm askerler Şeyh Said’in tarafına geçerdi. Şeyh Said Efendi insanların ölebilme ihtimaline karşı teslim olmuştu. Yoksa güçlü ve haklı bir davası vardı. Ayrıca halkta onun arkasındaydı. Ama o insanların ölmemesi için İnönü ve birliğine teslim olmuştu. Teslim olduktan hemen sonra İnönü onu Diyarbakır Dağ Kapı da bir dut ağacına asmıştı. Allah Rahmet eylesin. O bir hain değildi, onun tek amacı halifeliğin devam etmesini sağlamaktı. Benim bu anlattıklarımın tamamı şahitlere dayanmaktadır.

Son olarak bölünme endişesi yaşayan vatandaşlara neler söylemek istersiniz?

Bu ülkede ne Türk Kürt’ten ne de Kürt Türk’ten ayrılmaz. Biz aynı dine mensup insanlarız. Kıblemiz ve yaratıcımız bir. Bundan dolayı kimse korkmasın bu ülkede bir ayrılma olmaz. Kürtler ve Türkler kardeştirler.

(NOT: Bu röportaj Mustafa Kılıç'ın 'Türk Sorunu' isimli kitabından alınmıştır.)
 
Ülkemiz'de kürt meselesi yoktur.Siyasiler rant sağlamak için gündemi hep sıcak tuttular.Anadoluya gidin ne sorunu varmış görün
 
Geri
Üst