Hayattaki en değer verdiğiniz kişileri kaybetseydiniz, ama hala onları bulabileceğiniz umudu kalbinizin bir köşesinde yanmaya devam etseydi, bu durumda ne yapardınız? Eminim birçoğunuz oyundaki karakterin yaptığını yapardı. Yapımcılar oyundaki yönettiğimiz karaktere herhangi bir isim vermemeyi uygun görmüşler, ancak karakterin seslendirmesi Carlo Mestroni tarafından gerçekleştirildiği için, kolaylık açısından bu ismi kullanacağımı baştan belirteyim. Oyunun baş karakterindeki bu belirsizlik aslında tüm oyuna hakim. Kesin olan tek şey, bu bilinmezlik içerisinde eşi Julie ve kızı Marry’i bulmak için yola çıkmış Carlo’ya yardım ettiğimiz.
Yeni bir “post-apocalyptic” yapımla karşı karşıyayız, ancak oyun bu alanda sunduğu dünya itibariyle türün genelinden ayrılmayı başarıyor. Normalde oyun yapımcıları “Doğa verdiğini geri alır.” teorisine bağlı kalarak, bizleri yemyeşil doğa manzaralarının olduğu ormanlık alanlara sürüklerler. I am Alive’da ise “Event” olarak anılan, ne olduğu belirsiz bir olayın ardından, yıkıma uğramış bir dünya ile karşı karşıyayız. Hem de ne yıkım… Yıkılmış ve hala devam eden depremlerin de etkisiyle yıkılan binalar, yollar, köprüler, hurdaya dönmüş arabalar… Tüm bu enkazın ardından bıraktığıysa, tozla dolmuş, yaşanmaz bir dünya. Tozlu havanın da etkisinden olsa gerek, oyunda aşırı bir bulanıklık var. Birkaç metre ötenizi net görmeniz imkansız, ayrıca oyuna ilk başladığınızda, yapımcıların mekan tasarımında tercih ettikleri gri tondaki renk paleti de biraz garibinize gidebilir, ancak çok geçmeden tüm bunlara alışıyorsunuz.
Biz Daha Ölmedik
Tam olarak platform türünde tanımlayabileceğimiz oyun sayısı az. I am Alive da bu konuda bir Super Mario olamasa da, oyunun aksiyon yönündeki azlık, yapımı bu türün saf bir temsilcisi olarak tanımlamamızı kolaylaştırıyor. Oyun boyunca Carlo’yla hopluyor, zıplıyor, binalara tırmanıyor, zaman zamansa kötü adamlara hadlerini bildiriyoruz, ancak bu kısım bir aksiyon oyunuyla kıyaslanamayacak ölçüde yüzeysel bırakılmış.
Oyuna başladığınız ilk an, içerisinde bulunduğunuz dünyayı bir kenara bırakırsak, ekranın üstündeki iki bar dikkatinizi çekecektir. Sağdaki kırmızı bar Carlo’nun sağlığını, soldaki beyaz bar ise dayanma gücünü gösteriyor ve dayanma gücü oyun boyunca yaptığınız çoğu şeyde kilit rol oynuyor.
Carlo çok mu sigara içiyordu ya da hiç spor yapmıyor muydu bilemeyeceğim ama, iki dakka koştuğunda dayanma barının hızla boşalmaya başladığını görüyorsunuz, neyse ki bar birkaç saniye içerisinde tamamen yenileniyor da, bu açıdan ekstra süre kaybetmiyoruz. Doğal olarak bir yerlere tırmandığınız zamanda bu bar azalıyor ve işte asıl sıkıntı burada başlıyor. Uzun mesafeli tırmanışlarda bu konuyla ilgili yapmanız gereken iki şey var. Ya çevreden bulduğunuz, duvara monte ederek dinlenmenizi sağlayan “piton” isimli aparattan en az bir tane üzerinizde bulunacak ki, dayanma gücünüz sona erdiğinde, bu sayede yeniden barı fulleyebilesiniz ya da şayet çantanızda dayanma barını dolduran yiyecek/içecek varsa onu kullanabilir ve “extreme effort” haline geçmeden tırmanışınızı tamamlayabilirsiniz.
