Küresel Emperyalizmin 2008 Türkiye Tasarımı

Kara Kartal

Banned
Katılım
4 Nis 2007
Mesajlar
1,531
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Yaşasın Yobazlar ve Kahpeler için İstiklal Mahkeme
KÜRESEL EMPERYALİZMİN 2008 TÜRKİYE TASARIMI

KÜRESEL EMPERYALİZMİN 2008 TÜRKİYE TASARIMI :
BİR KEZ DAHA CEPHEDEN HESAPLAŞMAYA DOğRU...

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
milletçe mücadeleyi gerekli gören bir mesleği izleyen insanlarız.
Biz; hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz.


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Değerli okuyucu,

Türkiye’mizin yakıcı 2008 gündeminin ayırdındayız ve bırakın hücrelerimizi, moleküllerimize dek
kaygı hatta acı duyumsuyor, yaşıyoruz.. Ülkemizi ve insanımızı bunaltan bu tabloyu yaratan süreçlerin çok önemli bir bölümü, ekonomik kulvardadır. Belki şaşırtıcı gelebilir ama, “ticaret” olgusudur;
onun sözde “serbestleştirilmesi” ya da “liberalleştirilmesi”dir! 21. yüzyılda emperyalizm bir kez daha en iğrenç silahlarıyla insanlığın ve özellikle jeo-stratejik önemli Türkiye’nin üzerine abanıyor.
Bu kez kendisini “Küreselleşme” maskesi ile saklıyor, albenili sunuşlar ve retorik tuzaklarla yoluna
devam etmek istiyor. Emperyalizmin ulaştığı son aşama, gerçekten çok gaddar araçlar kullanıyor.
Bu arada, özellikle son çeyrek yüzyıldır maske olarak kullanageldiği “Küreselleşme” süreçlerini, insanlığa karşı suç işleyerek, kaçınılmaz, karşı konulamaz, mutlaka uyum sağlanması gereken bir süreç, bir gelişim aşaması olarak sunuyor ve insanları öğrenilmiş çaresizlik sendromuna iterek,
açıkça p***olojik savaşla teslim almak istiyor.
Oysa gerçekte tablo çok yalın : Tarım ve Sanayi Devrimlerinin ardından, 3. Büyük Devrimi yaşamaktayız : BİLİŞİM DEVRİMİ.. Bu görkemli devrime erişilmesinde yeryüzündeki tüm insanların emeği olmasına karşın; tablonun uygarlığın ortak ürünü ve başarısı olmasına karşın,
Batı emperyalizmi, Bilişim Devrimi’nin zorunlu dönüşümlerini “Küreselleşme” masalı ile maskeleyerek tüm insanlığı teslim almak, Yeni Dünya Düzeni tuzağı ile “Tek Dünya Devleti”, “Amerikan Hegemonyası” yaratmayı kurguluyor. Saklamıyorlar da : Dişlerini göstere göstere söylüyorlar ..

* “Yeni Dünya Düzeni’ni, Tek Dünya Devleti’ni propaganda yaparak, para harcayarak,
kan dökerek kuracağız! ” Arthur Schlesinger, CFR Dergisi Foreign Affairs, 1995
* “Küreselleşme, Amerikan hegemonyasının öteki adıdır.” / Dr.H. Kissinger, ABD Eski Dışişleri Bakanı

Türkiye’miz, özellikle milat sayılması gereken bir tarih olan 24 Ocak 1980 Kararları ve onların ancak sıkıyönetim altında uygulanabileceğinin anlaşılması ile 12 Eylül 1980’de sürüklendiği girdaptan
bir türlü başını kurtaramıyor. Gelen her hükümet, küresel güçlerin, özellikle temel oyuncu
Atlantik ötesi “kadim / trajik müttefik” in (!?) değirmenine su taşımakta birbiriyle yarıştı.
2008 başında tablo çok karmaşıklaştı, saflar giderek netleşti. Ötelenen, irili ufaklı kapitalizm klasiği pek çok krizden sonra daha net ve keskin hesaplaşmalara gelindi.. Ülkenin yolları, köprüleri, akarsuları ve denizlerinin satışına geldi sıra.. Kapitalizm ve kapitalistlerin gözlerinin doyduğunun, ihtiraslarının tatmin edilebildiğinin örneği var mı yeryüzünde?
Bu kapsamlı yazımızda; Türkiye ekonomisinin dolayısıyla ülke ve ulus geleceğinin sürüklendiği tehlikeli, hatta “kritik çıkmaz”ı irdelemek ve çözümler önermek görevimizi yapmak istiyoruz...

Makro büyüklükleri anımsayarak başlamak yerinde olabilir..


2007 yıl ortası nüfusu, TÜİK (DİE) verisine göre 73,875 milyon. 6 milyonu aşkın vatandaş yurtdışında.. Böylece, 2008 başında, 80 milyon vatandaşın yazgısı söz konusu.. 2008 merkezi hükümet bütçesi 225 milyar YTL, kişi başına -yurtiçinde- yaklaşık 3 bin YTL düşüyor.

* 2008 bütçesinin ¼’ü salt FAİZ gideri : 56 milyar YTL.. Her hafta 1 milyar YTL’den çok faiz!



Yatırımlara ayrılan ödenek 11 milyar YTL ile borç faizlerinin 1/5’i..

Ya da, tersinden söylersek, borç faizleri yatırımların 5 katı!

Bir başka anlatımla, AKP hükümeti, 1 YTL’lik yatırıma karşılık 5 YTL borç faizi ödeyecek.

Peki bu katlanılamaz duruma ülke nasıl sürüklendi? Tablo sürdürülemeyeceğine göre ne yapmalı?

IMF emriyle, borç ana paralarını ödemek ve “mali istikrar” (verdikleri borcu fahiş faiziyle geri alma güvencesi!) dayatması ile verilmesi öngörülen Faiz Dışı Fazla (FDF) 2008 ulusal gelirinin (GSMH, yaklaşık 680 milyar YTL) % 5,5’i dolayında olacak. Dolayısıyla bütçenin % 16,5’ine karşılık. Faiz + FDF birlikte bütçenin % 41,5’ini ***ürüyor. Maşallah AKP’nin yaptığı devlet bütçesine, 41,5 kez maşallah!..

Demek oluyor ki; Bütçedeki her 5 YTL’den 2’si, faiz ve FDF olarak rantiyeye akacak.. Hani şu Devlete vergi vermek yerine borç vermeyi yeğleyen seçkin yurttaşlarımıza.. Vergi gelirlerinin % 70’ten fazlası dolaylı olarak tüketimden alıncak en adaletsiz biçimde. Devr-i AKP’de “Mülkün temeli adalet” bu mu?
Bir kişilik istihdam en az 50 bin $ yatırım gerektirdiğine göre, AKP hükümeti 2008 içinde en fazla
220 bin insanımıza iş sağlayacak. Oysa, 74 milyon nüfusta (TÜİK, 2007 yıl ortası kestirimi), % 1,2’lik iyimser nüfus artış hızı ile her yıl 900 bin kişiye iş yaratmak gerekiyor. Yabancı sermaye istihdam doğuran yatırımlara gelmiyor, hazırı alıyor ya da spekülatif davranıyor. Yerli sermaye hızla yabancı ortak alıyor, bir bölümü işçi çıkartmamak için boğuşuyor ya da risk almak istemeyen “çıkıyor”.. Romanya’ya, Bulgaristan’a, Mısır’a, Çin’e.. Resmi işsizlik oranları % 10’lardan (2,5 milyon işsiz!), Merkez Bankası’na göre % 20’lerden (5 milyon işsiz!) aşağı düşmüyor.. Özel sektör en az 35 milyar $ yatırım yapacak mı 2008’de ??
Oysa Türkiye, AKP iktidarında “Dolar milyarderi” üretmede şampiyon :

The Forbes dergisi, dünyanın 2006 "en" zenginlerini seçti !

