.::Hz.Mevlana::.

Gs_HeLL!

New member


Asil adi Muhammed Celaleddin olan Mevlana'nin mahlasi Rumi'dir. Daha cok, lakabi olan Mevlana ile anilir. Kaynaklar onu Ulu Hunkar veya Hunkar Mevlana diye de anmaktadir.
Celaleddin Rumi 30 Eylul 1207'de Belh'te dogdu. Kaynaklara göre annesi Mumine Hatun, Harzemsahlardan Alaeddin Muhammed'in kizidir. Mumine Hatun Konya Karaman'da Mader-i Sultan denen cami dergahta yatmaktadir. Mevlana'nin anne tarafindan Halife Ebubekir soyundan geldigi yolundaki rivayet tarikat erbabinin sikca basvurduklari uydurmalardan biridir. Bu iddianin tutarsizligi buyuk arastirmaci Golpinarli tarafindan Mevlana'yi anlatan hemen tum eserlerde gosterilmistir. Rumi'nin babasi, devrinin unlu bilginlerinden biri olan ve Sultanul Ulema diye anilan Huseyin oglu Bahaeddin Veled'dir.

Kaynaklara gore, Bahaeddin Veled, Mogollarin Belh'i istilasi uzerine buradan ayrilmis ve kesin olarak bilemedigi bir yol izleyerek Konya'ya gelip yerlesmistir.

Sultanul Ulema ailesinin Belh'ten ayrilisi sirasinda Mevlana'nin 5 yaslarinda oldugu yolundaki Eflaki kaydi kesinlikle yanlistir. Mevlana bu goc sirasinda 20 yaslarinda bir insandi. Nitekim goc yolunda Nisabur'da buyuk sufi Feriduddin Attar'la gorusen Bahaeddin Veled ailesinin genc ogullarina Attar, eseri Esrar-name'yi vermistir. Yine goc yolunda, Larende'de Mevlana, Semerkandli Hoca Lala'nin kizi Gevher Hatun'la evlendi. Rumi'nin ogullari Sultan Veled ve Alaeddin Celebi bu hanimdan dogmustur.

Bahaeddin Veled Konya'da halka verdigi vaazlarla buyuk bir une kavusmustur. Selcuklu sultani Alaeddin Keykubat'in lalasi tarafindan Bahaeddin Veled icin Medrese-i Hudavendigar adli buyuk bir medrese de yaptirilmistir.

Bahaeddin Veled'in olumu uzerine onun bilgi ve aydinlik mirasini temsil etme gorevini oglu Celaleddin ustlendi. Bahaeddin Veled'in ilim ve kemalinden yararlananlar Mevlana'nin cevresinde toplanmislardi. Olumunden kisa bir sure sonra, ogrencilerinden unlu sufi bilgin Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'nin Konya'ya geldigini goruyoruz.

Burhaneddin, hocasi Sultanul Ulema ile bulusmak uzere geldigi Konya'da onun yerini alan Mevlana ile karsilasti ve hocasindan feyz almaya fevam yerine Mevlana'ya feyz vermeye basladi.

Seyyid Burhaneddin, entellektuel-kitabi bilgilere teslim olmus gorunen Mevlana'da ilk mistik ilgiyi uyandiran kisi olmustur. Burhaneddin, Mevlana ile 10 yila yakin bir sure mesgul oldu. Mevlana'nin Halep ve Sam'da tahsil gormesinin de Burhaneddin'in tesvikiyle oldugu anlasiliyor.

Tirmizli Seyyid, Mevlana'yi, bur sure sonra bir ask tufani gibi Konya'yi saracak olan Tebrizli Sems'in gelisine hazirlamis ve Sems Konya'ya gelmeden bu kenti terkedip Kayseri'ye gocmustu.
Maarif adli eserinden buyuk bir bilgi ve ask eri oldugunu anladigimiz Seyyid Muhakkik'in olumu Mevlana'yi cok etkiledi.

Olumunu duyunca kalkip Kayseri'ye gitti ve hocasinin biraktigi kitaplari da alarak geri dondu. Burhaneddin'in olumu uzerine, onun baglilari da Mevlana'nin cevresinde kumelendiler ve Mevlana daha buyuk bir halkaya hitap etmeye basladi. Mevlana, cevresinden buyuk itibar goren bircok baglisi bulunan bir din bilgini olarak yasayip giderken onun hayatini alt ust eden bir garip adam geldi Konya'ya: Tebrizli Sems. Hicbir yerde mekan tutmadigi icin durmadan dolasan Sems (Sems-i Perende) diye anilan bu zatin derin bir tasavvuf eri oldugu eseri Makalat'tan anlasiliyor. Ancak onu herhangi bir tarikate veya seyhe mensup gostermek mumkun degil. Ibn Arabi de dahil,
devrinin bircok unlusu ile sohbet etmis fakat kimini felsefeye kapildiklari icin, kimini de seyhlik ilan ettikleri icin agir tenkitlere maruz birakmistir. Ancak onu herhangi bir tarikate veya seyhe mensup gostermek mumkun degil. Ibn Arabi de dahil, devrinin bircok unlusu ile sohbet etmis fakat kimini felsefeye kapildiklari icin, kimini de seyhlik ilan
ettikleri icin agir tenkitlere maruz birakmistir.

Bir kayitsizlik, bir ozgurluk, bir ask ve sonsuzluk devidir Sems. Ve sonunda temsil ettigi bu degerlerin onurunu hakkiyla tasidigini, sehit olarak ispatlamistir. Iste bu Sems birden Konya'da goruluyor. Tarih h. 642, m. 1244'tur. Geliyor ve Mevlana ile tanisiyor. Bu sufi zat ile tanismasidir ki Mevlana'nin hayatinda bir kiyamet olayi kadar buyuk etki yapti ve Celaleddin'in hayat seyri ve dunya gorusu yeni bir yon kazandi. Gercekten de, Semseddin Muhammed adli bu Tebrizli Allah asikinin Mevlana'ya dost olmasiyladir ki insanlik tarihi olumsuz bir sonsuzluk erinin dogumuna gebe olmaya baslamis ve bur sure sonra da Mesnevi adli abide eser vucut bulmustur.

Tasavvufa ilgisi muhakkak olmakla birlikte yine de siradan bir din adami olarak yasayan Celaleddin, Sems'le karsilastiktan sonra benlik denizini sinirlayan duvarlari parcalamis ve caglara sigmayan bir ask ve iman okyanusu halinde akmaya baslamistir. Sems'in Konya'ya gelisinde Mevlana ile karsilasmasi rahmetli Golpinarli'nin kaleminden su sekilde verilmektedir:


"Sems Konya'ya gelince, dogruca bir hana, Pirincciler veya Sekerciler hanina indi. Semseddin, Handa bir sedire, Sems'in tam karsisina oturdu. Bir sure sonra konusmaya basladilar:
Sems- Muhammed mi buyuktur, Beyazid Bistami mi? Mevlana- Bu nasil soru? Elbette Muhammed buyuktur?

Sems- Iyi ama, Muhammed: "Kalbim paslanir da bu yuzden Rab'ime gunde yetmis kez istigfar ederim." diyor. Halbuki Bayezid: "Kendimi noksan sifatlardan tenzih ederim. Zuhurum ne kadar da buyuktur." diyor. Ve; "Cubbemin icinde Allah'tan baska bir sey yok." diye de ilave ediyor. Buna ne dersin?"

Mevlana- Hz. Muhammed her gun yetmis makam asiyordu. Her makam ve mertebeye vardiginda
bir onceki makamdan istigfar ediyordu. Bayezid ise, bir tek makamda kaldi ve bu makamin en yuce makam oldugunu sanarak oyle konustu...

Mevlana'nin bu sozlerini dinleyen Sems, karsisindaki adamin imtihanini basari ile verdigine hukmediyor ve handan birlikte cikip Mevlana'nin dostlarindan biri olan kuyumcu Selahaddin'in evinde tam alti ay Halvete cekiliyorlar. Iste, Mevlana'nin benlik dunyasi bu sekilde yepyeni bir tufana maruz kaliyor ve eski hayati tamamen degisiyor. Mevlana, benliginde bu essiz degismeye vucut veren Allah adamini ve onunla tanismasinin yarattigi inkilabi su misralarla dile getirmistir:

"Kiyasa sigmayan guzelliginin bir zerresi gorununce butun guzellerin guzellikleri bitti, yandi... Dogu olsam, Bati olsam, goklere ciksam senden bir iz bulamadikca ebedi hayattan bir iz yok bana. Ulkenin zahidiyim, kursuye sahiptim. Gonul kazasi, sana karsi ellerini oksamaktan ote bir sey yapamayan bir asik haline getirdi beni..."

"Deftere duskundum. Edip ve bilginlerin ust yanina otururdum. Ilahi ask sarabinin sunucusu olan zati gorunce sarhos oldum, kalemleri kirdim. Gayret gozyaslariyla abdest aldim da namazimda kiblem sevgilinin yuzu oldu. Senden baska basim varsa yok olsun. Sensiz yasarsam varligimi yak. Kabe'de de sevgilim sensin, kilisede de..."