Extreme Effort size, dayanma barı tamamen tükendiği halde son bir şans veriyor ve bar baştan tükenmeye başlıyor, ancak bu arada Carlo’nun hareketleri de bir hayli yavaşlıyor ve sürekli mouse’a tıklayarak karakterin hızlı hareket etmesini sağlıyorsunuz. Bu sırada ekranda beliren halka ise sizi uyarmaya yarıyor ve bu halka kırmızıya dönüp tamamen küçüldüğündeyse, ne olduğunu sanırım söylememe gerek yok.
Ölmeden tırmanışınızı tamamladığınızdaysa, az önce tekrar boşalmaya başlamış olan barda ne kadar doluluk kaldıysa, yenilenme o kadar oluyor, yani bar tekrardan tamamen dolmuyor. Bunu düzeltmenin yolu ise elbette ki karakterinize gıda takviyesi yapmaktan geçiyor. Carlo’nun sağlığı ise kendi kendini yenilemediği için aynı şeyi sağlık barınızı fullemek için de yapıyorsunuz. Bulacağınız gıdalardan bazıları dayanma gücünüzü, bazılarıysa sağlığınızı yeniliyor.
Su, yemek konservesi, ağrı kesici ve fare etiyse Carlo’nun favorileri, ancak bunları bulmak o kadar da kolay değil, çünkü öylesi bir kaynak yetersizliği var ki, insanlar bir konserve için birbirlerini acımadan öldürüyorlar. Tabii hala sizinle yemeğini paylaşan, insanlığını kaybetmemiş kişilerle de karşılaşmıyor değilsiniz.
Yaşamak Sanattır
İnsan öldürmenin suç olmadığı bir dünya düşünün. Toplumda kaos hakim ve toplum topluluk olma özelliğini yitirmiş, insanlar ya tek başlarına ya da birkaç tanıdığıyla hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ya da hiç düşünmeyin, gidin I am Alive oynayın, çünkü yapımcılar olası tabloyu başarılı bir şekilde oyunculara yansıtmayı başarmış.Sokakta koşarken bir anda birinin sizi “Daha fazla yaklaşma!” diye ikaz etmesi ve bu komuta uymamanız karşısında sizi düşünmeden öldürmesi, ilk kez gördüğünüz insanların sizi, üzerinizde bir şeyler olabileceğini düşünerek öldürmeye çalışması, duvarlara kan kırmızısıyla yazılmış tehditkar cümleler verilebilecek örneklerden birkaçı. Bu gerçekçi atmosfer bir takım hatalarla gölgelenmemiş olsaydı şüphesiz daha iyi olurdu, ancak yapımcılar işin tembelliğine kaçmışlar ve yapay zeka karakterlerini 3-5 cümleden ibaret yaptıkları için, bir kişinin sürekli aynı şeyleri söylediğini duyuyorsunuz ve bu biraz sinir bozucu olabiliyor.
Az önce içinde bulunduğumuz dünyadaki tüm yozlaşmaya rağmen, hala sıradan insanların da olduğuna söyledim. İşte bu tür insanlardan, yardımınıza muhtaç olanları geri çevirmezseniz; birini bir serserinin elinden kurtarmak ya da yaralı birine ilk yardım uygulamak gibi; oyun sizi ekstradan bir “retry” ile ödüllendiriyor, böylece öldüğünüzde kaldığınız yerden devam ediyorsunuz, ancak normalde 3 tane olan retry hakkınız kalmadıysa, oyuna biraz daha gerilerden başlayıp, oynadığınız yerleri tekrardan oynamak zorundasınız. Bu açıdan etraftan da bulunabilen retry’lar önemli. Neyse ki oyunda, normal zorluk seviyesi için konuşuyorum, pek ölmüyorsunuz. Bu arada ölümden bahsetmişken, oyunun aksiyon yönünden de bahsetsek iyi olur.