Dünyada 946 dolar milyarderi var. 25'i de Türkiye'den. En çok milyarderi olan ülke, 415 kişiyle ABD. 2. sıra ise 55 milyarderle Almanlara ait. Rusya 53 milyarderle 3., Hindistan 36 milyarderle 4., İngiltere 29 milyarderle 5. sırada. Türkiye ise en çok milyarderi olan 6. ülke! Dünyanın 2. büyük ekonomisi Japonya'nın da önündeyiz! İsviçre’yi, Fransa’yı, İtalya’yı, Kanada’yı.... 195 ülkeyi geride bırakıyoruz! Türkiye'deki 25 "milyarder"in servetlerinin resmi toplamı 36.4 milyar $, geçen yıldan 9.1 milyar $ daha fazla. 25 milyarder Türkiye gelirinin yaklaşık % 10'una sahip. Varsıllığın kaynağı ise yatırımdan çok, satışlar, finans sektörü ya da... En yoksul 14 milyonun payı ise, GSMH’nın yalnızca % 6’sı!
Türkiye uçtu, dünya çapında 21 dolar milyarderimiz oldu! İş, ticaret, finans dünyasının bir numaralı dergisi The Forbes, 2006 yılının dünya dolar milyarderleri listesini açıkladı. Listeye göre 793 zenginin toplam serveti 2.6 trilyon dolara ulaşırken, geçen yıl 8 milyardere sahip Türkiye, 21 milyardere ulaşarak rekor kırdı! (www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4055191.asp?gid=52, 13.03.06)
AKP’nin iktidarının 3. yılında Türkiye, 1 yılda 13 yeni dolar milyarderi yaratarak rekorlar kırıyor.
Her milyarderimiz 2005’te 1 milyar dolar servet edinmiş olsa, bu kaynak dışarıdan gelmediğine göre (kara para aklama seçeneğini saklı tutuyoruz), yılda kişi başına 1000 $ yoksul vatandaş geliri varsayımı ile, 1 milyon insanımızın yoksullaştırılması pahasına gerçekleşmiştir. Dolayısıyla 13 milyon yurttaş, AKP’nin izlediği ekonomi politikları ile, bilerek ve isteyerek yoksulluğa tutsak edilmiştir!
Bir yandan da İslami sermaye büyük bir hızla çoğalmaktadır.. Böylece, siyaseten yaratılan
bu AKP zenginleri, dönüp siyaseti finanse etmektedirler. Yoksullaştırılan milyonlara sürekli yardımlarla, oyları AKP’ye devşirilmekte, toplum sürüleştirilerek güdülmek istenmektedir.

* Demokrasi (Halkın yönetimi) yerine Plütokrasi (Zenginlerin yöetimi)!


Adı “Adalet ve Kalkınma Partisi” olan bir partinin iktidarında oluyor bütün bunlar..
Yoksulluğu gidermek yerine, kaynağı belirsiz fonlardan “sadaka kültürü” yerleştirilerek, milyonlarca yoksul insandan bir tür ucuz oy deposu yaratılarak demokrasicilik oynanıyor; 22 Temmuz 2007 seçimleri ve 21 Ekim 2007 referandumları kotarılıyor; meşruluğu açıkça su ***ürür iktidar ve yasama sorunları ülkenin gerçek istikrar tehdidi durumuna geliyor; kaosa sürükleniyoruz..

22 Temmuz seçimleri öncesi 15 milyona dayanan Yeşil Kart1 sayısı, seçim sonrasında
yaklaşık 5 milyonu “usulsüz verildiği” savıyla geri alınmaya girişilmiştir. Seçim ulufesi miydi bunlar?

IMF’ye yaklaşık 8 milyar $ gibi istenirse bir çırpıda ödencek borç varken (Başbakan RTE’nin
örtülü ödeneği kadar!) ve yeryüzünde IMF’ye borçlu 8 ülke kalmışken, IMF alacaklarının % 90’ı
salt Türkiye’ye aitken, bu Katolik nikahı (!?) her nedense AKP tarafından inat ve ısrarla sürdürülüyor..

Oysa; iş dünyasının önemli dergilerinden The Forbes USA’nın Genel Yayın Yönetmeni dolar milyarderi Steve Forbes :

* "Türkiye'nin üzerindeki yük şu anda IMF'dir diye düşünüyorum. IMF yardımcı olmaktan çok zarar vermektedir. Ekonomik anlamda sürekli borçlandırmaktadır. Türkiye’nin
sağlıklı gelişmesi için IMF’den çıkması temel anahtar. " demektedir. (AA, 16.10.05)


TUİK verilerine göre (www.tuik.gov.tr/arastirmaveprojeler/turcat/body/turcat_tr.html, 12.01.08) :

Merkezi Hükümetin iç borcu : 225 milyar $. Dış borçlar ise 67 milyar $. Toplam kamu borcu 225 + 67 = 292 milyar $. Toplam dış borç 237– 67 = 170 milyar $ özel sektörün borcu..


2007 Eylül sonunda Türkiye’nin toplam borcu 463 milyar $..


(Oysa AKP Kasım 2002’de hükümet olduğunda bu rakam 221 milyar $ idi! 2,1 kat, % 210 büyüdü..)

Toplam borçlar 2008’de beklenen toplam ulusal gelire denk.. Kişi başına 6300 $ borç!


Borç yiğidin kamçısı mı acaba?? Başbakan R.T. Erdoğan da, S. Demirel ustasından bellediği
ezberi yineliyor. Karanlıkta korkusunu bastırmak için ıslak çalanlar gibi. Nasıl çevrilecek, bu borç,
ne pahasına ?? Hangi yaşamsal ulusal çıkarlardan ödün verilerek? Hangi gizli anlaşmalarla??2

Alın size kocaman bir soru :

Yiğit kamçı yer mi? Ya da kamçı yiyenin yiğitliği kalır mı?


Ankara Ticaret Odası (ATO) raporlarına göre ülkede 40 milyon insan (pardon, yiğit!) borçlu..
Bu 40 milyon yiğitin, 27 milyar YTL’ye ulaşan ödeyemedikleri borçları var.. Bir biçimde haciz yiyerek postu deldirecekler, böylece yiğitlikten de olacaklar.. Dahası, Bağ-Kur’un da -onca prim affı ve ödeme kolaylıklarına karşın- 30 milyar YTL birikmiş prim alacağı var.. Borç sahibi yiğitler ödemiyor
ya da ödeyemiyorlar.. Bu durumda Bağ-Kur’un, Başbakan’dan şunu öğrenmesi gerek :


Bağ-Kur da bir kurumsal yiğittir (!).. Alacağını yiğit Türklerden toplayamadığı için sigortalılarına sağlık, emeklilik gibi yükümlülüklerini ancak borçlanarak yerine getirebilecektir. Bu çarpık mantığı uzatabilirsiniz.. SSK için de benzer tablo ve iflasa sürükleme kurgusu sahnelenmiştir bu ülkede..