"Askimin atesleri Ars'i da gecti, fersi de. Bu ates icinde Semseddin'in yuzunu gizleyemiyorum..."

"Tebrizli Sems din seyhidir. Alemlerin rabbinin manalar denizidir. Can deryasidir... Gercege ulasmak icin onun etegine yapismak gerekir... Mevlana, golgesiz bir gunes oldugu halde Sems'in cevresinde donup dolasmadadir. Sems onu isigin icine almis, aydinliga bogmustur."

Bu karsilasma, Mevlana ile Sems'i iki asik gibi birbirine baglamis ve Mevlana'yi hem eski hayatindan hem de eski dostlarindan koparmistir. Celaleddin artik tum zamanini Sems ile gecirmektedir. Bu surekli beraberlik, Mevlana'nin ihmale ugrayan eski dostlari tarafindan kiskanclikla karsilanacak ve Sems'e komplolar duzenlenecektir. Mevlana'nin cevresi dusunmektedir ki Sems Konya'dan giderse Mevlana eski haline doner. Oysa ki, bu asla olmamis, Sems'in Konya'dan bir sure uzaklasmasi Mevlana'yi iyice divaneye cevirmistir.

Dedikodular yuzunden Konya'yi 1246'da terkeden Sems, 1247'de tekrar bu kente geldi. Mevlana sevincten ucuyordu. Ne yazik ki, Sems'in basi bu kez cok daha ciddi bir sebepten derde girmisti. Bu da Mevlana'nin evlatligi Kimya Hatun'du. Sems, Kimya Hatun'la evlenmisti. Oysaki, Mevlana'nin oglu Alaeddin'in de bu kizda gonlu vardi. Mevlana bu gonul meselesinde sirdasi Sems'in tarafini tutmustu. Kimya Hatun, evlenmesinden kisa bir sure sonra oldu. Fakat o kisa sure icinde Alaeddin'le Sems'in arasi iyiden iyiye acilmisti. Alaeddin, Mevlana'yi gormeye geldigi zamanlarda inadina Kimya Hatun'un ikamet ettigi sofanin yanindan gecerdi. Sems onu, buradan gecmemesi icin uyarmak ihtiyacini duymustu. Bu uyarma, fesatcilar tarafindan Alaeddin'i cileden cikarmak icin kullanildi. Oyle ya, Sems hem sevdigi kizi almisti hem de kendi evinde Alaeddin'e hukmediyordu.
Mevlana ile ?ems'in dostlu?unu ba?yndan beri kiskananlar bu Kimya Hatun olayini da kullanarak Alaeddin ve yakinlarini Sems aleyhine iyice kiskirttilar. Nihayet Sems, 1247 yili Aralik ayinin 5. gunu, bir komplo ile olduruldu.

Sems'in olduruldugu, Mevlana'dan uzun sure saklanmistir. Halk arasinda dolasan soylentilere ise Mevlana bir turlu inanmak istememistir. Olayin Mevlana'dan gizli tutulmasi yuzundendir ki, ne Sultan Veled'in eserinde ne de Sipehsalar'da Sems'in oldurulusune yer verilmez.

Mevlana, Sems'in yine Sam'a gittigini dusunmus ve onu hep oralarda arayip aratmistir. Nihayet durumu ogrenen Mevlana bu ezel dostundan surekli ayrilmis olmanin acisini icli misralarla dile getirmeye baslamistir:

"Sevgili, o gariplik yurdunda neden bunca zamandir eglesip kaldin, bu gurbetten don, gel gene, niceye dek bu pismanlik? Yuzlerce mektup yolladim, yuzlerce yol gosterdim. Ya yolu bilmiyorsun, ya mektubu okumuyorsun. Gel gene, o hapishanede senin kadrini kimse bilmez. Tas yureklilerle oturma, sen nihayet bu madenin gevherisin. Ey gonulden, candan kurtulan, ey gonulden ve candan el yikayan, ey cihan tuzagindan azad olan, gene gel, sen dostlardansin."

"Bu mahallede bir rint, bizim halkamizdan kacip kayboldu. Bu mahallede de birisi ansizin ondan bir iz buldu. Bakin da izini gorun, bu, onun kanlarla bulanmis elbisesi. Bir zamandir onu araya-araya yandik. Gece-gunduz elbisemizi yirtarak onu aramaktayiz. Butun kanlar, eskiyince kararir, kurur. Fakat asiklarin kani ebedi olarak yeniden-yeniye gonulden cosup akar.

Asiklarin kani eskimez, daima tazedir. Kan da taze olunca kime aitse bilinir. Bu eski bir kan davasi diye gecistirme. Asiklarin kani, dunyada ne uyumustur, ne de uyuyup unutulur... Sen de boyle oldurulursen ebedi hayata ulasirsin. Bu cesit oldurulenin canindan Tebriz'e selamimi, kullugumu ulastir."

"Birisi, Hoca Senai oldu dedi. Olum, boyle bir ere kucuk bir is degil. Saman degil ki yelle uctu diyelim. Su degildi ki kis yuzunden dondu farzedelim. Tarak degil ki, bir telden kirilsin. Tohum degildi ki yer onu sikip kurutsun. O, bu yeryuzunde bir altin madeniydi ki, iki cihani da bir arpaya sayardi. Topraktan yaratilan bedenini topraga atti, akla mensup canini goklere cikardi. Halkin bilmedigi ikinci cani, bunu da sasirtmak icin soyluyorum ya, canana teslim etti. Saf sarap, tortuyla karismisti, kupun agzi acikti, tortudan ayrildi."

"Yaziklar olsun ey sevgili, aramzidan gittin. Bircok dertlerle, hasretlerle ayrildin. Dostlarin, beraber dusup kalkanlarin haklasindan topraklar icine gttin, karincalara, yilanlara karistin. Ne oldu o nukteler, ne oldu o guzel sozler? Ne oldu elimizi tutan el, ne oldu gul bahcelerine giden ayak? Latiftin, guzeldin, insanlari kendine kul ederdin. Simdi insanlari yiyen toprak icine gittin ha? Nereye gittin ki, izinin tozu bile belirmiyor? Bu sefer gittigin yol ne de kanli yol... Ey yuzlerce gul bahcesinin cani, neden yaseminden gizlendin? Ey canimin canina can olan, neden benden gizlendin?... Ey Sems, bir Yusuf gibi kuyuya gittin! Ey abu hayat, ipten de gizli kaldin." diyen Mevlana sirdasinin oldurulup kuyuya atildigini nihayet ogrenmis oldugunu da kulagimiza ufler. Mevlana, Sems'in oldurulusunde bir numarali rolu oynadigindan emin oldugu icindir ki, oglu Alaeddin Celebi'nin cenaze namazina bile katilmamistir.


Sems'in olumunden sonra Mevlana, Konyali kuyumcu ve Allah dostu Selahaddin'i sirdas edindi. 10 yil gibi bir zaman sonra Selahaddin de oldu ve Mevlana, sirdasligini Celebi Husameddin adli sufi ile surdurdu. Bu sure zarfinda, insanlik tarihinin en buyuk mirasi arasina girmis bulunan Mesnevi vucuda gelmis bulunuyordu. Mevlana Celaleddin, 1273'te oldu.
"Ben o padisah degilim ki, tahttan inip tabuta binerek yokluga geceyim; benim fermanimin ustune "sonsuzluk" damgasi vurulmustur." diyerek caglarustu bir gonul saltanati kurdugunu ifadeye koyan Mevlana "olum" denen degisimin kendisini yokluga gommedigini ilan etmekte ve sonsuzluk yolcularinin gonul kulagina sunu fisildamaktadir: "Olumunuzden sonra bizim mezarimizi toprakta arama. Bizim mezarimiz, Hak erlerinin gonullerindedir."

Mevlana'yi bizzat kendisinden dinleyebilir mmiyiz? Bu sorunun cevabi "evet" tir. Gercekten de Mevlana, misyonundan zevklerine, metodundan cektigi istiraplara kadar kendine iliskin her konudan acikca sozeden, okuyucularina bilgi veren bir sair- dusunurdur. Onun, kendisini anlatan beyanlari ayri bir etude malzeme olacak kadar coktur.

"Herkes bastan sona gelir, bizse sondan basa gideriz." (DK. 5/289) diyen Ulu Hunkar varlik ve insana ulasilabilecek son noktadan, Allah'tan baktigini soylemektedir. Esasen Allah adami, esya ve insana Allah'in gozuyle bakan adamdir. Boyle bir bakisin sahibi olan gozdur ki insana, zamanustu olani, evrensel-kozmik olani duyurur. "Benim butun feryatlarim benden degil, O'ndandir."(DK, 7/102) diyen Rumi boyle bir bakis kudretini el ileri anlamda tasidigini ilan eder.