Öncelikle şunu bilin, bu dünyada silah ve yay çok önemli. Öyle mermi ya da yaylarınızı sağa sola cömertçe harcamamanızı öneririm. Zaten bunu siz de fark edeceksiniz. İkinci olarak, her fırsatta silahınıza sarılmayın ve silahınız boşsa sakın ateş etmeye kalkmayın, çünkü muhtemelen takıştığınız insanlar duruma uyanıp sizi anında öldürürler. Oyunda adım başı bir düşmanla karşılaşıp, palanızı çekip onları doğrama ya da silahınızla kafalarına sıkma durumunuz yok. Düşmanlarınız bazen zorlu bir tırmanışın ardından, bazense düz yolda koşarken karşınıza çıkıyorlar. Teke tek mücadelelerde rakibinizi kolayca etkisiz hale getirebilirsiniz, ancak 4,5 kişi size doğru saldırmak için yaklaşırken ve bunların bir, ikisinde de tabanca varsa, o zaman bir takım stratejiler geliştirmeniz gerekli. Burada kendi stratejinizi siz belirlersiniz, ancak şunları söyleyemezsem olmaz:
Genelde tabanca ya da yayınızı çektiğinizde, tabii onlarda da bu türden biri yoksa sizden tırsıyorlar ve işlerini bitirmek daha kolay oluyor. Karşı tarafta da böyle silahlanmış birisi varsa siz silahınızı çektiğinizde muhtemelen size doğrudan saldıracaktır ve üçe karşı tek pala savaşına girişeceksiniz. Bu durumda işiniz bir hayli zor olacaktır, çünkü siz biriyle kapışırken, diğerleri sizin dövüşünüzü beklemiyor ve iki darbede yere yığılıyorsunuz. Düşmanınızın yanınıza kadar gelmesini beklerseniz ise “counter attack” ile onu kolayca etkisizleştirebilirsiniz, ancak geriye kalanlarla işiniz zor. Bazı düşman gruplarındaysa, liderlerini öldürdüğünüzde geriye kalanlar teslim olma yolunu da seçebiliyorlar. Kısacası I am Alive oyuncuları düşmanlara karşı birden fazla strateji geliştirmeye davet ediyor, ne yapacağınız ise elbette ki size kalmış.
Sanırım I am Alive’ın açık dünyalı bir oyun olmadığını belirtmeme gerek yok. Genel olarak açık havada yolculuk etsek de, gideceğimiz yerler belli ve yanlış bir yere doğru giderseniz, ya önünüzün yıkıntı ya da başka bir şeyle kapanmış olduğunu görüyor, ya da kamera açısı değişerek sizi doğru yola yöneltmeye çalışıyor, ayrıca karakterler de sürekli yanlış yolda olduğunuzu tekrar edip duruyorlar.
Ubisoft imzalı bir ürün olmasına rağmen düşük bütçeli bir yapım olduğu göz önüne alınırsa, I am Alive’dan görsel bir şölen beklemek elbette ki mantıksız olur, ancak oyun grafiksel olarak çok da rahatsız etmiyor, elbette ki yapımcıların tozlu dünya kılıfını doğru kabul ederseniz. Yazının başında da belirttiğim gibi, etrafınızı net bir şekilde göremiyorsunuz, çünkü yapımcılar bu şekilde eksik bir dünya kurgulamışlar. Karakter modellemeleri ve animasyonlar ise yeterli görünüyor, ancak Carlo’nun düz atlayışları biraz garibime gitti, bunun dışındaysa, tırmanma konusunda Carlo Ezio’ya yakın bir performans sergiliyor. Gerçi zaman zaman tırmanırken gidilecek yön konusunda sıkıntı yaşasa da, bu göz ardı edilebilir bir durum.
Rahatsız edici bir dünyadayız ve doğal olarak yapımcılar da fonu rahatsız edici seslerle süslemişler. Dayanma barınız azaldığında artan gerilim müziği ise sizi oyuna daha da ısındırıyor. Karakter seslendirmelerinde ise öne çıkan bir performans olmadığı gibi, kötü diyebileceğimiz bir durum da söz konusu değil, tabii tekrar eden diyaloglar hariç.
Son Sözler
Platform oyunlarından hoşlanıyorsanız, muhtemelen I am Alive da hoşunuza gidecektir. Sunulan dünya biraz alışılmışın dışında olsa da, benim alışmam kısa sürdü, sizin de öyle olur diye düşünüyorum ve elbette ki son olarak I am Alive’a yüksek bütçelerle hazırlanan oyunlarla da kıyaslamamak gerek.