Başbakan’ın, gemi satın alan 26 yaşındaki oğlu ise, gerçek bir yiğit olup (bu yiğit askerlik yaptı mı sahi?? Yapmadıysa yiğit sayılabilir mi? Sayılamazsa borçlanabilir mi??), borç taksitlerini -gerçekte var ise?- tıkır tıkır ödemektedir. Öte yandan, ABD’de giderek bozulan ekonominin sonucu olarak 1,2 milyon “zavallı” Amerikan vatandaşı “mortgage” kredisi borçlarını ödeyememektedirler. Başbakan RTE’nin tanımına uygun “yiğitçe” davranmayan bu borçlular, “kamçılanan yiğitler” olmak yerine, evlerinden kapı dışarı edilme tehdidi ile boyunları bükük kaldıkları gibi; ABD ekonomisini de,
FED’i de tıkamışlardır. Ekonomik kriz, Atlantik ötesinden dünyaya yayılma potansiyeli taşımaktadır.

Dışalım 154 milyar $, dışsatım 97 milyar $ olup, dış ticaret açığı 57milyar dolara tırmanmıştır (Kasım 07). Dışsatımın dışalımı karşılama oranı % 63,4’tür.. Ayrıca her 100 dolarlık dışsatım için
70 dolarlık dışalım yapılmaktadır. Bu yüzden, içeride yaratılan katma değer nominal olarak son derece yetersiz kalmakta; ayrıca düşük kur dayatması yüzünden dışalım içeride üretimden ucuza geldiğinden, yerli üretim de engellenmektedir. Üreticiler dışalımcıya dönüşmekte, ulusal sanayinin gelişimi engellenerek montajcı, aramal üreten 3. sınıf bir ekonomiye indirgenmektedir. Uzmanlar, 100 milyar dolara yaklaşan-aşan dışsatımın aslında bir “yeniden dışsatım” (re-export) olduğuna dikkat çekiyorlar. Toplam dışsatımın yalnızca %56.5’i 27 Avrupa Birliği (AB) ülkesine yapılmıştır.

* Cari açık (Döviz açığı) 35 milyar doları aşmıştır. GSMH’nın % 8’i gibi tehlikeli bir eşiktedir.


Bu açığı finanse edebilmek için, düşük kur + yüksek reel faiz poması çalıştırılarak ülkeye 103 milyar dolara varan muazzam büyüklükte “sıcak para” (kızgın, serseri para!) çekilmiştir. Düşük tutulan kur nedeniyle dışarıdan ciddi biçimde borçlanan Türkiye rantiyesi, 170 milyar $ büyüklüğünde portföyü ülkeye getirerek TL’ye geçmiş ve Devlete vergi yerine borç vererek, iç piyasalara kredi = borç vererek enflasyonun 2 kat üzerinde gerçek gelir sağlamıştır, sağlamaktadır. Ayrıca arbitrajdan da (kur farkı, Doların TL karşısında değer yitirmesinden) ek vurgun vurulmakta; ülkemizin öz kaynakları, emekçisinin alın teri, yabancı spekülatif sermaye ile birlikte İMKB’de “oynayarak” yurtdışına akıtılmaktadır.

* Ülkemiz yıllardır acımasızca kanatılmaktadır.. (Soru : Kanaması süren canlıya ne olur??)
* Kendi ulusunun sefaleti pahasına Batı emperyalizminin gönencini (refahını) beslemekte;
post-modern sömürge işlevini üstlenmektedir.. Çok yazık. (Soru : Aklımız ermiyor mu olup bitene?)


Dış ticaret açığı, her geçen yıl tehlikeli biçimde büyümektedir. ATO raporuna göre, 1 Ocak 2006’da yürürlük alan AB Gümrük Birliği (GB), 10 yılda 200 milyar $ doğrudan dış ticaret açığı nedenidir!
11. yılda verilen 52 milyar $ açığın 47.8 milyar $’ı, GB yüzündendir :


“ Gümrük Birliği gözden geçirilmeli :


'Dalgalı kur sisteminin kendiliğinden denge sağlayamadığı'nı itiraf eden Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener : Geçen yılki 51.8 milyar dolarlık dış ticaret açığının 47.8 milyar dolarlık bölümünün ortak gümrük tarifelerinin geçerli olduğu ülkelere karşı verildiğini.. Şener, dalgalı kur sistemini belirlerken ortaya konan "cari dengenin kur düzeyi ile kendiliğinden ayarlanacağı" görüşünün bugünkü tablo içinde geçerli olmadığını, dolayısıyla bilimsel ve akademik ortamda değerlendirilmesi gerektiğine inandığını söyledi.” (Cumuriyet, 23.03.07)

Görülüyor ki; 10 yılda 200 milyar doları bulan AB-GB kaynaklı dış ticaret açığı, “kar topu”
(snow ball) kuralına uygun olarak çığ gibi büyümekte, 11. yılda, önceki 10 yılın toplamının ¼’ü düzeyinde bir büyüklüğe ulaşmaktadır. Nereye dek ??

* Geçtiğimiz yıl Türkiye’nin verdiği dış ticaret açığının 47,8 / 52 = % 92’si GB yüzündendir!


Oysa Yüce ATATÜRK, 1 Mart 1922’de TBMM’yi açarken yaptığı çok önemli konuşmada,
1838 İngiliz Ticaret Anlaşması’nı (Balta Limanı Anlaşması) 84 yıl sonra eleştirerek tarihsel bir
uyarı yapmıştır:

“ Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi, bir de kapitülasyon zincirine bağladı. Yabancılar kazanç vergisi vermiyorlardı.3 Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri koşullarda memleketimize sokuyorlardı... Bu sayede mutlak egemen olmuşlardı. ... Rekabet gerçekten
çok gayri meşru, hakikaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu yolla, gelişmeye uygun
sanayimizi de mahvettiler. Ziraatimizi de rehin aldılar...”


Bu paragrafta ilk sözcük olan “ Tanzimat'ın” yerine “Gümrük Birliği’nin” sözükleri konsa,
gerisi tıpa tıp uymuyor mu? Bu ne ürkünç (vahim) hatadır? Ne ilginçtir, Kemal Paşa’nın o ünlü uyarısından 84 yıl sonra da AKP hükümetinin Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener benzer eleştiri yapmakta; “Gümrük Birliği gözden geçirilmeli..” diyebilmektedir.. (Aptallara tarihin yinelenmesi?!)


Yukarıya aktardığımız Yüce Atatürk’ün tarihsel uyarısında son derece önemli “kilit kavramlar” (şifreler!) saklıdır..


Batı emperyalizmi, Osmanlı’yı dize getirmek için sıcak savaşlar kadar başka yöntemlere de başvurmuştur.. 1807 Sened-i İttifak ile başlatılan bu sömürgeleştirme süreci, 1826’da 2. Mahmut “reform”ları ile sürmüş (Osmanlı “de-forme” idi herhalde; Batı “re-forme” ettiriyor!?),
1839’da dışarıdan baskı, “TANZİMAT” sözcüğünün ürküntü veren anlamıyla bütünleşmiştir. “Tebaa”ya “Vak’a-i hayriye” (!?) olarak takdim edilen 3 Kasım 1839 tarihli Ferman, Gülhane Parkı’nda
davul-zurna ile ilan edilmiştir!? (1995’te GB imzalandığında ve Brüksel doruğunu izleyen gün
18 Aralık 2004’te de AB sürecinde benzer gösteriler Ankara’da sahnelenmiştir) Batı emperyalizmi,
bu kez, “Tanzim” etmektedir haşmetli Osmanlı’yı.. Düzeni kalmamış, darmadağın (de-regüle /
ir-regüle) olmalı ki; sıra “Tanzimat” aşamasındadır. Başta, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa olmak üzere, Batı hayranlığı ve özgüven ek***liği o kerteye varmıştır ki, “tam teslimiyet” sürecine girilmiştir..