Anilan bu kudret, benligin yuzunu sonsuza cevirir ve benlik, sekliyle bu alemde, ozuyle yukari alemlerde seyreden bir varlik-vareden arasi kopru olur. "Topraktakiler esere yuz cevirdiler; ben esirdenim, esere yuz tutmam." (DK. 7/538) diyen Mevlana eserin yani yaratilanin bagrindan ayagini kurtarmis olmayi insanin esas dogumu olarak gorur. Sonsuzluk eri, butun kainati bir tur rahim gibi kullanarak oradan Yaratici suurun sonsuz hurriyet iklimine dogabilen ruhtur. Rumi bu ruhlardan biridir. Diyor ki: "Ilk dogusum gecti gitti; bu solukta asktan dogmusum; ben, kendimden de fazlayim artik, ikinci kez dogmusum ben." (DK. 7/102)

Elbetteki bu ikinci dogum, bu sonsuz hurriyet alanina gecis bedava olmamistir Rumi icin. Hayat, bedavadan bir cok sey verir ama, sonsuzluk asla bedavadan verilmez.

Mevlana, hem kendi erisinin motor gucunu tanitmak hem de sonsuzluk yolcularina ders vermek uzere soyle konusur: "Omrumun ozeti su uc sozden ibarettir: "Hamdim, pistim, yandim." Bu eris sancisi, bu varolus cilesi insani su bahtiyarliga ulastirir: "Nice can Isa'sina ait nice gizli sozleri, esegin gonlune, kulagina zorla soktum." (DK. 5/69) Esegin, Mevlana diliyle igretiye boyun egmis birey veya toplumun sembol adi oldugunu hatirlatalim.

Bu esek istiaresi Mevlana'nin bir cok tespiti gibi Kur'an kaynaklidir. Muddesir Suresi 48-55. ayetler, Kur'an'i arkalarina atip ondan kacanlari, onu anlamaya yanasmayanlari arslandan urkup kacan esek surusune benzetmektedir. Bu bir anlamda vahyin insana sundugu sonsuzluk nimetine sirt cevirmektir. Ve sonsuzluga sirt cevirenler, esek surusudur.

Kur'an'in bu perspektifi Mevlana'nin butun eserlerinde birey ve toplum bazinda aynen korunmustur. Mevlana insanin igreti, hayvan yanini idafe eden emmare nefsi de esek diye anar ve der ki, sonsuzluk yolunu bilmiyorsan esegin tersine yuru; yol oldur.

Sonsuzluk eri, esegin kulagina birseyler sokabilmek gibi essiz bir hunere ulasir ama, unutmamak gerekir ki bu hunerin korunmadi esegin deger verdigi seylere yenik dusmemekle mumkundur. Mevlana kendisinin belirgin niteliklerinden birini de esegin deger verdigi hereyi degersiz gormek, elinin tersiyle itmek olark tanitir. Soyle diyor: "Su asagilik buyucu kari, su dunya, madem ki yok olup gidecek bir gun; tahtini, bahtini, hazinelerini bana bagislasalar ne olur ki?..." (DK. 3/447)


Bu suur, sonsuzluk erini esek surusu (deyim kendisinindir) yani kalabalik icinde yalniz, anlasilmaz, garip, hatta perisan kalma noktasina getirebilir. Ve Rumi bu noktaya gelmistir. "Gumusum-altinim olsaydi, esim-dostum az mi olurdu hic?" (DK. 6/109) diyerek bunu duyuran Rumi, dis gorunusuyle bir dusukluk manzarasi arzeden bu keyfiyetin esasta bir saltanat olduguna dikkat ceker. Bu saltanat ozgurluk-bagimsizlik saltanatidir. Bir kozmik azadelik saltanitidir bu... "Benim isiklarla, nimetlerle dolu binlerce dunyam var; a asagilik ekmekci, sen bana ne naz edersin ki?..." (DK. 3/214) diyen Mevlana, esek surusunun mide ve bagirsaktan gelen gururlarinin nasil bir rezillik ve sefillik sergiledigini ifadeye koyar. Ve devam eder: "Degil mi ki gonul mutfaginda yemekler tabak tabak; peki ne diye asagilik kisilerin mutfagina kase tutacakmisiz?" (DK. 7/339)
Esek surusunun degerleriyle beslenen herseyden tiksinir Rumi. Ruhuna bineklik yaotigi halde, bedenden bile tiksinir. Cunku beden de "asagilik ekmekci" nin taptigi seylerle besleniyor. Soyle yakariyor Mevlana: "Topraktan yaratilmis beden bir kadehtir, cansa ari-duru sarap. Bana bir baska kadeh bagisla, zaten bu kadeh kusurlu."(DK. 2/50) Bu igreti kadehle elde edilebilecek degerleri bir sey sananlari alay konusu eder Rumi, aci onlara. "Bana testi satma; akar irmagi olan, testiyi ne yapacak?" (DK. 2/35) diye de sorar. Nihayet igretinin, sonsuzu tanitmaya yonelik en saf degerlerine bile sirt doner. Mesela Allah'in essizlik ve birligini anlatmak gibi bir buyuk rolu ustlenen (1) rakamina bile dudak bukerek bakar. Bu haliyle o, "Allah kelimesinin harfleri bile tevhidin safligini zedeler" diye dusunen cagdasi Ibn Arabi'ye ne kadar benzer! Allah'i tanitmakla birlikte "tek" ve "bir" sozleri bile sirk kokusu tasir; cunku onlar da igreti alemin, esek surusunun degerledidir: "Oyle bir zerreyiz ki, dort unsura da isyan ettik, bes duyuya da, alti yone de. Zaten bes-alti dedigin de nedir? Tek Allah'a bile kizginim ben." (DK. 1/296)

Evet "Allah tektir, birdir" deriz. Ama bu, baska turlu O'nun essizligini ifade edemedigimizdendir. Allah, sayi, keyfiyet, olcu otesi birdir, tektir. Bunu ifade edecek bir seyse elimizde de yok, dilimizde de.

Rumi'nin bir anlamda kendini anlatan, ama bir anlamda da onu izleyecek gonul erlerini bekleyen cileleri, tehlikeleri haber veren beyanlari da ilginctir. Bu beyanlarin ozeti sudur: "Beni seviyorsan cileye, yalnizliga, dostsuz kalmaya hazir ol! Bakin ne diyor: "Kimde benim atesimden varsa, benden hirka giymistir o. Huseyin gibi yaralidir O, Hasan gibi bir kadehi vardir onun." (DK. 2/53)

Ve sunun altini bircok kez cizmistir Rumi: "Hak erinin bu toprak dunyada dostu olmaz. Var sanan aldanir, olup olmadigini anlamak icin olup tekrar gelmek lazimdir; o da olmuyor: "Dusman kimmis, dost kim?

Bunu anlamak icin oldukten sonra bir kez daha dunyaya gelmek lazim." (DK. 5/181,185) Sonsuzluk eri, igretinin besledigi hicbir seyi, hatta bedeni bile umursamaz demistik. Boyle olunca, sonsuzluk eri icin olum, bir sizlanma sebebi degildir. Olum, Hak erinin ayak bagini cozen bir vuslat araci, bir erdiricidir. Ama bunu anlamak icin esek surusunun de degerlerine mahkum olmamak gerekir.

Rumi, bir sonsuzluk eri, esek surusune teslim olmamis bir ask ve iman eri olarak olumu selamlar, kutsar. Once sunu soyluyor Ebedi Dost'a: "Mademki bedenimden can isteyen sensin, onu verirken kivranirsam adam degilim." (DK. 7/355) ve hayret edenlere soyle sesleniyor: "Olum yasayistir, yasayis; fakat gercegi orten gorus tersine gosterir onu." (DK. 5/97)

Ve Rumi, hayat macerasinin hakkini en ideal anlamda vermis bir Yaratici ben, bir Allah halifesi sifatiyla olumun kendisini goturecegi essiz guzellikler yurdunu, aldatmayan, yalniz komayan dostu gorur ve bunu goremediklerini icin tabutu arkasindan aglayabileceklere soyle seslenir:

"Olum gunumde tabutum yuruyup gitmeye basladi mi bende bu dunyanin gami var, dunyadan ayrildigima tasalaniyorum sanma, bu cesit bir supheye dusme.

Benim icin aglama, yazik-yazik deme; seytanin oyununa duser, duzenine kapilirsan yazik olur, yazik- yazik demenin sirasi gelir.

Cenazemi gorunce ah ayrilik-ayrilik demeye kalkisma; kavusup bulusmam o zamandir benim. Beni kabre indirip birakinca elveda-elveda deme; cunku kabir, can toplulugunun bir perdesidir.

Batmayi gordun ya, dogmayi da seyret; gunese, aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak gorunur amma dogmaktir o; mezar, hapis gorunur amma canin kurtulusudur o. Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; ne diye insan tohumunda da boyle bir supheye dusmuyorsun yani?

Hangi kova kuyuya salindi da dolu-dolu cikmadi; can Yusuf'u, ne diye kuyudan feryad etsin? Bu yanda agzini yumdun mu ac o yanda; artik senin hay-huyun, mekansizlik aleminin havalarindadir." (DK. 3/169)

Rumi, sevgi ve isik kadar sonsuzdur.
 

Gs_HeLL!