Yetmemiştir.. Çünkü eğik düzleme oturulmuştur bir kez.. Çok sürmez, 17 yıl sonra sıra “ISLAHAT” a gelmiştir.. Tarihsel basiretimiz bağlanmış olsa gerek ki, bu çok tehlikeli sözcüklerin anlamları üzerinde hiç durmamışızdır.. Batı diplomatik merkezlerinde pişirilen Retorik tuzak bütün hüneriyle işlevdedir. Osmanlı, kendi Sultanı eliyle, Batı’nın kendisini “ıslah” etmesine izin verebilmiştir! Sömürgeleşme öyle bir düzeye varmıştır ki, en aşağılayıcı süreçler bile, şaşılacak biçimde içselleştirilebilmiştir!
Arka arkaya yitirilen savaşlar, eriyen Osmanlı toprakları.. Pozitif bilime kapılarını kapatan koca imparatorluğun müslüman Türk askerlerinin “Allah Allah” naralarıyla yalın kılıç başlattığı saldırılar,
artık Batı’nın topu-tüfeği ile kılıç-pala hatta mızrak-ok menzilininin dışında püskürtülmektedir..

Derken, “demokrasiye geçiş”e (!?) girişilir.. Meşrutiyet ilanıyla (1876) merkezi yönetimin yetkileri sınırlandırılır. Bu arada 1854’te, İngiltere’nin aracılığıyla Galata’daki Yahudi bankerlerden BORÇLANDIRMA da başlatılmıştır.. 23 yıl, mali olarak teslim almaya ya da çökertmeye yetmiş,
koca Osmanlı 1877’de “havlu atmış” ve 1881’in sıcak Temmuz’unda Muharrem Kararnamesi ile, Devlet’in ruh-u revanı Maliye, 19. yüzyılın IMF’si Düyun-u Umumiye’ye teslim edilmiştir.
Türkiye’nin Batı güdümünde “demokratikleştirilmesi” (!?) günümüzde de sürmekte!.. IMF Niyet Mektuplarındaki kimi buyrumlar (direktifler), SEVR Anlaşması’nın 230-231. maddelerinden daha ağır düzenlemeler içermektedir.. Batı güdümünde “demokratikleştirilme” işte böyle “tuhaf” bir süreçtir..

1908’de 2. Meşrutiyet ile “Batı Darbesi” sürer.. Sıra, birkaç cepheden çökertme savaşı ile bayrağın indirilmesindedir. Balkan savaşları, Kuzey Afrika savaşları, Enver Paşa’nın sorumsuz serüvenciliğiyle
1. Dünya Paylaşım Savaşı’na sürükleniş, kuşatılma ve tükenme.. 600 yıllık Osmanlı efsanesinin sonu..

Tarihsel çorap söküğü inanılmaz bir hız ve kolaylıkla ilerlemektedir.. Sonrası pek iyi bilinmektedir :

30 Ekim 1918, Mondros Ateşkesi..

10 Ağustos 1920, Sevr ile işgal ve fiilen bitiş..


1299, Söğüt kasabasında ilan edilen Osmanlı Beyliği, P. Kennedy’nin “The Rise and Fall of the Great Power” adlı görkemli yapıtında ustaca işlediği üzere, sıcak bir Ağustos gününde Fransa’da küçük bir kasabada son bulur. 36. Padişah Vahdettin’in Sadrazamı, Osmanlı’nın idam fermanına imza koyar.

* İşte Türkiye Cumhuriyeti; bu küllerden, tüm zamanların insanlık tarihinde benzersiz-eşsiz bir
ulusal kalkışma ve anti-emperyalist bağımsızlık savaşı ile, Yüce ATATÜRK ve bir avuç kahraman dava arkadaşının, sözcüklere sığmayan emeğiyle adeta yoktan yaratılmıştır. Türk’e armağandır!
* Dolayısıyla, paha biçilmez değerdedir. Harcında, milyonlarca vatan evladının kanı-canı vardır.
En küçük bir hovardalığa sürüklenmesi, bekasının riske atılması asla söz konusu edilemez..


Ancak; Gazi Paşa’nın erken ölümü, Devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul edelim, erkenden zaafa düşürmüştür. Ne var ki, dava meşru, tarihsel olarak o denli haklı ve yapılanlar öylesine doğrudur ki; içeriden ve dışarıdan tüm abanmalar Devletimizi yıkmaya yet(e)memiştir. Kuşku yok, bundan böyle de yetmeyecektir. Fakat, tarihten dersler çıkararak benzer yanlışları aptalca yinelememek koşulu ile. Yoksa, “tarih tekerrürdür” dedikleri, olsa olsa ondan ders almasını beceremeyen aptallara özgüdür.


Biraz tarihe bakalım...

“Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak
ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen
yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.”


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Geçmişte de Batılı düşünürler Merkantilist felsefeyi geliştirmiş, yöneticiler onu Merkantilizm4 stratejisine dönüştürerek uygulamş ve sermaye birikimi için, acımasız sömürünün yanında temel kaynaklardan biri olarak akıllıca kullanmış, Sanayi Devrimi’ni finanse etmişti. Günümüzde ise,
bu “kritik tarihsel işlev” le yükümlü organın adı Dünya Ticaret Örgütü. Biraz yakından irdeleyelim :

GATT SİSTEMİ5


2. Dünya Paylaşım Savaşı ardından, dünyada barışı sürekli kılmak amacıyla, uluslararası ekonomik işbirliği kurulması gerekliliği düşüncesi genel kabul görmüştür. Bu çerçevede, ülkelerin kalkınma çabalarına yardımcı olmak, uluslararası likidite (nakit) ve mali güven gibi gereksinimlere yanıt vermek
ve uluslararası ticareti serbestleştirip artırmak amacıyla yeni kurumların oluşturulması yoluna gidilmiştir. IMF, Dünya Bankası gibi İkiz Kızkardeşler, “Bretton-Woods” kurumları bu çabaların sonucunda ortaya çıkmıştır (1944).
Uluslararası mali alanda sağlanan işbirliğinin yanı sıra, uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi yönünde de benzer bir işbirliğine gereksinim duyulması sonucunda, 50 dolayında ülkenin temsilcileri “Uluslararası Ticaret Örgütü” (International Trade Organisation - ITO) adı altında uluslararası bir örgütün kurulmasını amaçlanmıştır. Öte yandan, ITO’nun kuruluş görüşmeleri sürerken, belirli mallar üzerinde gümrük tarifesi indirimlerinde bulunmak ve ITO’nun ülkelerce onaylanmasına değin geçecek sürede bu indirimleri uygulamaya koymak amacıyla 23 ülke, Ekim 1947'de Cenevre'de “geçici” olarak nitelendirilen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması ‘nı (GATT) imzalamışlardır. ITO’nun kurulamayışı nedeniyle, “geçici” olarak Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması 1948-1994 yılları arasında uygulanmış ve dünya ticaretinde genel kabul gören bir zemin oluşmuştur. 1948’den bu yana,
uluslararası kural ve disiplinlerin daha da iyileştirilmesi ve güçlendirilmesi amacıyla epey çok yanlı (multi lateral) görüşme turu gerçekleştirilmiştir.

Hedef; Gümrük Vergilerinin İndirilerek Konsolide Edilmesi dir (dondurulması, sabitlenmesi).
Ancak çok iyi bilinir ki; gelişmekte olan ülkelerin sanayileri, ancak gümrük duvarları ile korunabilir.

Oysa Bretton-Woods sistemi tam tersini getiriyor.

Sıcak savaşla paylaşımı tamamlanamayan ve çok kanlı bir boğuşmaya kayan çatışma, bir tür mola alınarak ve farklı yöntemlerle sürdürülecektir emperyalistlerce ve de sürdürülmektedir. Taa ki,
küresel Elit’in sözcüsü A.Schlesinger’in, CFR Dergisi Foreign Affairs’te, 1995 ultimatomu hedefe varsın:

* “Yeni Dünya Düzeni’ni, Tek Dünya Devleti’ni propaganda yaparak, para harcayarak,
kan dökerek kuracağız! ”

Gazi Mustafa Kemal Paşa, taa 17 Şubat 1923’te dikkat çekmiştir, İzmir’de toplanan
Türkiye İktisat Kongresi’nin -1,5 saat süren- görkemli açış konuşmasında :

* ''Bir ulusun doğrudan, doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir.''
* “.. Ekonomi demek, her şey demek...” diye gürlemiştir. Devamla :
* “Tarihimizi dolduran utkular (zaferler), yahut yıkımların tümü, ekonomik durumumuzla bağlantılı
ve ilişkilidir. Yeni Türkiye'mizi yaraşır olduğu sağlamlık düzeyine ulaştırabilmek için
mutlaka ekonomimize 1. derecede ve en çok önem vermek zorundayız.
Zamanımız tümüyle bir ekonomi devrinden başka bir şey değildir.”



Dış ticaret açığı ile ele geçirme..


Gelişmekte olan ülkeler önce dışalıma (ithalata) bağımlı kılınmış, dışalım-dışsatım makası açılmış
ve bu ülkeler, dış ticaret açığıyla “dış borç batağı” na sürüklenmiştir.
S o n u ç o l a r a k ; Elit’in maşası IMF, DB, DTÖ’nün buyrumları (direktifleri) doğrultusunda ekonomilerini yönetmeye başlamak zorunda bırakılmışlardır. Yani ekonomik bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. 1944’ten tam yarım yüzyıl sonra 1994’te, küresel ticaretin patronu, Uruguay turlarının
(Uruguay Round) tamamlanmasının ardından (1986-94) artık Dünya Ticaret Örgütü’dür.
Türkiye de bu örgüte (DTÖ) katılır.. (DTÖ ile Eşgüdüm Kurulu, Başbakanlığın 13.09.02 tarih ve
2002/39 sayılı Genelgesi ile kurulur.)


DTÖ -Eski- Genel Başkanı Renato Ruggerio gerçeği saklamaz (1997) :

* “ Biz Küreselleşmenin Anayasası’nı hazırlıyoruz. Ne hükümetler neyin altına imza attıklarının,
ne de şirketler neler kazandıklarının farkındalar. “


Bu süreçte, 13 Ağustos 1999’da MAI Anlaşması’nı6 Türkiye imzalar. Çok çarpıcı bir alıntı sunalım :

* Emeğin mal oluşunun düşürülmesi için her türlü sosyal güvenlik ve yardımın yanı sıra örgütlenmesinin önüne geçilmesi;7 üretimde kullanılacak ham madde ve ara malda birincil önceliğin üretimin yapıldığı ülke olması ya da belli bir oranın bu ülkeden karşılanması ilkesinin yerine,
fiyatının düşük olduğu yerden dışalımına (ithaline) bıraktırmasını..
* DİKKAT : Anlaşmayı imzalayan devletler, 5 yıl Anlaşmadan çıkamayacak ve çıktıktan sonra da 15 yıl süre ile tüm anlaşma kurallarını uygulamak zorunda bırakılacaklardır. “ (Katolik nikâhından beter!?) ... gibi yakıcı düzenlemeler içermektedir.



Tehlikeli oyunacak Reklamlar ile kışkırtıcı pazarlama...


Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, sözde “serbestleştirilen” ticaret (!?) ve indirilen vergilerle dümdüz edilen gümrük kapılarından sokulan pek bol mal ve hizmetlerin pazarlanması da gerekmektedir. Üstelik kışkırtarak.. Reklamlarla dezenformasyon ve tüketime koşullandırma ile..

Reklamlar toplumsal (sosyal) ilişkileri zayıflatıyor..

“Ulusları yöneten ve yönlendiren insanlar, doğal olarak önce ve öncelikle
kendi ulusunun varlığının ve mutluluğunun yaratıcısı olmak isterler.
Fakat aynı zamanda bütün uluslar için aynı şeyi istemek gerekir.

(....) Bunun için insanlığın hepsini bir vücut
ve bir ulusu bunun bir organı saymak gerekir.
Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.
‘Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne’ dememeliyiz.
Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz.
Olay ne denli uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir.
İşte bu düşünüş insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır.
Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun daima fena sayılmalıdır.”


Gazi Mustaf Kemal ATATÜRK


Reklam; değişik mal ve hizmet üreticilerinin ürünlerini kitlelere tanıtmak ve rekabet ederek

daha fazla satış yapmak için sürdürdükleri bir dizi kapsamlı etkinlik olarak tanımlanmaktadır.

Ancak bu profesyonel ve yararlı süreç, ölçü kaçırıldığında, tıpkı bir bumerang gibi geri tepebilmektedir. Kimi reklam etkinlikleri gerçeküstü (sürreaslist) boyutlar yüklenerek, hedef kitlenin adeta ayaklarını yerden kesmektedir! Reklam kahramanları ya da özneleri sıklıkla rol modeli olmaktadırlar. Soyut düşünebilme yeteneği henüz yeterince gelişmemiş çocuk ve gençler en çok etkilenenlerdir. Reklamların büyülü prens ya da prenseslerinin düşsel konumlarıyla kurulan özdeşim (empati), çocuk-ergen-genç hatta yetişkin kitleleri gerçeklikten (realiteden) koparmakta ve gerçek yaşamla bağdaşmayan ya da gerçek yaşamın yalınlığında ciddi sorunlar doğurabilen hesapsız davranışlara itebilmektedir. Hukuk karşısında ergin (farik) ve sezgin (mümeyyiz) oldukları varsayılan yetişkinleri bile tehdit edebilen bir kuşatma-bombardıman, kışkırtma, ayartma söz konusudur.

Ticaret ve onun türetimi kâr kutsanmıştır !? Emperyalizmin yeni tanrısı “moneter” dir, “Para” dır!