New member
Eserleri



Mesnevi
Mesnevi klasik doğu edebiyatynda, bir ?iir tarzynyn adydyr. Edebiyatta ayny vezinde ve her beyti kendi arasynda ayry ayry kafiyeli nazym türüne Mesnevi ady verilmi?tir. Uzun sürecek konular veya hikayeler ?iir yoluyla anlatylmak istendi?inde, kafiye kolayly?y nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi.

Mesnevi her ne kadar klasik do?u ?iirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildi?i zaman akla "Mevlâna'nyn Mesnevi'si" gelmektedir.

Mevlâna Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin iste?i üzerine yazmy?tyr. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söyledi?ine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermi?. Çelebi Hüsameddin de yazarmy?.
Mesnevi'nin dili Farsça'dyr. Halen Mevlâna Müzesi'nde te?hirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasyna göre beyit sayysy 25618 dir.

Mesnevi'nin Vezni:
Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür.



Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve dü?üncelerini, birbirine ulanmy? hikayeler halinde anlatmaktadyr.

Dîvân-y Kebir

Divân ?airlerinin ?iirlerini topladyklary deftere denir. "Divân-y Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divân" manasyna gelir.

Mevlâna'nyn çe?itli konularda söyledi?i ?iirlerin tamamy bu divandadyr. Divân-y Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca ?iire de yer verilmi?tir.

Divân-y Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânynyn bir araya getirilmesi ile olu?mu?tur. Divân-y Kebir'in beyit sayysy 40.000'i a?maktadyr.

Mevlâna Divân-y Kebir'deki bazy ?iirlerini ?ems Mahlasy ile yazdy?y için bu divâna Divân-y ?ems de denmektedir. Divânda yer alan ?iirler vezin ve kafiyeler göz önüne alynarak düzenlenmi?tir.

Mektûbât


Mevlâna'nyn ba?ta Selçuklu hükümdarlaryna ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açyklayycy bilgiler vermek için yazdy?y 147 adet mektuptur.

Mevlâna bu mektuplarynda, edebi mektup yazma kaidelerine uymamy?, aynen konu?tu?u gibi yazmy?tyr. Mektuplarynda "kulunuz, ben deniz"gibi kelimelere hiç yer vermemi?tir.

Hitaplarynda mevki ve memuriyet adlary müstesna, mektup yazdy?y ki?inin aklyna, inancyna ve yapty?y iyi i?lere göre kendisine hangi hitap tarzy yaky?yyorsa, onu kullanmy?tyr.

Fîhi Mâ Fih

Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasyna gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nyn çe?itli meclislerde yapty?y sohbetleri içermektedir. Bunlaryn o?lu Sultan Veled tarafyndan bir kitapta toplandy?y sanylmaktadyr. Eser 61 bölümden olu?maktadyr. Bu bölümlerden bir kysmy, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alynmy?tyr. Eserde bazy siyasi olaylara da de?inilmi?tir. Bu nedenle bu eser tarihi açydan da büyük bir önem ta?ymaktadyr.

Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mür?id ve mürid, a?k ve sema gibi konular i?lenmi?tir.

Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis)

Mecâlis-i Seb'a adyndan da anla?ylaca?y üzere Mevlâna'nyn yedi meclisinin, yedi vaazynyn toplanmasyndan meydana gelmi?tir. Mevlâna'nyn vaazlary, Çelebi Hüsameddin veya o?lu Sultan Veled tarafyndan not edilmi? ancak özüne dokunulmamak kaydy ile eklentiler yapylmy?tyr. Eserin düzenlenmesi yapyldyktan sonra, Mevlâna'nyn tashihinden geçmi? olmasy kuvvetle muhtemeldir.

?iiri amaç de?il, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde ?erh etti?i hadisleri ?u konulara ayyrmy?tyr:



1. Do?ru yoldan ayrylmy? toplumlaryn hangi yolla kurtulaca?y
2. Suçtan kurtulu?, akyl yolu ile gafletten uyany?
3. Ynanç'daki kudret
4. Tövbe edip do?ru yolu bulanlaryn Allah'yn sevgili kulu olacaklary
5. Bilginin de?eri
6. Gaflete daly?
7. Aklyn önemi


Bu yedi mecliste, asyl ?erh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafyndan seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile ba?lamakta, açyklanacak konulary ve tasavvufi görü?lerini hikaye ve ?iirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazyly?ynda da aynen kullanylmy?tyr.
 

Gs_HeLL!

New member
Mesnevilik

Mesnevi'den

Mevlana, "Mesnevi" sine "Birlik Dükkany" demekte, Mesnevi'yi "Mesnevi'miz, Birlik dükkanydyr; birden baska ne belirirse puttur." beytiyle övmekte. Birlik Dükkany.. Her varlyk o dükkanda yo?rulup yapylmakta, orda sergilenmekte, satylmakta; orda yypranip gene orda potaya girmekte, yenilenmekte.
Sebepler sonuçlary meydana getirmekte; sonuçlar, gene sebepler haline gelip ba?ka sonuçlar belirmekte. Bu dükkanyn bir ucu, dükkany yapanin kudret elinde; öbür ucu, sonsuzlu?a dek gitmekte ve gene o kudret eliyle sonu ön olmakta; her an yaratylmakta. Bu dükkanyn alycysy, satycysynyn kendisi."

Bir aşk yüzünden
elbisesi yyrtylan; hyrstan ayyptan adamakylly temizlendi. (1/2/22)
Gönül ehlinin ilimleri,
kendilerini ta?yr. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür. Gönle uran, adamy gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir. Yalnyz tene tesir eden, insanyn maly olmayan ilim yükten ibarettir. (1/275/3446-3447)
Gönül aynası
saf olmaly ki orada çirkin suraty güzel surattan ayyrt edebilesin.
Aşıkların neşesi
de odur, gamy da, hizmetlerine kar?ylyk aldyklary ücret de! A?yk, sevgiliden ba?kasyny seyre dalarsa bu, a?k de?ildir, asly yok bir sevdadyr.
Gönülden sözsüz,
işaretsiz, yazysyz yüz binlerce tercüman zuhur eder.
Dosta dostun
zahmeti a?yr gelir mi? Zahmet: içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
Sohbet
vardyr, keskin bir kylyca benzer; bostany, ekini ky? gibi kesip biçer. Sohbet vardyr, ilkbahar gibidir. Her tarafy yapar, sayysyz meyveler verir.
Dünya
sevgisi, dünya geçimiyle sava?ma yüzünden sana o ebedi azaby ehemmiyetsiz gösterir. Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda ?a?ylacak ne var ki?
Hile ve çare
diye 'zindany delip de çykmaya' derler. Yoksa birisi zaten açylmy? deli?i kapatyrsa yapty?y i?, so?uk ve ters bir i?tir.
"Ey müslüman, edep nedir?"
Diye sorarsan bil ki edep, ancak her
edepsizin edepsizli?ine sabyr
ve tahammül etmektedir.
 

Gs_HeLL!

New member


GİRİŞ:

Gönüller Sultânı Hz. Mevlânâ, 30 Eylül 1207 (6 Rebîü'l-evvel 604) tarihinde döneminin ilim, kültür ve sanat merkezlerinden biri olan ve bugün Afganistan sınırları içinde bulunan Belh'te dünyaya gelir.
Babası devrinin tanınmış âlimlerinden olmakla "Sultânü'l-Ulemâ" (âlimler sultanı) olarak anılan Bahâeddin Veled, annesi Mümine Hâtun'dur.
Mevlânâ henüz beş yaşında iken Belhten ayrılan âile Nişâbur, Bağdat, Kûfe üzerinden Mekke'ye ulaşır, burada Hac farîzalarını yerine getirdikten sonra Medîne, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde üzerinden Karaman'a intikâl eder. Yaklaşık on yıl süren bu seyahatten sonra geldikleri Karaman'da büyük hürmet ve bağlılık görür.
Âile bu şehirden iki kayıp, iki kazançla ayrılır. Zira Hz. Mevlânâ, Karaman'da annesini ve ağabeyi Alâeddin Muhammed'i kaybeder; Gevher Hatun'la evliliğinden ise oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya gelir.
Âlimler Sultânı Bahâeddin Veled ve âilesi, Selçuklu Sultânı Alâeddin Keykubâd'ın ısrarları üzerine 3 Mayıs 1228'de Konya'yı şereflendirir.
O Hz.Mevlânâ ki, "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir" hadisinin sırrına mazhar olan: "Peygamberimizin yolu yordamı aşktır. Biz aşktan doğmuşuz. Aşk anamızdır bizim." diye seslenen; "Allâh beni aşk şarâbından yarattı. Şarâb bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Gene Allâh'ın mesti olarak geldim. Hakk'ın elinden şarâb içtim." diyen bir mânâ eridir. O, babası Sultânü'l-Ulemâ Bahâeddin Veled'in nezaretinde Belh şehrinden esen, Karaman'da uğrak veren ve Konya'da karar kılan; güzellikten, iyilikten ve aşktan yana ne varsa etrafa yayan bir bâd-ı sabâdır.
O Konya ki, yine kendisinin: "Bundan sonra Konya şehrine "Medînetü'l-Evliyâ" (Evliyâlar şehri) lâkabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya gelirse velî olur. Bahâeddin Veled'in mübârek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez." diye vasıflandırdığı şehirdir.
Mevlevîlik, ilhâmını mutlak mânâda Kur'ân ve hadisten alan, "Bende benimle ilgili bir şey bırakmadı" dediği aşkın gerçek hürriyet olduğunu idrâk eden ve bu idrakle merkezinde aşk bulunan; etrâfına da dalgalar hâlinde aşkı yayan Hz. Mevlânâ'nın öğretileri ve "Âyet âyet Kur'ân'ın bütün mânâsı edebden ibârettir." sözü gereğince, insanı utanılacak şeylerden koruyan en hayırlı kalkan olan "edeb" temelleri üzerine, oğlu Sultan Veled tarafından müesseseleştirilmiştir.
Bu tarîkat; âşık, ârif, âlim, kâmil, fâzıl ve hakîm mürşidler vasıtasıyla uzun asırlar boyunca insanlığı güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa, sevgiye, hoşgörüye, kısaca güzel ahlâka davet etmiş; bunu gerçekleştirecek mekân, düstûr ve icrâ usûllerini mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu mekânlar; gerçekleştirilen tasavvuf terbiyesine paralel olarak, nazarî ve amelî eğitimle devrinin en büyük şâir ve hattatları, Türk mûsıkîsinin en kudretli bestekâr ve icrâcıları yanında pek çok müzehhib, mücellid, nakkaş, ressam yetiştiren birer feyz menbaı, bir bakıma, günümüzün Güzel Sanatlar Fakülteleri ve Konservatuvarları hükmünde olan Mevlevîhânelerdir.
Sosyal hayatımıza nezâketi, nezâheti ve zarâfeti yerleştiren; Konya merkezli olmak üzere özellikle Anadolu, Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası ve Kuzey Afrika'da büyük gelişme gösteren; pek çok devlet adamı, âlim ve sanatkârı müntesipleri arasına alan; sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham kaynağı, teşvik ve hareket unsuru olan Mevlevîlik, İslâm Medeniyetini hakkıyla temsil etmiştir.
Hz. Pîr'in: "Beri gel, daha beri, daha beri" diye çağıran sesine kulak verip:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb
beytinde ifadesini bulduğu şekliyle, makbul olan hünerler arasında "edeb"i taleb edenler; muhabbetle acıların tatlılaşacağına ve dertlerin şifa bulacağına inananlar; gönlü, O'nun derdiyle dertlenip, aşksız geçen ömrü hesaba katmayanlar; ayı, leğendeki suda görmekle yetinmeyip, başlarını semâya kaldırarak bizatihi gökyüzünde seyretmek murâdında olanlar bu tarîkatin edeb ve muhabbet zincirinin halkaları olmuşlardır.
Onlar; önünde boyun büktükleri kapıda, istikbâle Mevlânâ'nın çıkacağını ümîd ederek: "Ey kapılar açan Allâh'ım, bana da hayırlı kapılar aç" niyâzında bulunurlar.
Nefs-i arıtmak, gönül huzuru sağlamak ve olgunluğa erişmek maksadıyla ikrâr verilecek kapı, Âşıklar kâbesi olan Mevlânâ dergâhıdır. Çünkü orası gönül hastalıklarının şifâ bulduğu ve noksanların tamamlandığı yerdir.
Ey dil istersen eğer kâmil ola noksanın
Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânânın
Hüdâ'î
Mevlevîlik tarîkatine intisab edenler üç grupta değerlendirilebilir:
1. Çile çıkararak "Dede" ünvanını alanlar
2. Çile çıkarmamakla birlikte Mevlevîliğin örf ve âdetlerine uyarak "Derviş" lik vecibelerini yerine getirenler
3. Dede ve derviş olmadan, dergâhlara devam etmek suretiyle Mevlânâ bendelerinin sohbetlerinden feyz alan "Muhib" ler.


I.BÖLÜM

ÇİLE
Farsça kırk rakamının karşılığı çihil kelimesinin muhaffefi olan bu kelime, tasavvufî bir terim olarak kırk gün müddetle küçük, temiz ve sakin bir yerde yeme, içme ve uykuyu azaltarak ibâdet ve riyâzetle meşgul olma, anlamına gelmektedir.
Muhtelif tarîkatlerde dervişler çilehâne veya halvethâne adı verilen küçük hücrelerde çileye soyunurlar; bu işleme aynı anlama gelen Arapça erbaîn adı da verilir. Başlama ve bitirme de erbaîne girmek; erbaînden çıkmak gibi tabirlerle karşılanır.
Bu uygulama; Hz.Musâ'nın vahiy almak için kırk gece Tûr'da kalarak ibâdet ettiğine işaret eden âyet yoluyla Kur'ân'a; "Kırk günü Allah için ihlâs ve samimiyetle geçiren kimsenin dili hikmet pınarlarıyla beslenir" hadîsinden hareketle de Hz. Peygamber'e dayandırılır.
Mevlevîlikte çile, yukarıda belirtildiği gibi olmayıp, bin bir gün müddetle usûl ve âdâba uygun olarak on sekiz değişik hizmeti görmektir. Çile müddetinin bin bir gün olması; Hz. Mevlânâ'nın hayatı boyunca çıkarmış olduğu halvetlerin toplamının bin bir gün etmesi ve bu sayıya hürmeten tarîkatin usûl ve âdâbı arasında yer verilmesi veya Cenâb-ı Hakk'ın bin bir ismine karşılık olarak bin bir gün zikir ve hizmet etmekle ilgilendirilir. Bütün bu yapılanlardan maksadın Allah'ın rızasını kazanmak olduğu, rızâ kelimesinin ebced hesabıyla değerinin de bin bir rakamı olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.
Çillesi bin bir gün olduysa rızâdır maksadı
Eyler emrâz-ı kulûbu gel tedâvî Mevlevî
Remzî
Çileye başlayan kişi, dünya endîşelerinden kurtulmak arzusunu izhâr edercesine çileye soyunur. Zîrâ "Matbah-ı şerîfe soyunmak, çileye ikrâr vermek için sathî nazar, cüzî tefekkür kifâyet etmez." Çile çeken kişiye çile-keş; öngörülen hizmetleri müddeti ile yapmaya çile tamamlamak, çile çıkarmak; bitirmeden bırakmaya çile kırmak; böyle yapana çile-şiken; pey-mân-şiken denir. Çile kırılırsa baştan başlayarak bin bir günü yeniden hizmetle geçirmek icap eder. Çileye soyunan çilekeşin mekânı yalnız âsitânelerde bulunan matbah-ı şerîf olup, buraya çilekeş ve tekke zâbitlerinden başkaları giremez.
Mevlevî evi, mevlevîlerin bulunduğu yer anlamına gelen Mevlevîhâneler, mevlevî âsitâne, dergâh, hânkah ve tekkelerinin genel adıdır. Mevlevîhâneler, genellikle büyük bir bahçe içine yapılan çeşitli hizmet binalarını ihtivâ eden müesseseler olup; matbah, semâhâne, mutribhâne, mescid, selâmlık, harem dairesi, meydân-ı şerîf, meşkhâne, hücreler, türbe ve hâmuşân bölümlerinden meydana gelir.
Genellikle tarîkat kurucularının ve önde gelen mutasavvıfların türbelerini barındıran âsitâneler, âsitâne-i pîr, makâm-ı pîr, huzûr-ı pîr olarak adlandırılır ve buralar tarîkatin ve diğer dergâhların merkezidirler. Konya âsitânesinden başka: Afyon, Bursa, Eskişehir, Gelibolu, Halep, Kahire, Kastamonu, Kütahya, Manisa ve Galata, Yenikapı ve Bahariye Mevlevîhânelerinde de çile çıkarılmıştır.
Söz vermek, inancını söylemek, kabullenmek anlamına gelen ikrâr kelimesi, bir bakıma inkârın zıddıdır. Mevlevîlikte derviş olmaya söz vermeye, hizmete girmeye, şeyhe bağlanmaya, biat etmeye denir.
Nefs-i arıtmak, gönül huzuru sağlamak ve olgunluğa erişmek maksadıyla ikrâr verilecek kapı Mevlânâ dergâhıdır. Çünkü orası gönül hastalıklarının şifâ bulduğu yerdir.
Şifâ istersen ikrâr eyle emrâz-ı derûnun gel
Tabîb-i cân Mesîh-i câvidândur Şems ü Mevlânâ
Niyâzî
Çileye tâlip olan ve kendisine nev-niyâz yanında cân, mübtedî, nev-mürîd gibi isimler de verilen kişi, matbah-ı şerîfte nev-niyâz makâmı da denilen saka postunda üç gün boyunca oturur; yapacağı hizmetleri görür ve kendisine yapılanlara -âdetâ yok sayılmak suretiyle itibâr edilmeyişine, tahkîr ve tezlîllere- tahammül eder ve yola girmeyi kabul ederse üç günün sonunda ikrârı alınmak üzere aşçıdedenin huzuruna çıkarılır. Şahsa, bu gördüklerinden başka ne gibi sıkıntılarla karşılaşacağı ve ne çileler çekeceği hatırlatılır, bu yolun zorlukları ifade edilir ve:
"... İşte üç günden beridir ki Mevlevî tarîkatinin namaz, niyâz, hizmet ve meşakkatini gözlerinle gördün ve nefsinde tecrübe ettin. Halbuki bunlar hiçbir şey değildir. Daha bir çok çileler çekmek, mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek gerekir. Bütün bunlara tahammül edeceksin.
Sana her kim kötü davranırsa, onlara zinhar mukabele göstermeyeceksin... Her kimden gelirse gelsin, her türlü kazâ, belâ ve cefâya boyun eğeceksin. Eğer bunları yapabileceksen tarîkatimize girebilirsin...Eğer bunlara râzı isen ikrârını alırız." denir, şahıs da bunları kabûl ederek ikrâr verirdi.
İkrâr verecek kişi genç ise, ailesinin iznini alması şarttır.
İkrâr veren nev-niyâza "baş kesmek, görüşmek, niyâza durmak" gibi basit ve temel rükünler hemen öğretilerek hizmete başlatılırdı. Bu noktada ikrâr verene düşen vazife niyâz etmek, yani baş kesip tevâzu göstermektir.
İkrârdan dönmek, asla tasvîb edilmeyen bir davranış olup, ikrârdan dönenin mahşer günü yüzünün kara olacağına inanılır. "İkrârım hakkı için" tabiri hâl ehlinin en büyük yemîni sayılır. Dilimizde "İkrârında durana aşk olsun; inkâr edene yuh" ve "İnsan ikrârıyla, hayvan yularıyla yedilir" atasözleri ikrârın ehemmiyetini ifade eder. Zîrâ ikrâr sıdkile yapılır.
Bizim erbâb-ı ışka sıdk ile ikrârımız vardır
Riyâ ehlinden i'râz eylerüz inkârımuz vardur
Semâ'î