Görece çok uzun döneme yayılan, yine görece “ufak” taksitli ürün reklamları tüketim eğilimlerini kışkırtmakta ve kitleleri ölçüsüz borçlandırmaktadır. Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) verilerine göre, halkın bankalara kredi borçları 80-90 milyar YTL gibi devasa rakamlara erişmiştir ve ATO bu tabloyu “halk borçla yaşıyor..” biçiminde betimlemektedir. Eldeki sınırlı kaynaklar ussal (rasyonel) kullanılamamakta, yaşam konforu ve keyfi eksilmekte, yitirilmektedir.. Özekıyımlar, boşanmalar artmakta, depresyon ve ruhsal bozukluklar toplumda yaygınlaşmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 yılı raporu, kritikleşen önemi nedeniyle Toplumsal Ruh Sağlığı’na özgülenmiştir :

* Dünya nüfusunun ¼’ü ruhsal olarak rahatsız!
* 450 milyon insan ruhsal açıdan sıkıntı içinde yaşıyor.
* Depresif bozukluklar dünyada 4. önemli hastalık nedeni (15-44 yaş diliminde).
* Dünya genelinde her yıl 1 milyon insan intihar ediyor.
* Sürekli stres altında yaşama, tehlikeli koşullar, istismar, sağlıksız ortamlar,
G E L E C E K Ü M İ D İ N İ N Y İ T İ R İ L M E S İ
gibi nedenler, yoksulların daha çok ruhsal sorunlarla karşılaşmasına neden olmakta.
* TÜTÜN kullanımı bu yüzyılda 1 milyar kişiyi öldürecek !
* Tüm ölümlerin % 20’sinden sorumlu olan 5 büyük küresel pandemi (kıtalararası salgın);
1. Tüberküloz,
2. HIV / AIDS,
3. Sıtma,
4. Tütünle ilgili hastalıklar,
5. Şiddet / travma…



Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Dünya akıl sağlığı günü dolayısıyla hazırladığı rapora göre
(28 Nisan 2003), “Çalışma yaşamındaki belirsizliklerden biri olan ‘EKONOMİK KÜRESELLEŞME’ nin yarattığı iş güvencesizliği, çalışma yaşamındaki belirsizlik istikrarsızlık kısa dönemli sözleşmeler vb. nedenler ülkelere göre farklılık gösterse de, alarma geçirecek ürkünçlüktedir. Çalışan her 10 işçiden biri depresyon sağaltımı görmektedir!” Ya çalışmayanlar ?? Hekime erişemezler, kayıt dışı kalırlar..


Ciddi biçimde borçlan(dırıl)an insanlar; bu kez, kaçınılmaz biçimde bu borcu geri ödeme kaygısı
(hatta kaygı bozukluğu!) yaşamaktadırlar. Bu aşamayı izleyen olgu, toplumsallaşmada düşmedir..

Toplumsal ilişkiler en aza çekilerek borç ödenecektir ne yazık ki.. İçe kapalı bireyler ve toplum.. Elbette, kaçınılmaz olarak ülkenin, toplumun sorunlarına yabancılaşma, benmerkezci gerileme..


Böylece kuşatma birkaç koldan yürütülmektedir : Kişiler borçlan(dırılar)arak ülke sorunlarına yabancılaşmakta, borç ödeme telaşına kapılmakta; ek olarak ülkenin toplam borçları büyümektedir. Bir 3. sakınca da ulusal tasarrufların üretken yatırımlara yönlendirilmek yerine tüketilerek dışarıya akıtılmasıdır.. Oysa gelişmekte olan ülkelerde yerli üretim, tasarruf ve yatırım zorunlu 3’lüdür..

Bir başka boyut, parasal gücü yetmese de insanların büyük alışveriş yerlerinde gereğinden çok zaman geçirerek ürünleri (meta) “seyretme” leridir. Oysa bu zamanlar daha sosyal içerikli geçirilebilir.. Piknik, komşu gezmeleri, huzurevi ziyaretleri, hastane, mezarlık ziyareti, kütüphane, kültür-sanat.. vb.
Böyle olmamakta, reklamların P***oloji biliminin olanaklarını kötüye kullanarak adeta bilinçaltı koşullandırma düzeyinde uyguladıkları etik dışı tekniklerle insanlar robotlaştırılmaktadır.
Postmodern hobilerden biri, “supermarket dolaşma” milyonlarca dünyalı tarafından benimsenmiştir!?

“Bolca” reklamı yapılan, bombardıman ile baskılanan bilinçler; o mal ya da hizmete erişime kilitlenmekte, sosyal ilişkilerinin yanı sıra, yaşam önceliklerinde bile kimi kez alt üst oluşlar yaşayabilmektedirler.. Bir tüketim toplumudur yaratılan, hem de çılgınca.. borçlandırılan “birey”ler..
Tıbbi açıdan yeni bir bağımlılık davranışı (açıkçası davranış bozuluğu) ile karşı karşıyayız : “Shopping”!

Vitrinlerde “meta” seyreden insanın düşüncesi de, eylemi de giderek kendisi de bir tür metalaşmaktadır.. Kişilikler içine kapalı (şizoid), içe dönük (introvert) dönüşüme uğramakta; antisosyal davranış ve eğilimler, suça dek uzanan bir eğik düzlemde toplumsal dokuyu
yıkıma uğratmaktadır.

Bu çok tehlikeli bir olgudur.. Örn. ABD’de yaşanan “mortgage kredileri” geri ödenememe bunalımı, makro düzeyde dev bir sorunsaldır ve küreselleşme (küreye yayılma) eğilimi ile yüklüdür..

Reklamların, yetkin bilimsel uzmanlardan oluşan kurullar eliyle denetlenmesi, etik ve bilmsel kurallarla süre, içerik, biçim, teknoloji vs. bakımlardan sınırlandırılması kabul görmelidir.

İnsanlar akılcı, bilimsel, sorgulayıcı, eleştirel düşünmeyi öğrenen -elbette laik- eğitim almalıdır.
Gereksinimlerini gerçekçi olarak değerlendirebilmeli, dürtü denetimi becerileri edinmelidirler.

Halen varolan ve tıkanan borç geri ödemeleri, kolaylık sağlanarak yeniden yapılandırılmalıdır.
Örn. fahiş düzeydeki kredi kartı gecikme faizleri oranları makul rakamlara hızla çekilmelidir.


Yaygın borçlanma, iflaslar, işsizlik.. sosyal barışı dinamitlemektedir.

Bu riskin rahabilite edilmesi zorunludur. Kitleler daha fazla örselenmeden, toplumsal travma derinleşip kalıcılaşmadan, sermaye çevreleri-bankalar hükümetçe uzlaşmaya zorlanmalıdır.
Toplumsal kaynaklar adil, daha eşitlikçi kullanılarak toplumda uçurumlar doğuran kastlaşmaya
izin verilmemelidir. Vergi adaleti kurulması, yoksulluğun yok edilmesi en temel insan haklarıdır.

Sonuç :

“Okuyup-yazma bilmeyen tek bir yurttaş bırakılmamalıdır.
Kalkınma savaşının gerektirdiği teknik işgücü yetiştirilmelidir.
Yurt sorunlarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak
birey ve kurumlar yaratılmalıdır.” (1937 TBMM açış konuşması)


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü koruyarak tam bağımsız onurlu bir devlet olarak uygarlık yarışında önlerde yer alabilmesi, sürdürülen AKP politikalarıyla olanaksızdır. Özelikle 24 Ocak 1980 Kararları sonrası, dış güdümle izlenen yol tıkanmıştır. 1980’de toplam borç 16,2 milyar $ iken, günümüzde bu rakam 29 katına tırmanmıştır (463 milyar $!). 1980’de kişi başına yıllık gelir 1560 $ dolayında iken, gelir dağılımı giderek adalatsizleşerek, iyimser yaklaşımla yalnızca 3-3,5 ile çarpılabilmiştir. AKP hükümeti ile birlikte Kasım 2002’den bu yana 5 yılı aşkın bir zamandır sürdürülen sanal düşük kur-yüksek faiz politikası duvara toslayacak olur ve yıllardır yüksek reel faiz baskısı altında tutulan döviz diyelim 2’ye katlanacak olursa; 480 milyar $ dolayındaki ulusal gelir yarıya düşecek;

292 milyar $ olan dış borç ise 600 milyar $ düzeyine fırlayabilecektir. Gelir-gider farkı 600 – 240 = 360 milyar $’a ulaşırken, borçlar gelirin 2,5 katını bulabilecektir. Böylesi bir tablo, Godot’un geldiği andır! Ekbette AKP de dahil hiçbir hükümet ayakta kalamaz.. Derdimiz elbette öncelikle AKP değildir.
Ülke, çok ağır bir ekonomik krize sokularak dış güdümlü darbelerle ele geçirilmek istenebilir ya da önüne yaşamsal çıkarlardan ödün gerektiren faturalar konabilir : Örn. Kıbrıs’tan askerimizi çekmek!?

* Geldiğimiz aşamada : Ülkemiz ekonomik bağımsızlığını yitirmiş,
çok kritik düzeyde borçlandırılmış, yarı-sömürge durumuna sürüklenmiştir.
* Ülke, neredeyse tasfiye aşamasına düşürülmüştür.



Merkez Bankası ve 3 kamu bankasının İstanbul’a taşınması planı, her türlü sağduyunun ötesinde çılgın bir “uydu” girişimdir, Cumhuriyet’ten intikamcıdır, Cumhuriyet ilee hesaplaşmadır,
dış güdümlüdür, gayrı-millidir, Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa, 3. maddesinde başkentin Ankara olduğunu açıkça yazmakta ve 4. maddesiyle de “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hüküm kılmaktadır. AKP’nin bu akıldışı pervasızlığı mutlaka durdurulmalıdır.

Unutmamak gerekir ki; insan biyo-p***o-sosyal bir canlı olarak tanımlanmaktadır. Değinilen
3 özelliğin, dengeli olarak özenle korunması ve yaşanması gereklidir. İnsan ve toplum sağlığı ciddi oranda bu devingen (dinamik) dengeye bağımlıdır. Bu tablo, insandan yana sosyal politikalarla sürdürülebilir ancak.. Yabanıl (vahşi) kapitalist uygulamaların çok tehlikeli sonuçları göz önündedir.
“Serbest piyasa ekonomisi masalı” kapsamında sağlık ve sosyal güvenlik alanında yapılan özelleştirmeler sistemi çıkmaza sokmuştur. Gelinen aşamada sağlık giderleri 2006’da 30 milyar doları aşmış, kamu kaynakları verimsizce özel sektöre aktarılmış ve sürdürülemez bir aktüaryal denge bozukluğu aşamasına düşülmüştür. Sosyal Güvenlik Kurumu, Maliye Bakanlığı ve Hazine bütçesinden

daha büyük fonları yönetir konuma getirilmiştir (70+ milyar $ fon portföyü döndürülmektedir!)8..

Gelinen “duvara dayanma” ya da “dibe vurma” aşamasında acıklı uyarılar yapan elbette
salt biz değiliz..

Nobel Ekonomi ödüllü (2001), 3,5 yıl DB Başekonomistliği yapmış, B. Clinton kabinesinin Ekonomi Bakanı Prof. Joseph Stiglitz’in uyarıları son derece öğretici ve uyarıcıdır (90’ların Yükselişi adlı kitabı) :

* “AÇGÖZLÜLÜK, şirketler, kişiler ve toplumlar içi iyi bir şey değildir;
başıboş bırakılırsa aldatmacalara, sapmalara ve yıkımlara (felaketlere) yol açabilir.
* SERBEST PİYASA,Washington Oydaşması’nın (Konsensüs) yansımasıdır. (Sanal bir kurgudur! A.S.)
* Sürdürülebilir büyüme ve uzun dönemli verimlilik için izlenmesi gereken en iyi yol;
devlet ve piyasa arasında doğru dengeyi sağlamaktır.
(DİKKAT :Atatürk’ün ekonomi politikası. Batılıların “Atatürk’ün Ekonomi mucizesi” tanımı.)
* Hem şirketler hem de ekonomiler, başkalarının hakları göz önüne alınarak belli bir oranda denetlenmelidir. Bu yalnız etik açıdan değil, ekonomik açıdan da doğru olduğu içindir.
Dünya ekonomisinin daha adil ve istikrarlı rotaya kavuşturulabilmeleri için yapılabilecekler vardır.



Prof. Stiglitz’in bir TV söyleşisindeki değerlendirmeleri, Adam Smith liberalizminin iflasının ilanı dır :


M. Bereket : “Adam Smith, piyasada her şeyi serbest bıraktığınızda, bunun mümkün olan en iyi sonucu; refahı getireceğini öne sürüyordu. Ama, şimdi siz bütün bunların doğru olmadığını mı söylüyorsunuz?” { NTV, Anahtar, 28.04.04 }

Prof. Stiglitz : “Evet, aynen öyle! Yıllarca insanlar Adam Smith'in öne sürdüklerinin altında yatan
varsayımlarda neyin doğru olduğunu anlamaya çalıştı. Ve görülüyor ki bu varsayımlar, hiçbir yerde doğru bir şekilde ortaya çıkmayan varsayımlar. Ek***siz bilgi, kusursuz piyasa... Böyle bir şey yok.”

Yazar, “KÜRESELLEŞME ve DÜŞ KIRIKLIKLARI” (Globalisation and Its Discontents) adlı kitabında;

* “1990’larda yaşanan ani yükseliş ve çöküşün çarpıcı öyküsü.. Neden ve nasıl yaşandı??
Dikkat çekici zenginliğin ortasında yıkımın tohumları nasıl atıldı? ABD ve tüm Dünya, kötüye giden onca şeyden ders almamakta neden direniyor? 90’lı yıllar, kimi yönlerden gerçek başarıların,
gerçek ekonomik büyümenin yaşandığı yıllar oldu. Ancak ABD’de yaşanan ekonomik patlama,
aşırı serbestleştirme ile yapay biçimde körüklendi..”

uyarılarına yer vermektedir ve öngörüleri hemen hemen tümüyle doğrulanmıştır.



Ekonomist Yiğit Bulut’un yazdıkları da son derece kayda değerdir :
("Kendini yok ederek büyüyen tek ekonomiyiz” Vatan, 01.11.07)

* Cari açık ve dış ticaret açığında rekorlar kıran, yani parasını değerli kılarak ithal mallarını
kendi ülkesinde ucuz hale getiren, döviz kurunun sıcak para girişi ile devamlı düşen bir trend içinde kalmasını sağlayan her ülke; kısa vadeli tanımlanmış bir gözlem aralığında büyür.
* Evet, son 5 yılda 'açıklanan veriler' bir büyüme rekorudur ama dünyanın ilk ve tek cari açık
ve dış ticaret açığı ile sağlanmış bir büyüme rekorudur. Bu aslında büyüme değil, cari açık ve
dış ticaret açığı gibi iki önemli değişkeni dibine kadar zorlayan ve ekonomiyi orta ve uzun vadede sakat bırakacak illüzyondur.
* Bu büyüme Türk üreticisinin büyümesi değil, Türkiye'ye mal satan yabancı üreticilerin büyümesidir. Türkiye'ye 2003 yılında 100 birim mal satan bir yabancı üretici 2003-2007 arasında yıllık ortalama
% 5-15 arasında büyüyerek, düşük kur ile "büyüdüğümüz kadar fazla mal" satar hale gelmiştir.
Bu denklem değişikliği o firmanın Türkiye'deki rakibinin de kapanmasına, iflas etmesine
yol açmıştır. Böyle büyüme olur mu?
* Dünya üzerinde kendi üreticisini yok ederek büyüyen bir ülke örneği daha var mı?
* “... Sistem 'entropik' bir yapı olduğu için, dağılıp kaosa geçmeye eğilimli olsa bile, içeridekiler
veya yeni katılımcılar 'sistemi beslemeye' devam ettikçe yani 'para ekleyerek kazanç sağlamaya' devam ettikçe dağılmadan devam eder. Nereye kadar? 'Marjinal kuruş, marjinal kâr' sağlamadığı noktaya kadar. Bu nokta gelince, içerideki kârın transferi başlar ve sanal kule çöker.”