II.BÖLÜM:

Cenâb-ı Hakk'ın dışında murâdı olmayan, huzur ve varlık sahibi olmak isteyen bir cân için en mükemmel hizmet yeri şüphesiz ki Hz. Mevlânâ dergâhıdır.
İkrâr veren ve on sekiz günlük ayakçılık hizmetini tamamlayan câna, aşçı dedenin emriyle arakiyye, mutfak tennuresi ve elifî-nemed verilir. Müridin, yeni giysilerinin üzerine elifînemed kuşanması, bir anlamda derd ve sıkıntılara katlanmayı kabulü şeklinde düşünülmüş; bundan hareketle kendileri için kemer-beste tabiri de kullanılmıştır.
Kendi libâsından soyunup dervîş elbisesi giyen cân, kazancı dedeye teslim edilir. Cân, manevî mürebbî sayılan kazancı dede, nezâretinde ayakçılıktan başlayarak bin bir gün boyunca; ayakçı, çerağcı, süpürgeci, dışarı kandilcisi, yatakçı, tahmisçi, içeri kandilcisi, içeri meydancısı, somatçı, pazarcı, dolapçı, bulaşıkçı, şerbetçi, âbrizci, çamaşırcı, dışarı meydancısı, halife dede, kazancı dede olmak üzere on sekiz değişik hizmeti görür; kendisine tarîkatin tarihçesi hakkında bilgi verildikten başka Farsça öğretilir, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevî'si yanında, Eflâkî'nin Menâkıbü'l-ârifîn'i ve başka lüzumlu eserler okutulur; kabiliyetine göre hat, musıkî, tezhib, şiir vb. talîm ettirilir; semâ çıkarttırılır. Semâ çıkaran dervîşe muvakkat bir sikke verilerek mukâbeleye katılmasına izin verilir.
Mevlevîlikte, çilede bulunanlardan şeyh dâiresine alınıp şeyhin kahve ocağında hizmet için değerlendirilen bir-iki çilekeşe şeyh kûçeği denilmekle birlikte; aşçıbaşının çömezine ser-tabbâh kûçeği; tarikatçi dedenin hizmetinde bulunanlara da tarîkatçi kûçeği denir.
On sekiz değişik hizmeti yapmakla geçen bin bir günün sonunda, meydancı, câna müddetin dolduğunu haber verir. Cân, vazifelerini yerine getirip, çileye başlarken oturduğu saka postuna tekrar oturur; tennûreyi çıkarıp dervîş elbisesini giyer. Akşam hazırlanan meydana giren cân, matbahta hususî olarak basılan lokmadan yemez. Cân, sertarîki müteâkip önce sağdaki, sonra da soldaki dedelerle; daha sonra da matbahtaki cânlarla görüşür ve sağ el sol, sol el de sağ omuz üzerine gelecek şekilde kolları çaprazvârî koyup; sağ ayağın baş parmağını sol ayağın baş parmağı üzerine getirerek -ayak mühürleyip- başı göğüs üzerine doğru öne eğmek suretiyle niyâza durur.
Dergâh-ı Mevlevîde niyâz ile hâk olan
Eflâke nâz iderse yeridür yeri yeri
Gâlib
Sertarîk:
"Vakt-i şerîf hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def' ola.
Dervîş kardaşımızın niyâzı kabûl ola.
Âşiyâne-i Mevleviyyede râhatı müzdâd ola.
Demler safâlar ziyâde ola.
Dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû."
gülbangini okuduktan sonra dedeler hep birlikte "Hû" derler. Başta sertarîk dede ve arkasından kıdem sırasıyla diğer dervîşler meydana çıkarlar.
Herkes hücresine döndükten sonra cân, matbahta lokmasını yer ve elinde çerağla yürüyen meydancının arkasından üç gün sırrolacağı hücresine gider. Birinci günün akşamı, diğer dedeler aldıkları hediyelerle dervîşi ziyaret edip kahve içerler. Üçüncü günün sonunda meydancı "destûr" diyerek izin ister; içeriden cevap mahiyetindeki "hû" sesini işitince: "Hücren küşâd olacak" diyerek perdeleri açar ve cânı tarîkatçi dedenin yanına getirir. Cân, dizüstü oturur; destegül ve merâsim hırkası giyer. Bu hırka, mürîdi aklî mertebesinin, gündelik, sıradan hayatın ötesine adım attıracak bir gücün sembolü olup, Zât-ı ilâhî ile mürîd arasındaki perdeyi ortadan kaldırır; nefisle yapılacak mücâdelede, saldırılara karşı zırh vazifesi görür.
Derviş, kelimeyi oluşturan dal, râ, vav, ye ve şın harflerinin sembolize ettiği (dünya, riyâ, varlık, yalan ve şehvet) unsurlardan kendini arındıran insandır.
Hırka-i tecrîd içinde gerçi pinhân olmuşuz
İbn-i Edhem gibi ışka çünki sultân olmuşuz
Günâhî
Tarîkatçi Dede, "Çileyi bitirdin, asıl şimdi hücre çilesine gireceksin." der. On sekiz gün boyunca hücresinde bulunan ve âsitâneden dışarı çıkmayan cân, bu sürenin sonunda Şems-i Tebrîzî zâviyesine ziyarete götürülür. Dergâha dönüşte, cân, sertarîk veya Çelebi Efendi'den evrâd ve ezkârını alarak çilesini tamamlar; dede ünvânını alarak hücre sahibi olur ve hücre-güzin, hücre-nişîn olarak adlandırılır.
Matbahında çille-keş bir cân iken
Kıldı sâhib-hücre Mevlânâ beni
Tâhir
Çile çıkarmadığı halde, bazı meşhur meşâyıha, tarîkate hizmeti geçenlere, şeyhliği babasından kalmış kimselere de dede denildiği, Konya Dergâhı'nda Çelebi Efendi tarafından kapıdan geçme merâsimi icrâ edilerek dede ünvânı verildiği belirtilmektedir.
Hücre sahibi olmuş dedeye, dergâhın imkânları nisbetinde ikrâmda bulunulur, hücresi tefrîş edilir, dervîş elbisesi ve çamaşır verilir; kıdem ve mevkiine göre -bekâr olan ve hücrede kalanlarına- âdeten niyâz denilen muayyen bir aylık tahsîs olunur. Dedeler ziyaretçi kabul edebilirler ve bu ziyaretçilerin, ihtiyaçların karşılanması maksadıyla bir niyâz hediyesi sunması âdâbtandır. Genellikle, dervîşin hücreye çıkışı kendisi veya bir şâir arkadaşı tarafından tarih düşürülerek tesbît edilir.
Dedeler, başka bir dergâha gittiklerinde de -fizikî şartlar uygunsa- hücre edinebilirler, hücreler yeterli değilse diğer dedelerin yanına birer dede refîk verilebilir.
Mevlevî mürşidleri, feyz kaynağı olan kuvvetli nazarlarıyla, müridlerin iç dünyalarında mükemmel bir inkılâb meydana getirirler ve âdeta toprağı altına dönüştürürler. Onlar hakikî aşkın mazharı, muhabbet sırrının mahremidirler.
Fakrı sadece Allâh'a olan ve O'ndan başkasına ihtiyaç duymayan, dünyadan müstağnî ve kanaat sahibi olan Mevlevîler, bilhassa ruh olgunlukları, fikrî incelik ve tekâmülleri, sanat kabiliyetleri yanında temizlik ve zarâfetleri ile de dikkatleri üzerlerine çekmişler ve sosyal hayatı yönlendirmişlerdir.
Bilmeyenler âşinâ sanmaz bizi mânâ ile
Mevlevîyüz âleme meşhûruz istiğnâ ile
Semâ'î
Hâlıka yol halkun enfâsıncadur dir Mustafa
Her tarîkun eşref ü a'lâsı râh-ı Mevlevî
Şâhidî
Cenâb-ı Hakk'a ve Hz.Peygamber'e bağlılık onun şiirinde en tesirli şekilde şöyle ifadesini bulur:
"Cânım bedenimde oldukça Kur'ân'ın kuluyum;
Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım.
Kim, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenden de bîzârım ben, o sözden de bîzârım."

"Gel muştusu erişti câna,
Gel diyor yüceler yücesi.
Haydi sen cân ol da kanatlanıp uçma..."
diyerek Cenâb-ı Hakk'a yürüyen, büyük Türk mutasavvıf, düşünür ve şâiri; aşk ve gönüller sultanı Hz.Mevlânâ, kendi yerini işaretle:
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir." buyurur.
Mevlânâ hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nûruyla aydınlanır.
Bugün de öyle değil mi?
Hz. Mevlânâ gibi Hoca Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî ve daha nice mânâ erleri, insanda var olan şehvet, kin, gıybet, hırs, ihanet, gazab, zulüm, kibir gibi nefse âit duyguları ıslah ve bertaraf edip; tevbe, zühd, sabır, tevekkül, takvâ, cömertlik ve şefkat duygularını ihyâ sûretiyle gönlü galib kılarlar.
Zaten tasavvuf da güzel ahlâktan ibaret değil midir?

KAYNAKLAR
Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, Âlem Matbaası, İstanbul, 1309.
Can, Şefik, Mevlânâ Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997.
Çıpan, Mustafa, Dîvâne Mehmed Çelebi Afyon Mevlevîhânesi Şeyhi, Konya İl Kültür Müdürlüğü Yay., Konya, 2002.
Duru, Necip Fazıl, Mevleviyâne Şiir Güldestesi, Perşembe Kitapları, İstanbul, 2000.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, MÜİFV Yay., İstanbul, 1994.
Esrâr Dede, Tezkire-i Şu'arâ-yı Mevleviyye, Mevlânâ Müzesi İhtisas Kütüphanesi, No:1502.
Gölpınarlı Abdülbaki, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, 1963.
Gölpınarlı Abdülbaki, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, 1977.
Top, H.Hüseyin, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2001.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1996.
Vassâf, Medâyih-i Hazret-i Mevlânâ, İ.Ü. Kütüphanesi, TY, No:2921.
 

Gs_HeLL!

New member



GİRİŞ:

"Şu halde Semâ aşıkların gıdasıdır.
Çünkü Semâda Tanrı ile buluşma hayali vardır."
(Hz. Mevlânâ)

Hz. Mevlânâ'nın Hakk'a yürüyüşünden sonra oğlu Sultan Veled ve dostları tarafından 13. yüzyılın sonlarında tesis edilen Mevlevilik, sadece Anadolu'da değil Balkanlar'da, Asya'da, Afrika'da ve Arap Yarımadası'ndaki insanları da yüzyıllarca aydınlatan ve hâlâ da aydınlatmaya devam eden bir 'olgun insan' yetiştirme yolu olmuştur.
Konya'daki Mevlânâ Dergâhı merkez olmak üzere 1 Afyon, Kütahya, Manisa, Muğla, Eskişehir, Bursa, Denizli, İstanbul, Bursa, Antep, Diyarbakır, Urfa, Adana, Ankara, Yozgat, Kastamonu, Sivas gibi birçok Anadolu şehrinde; Selânik, Belgrad, Bosna, Kahire, Mekke, Medine, Şam, Halep, Trablusşam, Tebriz ve Lefkoşe gibi yurt dışında 114 ayrı noktada teşkilatlanan Mevlevilik, altı yüzyılı aşkın bir süre başta; Hz. Mevlânâ'nın 'Allah'la birlikte olmak' olarak nitelendirdiği SEMÂ'sıyla tüm dünya insanlarının gönüllerine girmeyi başarmıştır. Bugün yine Hz. Mevlânâ'nın engin fikirleriyle birlikte insanları en fazla etkileyen Semâ'dır.
Semâ, Mevlevilik Tarikatı'nın en önemli unsurlarından biridir. Mevlevî dervişi olmak isteyen kişi önce nev-niyâz (yeni tâlib) unvanıyla Mevlevihanenin matbahında üç gün postta (Saka Postu) oturur 2, bu süre sonunda eğer tarikata kabul edilme onayı almışsa başına sikke giydirilerek Mevlevihânede çalışmaya ve Semâ meşk etmeye başlar. Artık bu kişi bundan sonra 'can' diye anılır. Bir taraftan matbahta bulunan ortasında bir çivinin çakılı olduğu meşk tahtasında Semâ öğrenip tarikatının asıl objesini yerine getirmeye çalışan can diğer taraftan Abrîzcilik, Pazarcılık, Şerbetçilik, Süpürgecilik, Çerağcılık ve Somatçılık gibi 18 adet Dergâh hizmetlerinde de sırasıyla çalışır ve 1001 günlük çilesini çıkarmış olur.
Can'a bu hizmetleri yerine getirirken yeteneğine göre bir meslek de öğretilir. Bu meslekler genellikle güzel sanatların çeşitli dallarında olur; can'ın yeteneğine göre hattatlık, hakkaklık, çinicilik ve mûsıkîşinâslık eğitimi verilir. 1001 günü lâyıkıyla tamamlayan can artık Mevlevilik Tarikatı'na göre 'Dede' unvanı almış, kendisine bir hücre (oda) edinip orada yeteneğine göre çalışmalarına devam etme hakkı kazanmıştır. Bu Dede eğer isterse aynı imkânlarla başka bir Mevlevihâneye gitme hakkına da sahiptir.
Mevlevilik tarihinde yukarıda bahsedilen 1001 günlük çileyi çıkarmadan da dergâha devam edip Semâ öğrenen ve tarikatın gereklerini yerine getiren dervişler de vardı. Ayrıca dergâha hiç devam etmeden tarikatın yetkililerinden feyz alıp, zaman zaman da meclislere katılan kişiler vardı; bunlara da Mevleviliği seven manasındaki 'Mevlevî muhibbi' adı verilirdi.

HZ.MEVLANA'DAN SONRA SEMA

Semâ
İnsanın tabii hareketi olan dönmek, yani Semâ etmek, Hz. Mevlânâ Celaleddin Rumi'den sonra Hüsameddin Çelebi (ölm. 1284), Sultan Veled (ölm. 1312) ve Ulu Arif Çelebi (ölm. 1320) zamanında tarikat haline gelen Mevleviliğin bir sembolü olmuştur. Bu düzenlemelerle mûsıkî ile bütünleşen ve kurallara bağlanan dönme hareketi daha tesirli, daha görkemli ve daha ruha hitap eder bir hale gelmiştir. Yine Hz. Mevlânâ'nın torunlarından Pir Adil Çelebi (ölm.1490) zamanında bugünkü şekline yakın bir hal alan Semâ Mevlevilerce bir tören haline getirilmiştir.
17. yüzyıl ise diğer tarikatlarla birlikte Mevleviliğin de bir gerileme, hatta lağvedilmesiyle karşı karşıya kaldığı bir dönem olmuştur. Tarihe 'Kadızadeler Olayı' olarak geçen bu dönemde Osmanlı sultanı IV. Murad'ın tahtta olduğu vakit önce Vani adlı bir hoca, sonra da yerine Hünkâr şeyhi olarak geçen oğlu Fazıl Ahmed Paşa yoldan çıkmış tarikatları bahane ederek Mevleviliği de kapatıp, Semâyı yasaklatmıştır. Bu menfur olay tarih boyunca memleketlerine hiçbir zaman zararı dokunmayan Mevlevileri çok etkilemiş ve ebced hesabıyla 'Yasağ-ı bed' (H. 1077/M. 1666) (kötü yasak) olarak tarihlendirilmiştir. Bu yasak Vani'nin gözden düşme yılı olan 1684' e kadar 18 sene sürmüş ve bu tarihte kalkan yasağın ardından Mevleviler yeniden Semâ dönmeye başlamışlardır. Bu yasağın kalkması da yine Mevlevi şairler tarafından ebcedle "Mevlevîler döndü Cân'a aşk-ı Mevlânâ ile" (H. 1095/M. 1684) mısrasıyla tarihe kaydolmuştur.