Bir başka yabancı uzman Prof. Michel Chossudovsky, dünyanın en önemli ekonomistlerindendir. Uluslararası finans çevrelerinin sömürüleri hakkında epey çalışması vardır. ‘Yoksulluğun Küreselleşmesi’ adlı kitabında, geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelere, nasıl planlı bir biçimde ekonomik soykırım uygulandığını açıklamakta, uluslararası finans cambazlarının, bağımsız ülkeleri nasıl vesayetleri altına aldığını belgelemektedir :

* Ekonomik soykırım süreci, borçlu olan bir ülkenin kredi (=borç!) anlaşmaları ile başlar.
Kredi verme koşulları, kreditörlerin çıkarları yönünde belirlenir.
* Birinci evre, Ekonomik İstikrar evresidir.
* Finansman mühendisliği ve borç geri ödeme takvimi öyle kurgulanır ki;
borçlu ülke, ancak faizlerini ödeyebilir, ana paranın ödenmesi sürekli ertelenir.
* Kreditörler, tüm büyük kamu yatırım projelerinin ‘broker’ları durumuna gelir.
Her türlü harcama (ve üretim) için tavan konur ve devlet yatırımları planlı biçimde çökertilir.
* Fiyat çarpıklıklarının giderilmesinin gerekli olduğu dayatılır ve fiyat liberalizasyonu başlar.
Tüm sübvansiyonlar ve fiyat denetimleri yavaş yavaş kalkar. Temel tüketim maddelerinin
dışalımı serbest bırakılır. Özellikle tahıl fiyatlarındaki kuralsızlaştırma (de-regülasyon),
programın temel ögelerindendir. Tarımsal girdi maliyetlerinde önemli artışlar olur.
* İkinci Evre, Yapısal Reform (sözde) evresidir.
* Bu evrede, IMF ve DB arasında işbölümü vardır. DB, bu süreci yapısal uyum kredileri ve
sektörel uyum kredileri ile destekler. (Örn. Sağlıkta Dönüşüm için 600 milyon $ kredi! A.S.)
* Ticaretin serbestleştirilmesi (liberalizasyonu) adı altında, dışsatım karşıtı bir eğilim başlatılır. Dışalım kotaları kaldırılır ve gümrük tarifeleri indirilerek tekleştirilir. Kotaların kaldırılması ve koruyucu gümrük engellerinin azaltılması, yerli sanayinin rekabet gücünün azaltılmasına
yönelik olarak uygulanır ancak, süreç yerli üretimin çöküşüne yol açar.
* Özel yerli bankaların yerine, yavaş yavaş yabancı bankalar geçer. (Halen resmen % 42, A.S.)
Bu aşamada ‘Finans Sektörü Uyum Programı’ yaşama geçirilir. Bu programla birlikte,
tüm devlet bankaları yabancı finans devlerinin eline geçmeye başlar. (Endonezya örneği, A.S.)
* Yağma süreci başlamıştır. Sermaye hareketleri serbestleştirilir. Bu sayede elektronik fon transferleri (EFT) aracılığı ile, yabancı şirketlerin kârları serbestçe yabancı paraya çevrilir.
* Kamu maliyesi parçalanırken, yoksulluk yönetimi için ivedi sosyal yardım fonu devreye alınır.
Bu bir toplumsal mühendislik yaklaşımıdır. Toplumdaki gerilim, enaz giderle azaltılmaya çalışılır. Çeşitli Sivil Toplum Örgütleri devreye girer ve uluslararası yardım programlarınca edilen projelerle, büyük bir toplumsal değişim riski bastırılır. Çöken sistemle birlikte, yerel toplulukların zorlukla da olsa yaşamda kalması sağlanır. (DB, arada 500 milyon $ yoksullara destek kredisi verdi.. A.S.)
* Dayatılan uygulamalarla, borç krizine bulunan sözde çözümler, aslında daha çok borca neden oluyor. Reform paketleri, tutarlı bir ekonomik ve toplumsal çöküş programına dönüşüyor.

Örnekleri, yerli ve yabancı yazarlardan çoğaltmak rahatlıkla olasıdır. Örn. www.selimsomcag.org..


Yüce ATATÜRK’ün 1935’lerde bir yabancı ile söyleşisinde dikkat çektiği “öz” çok uyarıcıdır :

* İnsanlar, kapitalizmin aç gözlülüğü ve hırsından uzak yetiştirilmelidirler..

Yeryüzünde insanlar, uluslar, onların devletleri ve emperyalizm varoldukça bu kavga sürgittir. Değişen koşulların zorunlu kıldığı yol ve yöntemlerle ülke ve ulus bütünlüğü ve varlığı; ne pahasına olursa olsun sürdürülecektir. Doğal yaşamda olduğu gibi, tarihsel-sosyal yaşamda da koşullara uyum sağlayamayan ülke ve uluslar-halklar “ayıklanarak” (Tarihsel-Sosyal Seleksiyon) yok olacaklardır.

Bizlerin de bunca dersten sonra tez elden aklımızı başımıza devşirmemiz ve yanılsamadan (illüzyondan) kurtulmamız gerekmektedir. 7 G. Amerika ülkesinin 5 Aralık 2007 günü kurduğu Güney Bankası, KüreselleşTİRmecilerin mali bakımdan çöküşlerinin başlangıcıdır. Bir milattır bu tarih. IMF ve DB boyunduruğunu açıkça reddetmiştir bu ülkeler. Ayrıca G-23 Küreselleşma karşıtları da etkinliğini artırarak büyümektedir. ABD ekonomisi krizdedir ve dünya hızla tek kutuplu olmaktan kurtulmaktadır. Yeni güç odakları doğmaktadır. G-23’ler, Japonya, Çin, Rusya, Hindistan bunlardandır.
Türkiye hızla aklını başına almalı ve bu harakiri politikasından kurtulmalıdır. Davos yerine Sosyal Forumları da görmelidir. Yeri orasıdır, belini kıranların kalleş planlarının yapıldığı Davos şatoları değil.
GB başta, tek taraflı ve ulusal çıkarlarına hizmet etmeyen onursuz anlaşmalardan hızla çekilmelidir.

Kamu öncülüğünde ulusal / ulusalcı ve halkçı bir ekonomi politikası geliştirilmeli, uygulamalıdır.


Yüce ATATÜRK’ün uyarısını kulağımızdan bir an olsun çıkarmamamız zorunludur :
"Efendiler, sırası gelmişken, aziz Milletime şunu tavsiye ederim ki; başının üzerine çıkaracağı adamların kanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an bile geri kalmasın."


Prof. Dr. Ahmet SALTIK,

www.ahmetsaltik.com
Ankara Üniv. Tıp Fak.
 
Geri
Üst