Semâdaki semboller ve Semâzen kıyafeti

Bu törendeki her şey ayrı bir mânâya, ayrı bir güzelliğe sahiptir. Semâ edilen, Semâhane denen alanın şeklinden, üstüne oturulan postların renklerine, Semâzenin giydiği her giysiden, yaptığı her harekete kadar hepsinin bir mânâsı vardır; hepsi bir sembol ifade etmektedir. Mesela Semâhane dairevi bir alandır ve kâinatı sembolize eder. Şeyhin oturduğu kırmızı post Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin makamı sayılır ve şeyh efendi vekaleten bu makama oturur. Kırmızı renk 'vuslat' yani Allah'a kavuşma rengidir. Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi güneş batarken Allah'a kavuşmuştur. Bilindiği gibi güneş batarken de doğarken de gökyüzü kırmızı bir renk alır. İşte şeyh postunun kırmızı rengi maddi dünyadan batışı, mânevi dünyaya doğuşu temsil eder. Mevleviliğe yeni girenlerin oturduğu post siyah olur. Siyah renksizliğin rengidir, tevhidi temsil eder, bütün renkleri içinde barındırır. Derviş bilgilenip yol alınca beyaz renkli posta oturmaya hak kazanır.
Semâzenin kıyafetine gelince; insanın kötü huylarının, yani nefsinin mezar taşını temsil eden sikkesi, nefsinin kefenini temsilen tennuresi, nefsini ise üstüne giymiş olduğu hırkası temsil eder. Semâzen Semâya başlarken hırkasını çıkarır ve mânevi bir temizliğe adım atmış olur. Semâzenin, kollarını çapraz bağlı olarak duruşu Allah'ın birliğini ifade eder. Kollarını iki yana açarak sağdan sola dönerken adeta kainatı bütün kalbiyle kucaklar gibidir. Gökyüzüne dönük olan sağ eli ile Hak'tan aldığını yeryüzüne dönük olan sol eli ile halka dağıtır. Burada ayrıca Semâzenin Hak'ta yok oluşu da vurgulanır.
Semâ töreni Mustafa Itrî (ölm.1712) efendinin bestelediği 6 Peygamber efendimizi öven Na't-ı şerif ile başlar. Allah'ın kainatı yaratışındaki "OL" (kün) emrini sembolize eden kudüm sesinin ardından ilahi nefes olan ney sesi duyulur. Kainat oluşmuş ve can bulmuştur.
Şeyh efendinin önderliğindeki Semâzenler Semâhanenin etrafında dairevi bir yol izleyerek yürürler. Her bir dairenin ilk yarısı maddi dünyayı ikinci yarısı mânevi dünyayı sembolize eder. Sultan Veled devri denen bu üç devir mânevi bir yolcululuğa hazırlanıştır. Semâzen nefis sembolü olan hırkasını çıkarır ve şeyhinden izin alarak Semâya başlar.
Dört selam olan Semâyı babam Celaleddin Bakır Çelebi'nin de belirttiği gibi şöyle özetleyebiliriz:
"Semâ kulun hakikate yönelip akılla - aşkla yücelip, nefsini terk ederek Hak'ta yok oluşu ve olgunluğa ermiş , kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönüşüdür."
Bir Semâ töreninden sonra Semâzen de, töreni izleyen de Yaradan'ına biraz daha yaklaşır, O'na olan aşkı daha kuvvetlenir; arınır, tertemiz mutlu ve huzurlu bir ruha kavuşur.
İnsanlar bir şeyleri isterken yakararak dönmüşler, istekleri olunca sevinip dönmüşler, ruhlarının coşkusunu dönerek Semâ ederek ifade etmişlerdir. Tarihten edindiğimiz bilgiler bunlar, yani insanoğlu ilk gününden bu güne hep dönmüş, hep Semâ etmiştir. Göktürk kabartmalarındaki döner şekilde nakşedilen insan figürleri, Mısır kabartmalarındaki M.Ö. 5 bin yıllarına ait olduğu sanılan neyzen şekilleri, Semâ ve Ney'in ne kadar eski olduğu hakkında bilgi vermektedir. Hatta Ca'fer-i Tayyâr'ın Peygamber efendimizin huzurunda Semâ eder şekilde raks etmesi O'nun sessiz kalmasına ve bununla da Tayyâr'ın hareketini onaylaması anlamına gelmiştir 6.
Bugün Semâ deyince benim aklıma neşe içinde dönen insanlar gelir. Kendi etrafında, birbirinin etrafında, el ele, kol kola, omuz omuza neşe içinde dönen insanlar. Bu insanlar farklı zaman dilimlerinde farklı medeniyetlerde; ve hatta farklı dinlerde, ülkelerde ve yaşlardadır. Aralarında yeni yürümeye başlamış, kollarını iki yana açarak dönen bebekten; torununa sarılmış, mutlulukla dönen nineye kadar hepsi gözümün önünden tek tek geçer. Günümüzde yurt içi ve dışında rastladığımız bu sahneler Hz. Mevlânâ'nın öğreti ve mesajlarının ne denli güncel olduğu ve tabi ki Semâsındaki gizemliliği vurgulamak bakımından son derece önemlidir.

DİPNOTLAR
1 1925 yılına kadar Merkez özelliğini koruyan Konya Mevlânâ Dergâhı bu yılda çıkarılan Tekâyâ ve Zevâyâ kanunuyla kapatılmış, Müzeye dönüştürülme kararı alınmış, Merkez ise Halep Mevlevihânesi'ne kaydırılmıştır. Abdülhalim Çelebi Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu çıkmadan önce Gazi Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmeler neticesinde, onun da onayını alarak oğlu, yani bu satırların yazarının dedesi olan Mehmed Bâkır Çelebi'yi Halep'teki Mevlevihâneye Şeyh olarak tayin etmiştir. 1945'e kadar Merkez olan Halep Mevlevihânesi'nin görevi ise Suriye Hükümetinin Çelebilik Makamı'nı 'resmen' kabul etmeyip Mevlevîhânenin vakıflarına el koymasıyla sona ermiştir.
2 Mevlevilikte çile diye tabir edilen bu uygulama, bütün Mevlevihânelerde değil sadece Matbah'ı bulunan (Konya, Afyon, Manisa, Galata, Kahire ve Gelibolu gibi) yerlerde icra edilirdi.
3 Hz. Mevlânâ ve Kuyumcu Selâhaddin'in dostlukları ve niçin kendisini halife seçtiği hakkında bkz. Nuri Şimşekler, "Hz. Mevlânâ ve Selâhaddin-i Zerkûb", Mevlânâ Panellerinde Sunulan Bildiriler I, Konya, 2000, s. 41-48
4 Şefik Can, Mevlânâ, İstanbul, 1995, s. 264
5 Mevlânâ'nın Rubaileri (Tam Metin), çev. M.Nuri Gencosman, I-II c., MEB Yay. İstanbul, 1997, Rubai No: 206
6 "Yâ habîballah Resûl-i Hâlik-i Yektâ tuî - Ber güzîn-i zü'l-Celâl-i pâk u bî-hemtâ tuî" beyitiyle başlayan bu nât-ı şerîfin güftesinin Hz. Mevlânâ'ya mı, yoksa torunu Ulu Ârif Çelebi'ye mi ait olduğu henüz kesinlik kazanmamıştır. A. Gölpınarlı bu nâtın sözlerinin Ulu ârif Çelebi'ye, Mehmet Önder ve Ö. Tuğrul İnançer ise Hz. Mevlânâ'ya ait olduğunu kaydetmektedir. Biz de çocukluğumuzdan beri yetkili ağızlardan bu nâtın sözlerinin Hz. Mevlânâ'ya ait olduğunu duyarız. (bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, Konya, 2000, s. 30; Mehmet Önder, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul, 1998, s. 224; Ö. Tuğrul İnançer, "Mevlevî Mûsıkîsi ve Semâ Âdâbı", Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevîlik", Karatay Belediyesi Yay., 2002, s. 194)
7 Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, Mecmû'atü'z-Zara'if Sandukatü'l-Ma'ârif, Haz. M. Serhan Tayşi, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, İstanbul, 2002, s. 164
 

Gs_HeLL!

New member
sen bilirsin hadess isteen okur isteeen okumaz bzde zorlama yok :eek:
 

ayhanriza

New member
Kükredin gene dostum ellerine sağlık sen paylaşım yapmayınca buraların tadı tuzu olmuyor...
 

Gs_HeLL!

New member
saol ayhan abi ne zmndır gözükmüon gzl şiirlerin vardı snn
 

ayhanriza

New member
GaLaTaSaRaY_HeLL!' Alıntı:
saol ayhan abi ne zmndır gözükmüon gzl şiirlerin vardı snn
eyvallah dostum şiirlere devam ediyoruz sen de görünmüyorsun epeydir...
 

Gs_HeLL!

New member
doğru yoktum ya bodrumdaydım ondan 2-3 gndür yoktum buralarda
 

ayhanriza

New member
keyifler yerinde o zaman kanka bodrum yaramış belli...
 

HTML

Üst